Bu yazının
başlığını İsmetzade Doktor Mehmed
Arif’in bir kitabından esinlendik. Bu
başlık altında yazı yazmayı da bir
bakıma bu kitaba borçluyuz. Mehmed
Arif günümüzden yaklaşık 100 yıl önce
İstanbul'dan Samsun'a giderek yöredeki
Gürcü köylerini dolaşmış. Gürcülerin
yaşam biçimi, gelenekleri vb. üzerine
gözlemlerde bulunmuş, izlenimlerim
kaleme alarak önce Tarik gazetesinde
tefrika etmiş, sonra da kitap olarak
yayımlamıştır. (1)
Kitap 1893'te Maarif Nezareti'nin
"ruhsatnamesiyle" basılmıştır. Kitabın
önemi, göçlerinden hemen sonra
Türkiye'deki Müslüman Gürcüler üzerine
bilgi vermesinden gelmektedir.
Günümüzde Türkiye'nin çeşitli
yerlerinde (Artvin ili dışında)
yaşayan Gürcüler, "93 Harbi" olarak
bilinen 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı'nın
hemen sonrasında göç etmişlerdir.
Mehmed Arif’in kitabı da göçten
yaklaşık 15 yıl sonra basılmıştır.
Yani yazar Gürcü köylerini göçten en
çok 15 yıl sonra gezmiş, izlenimlerini
kaleme almıştır. Toplumsal değişim
açısından kısa bir zama dilimi
sayılabilecek bu süre içinde Müslüman
Gürcülerin gelenek, yaşam biçimi vb.
bakımdan önemli bir değişiklik
geçirmemiş olacaklarını varsayarsak,
yazarın izlenimleriyle Müslüman
Gürcülerin göç öncesi yaşamı üzerine
de bilgi edinmiş oluruz. Ama büyük
ölçüde tek kitaba bağlı kalarak
aktaracağımız bu bilgiler, içinde
yanlışlık payı taşıyacak; öte yandan
daha çok Karadeniz kıyılarına
yerleşmiş Gürcülerin yaşam biçimini ve
geleneklerini yansıtacaktır. Bu
eksikliklere karşın, gelecekte bu
alanda yapılacak olası çalışmalara
katkısı olacağı düşüncesiyle bu yazıyı
yazmaktan geri durmadık.
Bilebildiğimiz kadarıyla 19. yüzyılda,
göç sonrasında doğrudan Türkiye'deki
Gürcüleri konu alan başka kitap
yazılmamıştır. İçinde bulunduğumuz
yüzyılda ise, Türkiye'deki etnik
gruplar üzerine yazılmış olmasından
dolayı Türkiye Gürcülerine ilişkin
bilgiler de içeren kitaplar yazılmış;
(2)
ABD’li antropolog Magnarella'nın da
İnegöl yakınlarındaki Gürcü köyü
Hayriye üzerine bir kitabı
basılmıştır. (3)
"Ana Dil İtibarı ile Nüfus" başlığı
altında verilen rakamlarla
Türkiye'deki genel nüfus sayım
sonuçları, Türkiye'deki gerçek Gürcü
nüfusunu yansıtması açısından değilse
de, Gürcülerin yoğun olarak hangi
illerde bulunduğunu göstermesi
açısından kaynak özelliği
taşımaktadır. Ancak 1965'ten sonra
"Ana Dil İtibarı ile Nüfus" sonuçları
yayımlanmamış, son sayımlarda da
yurttaşlara ana dille ilişkili sorular
yöneltilmemiştir.
Gürcülerin
Kökeni ve Tarihi
Kendilerine Kartveli diyen Gürcülerin
Saraktvelo (Gürcüstan) olarak
adlandırdıkları topraklarda eskiden
beri yaşadıkları sanılmaktadır (5).
Kartlar, Megrel-Çanlar (Lazlar) ve
Svanlar olmak üzere üç boydan oluşan
(6) Gürcüler, Kafkasya'nın yerli
halkları arasında köklü edebiyat
geleneği ve ayrı bir alfabesi olan tek
halktır. İS 3. yüzyılda geliştirilmiş
olan Gürcü alfabesinin bugünkü biçimi
5'i ünlü 33 harften oluşmaktadır.
Gürcülerin yazı ve konuşma dili olan,
kendilerinin Kartuli dedikleri Gürcüce
Kafkas dilleri arasında köklü edebiyat
geleneği olan tek dildir. Gürcüce,
Megrel-Çanca (Lazca) ve Svanca ile
birlikte Güney Kafkasya ya da Kartveli
dil ailesini oluşturmakta ve yaklaşık
113 bin sözcük içermektedir.
Gürcülerin devlet kurma geleneği de
oldukça eskiye dayanır. İlk Gürcü
devleti İÖ. 6. yüzyılda Batı
Gürcüstan'da kurulmuştur. Kolhida ya
da Eğrisi (Lazika) denen bu devlet
Karadeniz kıyısında aşağı yukarı
bugünkü Gagra sınırından Çorohi
(Çoruh) ağzına kadar uzanan bölgeyi
kapsıyordu. Gürcüstan'da bu dönemden
sonra çok sayıda küçük devletin ortaya
çıktığı görülür. Doğu Gürcüstan'daki
devletler İÖ. 4. yüzyılda tek bir
devlete dönüşerek Mtsheta'yı başkent
edinmişlerdir. Kartli ya da İberia
Krallığı olarak bilinen bu devletin
kurucusu genel kabule göre Kral
Parnavaz'dır (6:6). Gürcüler 4.
yüzyılın ilk yarısında Nino adlı bir
azizenin vaaz-larından etkilenerek
Hıristiyanlığı benimsediler
(5:10/205). Aynı dönemden başlayarak
İranlıların ve Bizanslıların, daha
sonra Müslüman Arapların sürekli
saldırılarına uğrayan Gürcüstan'da, bu
saldırıların yol açtığı bölünmelerin
de etkisiyle feodal prenslikler ortaya
çıktı. 975'te tahta çıkan Bagrationi
(Bağratlılar) krallık ailesinden
II.Bagrat Doğu ve Batı Gürcüstan'daki
prenslikleri tek bir devlet altında
birleştirdi. Adı "Sakartvelo" olan
devlet o zaman kuruldu (5: 10/206;
6:12). Kraliçe Tamara döneminde
(1184-1213) gücünün doruğuna ulaşan
Gürcüstan'ın sınırları Azerbaycan'dan
Çerkesya'ya Erzurum'dan Gence'ye
(Kirovabad) uzanı-yordu (5: 10/206).
Acara ve Tarihi
Gürcüler Osmanlılarla ilk kez 16.
yüzyılda karşı karşıya geldiler.
Kraliçe Tamara'nın kuruluşuna büyük
destek verdiği Trabzon
İmparatorluğunun 1461'de Fatih
tarafından ortadan kaldırılmasından
sonra Gürcüstan sürekli olarak
Osmanlıların akınlarına uğradı.
1578'de başkent Tblisi (Tiflis) ve
bütün Trankafkasya Osmanlıların eline
geçti. Aynı yıl, daha sonra
Türkiye'deki Müslüman Gürcülerin hemen
hepsinin göç ettiği Acara bölgesi ile
Çürüksu'yu da (Kobuleti) içine alan
Çıldır Eyaleti (Ahıska Paşalığı)
kuruldu. Osmanlıların büyük ölçüde
egemen olabildiği bölge bu eyaletin
sınırları içinde kalan güneybatı
Gürcüstan'dı.
Acara bölgesi
Çıldır Eyaleti'ne bağlı iki sancağa
ayrıldı: Acara-yı Ulya (Yukarı Acara)
ve Acara-yı Süfla (Aşağı Acara). 17.
yüzyılda Acara beyleri Müslümanlığı
benimsediler; ama köylülerin
Müslümanlaş(tırıl)ması bir sonraki
yüzyıla değin sürdü (7). Çıldır
Eyaleti'nde yurtluk ve ocaklık olarak
dirlikleri ve siyasal gücü elinde
tutanlar da bu Müslüman Gürcü
beyleriydi (8).
Doğu Anadolu'da
ve Batı Gürcüstan'da Osmanlılarla
Rusların karşı karşıya gelmeleri,
Rusya ile Gürcü Kaheti-Kartli Krallığı
arasında 1783'te Giorgievsk
Anlaşması'nın imzalanmasından sonra
oldu. Bu antlaşmanın hükümlerine göre
Rusya Gürcüstan'ı düşmanlarının
saldırılarına karşı koruyacaktı (9).
Ama uygulamada bu anlaşma, Rus
kuvvetlerinin Gürcüstan'a girmesinin,
1801'den başlayarak Gürcüstan'ın Rusya
tarafından aşamalı olarak ilhalk
edilmesinin gerekçesini oluşturdu.
Bu arada Osmanlıların Acara'daki
egemenliği giderek sarsılmaya başladı.
1803'te Ahıska paşası olan Selim Paşa
(Himşiaşvili) Ruslar'a dayanarak
Müslüman Gürcü yönetimi kurmak istedi,
ama bu girişimi 1815'te bastırıldı.
Selim Paşa'nın yerine geçen Ahmed Paşa
(Himşiaşvili) 1828-29 Osmanlı-Rus
Savaşı arifesinde Ruslarla Acara'nın
Rusya'ya bağlanması konusunda
görüşmeler yaptı. Ama sonradan bu
görüşmeler çıkmaza girdi ve Ahmed Paşa
savaşta Osmanlıların yanında yer aldı.
1828-29 Osmanlı-Rus Savaşı'nda Poti,
Ahıska (Ahaltsihe) ve Anıl kelek
(Ahalkalaki) ile Samtshe olarak
bilinen bölge Osmanlıların
denetiminden çıktı ve yeniden
Gürcüstan'a bağlandı (9:35). Çürüksu
ve Acara ise 1877-78 Osmanlı-Rus
Savaşı'na değin Osmanlıların elinde
kaldı.
1828-29 Osmanlı-Rus
Savaşı'nı izleyen yıllarda Acara'da
Osmanlı yönetimine karşı yeni
ayaklanmalar çıktı. 1832'de bastırılan
ayaklanmadan sekiz yıl sonra Selim
Paşa'nın (Himşiaşvili) oğlu Kör
Hüseyin Bey Yukarı Acara'da
Osmanlılara karşı ayaklandı. Kör
Hüseyin Bey, daha önce Mısır'da
merkezi yönetime başkaldırmış olan
Kavalalı Mehmed Ali Paşa'yla da ilişki
kurmuştu. Aynı yıl Trabzon ve Erzurum
beylerbeyleri de ayaklandılar ve Kör
Hüseyin'i görüşmelerde bulunmak üzere
İstanbul'a gönderdiler (7: 326-327).
Bu gelişmeler sonrasında Acara 1844'te
Trabzon beylerbeyliğine bağlandı. Kör
Hüseyin Bey'in 1846'da Yukarı Acara'da
yeniden ayaklanması da sonuçsuz bir
girişim olarak kaldı. Acara bölgesi
(Aşağı Acara ve Yukarı Acara kazaları
olarak) Aşağı Guria ile birlikte
1851'de yeni kurulmuş olan Lazistan
sancağına bağlandı ve Batum
kaymakamının yönetimine verildi. Bu
ta-rihten sonra Osmanlı yönetimi
Acara'da bir tür "asimilasyon"
politikası uygulamaya başladı. Buna
karşın Gürcüce Acara halkı arasında
konuşma dili olarak varlığını korudu.
Osmanlı yönetiminin "asimilasyon"
politikası Osmanlıcılık hareketinin
bir sonucuydu. Osmanlı Devleti'nin son
dönemlerinde, özellikle Balkanlar'da
çıkan milliyetçi ayaklanmalar devletin
varlığını ortadan kaldırmaya yönelik
hareketler olarak görülüyordu. Bu
dönemde bazı Osmanlı aydınları,
Osmanlı sınırları içinde yaşayan
insanlara bir "üst kimlik" verecek bir
tür milliyetçilikle ortaya çıktılar.
Tanzimat'ın ilanından (1839) sonra
başta hukuk alanındaki düzenlemeler
olmak üzere modernleşme hareketi
içinde etnik köken ötesinde bir
Osmanlı bireyi yaratma da amaçlanmıştı
(5:17/730). Ama Osmanlılık bir Türklük
olarak değil, Arnavut, Ermeni, Bulgar,
Türk, Çerkes, Gürcü, Laz, Arap, Bulgar
gibi farklı etnik kökenli insanların
hepsine yakışacak bir "ad" olarak
tanımlanıyordu.
Göç ve
Sonrası
Kırım Savaşı'nda
(1853-56) Acara beyleri Osmanlıların
yanında yer aldı. Ama 1855'te Osmanlı
yönetiminin Acara'dan yeniden asker
istemesi yeni bir ayaklanmaya yol
açtı. Bunu 1858, 1859 ve 1875'teki
başka ayaklanmalar izledi. 1877-78
Osmanlı-Rus Savaşı Osmanlıların
yenilgisiyle son buldu. Osmanlı
Devleti 1878'de önce Ayastefanos
Antlaşması'nı imzalamak zorunda kaldı.
Bunun sonu-cunda Çürüksu, Batum, Kars,
Ardahan, Artvin, Ardanuç, Borçka,
Şavşat ile Hopa'nın Kemalpaşa kesimini
Osmanlılar Rusya'ya bıraktı.
Hıristiyan Gürcülerden farklı kültürel
özelliklere sahip olan (5: 1/99)
binlerce Acaralı Müslüman Gürcülerin
çoğu savaştan sonra "Rus zulmüne
uğrama korkusuyla" ülkelerini terk
ederek deniz yoluyla Batum'dan
Giresun, Ordu, Samsun, Sinop, İstanbul
ve Karadeniz kıyısındaki öbür
limanlara geldiler. Bir bölümü bu
liman kentlerinin çevresine, öbürleri
iç kesimlere giderek, Amasya,
Adapazarı, Bursa, Balıkesir'in
köylerine yerleştiler (3:17; 10:78).
Müslüman Gürcülerin göç ettiği
toprakların bir bölümü Sovyetler
Birliği-Türkiye sınırının son biçimini
almasından sonra Türkiye sınırları
içinde kaldı. Örneğin Hayriye
köylüleri bugün Türkiye sınırları
içinde bulunan Maden'den (Aşağı Hod)
göç etmişlerdi (3:17).
Karadeniz kıyılarına gelen Gürcüler,
özellikle bataklık alanların bulunduğu
yörelerde sıtma ile karşılaştılar. Bu
nedenle birçoğu kıyı bölgeyi aşarak
yüksek yerlere yerleştiler. Yüksek
yerlerde geldikleri bölgeninkine
benzer bir iklim buldular. Bu arada
birçoğu sıtmaya yakalandı ve öldü. Ama
göç eden nüfusun ne kadar olduğu
bilinmediği gibi göç sırasında ve
sonrasında ne kadar insanın öldüğü de
bilinmemektedir. 19. yüzyılda gerek
Kafkaslar'dan, gerekse Balkanlar'dan
Anadolu'ya yapılan göçler, içinde
kitlesel ölümleri taşıdığından Osmanlı
tarihinin en trajik yanını
oluşturmaktadır.
Osmanlı
yönetimi her şeyi yeniden kurmak
zorunda olan Gürcüleri göçlerinden
sonra 5-6 yıl her türlü yükümlülük,
vergi ve askerlikten muaf tuttu
(1:43). Gürcüler kısa süre içinde o
dönem için mükemmel denebilecek evler
yaptılar. Evleri kestane kerestesinden
yapmayı tercih ediyorlar ve çatılarını
kiremit yerine "kavari" dedikleri
küçük tahtalarla örtüyorlardı.
Rüzgarın etkisiyle çatıdan uçan bu
tahtalar kiremit gibi kırılmadığı için
yeniden yerine konabiliyordu. Kestane
tahtalarından birbirine geçme yoluyla
yapılan evler genellikle bir-iki oda
ve bir mutfaktan oluşuyordu. Bu
dönemde aynı yöredeki yerli halkla,
Gürcülerden yaklaşık 15 yıl önce göç
etmiş olan Çerkesler ise baraka
benzeri evlerde yaşıyorlardı (1:20-21,
37). Gürcüler evlerini birbirlerine
belli uzaklıkta yapıyorlardı.
Evlerinin genellikle yakınında, hasat
edilen mısırı korumak için kullanılan
anbar (nalya) ve serenler (beğeli)
bulunuyordu. Bunlar dört direk ve her
direğin üzerine, farelerin çıkmasını
önlemek için konan tekerlek
biçimindeki tahtalar üstünde inşa
ediliyor, çatıları saz, mısır sapı ya
da tahta ile örtülüyordu (1: 40-41).
Son derece dindar olan Gürcülerin (bu
durum göç etmelerinin önemli
nedenlerinden biri olarak kabul
edilmektedir) kurduğu köylerde o
döneme göre mükemmel sayılabilecek
cami ve mektepler vardı. Mekteplerde
kız ve erkek çocuklarına din bilgileri
öğretiliyordu (1:47).
Gürcülerin bu yerleşme biçiminden
hareketle geldikleri yerleri
benimsedikleri ve geri dönmeyi
düşünmedikleri sonucuna varılabilir,
örneğin yurtlarından kovuldukları için
hep geri dönmeyi düşleyen Çerkeslerin
durumu farklıydı. Onlar "pasha'
dedikleri küçük evlerde yaşıyorlardı
(1:21) ve Gürcüler gibi dindar
olmadıkları için köylerinde cami ve
mektep yapmıyorlardı, öte yandan çok
az sayıda Çerkes Türkçe biliyordu
(1:22). Gürcüler ise düzenli olarak
cuma namazlarına gidiyor, namazdan
sonra köy ve cami ile ilgili işler
üzerine görüşmelerde bulunuyorlardı
(1:48)
Gürcüler 5-10 kişilik
aileler halinde göç etmişlerdi.
Geldiklerinde “30 kuruş gibi bir para”
dışında hiçbir şeyleri yoktu (1:43).
Ama birkaç yd içinde ihtiyaç fazlası
oluşturacak kadar tarla ve hayvan
edinmeyi, yerli halka göre daha iyi
bir yaşam düzeyine ulaşmayı
başardılar. Her Gürcü evinin kendine
ait bir "havli"si ve bahçesi vardı.
Buralarda mısır başta olmak üzere
hıyar, fasulye, kabak, pancar, lahana,
patates vb. ürünler yetiştiriyorlardı.
Gürcülerde meyve yetiştirmek bir tür
gelenekti ve yerleştikleri her yerde
mutlaka dut, elma, armut, incir, erik
gibi neredeyse her tür meyve ağacı
bulunuyordu (1:37-38). Ayrıca
havillerinde tavuk besliyor, ormanlık
alanlarda arıcılık yapıyorlardı.
Gürcüler mısır tarlalarını yaban
domuzlarından korumak için buralarda
"sayvan" denen kuleler yapıyor, köpek
ve silahlarıyla birlikte geceyi bu
kulelerde geçiriyor, gece boyunca
bağrışıyor, teneke çalıyor ve silah
atıyorlardı (1:38-39).
Gürcüler tarım için gerekli
her türlü araç ve gereci, araba, ev,
anbar ve serenlerini kendileri
yapıyor, keten ve kendir yetiştirecek
ip, iplik, elbise vb. ihtiyaçlarını
karşılıyorlardı. İpek kozası
yetiştirerek ipekli kuşak dokuyor,
fındık ağacı kabuklarından sepet
yapıyorlardı (1:42).
Gürcüler
hasat ettikleri mısırı, dere
kenarlarında yaptıkları ve ortaklaşa
kullandıkları su değirmenlerinde
(tziskvili) öğütüyorlardı. Mısır
unundan yapılan ekmeği (çadi) taştan
oyularak yapılmış ve pileki (ketsi)
denen bir kap içinde pişiriyorlardı
(1:46; 3:76). Mısır ekmeğini
genellikle sıcak ve henüz pişmiş
olarak yiyorlardı (1:50). Lahana
yemeği, fasulye ve mısır çorbası
Gürcülerin başta gelen
yemeklerindendi. Yemek evin mutfak
işlevini gören bir odasında ya da evin
ayrı bir bölümünde bulunan ocakta
pişiriliyordu.
Türkiye'ye göç
etmiş olan Gürcüler geldiklerinde
oldukça sağlıklıydılar ve aralarında
torununun torununu görebilen yaşlılar
vardı. Oysa yerleştikleri bölgelerdeki
yerli halklar arasında 50 yaşın
üzerinde çok az insana rastlanılıyordu
(1:45). Ama kısa süre sonra Gürcülerin
sağlıkları bozulmaya başladı. Gürcüler
hastalarını genellikle kendi
yöntemleriyle tedavi ediyorlardı.
Başta gelen tedavi yöntemi de hastayı
terletmekti. Hastanın üzerine
yatak-yorgan vb. eşyayı yığıyor ve bu
yolla terlemesini sağlıyorlardı
(1:44). Gürcüler "yaratılıştan"
silahşor ve oldukça iyi atıcıydılar.
Silaha ve güzel tüfeğe büyük ilgileri
vardı (1:48).
Gürcüler
birbirleriyle dayanışarak ve
yardımlaşarak birçok işi birlikte
yapıyorlardı. Buna "meci" (imece)
deniyordu. Örneğin köylüler araba ve
hayvanlarıyla meciye katılıyor ve bir
hanenin bir yıllık odununu bir günde
çekebiliyorlardı. Meci eden kişi
önceden yemek pişiriyor ve meciye
katılanlara ziyafet veriyordu (1:49;
3:37; 11:130-131, 224-225).
Gürcü köylüleri arasında
İstanbul'a gidip öğrenim görenler de
vardı. Bunlar devlet hizmetinde
bulunuyor, ama sonunda yeniden
köylerine dönüyorlardı. Gürcü
kadınları "fistan" denen uzun etekli
elbise ile kısa ve oldukça dar bir tür
yelek giyiyorlardı. Başka bir yere
giderken köydeki ekonomik durumlarına
göre bazıları adi basmadan, bazıları
ipekten ve bellerine kadar kısa
"büzgüler" giyiyorlardı (1:49-50).
Kadınlar zamanını daha çok yemek
pişirerek geçiriyorlardı. Gürcü
kadınları kocalarına saygı gösteriyor
ve itaat ediyorlardı (1:52).
Doğurmayan kadın toplulukta itibarını
yitiriyor, çok doğuranlardan ise
övgüyle söz ediliyordu (1:52) Kadınlar
erkek çocuk dünyaya getirdiğinde bu
olay silahlar atılarak kutlanıyordu
(1:50). Gürcü erkekleri başlarına
sargı sarıyor ve "zıkva" denen sarı
şalvar giyiyorlardı. Giysileri
genellikle aba ve çuhadandı. Abayı
kendileri dokuyor, elbiselerini
kendileri dikiyorlardı.(1:51).
Kafkasya'daki Gürcülerde klan dışında
evlenme (egzogami) uygulanıyordu. Bu
uygulama, aynı babasoylu kişiler
arasında ve aynı klanı oluşturan
farklı babasoylu kişiler arasında
evliliği yasaklıyordu (3:30).
Türkiye'ye göç eden Müslüman
Gürcülerde egzogami kuralı bozulmuştu
ve baba tarafından akrabaları
sınırlamıyordu. Müslüman Gürcülerde
akrabalar arasında evlilikler (içten
evlenme) yapılıyor, Gürcü olmayanlara
kız verilmiyor, ama nadiren de olsa
Gürcü olmayanlardan kız alınıyordu
(1:53; 3:31, 118) Gürcüler
çocuklarını 20-25 yaşları arasında
evlendiriyorlardı. Kız verilirken
karşılığında para alınıyordu. Gelin
evden çıkarken gerek gelinin arkadaşı,
gerek en yakın erkek akrabası kapının
önünde duruyor, bir "atiyye" (armağan)
istiyordu. Oğlan tarafı bunu
karşılamadan gelin evden çıkmıyordu.
Gelin evden çıktıktan sonra ata
bindiriliyor, kadın ve erkeklerden
oluşan atlı yaya bir topluluk
eşliğinde damat evine gidiliyordu.
Gelin, damadın evinde kadınlar
tarafından karşılanıyordu. Damat
kadınların içinde gelinin başındaki
örtüyü kamasıyla açıyor ve henüz kız
olan birinin üzerine atıyordu (1:54)
Gürcüler düğün ve özel
toplantılarında "horoni" (horon)
dedikleri bir oyun oynuyorlardı. Bu
oyunda oldukça çevik ve çabuk hareket
etmek esastı. Horon genellikle üç
kişiyle oynanıyordu (1:52). Düğünlerde
de damat evinde horon oynanıyor ve
silahtar atılıyordu. Sonra konuklara
evin içinde kurulan sofralarda yemek
yediriliyordu. Sıra pilava gelince
herkes kaşığını bırakıyor ve geri
çekiliyordu. Sofra, ileri gelen biri
tarafından "tutuluyordu". "Sofra
tutmak", kız tarafından bu önde gelen
kişinin ev sahibinden tavuk, koyun,
meyve gibi şeyler istemesiydi (1:54;
3:50). Bu sırada bütün düğün halkı
tabancalarını evin her yanına doğru
ateşliyor ve evi delik-deşik
ediyorlardı. Sonunda istekleri yerine
getiriliyordu. Bunları ya sofrada
yiyorlar, ya da ev sahibine iade
ediyorlardı. (1:55).
Gürcüler
altın ya da gümüş ziynete büyük önem
veriyorlardı. Her erkeğin karısına
beşi bir yerde, gümüş kemer vb. alması
zorunluluk sayılabilecek türden bir
gelenekti.
Türkiye'ye göç eden
Müslüman Gürcüler, Gürcüceyi yalnızca
konuşma dili olarak kullanıyorlardı.
Çoğunluğu Gürcüce okuma-yazma
bilmiyordu. Gürcüce okuma-yazma bilen
az sayıdaki Gürcülerin hemen hepsi
Çüruksu Gürcüleriydi (1:56).
DIPNOTLAR:
1) Gürcü
Köyleri, 1311 (1893), İsmetzade Doktor
Mehmed Arif 2)
Etnic Groups in the Republic of
Turkey, 1989, P.A. Andrews 3)
The Peasant Venture, Tradition,
Migration and Change among Georgian
Peasants in Turkey, 1979, Paul J.
Mafnarella 4)
a) 1950 Genel Nüfus Sayımı, 1961,
Başbakanlık İstatistik Genel Müdürlüğü
b) 1955 Genel Nüfus Sayımı, 1961,
Başbakanlık İstatistik Genel
Müdürlüğü, c) 1960 Genel Nüfus
Sayımı, Başbakanlık İstatistik Genel
Müdürlüğü d) 1965 Genel Nüfus
Sayımı, 1969, Başbakanlık İstatistik
Genel Müdürlüğü 5)
Ana Britannica, 1986-90, Ana
Yayıncılık A.Ş. ve Encyclopaedia
Britannica, Inc. 6)
A Glimpse of Georgian History,
1983, M. Lordkipanidze, İ. Katcharava
7)
Kartuli Sabço Entsiklopedia, 1981,
Gürcüstan cildi. 8)
Çildiris Eialetis Caba Devtari
1694-1732, 1979, Tsisana Abuladze,
Miheil Svanidze 9)
An outline of Georgian History,
1968, Sh. A. Meskhia 10)
Artvin ve Çevresi, 1828-1921
Savaşlan,1971, M. Adil Özder 11)
Aşela, 1985, Zuhal Kuyaş
|