Bir lokma ekmek içindi
bunca çile. Aç ve sefil bir yaşamın size verdiği
ıstırabı düşünmeden, aç eşiniz ve çocuklarınızın durumunu gördükçe
gece ve
gündüz mefhumunu ortadan kaldırma misali koşuşturarak verilen bu
emek
karşılığı, sadece; kazanılacak bir kaç çinik buğday, sonrasında
değirmencinin keseceği öğütme gideri sonrası kalacak bir tutam un ve
bu
unla karnı doyacak ailenin 3-4 gün mutluluğu demekti. Evin erkeği
olarak
bir kaç tutam un ile bu mutluluğu yaşatmak bir erdemdi. Ekmeğini
çoluk
çocuğuna getirmek ve aç karınları doyurmak, mağrur bir erkek olmak
için
önemli ve belirleyici bir nedendi. En büyük mutluluk buydu, o
dönemler
bunun ötesinde başka bir mutluluk adresi yoktu.
Atalarımın, 65 km uzaklıkta bulunan Kırşehir ili ve 40 km uzaklıkta
bulunan Kaman ilçesine eşek üzerinde götürdükleri iki torba meşe
kömürü
karşılığı edindikleri mutluluktan ve alın terinden bahsediyorum. Her
şey
birkaç günlük mutluluk içindi, erkek olarak ev halkının karnını
doyurma
şerefine nail olmanın yoluydu bu. Orman muhafaza memurlarına
yakalanmayı
göze alarak ve sonucunda eşekten de mahrum kalmak adına gecenin
karanlığında eşeklerden oluşmuş bir katar ile “bismillah“ diyerek
yola
koyularak, aç karınla bunca yolu yürümek asilliğin en büyüğü olsa
gerekti.
Yıl, 1940-43’lü yıllar…Tüm ülkede cereyan eden kuraklık sonrası
buğday
kıt, insanlar bir eşek yükü olarak tabir edilen iki torba meşe
kömürünü
satıp, bir çinik (yaklaşık 8 kg) buğday alarak eve bir an önce
dönmenin
telaşı içindeler. Öyle ya, dönüp bir gece dinlendikten sonra tekrar
ormana
giderek kömür yapılması gerekiyordu, çünkü küçük mutlulukların
süresi çabuk
bitiyordu!
Dönemin değirmeninden öğütülen esmer unlarından pekte güzel ekmek
olurdu,
el değirmeni ile çekilen ve tam un haline gelmeden kırıntı halinde
iken
yapılan ekmeği yemekte güzeldi. Tabi güzeldi, bir çok insan el
değirmeninden çıkan mısır, darı kırıntıları ile ekmek yapıyordu (!),
ya arpa
unundan yapılan ekmeği yiyenlere ne dersin? Her ekmek güzeldi,
malzemesi
buğday olsun, arpa olsun fark etmezdi, bu ekmeklerin içerisinde
kömür
vardı, her bir zerresine sinmiş meşe kömürünü elde etmek adına
akıtılan
alınteri. Ekmek için kömür lazımdı, kömürsüz olmak açlık demekti,
onun
için de kömür, ekmeği ifade eden bir başka isimdi adeta, öylesine
birbirlerinin ayrılmaz parçalarıydı, sanki tüm ekmekler kömürlü!
O dönem insanlar parasızdı ve açlık korkusu ile yaşıyorlardı ama
onurlu duruşun asilliği elbette doğanın kurallarına yenilecekti! Ekmeğin
sac
üzerinde pişerken çıkardığı kokusu, asaletli duruşu bozan
davranışlara
yol açardı!
Kömür kaçakçılarının yol güzergahında olan Güllühöyük köyünün
içerisinden
aç karnınız olduğu halde geçerken, yufka ekmek pişen tandırlığın
hangisi
olduğu, alınan koku ile nokta olarak tespit edilir ve koku takip
edildiğinde ayaklarınız sizi bu tandıra götürürdü. Arkadaşınız
eşeklere
bakarken, siz aç karnınız için birkaç yufka ekmek isteme cesaretini
gösterirdiniz ama ne yazık ki ekmek o zamanlar bu kadar kolay elde
edilebilen bir şey değildi, mücadele gerektiren ve ulaşılması zor
bir
nimetti. Doğal olarak ekmek yapan kadınlarda bunun böyle olduğunun
bilincindeydiler. Kendisinin ve arkadaşının karnını bu güzel kokan
ekmeklerle doyurabileceği hayali ile gelmişti tandırda bulunan
kadınların
yanına thamade HAJEMİGO İhsan ERDEM…O, kendisi ve eşeklerin yanında
nöbetçi kalan arkadaşı BELCETUQE İhsan YALÇINKAYA’nın aç karnı için
bir
kaç ekmek istemişti, alıp gidebileceğini aslında o da tahmin
etmiyordu ama
yinede nezaket ile şansını denemek istedi. İnsanların aç ve unun çok
değer
ifade ettiği bu dönemlerde kimse iki yabancıya ekmek veremezdi,
olması
gereken buydu, dedik ya, mutluluklar herkes için 3-4 gün üzerine
kurulmuştu, hem de yarım torba un karşılığı, öylesine ucuz! Açtı
karınları, mutlaka karınlarını doyurmalıydılar, yol uzundu ve
Garmizey
Hable’deki evlerinde karınlarını doyurmak adına kendilerine ümit
bağlamış
insanlar vardı. Ekmek isteğine ret cevabı alan thamade HAJEMİGO
İhsan
duraksamadı, atik bir şekilde ellerini yığınla duran kuru yufka
ekmeklerine daldırdı, o an kapabildiği ekmeklerle var gücüyle
koşmaya
başladı, iyi koşmak gerekiyordu, çünkü ellerinde oklava ile
ekmeklerini
kurtarmak için saldırıya geçmiş 5-6 kadın vardı, koştu,
koştu...Sonunda
erkek olmanın verdiği avantajla ellerinden kurtuldu, büyük iş
başarmıştı
thamade, aç karınlarına girecek ekmekler onları Kaman’a kadar
ulaştıracaktı, zaten oraya vardıklarında kömürlerini satıp bir kaç
kuruş
ile bir torba buğday alacaklar ve oradan değirmene götürüp
öğüttükten
sonra unlarını alıp Akçakent’te döneceklerdi. Her iki thamade
yaptıkları
bu ekmek hırsızlığından utanmamışlardı, hani bir Avrupalı düşünürün
dediği
gibi “Aç insanların yaşadığı bir yerde ahlaktan bahsetmek, en büyük
ahlaksızlıktır“ misali inanıyorlardı hayatın gerçeklerine.
O dönem sahip olduğunuz en önemli mal varlığınız iyi bir eşek ve iyi
bir
balta idi. Bunlar önemliydi, “hayatınızı kazanmak içinin“ olmazsa olmazlarıydı.
Thamadem BELCETUQE İhsan, o günlerden bahsederken hep hayıflanırdı;
“Babam rahmetli olduğunda 15 yaşlarındaydım, bakmam gereken benden
küçük 3
kardeşim ve annem vardı. Miras olarak; bir kötü ev, iyi bir balta ve
kötü
bir eşeğim vardı, ev önemli değildi ama eşeğin kötü olması kömür
kaçakçılığı konusunda beni çok zor duruma düşürürdü “ derdi.
Kömür yakmak gibi bir çilekeş yaşam elbet kalmadı ama toplumda
görüyoruz
ki, yaşam standartları yükseldikçe ve fiziğe dayalı emek azaldıkça
insanlar daha çok suç üreten toplum haline geldi.
Meşe odunlarının dağda yakılması ile geçimini sağlayan o dönem
atalarımızın emeklerine saygı duyuyorum diyen her günümüz genci,
yaşamın
alın teri ile kazanmanın mutluluğunu ve onurunu yaşamanın
kutsiyetine
inanmalı, günümüzün teknolojik imkanlarının verdiği olanakları göz
önünde
bulundurarak, (her ne kadar atalarının yaşadığı bir süreç olsa da)
geçmişle yüzleşerek, emeği; dürüst yaşamın bir lokomotifi olarak
benimseyerek, geleceğini doğru temeller üzerine kurmanın yoluna
bakmalıdır.
Mutlu olmak ne kolaymış değil mi? Sadece ekmek ile mutlu olabilmenin
erdemliğini hissedecek yürekler halen günümüzde var mı? diye sormak
gerekir sanırım.
Şair Mehmet Akif’in dediği gibi; “kim kazanmazsa bu dünyada bir
ekmek
parası, dostunun yüz karası, düşmanının maskarası“ sözünün
doğruluğuna
inanarak yaşam mücadelesine girmek gerekir
Dürüst yaşam kurallarının, toplumun alışılmış tüm değer kurallarını
kendi
ekseni etrafında şekillendirdiği bir toplumda birlikte olmak dileği
ile… |