100 YIL ÖNCE TÜRKİYE'DE "GÜRCÜ KÖYLERİ"
Fahrettin Çiloğlu
Tarih ve Toplum, Haziran 1992, S:102
                         
...................
 
...................

Bu yazının başlığını İsmetzade Doktor Mehmed Arif’in bir kitabından esinlendik. Bu başlık altında yazı yazmayı da bir bakıma bu kitaba borçluyuz. Mehmed Arif günümüzden yaklaşık 100 yıl önce İstanbul'dan Samsun'a giderek yöredeki Gürcü köylerini dolaşmış. Gürcülerin yaşam biçimi, gelenekleri vb. üzerine gözlemlerde bulunmuş, izlenimlerim kaleme alarak önce Tarik gazetesinde tefrika etmiş, sonra da kitap olarak yayımlamıştır. (1) Kitap 1893'te Maarif Nezareti'nin "ruhsatnamesiyle" basılmıştır. Kitabın önemi, göçlerinden hemen sonra Türkiye'deki Müslüman Gürcüler üzerine bilgi vermesinden gelmektedir. Günümüzde Türkiye'nin çeşitli yerlerinde (Artvin ili dışında) yaşayan Gürcüler, "93 Harbi" olarak bilinen 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı'nın hemen sonrasında göç etmişlerdir. Mehmed Arif’in kitabı da göçten yaklaşık 15 yıl sonra basılmıştır. Yani yazar Gürcü köylerini göçten en çok 15 yıl sonra gezmiş, izlenimlerini kaleme almıştır. Toplumsal değişim açısından kısa bir zama dilimi sayılabilecek bu süre içinde Müslüman Gürcülerin gelenek, yaşam biçimi vb. bakımdan önemli bir değişiklik geçirmemiş olacaklarını varsayarsak, yazarın izlenimleriyle Müslüman Gürcülerin göç öncesi yaşamı üzerine de bilgi edinmiş oluruz. Ama büyük ölçüde tek kitaba bağlı kalarak aktaracağımız bu bilgiler, içinde yanlışlık payı taşıyacak; öte yandan daha çok Karadeniz kıyılarına yerleşmiş Gürcülerin yaşam biçimini ve geleneklerini yansıtacaktır. Bu eksikliklere karşın, gelecekte bu alanda yapılacak olası çalışmalara katkısı olacağı düşüncesiyle bu yazıyı yazmaktan geri durmadık.

Bilebildiğimiz kadarıyla 19. yüzyılda, göç sonrasında doğrudan Türkiye'deki Gürcüleri konu alan başka kitap yazılmamıştır. İçinde bulunduğumuz yüzyılda ise, Türkiye'deki etnik gruplar üzerine yazılmış olmasından dolayı Türkiye Gürcülerine ilişkin bilgiler de içeren kitaplar yazılmış; (2) ABD’li antropolog Magnarella'nın da İnegöl yakınlarındaki Gürcü köyü Hayriye üzerine bir kitabı basılmıştır. (3) "Ana Dil İtibarı ile Nüfus" başlığı altında verilen rakamlarla Türkiye'deki genel nüfus sayım sonuçları, Türkiye'deki gerçek Gürcü nüfusunu yansıtması açısından değilse de, Gürcülerin yoğun olarak hangi illerde bulunduğunu göstermesi açısından kaynak özelliği taşımaktadır. Ancak 1965'ten sonra "Ana Dil İtibarı ile Nüfus" sonuçları yayımlanmamış, son sayımlarda da yurttaşlara ana dille ilişkili sorular yöneltilmemiştir.

Gürcülerin Kökeni ve Tarihi

Kendilerine Kartveli diyen Gürcülerin Saraktvelo (Gürcüstan) olarak adlandırdıkları topraklarda eskiden beri yaşadıkları sanılmaktadır (5). Kartlar, Megrel-Çanlar (Lazlar) ve Svanlar olmak üzere üç boydan oluşan (6) Gürcüler, Kafkasya'nın yerli halkları arasında köklü edebiyat geleneği ve ayrı bir alfabesi olan tek halktır. İS 3. yüzyılda geliştirilmiş olan Gürcü alfabesinin bugünkü biçimi 5'i ünlü 33 harften oluşmaktadır. Gürcülerin yazı ve konuşma dili olan, kendilerinin Kartuli dedikleri Gürcüce Kafkas dilleri arasında köklü edebiyat geleneği olan tek dildir. Gürcüce, Megrel-Çanca (Lazca) ve Svanca ile birlikte Güney Kafkasya ya da Kartveli dil ailesini oluşturmakta ve yaklaşık 113 bin sözcük içermektedir.

Gürcülerin devlet kurma geleneği de oldukça eskiye dayanır. İlk Gürcü devleti İÖ. 6. yüzyılda Batı Gürcüstan'da kurulmuştur. Kolhida ya da Eğrisi (Lazika) denen bu devlet Karadeniz kıyısında aşağı yukarı bugünkü Gagra sınırından Çorohi (Çoruh) ağzına kadar uzanan bölgeyi kapsıyordu. Gürcüstan'da bu dönemden sonra çok sayıda küçük devletin ortaya çıktığı görülür. Doğu Gürcüstan'daki devletler İÖ. 4. yüzyılda tek bir devlete dönüşerek Mtsheta'yı başkent edinmişlerdir. Kartli ya da İberia Krallığı olarak bilinen bu devletin kurucusu genel kabule göre Kral Parnavaz'dır (6:6). Gürcüler 4. yüzyılın ilk yarısında Nino adlı bir azizenin vaaz-larından etkilenerek Hıristiyanlığı benimsediler (5:10/205). Aynı dönemden başlayarak İranlıların ve Bizanslıların, daha sonra Müslüman Arapların sürekli saldırılarına uğrayan Gürcüstan'da, bu saldırıların yol açtığı bölünmelerin de etkisiyle feodal prenslikler ortaya çıktı. 975'te tahta çıkan Bagrationi (Bağratlılar) krallık ailesinden II.Bagrat Doğu ve Batı Gürcüstan'daki prenslikleri tek bir devlet altında birleştirdi. Adı "Sakartvelo" olan devlet o zaman kuruldu (5: 10/206; 6:12). Kraliçe Tamara döneminde (1184-1213) gücünün doruğuna ulaşan Gürcüstan'ın sınırları Azerbaycan'dan Çerkesya'ya Erzurum'dan Gence'ye (Kirovabad) uzanı-yordu (5: 10/206).

Acara ve Tarihi

Gürcüler Osmanlılarla ilk kez 16. yüzyılda karşı karşıya geldiler. Kraliçe Tamara'nın kuruluşuna büyük destek verdiği Trabzon İmparatorluğunun 1461'de Fatih tarafından ortadan kaldırılmasından sonra Gürcüstan sürekli olarak Osmanlıların akınlarına uğradı. 1578'de başkent Tblisi (Tiflis) ve bütün Trankafkasya Osmanlıların eline geçti. Aynı yıl, daha sonra Türkiye'deki Müslüman Gürcülerin hemen hepsinin göç ettiği Acara bölgesi ile Çürüksu'yu da (Kobuleti) içine alan Çıldır Eyaleti (Ahıska Paşalığı) kuruldu. Osmanlıların büyük ölçüde egemen olabildiği bölge bu eyaletin sınırları içinde kalan güneybatı Gürcüstan'dı.

Acara bölgesi Çıldır Eyaleti'ne bağlı iki sancağa ayrıldı: Acara-yı Ulya (Yukarı Acara) ve Acara-yı Süfla (Aşağı Acara). 17. yüzyılda Acara beyleri Müslümanlığı benimsediler; ama köylülerin Müslümanlaş(tırıl)ması bir sonraki yüzyıla değin sürdü (7). Çıldır Eyaleti'nde yurtluk ve ocaklık olarak dirlikleri ve siyasal gücü elinde tutanlar da bu Müslüman Gürcü beyleriydi (8).

Doğu Anadolu'da ve Batı Gürcüstan'da Osmanlılarla Rusların karşı karşıya gelmeleri, Rusya ile Gürcü Kaheti-Kartli Krallığı arasında 1783'te Giorgievsk Anlaşması'nın imzalanmasından sonra oldu. Bu antlaşmanın hükümlerine göre Rusya Gürcüstan'ı düşmanlarının saldırılarına karşı koruyacaktı (9). Ama uygulamada bu anlaşma, Rus kuvvetlerinin Gürcüstan'a girmesinin, 1801'den başlayarak Gürcüstan'ın Rusya tarafından aşamalı olarak ilhalk edilmesinin gerekçesini oluşturdu.
Bu arada Osmanlıların Acara'daki egemenliği giderek sarsılmaya başladı. 1803'te Ahıska paşası olan Selim Paşa (Himşiaşvili) Ruslar'a dayanarak Müslüman Gürcü yönetimi kurmak istedi, ama bu girişimi 1815'te bastırıldı. Selim Paşa'nın yerine geçen Ahmed Paşa (Himşiaşvili) 1828-29 Osmanlı-Rus Savaşı arifesinde Ruslarla Acara'nın Rusya'ya bağlanması konusunda görüşmeler yaptı. Ama sonradan bu görüşmeler çıkmaza girdi ve Ahmed Paşa savaşta Osmanlıların yanında yer aldı. 1828-29 Osmanlı-Rus Savaşı'nda Poti, Ahıska (Ahaltsihe) ve Anıl kelek (Ahalkalaki) ile Samtshe olarak bilinen bölge Osmanlıların denetiminden çıktı ve yeniden Gürcüstan'a bağlandı (9:35). Çürüksu ve Acara ise 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı'na değin Osmanlıların elinde kaldı.

1828-29 Osmanlı-Rus Savaşı'nı izleyen yıllarda Acara'da Osmanlı yönetimine karşı yeni ayaklanmalar çıktı. 1832'de bastırılan ayaklanmadan sekiz yıl sonra Selim Paşa'nın (Himşiaşvili) oğlu Kör Hüseyin Bey Yukarı Acara'da Osmanlılara karşı ayaklandı. Kör Hüseyin Bey, daha önce Mısır'da merkezi yönetime başkaldırmış olan Kavalalı Mehmed Ali Paşa'yla da ilişki kurmuştu. Aynı yıl Trabzon ve Erzurum beylerbeyleri de ayaklandılar ve Kör Hüseyin'i görüşmelerde bulunmak üzere İstanbul'a gönderdiler (7: 326-327). Bu gelişmeler sonrasında Acara 1844'te Trabzon beylerbeyliğine bağlandı. Kör Hüseyin Bey'in 1846'da Yukarı Acara'da yeniden ayaklanması da sonuçsuz bir girişim olarak kaldı. Acara bölgesi (Aşağı Acara ve Yukarı Acara kazaları olarak) Aşağı Guria ile birlikte 1851'de yeni kurulmuş olan Lazistan sancağına bağlandı ve Batum kaymakamının yönetimine verildi. Bu ta-rihten sonra Osmanlı yönetimi Acara'da bir tür "asimilasyon" politikası uygulamaya başladı. Buna karşın Gürcüce Acara halkı arasında konuşma dili olarak varlığını korudu.

Osmanlı yönetiminin "asimilasyon" politikası Osmanlıcılık hareketinin bir sonucuydu. Osmanlı Devleti'nin son dönemlerinde, özellikle Balkanlar'da çıkan milliyetçi ayaklanmalar devletin varlığını ortadan kaldırmaya yönelik hareketler olarak görülüyordu. Bu dönemde bazı Osmanlı aydınları, Osmanlı sınırları içinde yaşayan insanlara bir "üst kimlik" verecek bir tür milliyetçilikle ortaya çıktılar. Tanzimat'ın ilanından (1839) sonra başta hukuk alanındaki düzenlemeler olmak üzere modernleşme hareketi içinde etnik köken ötesinde bir Osmanlı bireyi yaratma da amaçlanmıştı (5:17/730). Ama Osmanlılık bir Türklük olarak değil, Arnavut, Ermeni, Bulgar, Türk, Çerkes, Gürcü, Laz, Arap, Bulgar gibi farklı etnik kökenli insanların hepsine yakışacak bir "ad" olarak tanımlanıyordu.

Göç ve Sonrası

Kırım Savaşı'nda (1853-56) Acara beyleri Osmanlıların yanında yer aldı. Ama 1855'te Osmanlı yönetiminin Acara'dan yeniden asker istemesi yeni bir ayaklanmaya yol açtı. Bunu 1858, 1859 ve 1875'teki başka ayaklanmalar izledi. 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı Osmanlıların yenilgisiyle son buldu. Osmanlı Devleti 1878'de önce Ayastefanos Antlaşması'nı imzalamak zorunda kaldı. Bunun sonu-cunda Çürüksu, Batum, Kars, Ardahan, Artvin, Ardanuç, Borçka, Şavşat ile Hopa'nın Kemalpaşa kesimini Osmanlılar Rusya'ya bıraktı. Hıristiyan Gürcülerden farklı kültürel özelliklere sahip olan (5: 1/99) binlerce Acaralı Müslüman Gürcülerin çoğu savaştan sonra "Rus zulmüne uğrama korkusuyla" ülkelerini terk ederek deniz yoluyla Batum'dan Giresun, Ordu, Samsun, Sinop, İstanbul ve Karadeniz kıyısındaki öbür limanlara geldiler. Bir bölümü bu liman kentlerinin çevresine, öbürleri iç kesimlere giderek, Amasya, Adapazarı, Bursa, Balıkesir'in köylerine yerleştiler (3:17; 10:78). Müslüman Gürcülerin göç ettiği toprakların bir bölümü Sovyetler Birliği-Türkiye sınırının son biçimini almasından sonra Türkiye sınırları içinde kaldı. Örneğin Hayriye köylüleri bugün Türkiye sınırları içinde bulunan Maden'den (Aşağı Hod) göç etmişlerdi (3:17).

Karadeniz kıyılarına gelen Gürcüler, özellikle bataklık alanların bulunduğu yörelerde sıtma ile karşılaştılar. Bu nedenle birçoğu kıyı bölgeyi aşarak yüksek yerlere yerleştiler. Yüksek yerlerde geldikleri bölgeninkine benzer bir iklim buldular. Bu arada birçoğu sıtmaya yakalandı ve öldü. Ama göç eden nüfusun ne kadar olduğu bilinmediği gibi göç sırasında ve sonrasında ne kadar insanın öldüğü de bilinmemektedir. 19. yüzyılda gerek Kafkaslar'dan, gerekse Balkanlar'dan Anadolu'ya yapılan göçler, içinde kitlesel ölümleri taşıdığından Osmanlı tarihinin en trajik yanını oluşturmaktadır.

Osmanlı yönetimi her şeyi yeniden kurmak zorunda olan Gürcüleri göçlerinden sonra 5-6 yıl her türlü yükümlülük, vergi ve askerlikten muaf tuttu (1:43). Gürcüler kısa süre içinde o dönem için mükemmel denebilecek evler yaptılar. Evleri kestane kerestesinden yapmayı tercih ediyorlar ve çatılarını kiremit yerine "kavari" dedikleri küçük tahtalarla örtüyorlardı. Rüzgarın etkisiyle çatıdan uçan bu tahtalar kiremit gibi kırılmadığı için yeniden yerine konabiliyordu. Kestane tahtalarından birbirine geçme yoluyla yapılan evler genellikle bir-iki oda ve bir mutfaktan oluşuyordu. Bu dönemde aynı yöredeki yerli halkla, Gürcülerden yaklaşık 15 yıl önce göç etmiş olan Çerkesler ise baraka benzeri evlerde yaşıyorlardı (1:20-21, 37). Gürcüler evlerini birbirlerine belli uzaklıkta yapıyorlardı. Evlerinin genellikle yakınında, hasat edilen mısırı korumak için kullanılan anbar (nalya) ve serenler (beğeli) bulunuyordu. Bunlar dört direk ve her direğin üzerine, farelerin çıkmasını önlemek için konan tekerlek biçimindeki tahtalar üstünde inşa ediliyor, çatıları saz, mısır sapı ya da tahta ile örtülüyordu (1: 40-41). Son derece dindar olan Gürcülerin (bu durum göç etmelerinin önemli nedenlerinden biri olarak kabul edilmektedir) kurduğu köylerde o döneme göre mükemmel sayılabilecek cami ve mektepler vardı. Mekteplerde kız ve erkek çocuklarına din bilgileri öğretiliyordu (1:47).

Gürcülerin bu yerleşme biçiminden hareketle geldikleri yerleri benimsedikleri ve geri dönmeyi düşünmedikleri sonucuna varılabilir, örneğin yurtlarından kovuldukları için hep geri dönmeyi düşleyen Çerkeslerin durumu farklıydı. Onlar "pasha' dedikleri küçük evlerde yaşıyorlardı (1:21) ve Gürcüler gibi dindar olmadıkları için köylerinde cami ve mektep yapmıyorlardı, öte yandan çok az sayıda Çerkes Türkçe biliyordu (1:22). Gürcüler ise düzenli olarak cuma namazlarına gidiyor, namazdan sonra köy ve cami ile ilgili işler üzerine görüşmelerde bulunuyorlardı (1:48)

Gürcüler 5-10 kişilik aileler halinde göç etmişlerdi. Geldiklerinde “30 kuruş gibi bir para” dışında hiçbir şeyleri yoktu (1:43). Ama birkaç yd içinde ihtiyaç fazlası oluşturacak kadar tarla ve hayvan edinmeyi, yerli halka göre daha iyi bir yaşam düzeyine ulaşmayı başardılar. Her Gürcü evinin kendine ait bir "havli"si ve bahçesi vardı. Buralarda mısır başta olmak üzere hıyar, fasulye, kabak, pancar, lahana, patates vb. ürünler yetiştiriyorlardı. Gürcülerde meyve yetiştirmek bir tür gelenekti ve yerleştikleri her yerde mutlaka dut, elma, armut, incir, erik gibi neredeyse her tür meyve ağacı bulunuyordu (1:37-38). Ayrıca havillerinde tavuk besliyor, ormanlık alanlarda arıcılık yapıyorlardı. Gürcüler mısır tarlalarını yaban domuzlarından korumak için buralarda "sayvan" denen kuleler yapıyor, köpek ve silahlarıyla birlikte geceyi bu kulelerde geçiriyor, gece boyunca bağrışıyor, teneke çalıyor ve silah atıyorlardı (1:38-39).

Gürcüler tarım için gerekli her türlü araç ve gereci, araba, ev, anbar ve serenlerini kendileri yapıyor, keten ve kendir yetiştirecek ip, iplik, elbise vb. ihtiyaçlarını karşılıyorlardı. İpek kozası yetiştirerek ipekli kuşak dokuyor, fındık ağacı kabuklarından sepet yapıyorlardı (1:42).

Gürcüler hasat ettikleri mısırı, dere kenarlarında yaptıkları ve ortaklaşa kullandıkları su değirmenlerinde (tziskvili) öğütüyorlardı. Mısır unundan yapılan ekmeği (çadi) taştan oyularak yapılmış ve pileki (ketsi) denen bir kap içinde pişiriyorlardı (1:46; 3:76). Mısır ekmeğini genellikle sıcak ve henüz pişmiş olarak yiyorlardı (1:50). Lahana yemeği, fasulye ve mısır çorbası Gürcülerin başta gelen yemeklerindendi. Yemek evin mutfak işlevini gören bir odasında ya da evin ayrı bir bölümünde bulunan ocakta pişiriliyordu.

Türkiye'ye göç etmiş olan Gürcüler geldiklerinde oldukça sağlıklıydılar ve aralarında torununun torununu görebilen yaşlılar vardı. Oysa yerleştikleri bölgelerdeki yerli halklar arasında 50 yaşın üzerinde çok az insana rastlanılıyordu (1:45). Ama kısa süre sonra Gürcülerin sağlıkları bozulmaya başladı. Gürcüler hastalarını genellikle kendi yöntemleriyle tedavi ediyorlardı. Başta gelen tedavi yöntemi de hastayı terletmekti. Hastanın üzerine yatak-yorgan vb. eşyayı yığıyor ve bu yolla terlemesini sağlıyorlardı (1:44). Gürcüler "yaratılıştan" silahşor ve oldukça iyi atıcıydılar. Silaha ve güzel tüfeğe büyük ilgileri vardı (1:48).

Gürcüler birbirleriyle dayanışarak ve yardımlaşarak birçok işi birlikte yapıyorlardı. Buna "meci" (imece) deniyordu. Örneğin köylüler araba ve hayvanlarıyla meciye katılıyor ve bir hanenin bir yıllık odununu bir günde çekebiliyorlardı. Meci eden kişi önceden yemek pişiriyor ve meciye katılanlara ziyafet veriyordu (1:49; 3:37; 11:130-131, 224-225).

Gürcü köylüleri arasında İstanbul'a gidip öğrenim görenler de vardı. Bunlar devlet hizmetinde bulunuyor, ama sonunda yeniden köylerine dönüyorlardı.
Gürcü kadınları "fistan" denen uzun etekli elbise ile kısa ve oldukça dar bir tür yelek giyiyorlardı. Başka bir yere giderken köydeki ekonomik durumlarına göre bazıları adi basmadan, bazıları ipekten ve bellerine kadar kısa "büzgüler" giyiyorlardı (1:49-50). Kadınlar zamanını daha çok yemek pişirerek geçiriyorlardı. Gürcü kadınları kocalarına saygı gösteriyor ve itaat ediyorlardı (1:52).

Doğurmayan kadın toplulukta itibarını yitiriyor, çok doğuranlardan ise övgüyle söz ediliyordu (1:52) Kadınlar erkek çocuk dünyaya getirdiğinde bu olay silahlar atılarak kutlanıyordu (1:50). Gürcü erkekleri başlarına sargı sarıyor ve "zıkva" denen sarı şalvar giyiyorlardı. Giysileri genellikle aba ve çuhadandı. Abayı kendileri dokuyor, elbiselerini kendileri dikiyorlardı.(1:51).
Kafkasya'daki Gürcülerde klan dışında evlenme (egzogami) uygulanıyordu. Bu uygulama, aynı babasoylu kişiler arasında ve aynı klanı oluşturan farklı babasoylu kişiler arasında evliliği yasaklıyordu (3:30). Türkiye'ye göç eden Müslüman Gürcülerde egzogami kuralı bozulmuştu ve baba tarafından akrabaları sınırlamıyordu. Müslüman Gürcülerde akrabalar arasında evlilikler (içten evlenme) yapılıyor, Gürcü olmayanlara kız verilmiyor, ama nadiren de olsa Gürcü olmayanlardan kız alınıyordu (1:53; 3:31, 118)
Gürcüler çocuklarını 20-25 yaşları arasında evlendiriyorlardı. Kız verilirken karşılığında para alınıyordu. Gelin evden çıkarken gerek gelinin arkadaşı, gerek en yakın erkek akrabası kapının önünde duruyor, bir "atiyye" (armağan) istiyordu. Oğlan tarafı bunu karşılamadan gelin evden çıkmıyordu. Gelin evden çıktıktan sonra ata bindiriliyor, kadın ve erkeklerden oluşan atlı yaya bir topluluk eşliğinde damat evine gidiliyordu. Gelin, damadın evinde kadınlar tarafından karşılanıyordu. Damat kadınların içinde gelinin başındaki örtüyü kamasıyla açıyor ve henüz kız olan birinin üzerine atıyordu (1:54)

Gürcüler düğün ve özel toplantılarında "horoni" (horon) dedikleri bir oyun oynuyorlardı. Bu oyunda oldukça çevik ve çabuk hareket etmek esastı. Horon genellikle üç kişiyle oynanıyordu (1:52). Düğünlerde de damat evinde horon oynanıyor ve silahtar atılıyordu. Sonra konuklara evin içinde kurulan sofralarda yemek yediriliyordu. Sıra pilava gelince herkes kaşığını bırakıyor ve geri çekiliyordu. Sofra, ileri gelen biri tarafından "tutuluyordu". "Sofra tutmak", kız tarafından bu önde gelen kişinin ev sahibinden tavuk, koyun, meyve gibi şeyler istemesiydi (1:54; 3:50). Bu sırada bütün düğün halkı tabancalarını evin her yanına doğru ateşliyor ve evi delik-deşik ediyorlardı. Sonunda istekleri yerine getiriliyordu. Bunları ya sofrada yiyorlar, ya da ev sahibine iade ediyorlardı. (1:55).

Gürcüler altın ya da gümüş ziynete büyük önem veriyorlardı. Her erkeğin karısına beşi bir yerde, gümüş kemer vb. alması zorunluluk sayılabilecek türden bir gelenekti.

Türkiye'ye göç eden Müslüman Gürcüler, Gürcüceyi yalnızca konuşma dili olarak kullanıyorlardı. Çoğunluğu Gürcüce okuma-yazma bilmiyordu. Gürcüce okuma-yazma bilen az sayıdaki Gürcülerin hemen hepsi Çüruksu Gürcüleriydi (1:56).


DIPNOTLAR:
1)
Gürcü Köyleri, 1311 (1893), İsmetzade Doktor Mehmed Arif
2) Etnic Groups in the Republic of Turkey, 1989, P.A. Andrews
3) The Peasant Venture, Tradition, Migration and Change among Georgian Peasants in Turkey, 1979, Paul J. Mafnarella
4) a) 1950 Genel Nüfus Sayımı, 1961, Başbakanlık İstatistik Genel Müdürlüğü
b) 1955 Genel Nüfus Sayımı, 1961, Başbakanlık İstatistik Genel Müdürlüğü,
c) 1960 Genel Nüfus Sayımı, Başbakanlık İstatistik Genel Müdürlüğü
d) 1965 Genel Nüfus Sayımı, 1969, Başbakanlık İstatistik Genel Müdürlüğü
5) Ana Britannica, 1986-90, Ana Yayıncılık A.Ş. ve Encyclopaedia Britannica, Inc.
6) A Glimpse of Georgian History, 1983, M. Lordkipanidze, İ. Katcharava
7) Kartuli Sabço Entsiklopedia, 1981, Gürcüstan cildi.
8) Çildiris Eialetis Caba Devtari 1694-1732, 1979, Tsisana Abuladze, Miheil Svanidze
9) An outline of Georgian History, 1968, Sh. A. Meskhia
10) Artvin ve Çevresi, 1828-1921 Savaşlan,1971, M. Adil Özder
11) Aşela, 1985, Zuhal Kuyaş