Sessizlik… Sadece
sessizlik.
Yoğun demir içerdiğinden henüz
hiç mavi olmanın tadına varamamış olan yeşil bir denizin doğu
ve güney yakalarında birkaç yüz milyon yıl sonra bitkilerin
yeşereceği yeni bir kıtanın hazırlığı var. Batısı ise
olabildiğince ufka uzanıyor ve ufuk gün ortası olmasına karşın
turuncu; zira henüz oksijen düzeyi çok az ve yoğun metan kızıl
rengi çok seviyor. Renkler hiçbir ses çıkaramıyorlar ve bu
gezegenin bir mikrobu dahi yok. Şu birkaç ay önce baş vermiş
volkanın hemen dibindeki metalce zengin çamur deryası bir
hayat doğurmaya çok hevesli görünüyor, ancak neye niyet, neye
kısmet…
Ve Sessizlik… Sadece sessizlik.
Üstelik çok da nadir bir hali sessizliğin.
Gören bir göz olsa idi, kuzeydoğu tarafında bir anda
beliriveren ve giderek büyüyen parlak noktanın farkında
varırdı, ama böyle bir göz yoktu. O gözün sahibi, parlak nokta
alevden çemberini fark ettirecek kadar yaklaştığında, belki
eliyle siper alıp yere bile yatardı: ama yoktu. Kocaman
gökyüzü içerisinde perspektif algısı bir hayli karıştığından
onun ne kadar uzakta olduğunu da anlayamazdı, ama zaten yoktu
işte… İyi ki de yoktu, çünkü ses duvarını aşan nesnenin
gerisinden gelen şok dalgaları belki de gören gözün sahibine
zarar verir, duyan kulağı da rahatsız ederdi.
Birkaç
milyar yıl sonra da dev dinozorların akıbetini hazırlayacak
olan neden, yeşil gezegenin çekimine kapıldığı anda belki daha
sonra bu satırları yazan ve okuyanların türüne doğru uzanan
bir zinciri başlattığını pek de bilmeden büyük bir gürültüyle
yere çarptı. Ardında bıraktığı dumana düştüğünde
buharlaştırdığı sığ denizin molekülleri karıştı. Yerde açtığı
geniş kratere yavaş yavaş dolan deniz onu şöyle bir
gıdıklayana kadar hiç kıpırdamadan ve değişmeden de orada
kaldı. Normalde bu çarpışma yüzünden kuşlar havalanır, belki
ağaçlar yanar, orman hayvanları panikle kaçışırlardı, ama
yoktular. Hiçbirisi henüz yoktu. Zaten bu çarpışma olmasaydı,
belki de hiç olmayacaklardı.
Kimsenin merak etmediği
davetsiz konuğun dış yüzeyinde atmosfere girişiyle birlikte
birden artan sıcaklık yüzünden korunaklı ve sert bir tabaka
oluşmuştu. İyi kızarmış bir patatesten, ya da dolgulu bir
çikolatadan farklı değildi bu haliyle. Bu kızarmış dış çeperin
içerisinde kendi değerlerinin bilincine varamayacak olan epey
kıymetli yolcular bulunuyordu. Aylarca süren uzay yolculuğuna
dayanabilmişler, şimdi ise bilinçleri olsaydı yerlerini çok
uzun süreler yadırgayacakları ya da bilakis başarıyla
tamamladıkları bu göçün sevincini yaşayacakları ana
ulaşmışlardı.
Birer ressamdı aslında onlar…
Yardırgamak ya da sevinmek yerine, az sonra
çatlayacak olan çeperin arasından okyanusa, çamura ve havaya
karışacaklar, milyarlarca yıl içerisinde önce denizin, sonra
toprağın ve en sonunda da gökyüzünün renginin değişeceği
olaylar zincirini başlatacaklardı.
Denizi ve göğü
maviye, toprağı yeşile boyayacaklardı.
***
PANSPERMIA!
Yukarıda
verdiğim çok kısa öyküyü “panspermia” fikrinden Açık Bilim’de
bahsetmeye karar verdikten sonra yazdım.
Tarif
edilen ortam 2,5 ila 4 milyar yıl önceleri arasında yaşandığı
tahmin edilen Arkeyan Devri’ndeki Dünya gezegeni. Yaşamın
Dünya’nın bu döneminde geliştiği düşünülüyor ama ilk canlının
nasıl ortaya çıktığına dair pek çok spekülasyon var.
Panspermia da bunlardan birisi.
Panspermia özetle
yaşamın tüm kainatta zaten var olduğu ve meteorlar ya da
kopmuş gezegen parçaları ile kainatta dolaştığı fikrine
deniyor. Panspermia fikri yaşamın ilk olarak nerede ve nasıl
oluştuğu sorusuna yanıt aramaz, ancak Dünya’daki yaşamın
ekzogenez ile, yani Dünya dışından tohumlanmasıyla oluştuğunu
öne sürer. Destekleyen hiçbir kanıt olmasa da mümkün olması ve
böyle bir olayın imkanlı olduğuna dair bir takım bulgulara
ulaşılması onu yaşamın başlangıcına yönelik değerlendirilen
teorilerden birisi haline getiriyor ve fikir bilim dünyasında
yadsınmıyor. Nitekim yaşamın bulunduğu geniş bir alanda
canlılığın hareket ettiğini, göç ettiğini biliyoruz:
gezegenler birer ada olarak düşünüldüğünde tıpkı adadan adaya
uçabilen kuşlar ya da kanolarıyla seyahat eden insan
toplulukları gibi, hatta ve hatta rüzgara kapılıp uçan
tohumlar gibi, eğer evrende bir yerde –uzay boşluğunda ya da
bir gezegende- mikroorganizma yaşamı oluştuysa bu yaşamın
çeşitli şekillerde diğer yaşanabilir ortamlara dağılabileceği
düşünülüyor.
Bu spekülasyonun kayda değer olmasını
sağlayan dört önemli sacayağı var:
1)
Gezegenlerden gezegene kaya transferlerinin mümkün olması.
Yaşamın kayalarla transferi anlamına gelen
litopanspermia (lithopanspermia) terimi, gezegenler ya da
gezegen sistemleri arasında astreoidler yoluyla yaşam
transferini ifade ediyor ve bu teorinin önemli bir ayağını
oluşturuyor. Litopanspermia’nın mekanizması iki türlüdür:
Gezegenler arası transfer ve yıldızlar arası transfer.
Dünyamız 3,9 milyar yıl önce Geç Dönem Ağır Bombardımanı
(Late Heavy Bombardement – LHB) adı verilen bir astreoid
yağmuru dönemi geçirdi. Aynı bombardımandan nasibini alan ve
yüzeyi değişmediğinden incelemesi Dünya’ya göre çok kolay olan
Ay’ı tetkik eden bazı bilim insanları bombardımanın büyük
ölçüde iç güneş sistemimizin astreoidleri tarafından
gerçekleştirildiğini düşünüyorlar (1). Ancak güneş sisteminin
içinden de gelse, dışından da gelse Panspermia fikrinin
destekçileri Dünya’da bulunan en yaşlı canlı fosilinin 3,5
milyar yıl yaşında ve bu döneme ait olmasını manidar
buluyorlar.
|
AHL 84001 içerisinde görüntülenen
nanobakteri fosilimsileri (Wikimedia Commons). |
1984’te
Antarktika’da bulunan Marslı göktaşı ALH 84001 gezegenler
arası göktaşı seyahati için örnek oluşturuyor, ancak tek
özelliği de bu değil. Her şeyden önce oldukça yaşlı. Güneş
sisteminin en yaşlı parçalarından biri olduğu kabul edilen 4
milyardan biraz fazla yaşa sahip, ama bir özelliği daha var
ki, dönemin ABD Devlet Başkanı Bill Clinton’ı TV’de hakkında
açıklama yapmaya zorladı: O da 1996’da bu kaya üzerinde
keşfedilen bakteri benzeri fosilimsiler. NASA’dan David
McKay’in Science dergisinde yayınladığı çalışmasıyla
duyurulan, elektron mikroskobuyla alınmış fotoğraf bildiğimiz
yaşam formlarına göre fazlaca küçük 20-100 nanometre çapa
sahip yapıları içeriyor. “Nanobakteri fosili” olarak
adlandırılarak piyasaya bomba gibi düşen yapılar epey tartışma
yarattı elbet. Öncelikle bu yapılar bir tür mikroorganizmaya
ait olsa dahi kaynağının Dünya mı yoksa Mars mı olduğu teyite
muhtaçken, 2004’te NASA’da çalışan başka bilim insanları söz
konusu şekillerin biyolojik olmayan süreçler sonucunda da
oluşabileceğini gösterdi ve morfolojinin bir canlılık işareti
olarak tek bir kıstas olarak kullanılamayacağını ortaya koydu.
(Yeri gelmişken şunu da belirtelim: Biyolojik olduğu öne
sürülen bulguları çürütmede aynı bulguların biyolojik olmayan
süreçler sonucunda da oluşabildiğini göstermek
astrobiyologların sıklıkla kullandığı bir yanlışlama yoludur.)
Bugün tartışma hala sürüyor ve teknik yetersizliklerden ötürü
ALH 84001 içindeki “nanobakteri” adaylarının yapısı ortaya
konamıyor.
2) Uzayda hayatta kalan
ekstremofiller
Panspermia’nun dayandığı
desteklerden ikincisi ise bilim insanlarının bazı
bakterilerin, likenlerin, alglerin ve hatta hayvanların
–kısaca ekstremofillerin- uzay koşullarında hayatta
kalabildiğini keşfetmiş olması.
|
Tardigradlar inanılmaz geniş bir koşul yelpazesinde
hayatta kalabilen hayvanlardır. |
Ekstremofil, yani Dünya’daki
yaygın yaşam formlarının yaşadığı koşulların çok dışındaki uç
koşullarda yaşamını sürdürebilen ya da hayatta kalabilen
canlılara verilen bir isim. Çok soğuk, çok sıcak, aşırı bazik
ya da asidik, aşırı düşük basınç, aşırı yüksek basınç, yüksek
radyasyon vb. özelliklerin birinden, çoğundan ya da hepsinden
etkilenmemeyi başarabilen, hatta ve hatta doğal yaşam
ortamları bu özelliklere sahip olan organizmalar bulunuyor.
Astrobiyoloji için ekstremofiller çok önemli, çünkü
hem Dünya’nın erken evrelerinde canlılığın oluşumuna ışık
tutuyorlar, hem de sistemimizin bize göre yaşanabilir olmayan
diğer gezegen ve uydularında ya da yaşanabilir kuşakta olmayan
güneş sistemi dışındaki gezegenlerdeki yaşam araştırması için
veri sağlıyor. Ayrıca gün gelip de insan eliyle başka
gezegenlere hayat taşıyacak olursak bu organizmaların hayat
aktarma aracı olarak etkin bir şekilde kullanılabileceği
düşünülüyor.
Bazı mikroorganizmaların uzayda durgun
bir cisim üzerinde ya da bu cismin iç kısımlarında hayatta
kalması Panspermia fikrini destekiyor. Öte yandan Japon bilim
insanları biraz daha ileriye giderek çok çeşitli bakteri
kültürlerini santrifüjlerde 403 bin 620 G’ye (Yer çekiminin
403.620 katı) maruz bırakmak suretiyle deneyler
gerçekleştirdiler. Bazı bakteri çeşitleri bu şartlar altında
hayatta kalmayı başarırken Paracoccus denitrificans türündeki
bakteri hayatta kalmanın yanısıra hücresel gelişimine devam
ettiği görüldü, ki bu deney de sadece kozmik koşullarda
görülen aşırı ivmelenmeler ve aşırı çekim koşullarında bazı
yaşam formlarının hayatta kalabileceğini göstererek Panspermia
fikrinin bazı boşluklarını dolduruyor(2).
3)
Elektrik alanla spor saçılması
Aslında çok
önceleri ortaya atılan ama geç doğrulanan bir diğer dayanak
ise yaşamın elektromagnetizma aracılığıyla yayılıyor oluşu.
Panspermia fikri genel olarak önce felsefi bir düşünce
olarak Antik Yunan’da, daha sonra da başta 19. yüzyılda olmak
üzere modern çağda pek çok düşünür tarafından ortaya atıldı.
Bu düşünürlerden birisi olan Svante Arrhenius, 1903 yılında
daha spesifik bir tahminde bulunarak mikroorganizmaların güneş
rüzgarı ile hareket ederek uzaya dağılabileceğini öne sürdü.
Arrhenius’un bu fikri o dönemde pek tutmasa da 2006
yılında Thomas Dehel, Dünya’nın magnetosferinin bazı
bakterileri elektrik alan yoluyla uzaya saçabileceğini ortaya
koydu. Amerikan Havacılık Otoritesi FAA’de çalışan ve aslında
Dünya Atmosferi ve GPS ile ilgili bir çalışma yürüten Dehel,
bu çalışmasında elektrik yüklü bir bakteri kullanınca, bu
bakterinin kutup ışıklarını yaratan etki sayesinde kolaylıkla
Dünya yerçekiminden kurtulduğu gördü. Dehel’in çalışmasını
takip eden araştırmacılar bakteri sporlarının her gün uzaya
saçılabileceğini gösterdiler. Hem de çok yüksek bir hızla (3).
4) “Uzaylı” Organik Materyaller
Tüm bu etmenlerin yanısıra uzayda başı boş dolaşan
kuyrukluyıldızlar ya da meteorların da organik materyaller
içermesi uzay boşluğunun yaşama başlangıç teşkil etmesine
yönelik önemli bulgulardan sayılıyor.
Murchison
meteoriti adı verilen göktaşı kalıntılarında yapılan bir
inceleme bu bulgulardan birisi. 2008 yılında yayınlanan bir
analizde göktaşının içerisinde urasil olduğu saptandı.
Bilindiği üzere urasil, RNA’nın yapıtaşlarından olan bir
nükleik asit. Bu urasilin göktaşına Dünya’dan bulaşmış
olabileceği şüphesine yer bırakmayacak bir inceleme daha
yapıldı: Meteoritte yer alan organik moleküllerde yapılan
karbon analizi. Bu analizin ortaya koyduğu 12C ve 13C oranı,
(yani karbonun farklı izotoplarının oranı) urasil de dahil
olmak üzere meteorit üzerindeki organik moleküllerin Dünyalı
olmadığını gösteriyor!
NASA'nın kuyrukluyıldız
inceleme aracı Stardust'a ait bir illüstrasyon. (Kaynak: NASA)
NASA’nın kuyrukluyıldız inceleme aracı Stardust’a ait bir
illüstrasyon. (Kaynak: NASA)
Bu buluştan bir yıl kadar
sonra, 2009′da NASA’nın Wild-2 kuyruklu yıldızından örnek
almak üzere gönderdiği Stardust aracının topladığı örnekler
üzerinde yapılan analiz, kuyruklu yıldızın bir başka yapıtaşı
olan aminoasitlerden birini, glisini içerdiğini gösterdi(4).
(Canlılığın iki önemli yapıtaşı grubu var. Proteinlerin
yapıtaşları olan aminoasitler ve kalıtım materyallerimizin
yapıtaşları olan nükleik asitler)
Geçtiğimiz son iki
yılda ise son derece ilgi çekici başka bulgulara ulaşıldı:
Dünya yüzeyinde bulunan meteoritler üzerinde yeni bir çalışma
gerçekleştiren NASA bilim insanları, meteorların DNA’mızı
oluşturan nükleik asitler de dahil olmak üzere organik
yapıtaşları konusunda bir hayli zengin olduklarını
gösterdiler. Bir diğer çalışmada ise yıldızlararası tozun da
organik yapıtaşları olmasa da organik materyaller açısından
zengin olabileceğini gösterdi. 2012′de ise birbirinden farklı
araştırmalar uzak yıldız sistemlerinde glikoaldehit, aromatik
hidrokarbonlar olduğunu ortaya koydu(5)(6).
Sözdebilime dikkat!
Dünya’da yaşamın ortaya
tam olarak nerede çıktığı hala tam olarak kestirilebilmiş
değil. Volkanik faaliyetler, atmosferik çevrim ya da deniz
dibindeki hidrotermal bacalar güçlü adaylardan. Panspermia da
yabana atılmıyor ancak daha büyük kanıtlara ihtiyaç var.
Fakat Panspermia’nın önemli bir sorunu, onu destekleyen
bulguların sözdebilimsel iddialar için de sık sık
kullanılması.
Günümüzde Dünya dışı yaşamın var
olduğuna yönelik hiçbir ciddi, bilimsel olarak geçerlilik
görmüş kanıt bulunmuyor. Bilim var olduğundan şüphelendiği bir
durum için “yoktur” demez, ama “vardır” da demez, sadece
kanıtlarla konuşur. Bu yüzden evrende başka bir gezegende
yaşamın var olması, bu yaşamın o gezegendeki bir çarpma sonucu
fırlamış bir göktaşı aracılığıyla başka bir gezegene bulaşması
mümkündür, ama bu uzaylı bir medeniyetin yaşamı Dünya’da
tohumlamış olduğu, ya da İnsanoğlu’nun kökeninin başka bir
gezegende olduğu anlamlarına gelmemektedir. Carl Sagan’dan çok
sevdiğim bir alıntı yapacak olursak: “Olağanüstü iddialar,
olağanüstü kanıtlar gerektirir”.
Panspermia’nın
niçin bilim dünyasında dikkate alındığını yukarıda sunduğumuz
dört ana destekle birlikte öne sürdük. Tutarlı bulgular
oldukları için akla yatkın görünse de, yaşamın ilk olarak
nasıl ve nerede vuku bulduğuna yönelik araştırmalar sürmekte.
Belki yakın gelecek, bu sorunun kesin bir yanıtını
içeriyordur. Kim bilir?
KAYNAKÇA:
1) Kring DA, Cohen BA (2002) Cataclysmic
bombardment throughout the inner solar system 3.9-4.0 Ga. J
GEOPHYS RES-PLANET 107 (E2): art. no. 5009 2)
Bacteria Grow Under 400,000 Times Earth’s Gravity,
http://news.nationalgeographic.com/news/2011/04/110425-gravity-extreme-bacteria-e-coli-alien-life-space-science/
3) Electromagnetic space travel for
bugs?
http://www.newscientist.com/article/dn9601-electromagnetic-space-travel-for-bugs.html
4) ’Life chemical’ detected in comet,
http://news.bbc.co.uk/2/hi/science/nature/8208307.stm
5) NASA Researchers: DNA Building Blocks Can
Be Made in Space,
http://www.nasa.gov/topics/solarsystem/features/dna-meteorites.html
6) Wikipedia, “Panspermia” başlığı.
Kapak Fotoğrafı:
http://www.flickr.com/photos/spaceart/7182993506/sizes/m/in/photostream/ |