|
|
................... |
|
................... |
ULUSLARARASI
İLİŞKİLERDE YAKLAŞIM, TEORİ VE ANALİZ -1 |
Doç. Dr. Mustafa Aydın
A.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi, Öğretim üyesi |
|
|
................... |
|
................... |
Uluslararası ilişkiler teorisi
uluslararası olayların neden meydana geldikleri gibi
olduklarını açıklamaya çalışır. Teorisyenlerin büyük
çoğunluğu egemen devletler arasındaki ilişkiler hakkında
spekülasyonlarda bulunurlar. Bunların amacı devletler
arasındaki karşılıklı politik etkileşim kalıplarını
bulmak ve anlamaktır. (1) Bazıları ise daha da ileri
giderek bu etkileşim kalıplarından geçmişteki olayları
açıklayabilecek ve gelecekteki olayları öngörmelerine
olanak sağlayabilecek genel prensiplere ulaşmaya
çalışırlar. (2) Fakat bu çaba, daha en başından,
açıklanması umulan olaylar bütününün
tanımlanmasını yapmak ve sınırlarını çizmekle başlayan
bir dizi kavramsal ve metodolojik problemi de
beraberinde getirir.
Bu çerçevede, bu makale uluslararası ilişkilere ve onun
teorisine ilgi duyanlara konuyu bir parça olsun
tanıtmayı amaçlamaktadır. Buradan hareketle, bu
makalenin temel uğraşı;
a) konunun bir tanımını vermek ve akademik bir disiplin
olarak sosyal bilimler içindeki yerini araştırmak;
b) uluslararası ilişkiler çalışmalarında kullanılan
metotları ve yaklaşımları belirlemek; ve son olarak da
c) akademik bir disiplin olarak gelişiminin oldukça
genel bir tarihini vermek ve bunun uluslararası
ilişkilerin ele alınış şekilleri üzerindeki etkilerini
belirlemek, olacaktır.
I. Uluslararası İlişkiler Nedir?
Uluslararası ilişkilerin, genel olarak, devletler ile
diğer uluslararası ve uluslarüstü aktörlerin
davranışlarının tanımlanması, açıklanması ve tahmin
edilmesi ile uğraştığı söylenebilir. Bir sözlük bunu
"politika biliminin, ulusal düzeydeki politik birimler
arasındaki ilişkilerle ilgilenen ve özellikle dış
politikalar, dış politika ile ilgili hükümet
organlarının organizasyonu ve işleyişi ile dış
politikaları belirleyen coğrafya ve ekonomi gibi
faktörlerle uğraşan dalı" olarak tanımlıyor. (3) Bu
oldukça makul bir tanım, tabii hemen kendini gösteren üç
önemli problemi saymazsak!
İlk olarak, örneğin, Uluslararası Af Örgütü hangi
kategoriye sokulabilir ya da çokuluslu şirketler veya
IRA hangi bağlamda ele alınabilir? Bunların
hiçbirisi "ulusal politik birimler" veya "hükümetler"
olmadığı gibi, hükümetlerce de temsil edilemezler.
Göründüğü kadarıyla sözlüğün tanımlamasının dışında
bırakılmışlar, fakat uluslar arasındaki ilişkilerle
alakasız oldukları da söylenemez. İkinci sorun, "dış"
politika kararlarını "iç" politika kararlarından ayırt
etmenin, sözlük tanımının ima ettiği kadar kolay olup
olmadığıdır. Düşünsel düzeyde, bu sorunun
devletlerin sınırları içinde yapılan politikanın
devletler arasındaki ilişkilerden niteliksel oIarak
farklı olup olmadığı konusunda düğümlendiği görülüyor.
Aslında bu uluslararası ilişkilerden çok politikanın
tanımı ile ilgili bir mesele. Eğer politikanın, temel
olarak, hükümetlerle alakalı olduğunu ve otorite için
yasal bir yapılanma gerektiğini düşünüyorsanız, o zaman
uluslararası ilişkiler de tek tek devletlerin ötesinde
meydana gelen farklı bir takım şeylerden oluşuyor
demektir. Bu nedenle, uluslararası ilişkileri
sadece politikanın biraz farklı bir uzantısı, farklı bir
mekanda kendine yer bulan bir alt dalı olarak görenler
gücün elde edilmesi, pazarlık veya gücün kullanılması
gibi politik faaliyetlerin her iki alanda da benzer olan
yönlerini vurgularlar. Ancak, uluslararası ilişkiler
dünyadaki sosyal grupların en büyüğü olan uluslararası
toplum ile ilgilenir ve diğer sosyal gruplardan farklı
olarak, bu toplumu yöneten nihai bir otorite yoktur. Bir
dünya devleti kurmak için yapılan pek çok girişim
sonuçsuz kaldığından, hala, dünyada
kurallar koyup yasalar yapacak, sonra da bunları
uygulayacak merkezi bir güç yok. Bu nedenle, ayrı bir
uluslararası ilişkiler disiplini fikrini savunanlar,
devlet sınırları içerisindeki politikanın yasalarla
yönetilen otoriter doğasından farklı olarak,
uluslararası sistemin anarşik doğasını vurgularlar. Bu
çerçevede, uluslararası toplum ile ilgili çalışmalar da,
anarşik bir toplumdaki insan davranışlarını
inceledikleri ölçüde, politik çalışmalardan ayrılırlar.
Ulusal ve uluslararası toplumlar arasındaki bu
farklılığın en ateşli savunucuları büyük ölçüde
hükümetlerin kendileri olmuşlardır. Çünkü bu kendi
halkları üzerindeki kontrollerini sağlamlaştıran devlet
gücüne ve egemenlik ideolojisine destek olur. Bu nokta
aslında, uluslararası ilişkiler çalışmalarının önemli
bir ikileminin de başlangıcını oluşturur. Çünkü,
uluslararası ilişkiler, çoğunlukla egemenliğin aynı anda
varlığı ve
yokluğu paradoksu ile uğraşmak zorunda kalır.
Devletlerin içindeki ilişkilere uygulandığında,
egemenlik toplumda mutlak ve nihai bir otoritenin
varlığı inancını . içerir. Devletlerarası ilişkilere
uygulandığında ise, bu inancın antitezini ortaya koyar.
Bir başka ifade ile, uluslararası arenada biraraya gelen
toplulukların üzerinde ve ötesinde mutlak bir otorite
yoktur. Böyle olunca, uluslararası ilişkiler çalışmaları
bir taraftan bu durumun denge bozucu anormalliği ile
başa çıkmaya uğraşırken, diğer taraftan da
egemenliğin uluslararası arenaya uygulanmasının bir
sonucu olarak ortaya çıkan anarşik ortamın vazgeçilmez
unsurları olan savaş-barış ve anarşi-düzen
ikilemlerine takılıp kalır, sürekli bunlara açıklama
getirmeye çalışır.
Meseleye daha geniş bir perspektiften bakarsak, BM,
liberal ya da muhafazakar partiler veya seçimler gibi
kurumları incelediğimiz sürece, iç düzen ile
uluslararasını birbirinden ve uluslararası ilişkileri de
politikadan ayrı ve farklı görme eğiliminde oluruz.
Fakat eğer pazarlık, ekonomik gelişme, gücün kullanımı
gibi süreçleri inceliyorsanız, o zaman bu farklılıklar
ortadan kaybolur. Aynı şekilde, göreli olarak daha sabit
ve dengeli ulus-devletleri incelemek, iç ve dış arenalar
arasındaki farkı vurgulayıcı bir etki yapar.
Fakat, bir kere Yugoslavya, Somali veya eski Sovyetler
Birliği ve hatta Avrupa Birliği gibi daha değişken
konuları inceliyorsanız, neyin dahili, neyin harici ya
da uluslararası olduğu konusu karmaşıklaşır ve
aralarındaki ayırım hızla kaybolur. Örneğin, Avrupa
Birliği uluslararası ilişkilerin bir konusu mudur? Eğer
öyle ise İngiltere gibi bazı üyelerinin çeşitli
egemenlik haklarını bu örgüte devretmekte gösterdikleri
direnci iç politik analizler yapmadan açıklayabilir
misiniz ya da, Somali'de Somali vatandaşlarının
açlıktan veya kendi aralarındaki çatışmalardan ölmeleri
sadece Somali hükümetini ilgilendirir, dolayısıyla
politika veya ekonomi bilimlerinin bir meselesidir mi
diyeceğiz?
Eğer öyle ise, ABD'nin ve BM gücünün orada ne işleri
vardır? Görüldüğü üzere aradaki ayırım çok belirgin
değil. Bu da uluslararası ilişkiler
çalışmalarında kısaca "sınır problemi" diye adlandırılan
sorunla birlikte yaşamayı öğrenmemiz gerektiği anlamına
gelir. Sınır problemi ise bizi yukarıdaki tanımın üçüncü
sorunlu yönü olan sözlüğün uluslararası ilişkileri
"politika biliminin bir dalı" olarak tanımlamasına
rağmen alanın disiplinlerarası bir çerçevede sadece
politik değil, aynı zamanda, ekonomik ve diğer insani
ilişkileri de kapsar durumda olması problemine
getiriyor. Burada, uluslararası ilişkiler disiplinin
belirli sınırları olmadığını söylemeye
çalışmıyorum, sadece tanımlanması diğer disiplinlerden
daha zor olan sınırlara sahip olduğunu ifade ediyorum.
Fakat, gerçek şu ki, yıllardır devam eden araştırmalar,
tartışmalar ve teorileşme çabalarından sonra bile
uluslararası ilişkiler akademisyenleri arasında hala
disiplinin çerçevesi, aktörleri ve içeriği gibi pek çok
temel konu üzerinde bir anlayış birliği sağlanmış değil.
Disiplinin tarihi, özellikle, uluslararası ilişkilerin
kendi
başına bir akademik disiplin olarak kabul edilip
edilemeyeceği ve eğer kabul edilebilirse onu diğer
sosyal bilimlerden neyin ayırtettiği, konularındaki
ciddi tartışmalarla doludur. (4)
Zaten uluslararası ilişkilerin müstakil bir disiplin olarak
tanınmasının gecikmesinin nedenlerinden biri de, daha en
başından beri bu alanın kendine özgü araştırma metotları olan
pek çok diğer alandan alıntılar yapması ve onları kullanması
üzerine yapılan bu tartışmalardır. (5) Ancak yine de, eğer
uluslararası ilişkiler hakkında bir anlayış geliştirmek
istiyorsak, öncelikle bazı sınırlar belirlememiz ve işe yarar
bir tanımlama yapmamız gerektiği de açıktır. Bu nedenle,
sözlük tanımına alternatif olabilecek, kabul edilebilir bir
tanımlama, "uluslararası ilişkiler, tek tek devletlerin etki
alan"larının ötesindeki bütün insani ilişkiler ve etkileşimler
ile bunları belirleyen faktörleri anlama çabasıdır" olabilir.
(6)
II. Uluslararası İlişkilerde Metod ve Analiz
Araştırmacıların, üzerinde çalışmaya karar verdikleri
herhangi bir konuyu
açıklayabilmeleri için, her şeyden önce araştırmaları
açısından nelerin önemli olduğu ve nelere bakmaları gerektiği
konularında bir anlayışlarının olması gerekir. Aksi halde
araştırma ya pek çok ayrıntıyla içinden çıkılmaz bir hal alır,
ya da pek çok önemli mesele gözden kaçırılabilir. Buna engel
olacak ve araştırmacıya hangi konulara bakması gerektiğini
söyleyecek olan ise teoridir.
Uluslararası ilişkiler disiplininde çalışan akademisyenler
teoriyle ilgili daha ileri soruları cevaplamaya geçmeden önce,
disiplinin "ele aldığı alanın genişliğinden hareketle, ilk
olarak kendilerine araştırma çabalarının odak noktasının
nerede olması gerektiğini sormalıdırlar. Diğer bir ifade ile,
analizde, daha baştan, analizini oturtacağı temeller ve
analizini sürdüreceği düzey hakkında bazı seçimler yapmak
zorundadır.
Bu soru uluslararası ilişkilerde ilk defa Kenneth Waltz
tarafından 1950'lerde
açıkça tartışmaya açıldı. Waltz'un savaşın nedenleri üzerine
yaptığı çalışmasında, ortaya koyduğu analiz düzeyleri mikro
düzeyden makroya doğru; birey, devlet ve toplum ile
uluslararası sistem idi. (7) Bu analiz düzeyleri halen
geçerliliklerini koruyorlarsa da uluslararası ilişkiler
çalışmalarının bugün geldiği seviye ve uzmanlaşma düzeyi göz
önüne
alınarak, bu sıralamaya belki birtakım eklemeler de
yapılabilir. Bu durumda alternatif bir analiz düzeyleri
listesi yine mikrodan makroya olmak üzere; bireyler, ulusal-ulusaltı
gruplar (örn: politik partiler, basın, çıkar grupları, vb.),
ulus-devletler, uluslar-üstü veya ötesi gruplar (çok uluslu
şirketler, hükümetler-dışı örgütler), devletlerarası grup ve
örgütler ile uluslararası sistem şeklinde olabilir. (8)
Analiz düzeyi konusu önemlidir. Çünkü, belirli bir analiz
düzeyinin seçimi,
değişik düzeylerin değişik aktörleri ve süreçleri vurgulamak
eğiliminde olmaları nedeniyle, sonuçta araştırmacının neyi
görüp neyi görmeyeceğini de, yani yapılan analizin karakterini
ve sonuçlarını da, belirler. (9) Örneğin, en geniş araştırma
alanı olan uluslararası sisteme odaklanmak oldukça düzenli,
çalışılması kolay ve aynı zamanda da kapsamlı bir model
sağlar. Ancak bu analiz düzeyi bir taraftan sistemin onu
meydana getiren parçalan üzerindeki etkilerini vurgularken,
diğer taraftan bütün aktörlerin birbirine benzediği
basitleştirilmiş bir uluslararası ilişkiler imajına neden
olur. Öte yandan, analizde ulus-devletler üzerinde yoğunlaşmak
ise, bir taraftan bizim her bir aktör ve durumun kendine özgü
karakterlerini görmemizi sağlarken, diğer taraftan
farklılıkların aşırı vurgulanması yoluyla teorisyenlerin
aradıkları genel kalıpların görülmesine engel olabilir.
Uluslararası ilişkiler çalışmaları analiz düzeyinden bağımsız
olarak, disiplinin cevap bulmaya çalıştığı soruların
çeşitliliğinden kaynaklanan birtakım sorunlarla da uğraşmak
durumundadır. Savaşlar neden çıkar? Neden milliyetçilik midir?
Veya ideoloji mi? Ya da bir dünya hükümetinin olmaması mı?
Yoksa insanlar genetik olarak saldırgan mı? Eğer barışa
ulaşılamıyorsa, dengeye nasıl ulaşılabilir? Neden dünyanın
çeşitli
bölgeleri arasında bu kadar büyük sosyal ve ekonomik
eşitsizlikler var? Bunlar uluslararası ilişkiler disiplininin
cevap bulmaya çalıştığı sorulardan sadece bir kısmını
oluşturuyor. Üzerinde araştırma yapılan konuların çeşitliliği
ve karmaşıklığına bakınca, uluslarası ilişkilerin
"nasıl" çalışılacağı konusundaki görüşlerin çokluğu da
şaşırtıcı olmuyor. Olası yaklaşımlar tarih ve politika
biliminin oldukça ötesine geçerek ekonomi,
psikoloji, sosyal psikoloji ve antropolojiyi de içeriyor.
Bütün bunlar oldukça göz korkutucu olduğu için pek çok uzman
uluslararası ilişkiler disiplininin sadece Türk dış politikası
veya Birleşmiş Milletler'in çalışması ya da bir kriz anında
karar-verme sürecinin incelenmesi gibi, belirli bir yönü
üzerinde yoğunlaşmayı tercih ediyorlar.
Araştırmacıların odak noktalarının darlığı ise disiplindeki
teorileşme çabalarına sekte vuruyor. Öte yandan, araştırma
konuları ne kadar dar ya da geniş olursa olsun, akademisyenler
konularına belirli bakış açılarından yaklaşırlar. Bazıları
(normatif analizciler) moral değerlerin araştırmada merkezi
rol oynaması gerektiğini ileri sürerler.
Büyük bir kısmı ise, ampirik araştırma yaparken kişisel
değerlerin etkilerini azaltmaya çalışırlar veya en azından
bunu iddia ederler. Yine de, kişisel ve tarihsel tecrübeler,
alınan eğitimin yapısı ve benzeri etkiler uzmanların
uluslararası ilişkileri nasıl yorumlayacaklarını belirler.
Diğer bir ifade ile, her ne kadar idealolan objektif ve
değerlerden bağımsız bir araştırma yapmaksa da herkesin
çalışması belirli bir doktrin, dünya görüşü, ideoloji,
paradigma veya perspektiften etkilenir. (10) Buna bağlı olarak,
uluslararası ilişkilerdeki değişik perspektifler de doğal
olarak tartışma doğururlar. Bu
çerçevede, 1930'larda realistler ve idealistler, uluslararası
politikanın doğası ve barışçı değişim olasılığı üzerinde
tartıştılar. i960'larda ise disiplindeki tartışmaların odak
noktası uluslararası ilişkiler çalışmalarında takip edilmesi
gereken uygun metodoloji konusuna kaydı. 1970'lerde
Marksizm'den ve tarihsel sosyolojik teoriden hareket eden
diyalektik
yaklaşımlar tartışma konusu oldu; i980'lere gelindiğinde ise,
eleştirel teori perspektifinin ortaya atılmasıyla birlikte,
tartışma uluslararası ilişkilerdeki sosyal bilim
çalışmalarının büyük bir kısmının temelini oluşturan
epistemolojik/ontolojik varsayımlar üzerinde yapılmaya
başlandı.
Bu makale, uluslararası ilişkilerin "nasıl" çalışılması
gerektiği sorunu ile
teorisyenlerin şimdiye kadar bu soruya verdikleri cevaplan ve
aralarındaki tartışmaları incelerken, meseleyi iki farklı
açıdan ele alacaktır: alternatif metodolojiler ve alternatif
paradigmalar. Her ne kadar uluslararası ilişkilerde metodoloji
ve paradigma konularında yapılan tartışmalar büyük ölçüde
içiçe geçmişse de. konunun daha anlaşılabilir bir şekilde
sunulması böyle bir keyfi ayırımı zorunlu kılmaktadır. Bu
bağlamda "nasıl" sorusuna
verilen cevapları incelemeye geçmeden önce, araştırmacının
uluslararası ilişkiler hakkında benimsediği yaklaşımın kritik
öneme haiz olduğunu bir kere daha belirtmekte fayda var.
Her bir yaklaşım, dünya politikası hakkında aktörler,
meseleler ve süreçlerle ilgili olarak, araştırmacı açıkça fark
etsin veya etmesin, belirli varsayımlar içerir. Bu da,
araştırmacıyı belirli soruları sormaya, belirli tipteki
cevapları aramaya, hipotezlerin ve teorilerin kurulması ve
test edilmelerinde belirli metodolojik araçları kullanmaya
iter. Yaklaşımların avantajı analitik çabalara belirli bir
düzen getirmeleri ve daha başa
çıkılabilir yapmalarıdır. Potansiyel dezavantaj ı ise, diğer
alternatif bakış açısı ve anlayışların gözardı edilmesi
olasılığıdır.
a. Alternatif Araştırma Metodları
Uluslararası ilişkiler alanındaki yaklaşımların
çeşitliliğinin arkasında bilim
felsefesine (yani uluslararası ilişkilerin gerçek karakteri
nedir, onu en iyi nasıl çalışırız ve gerçekte neler onun uğraş
alanını oluşturur konusu) ilişkin başlangıcı uluslararası
ilişkilerin müstakil bir disiplin olarak ortaya çıkmaya
başladığı yıllara kadar uzanan ciddi bir tartışma
bulunmaktadır.
Uluslararası ilişkileri "nasıl" çalışırız sorusunun ilk
ayağını oluşturan metodoloji konusunda tartışan tarafların
büyük kısmı zaman zaman "bilim" unvanına sahip çıkmaya
çalıştığı için tartışmanın genel olarak, uluslararası
ilişkilerin ne ölçüde "bilimsel" çalışılabileceği üzerine
olduğu söylenebilir. (11) 20. yüzyılda disiplinde gelişme
olmamasının nedeninin dünya politikasının yeterince bilimsel
bir şekilde çalışılmaması olduğunu söyleyen ilk düşünürler
realistler olmuştur. E. H. Carr, "ütopyacı idealistlere",
arzuları gerçeklerle karıştırdıkları iddiasıyla saldırdı ve
gerçek bilimin ilk önce "şeylerin" aslında nasıl olduklarını
anlamaya çalışması gerektiğini söyledi. (12) Care'ın çalışması
uluslararası ilişkileri sadece normatif olmaktan çıkartıp esas
olarak ampirik yapmaya yardım etti. Daha sonraki realistler,
örneğin Morgenthau, uluslararası politika bitiminin
sadece tarihsel ve normatif deği1, fakat genel ve teorik
olması gerektiğini de vurguladılar.
Böylelikle, realist metodoloji bir taraftan uluslararası
ilişkiler disiplinin sınırlarını zorlar ve onu hukuk, tarih ve
politikadan giderek uzaklaştırırken, öte yandan 1930'Iara
kadar normatif ve betimleyici olan metodolojisine de ampirik
ve açıklayıcı bir karakter kazandırdı. Realistler pozitif
bilimin genel prensiplerinin uluslararası ilişkilere
uygulanmasını sağlamışlarsa da, i960'Iarda yöntem konusunda
kendilerinden daha sistemli düşünen akademisyenlerin meydan
okumalarıyla karşılaştıklarında "bilimsel"
metodun kendisine en fazla direnenler de yine onlar olmuştur.
Bu direnme de disiplinde "gelenekçiler" ile
"davranışsa1cılar"ı 1960'Iarda karşı karşıya getiren ve esas
itibariyle sosyal bilimler felsefesi üzerine farklı görüşlerin
ortaya konduğu çatışmanın odak noktası olmuştur. (13)
Kavramsal düzeyde olduğu gibi metodolojik açıdan da
uluslararası ilişkiler
disiplini 1960'lara kadar gelenekçi okulun etkisi altında idi.
Bunlara göre "bilgi" ancak olaylara ilk elden katılımcı gözlem
ve pratik tecrübeyle veya ikinci elden, sadece diplomasi
tarihi çalışmaları ve devlet adamlarının anıları, uluslararası
hukuk antlaşmaları ve felsefi eserler gibi yazılı kaynaklardan
özümseme yoluyla ulaşılabilecek bir şeydi. Ancak i960'lara
gelindiğinde gelenekçi metodoloji, aralarında "arı Deutsch,
David Singer, James Rosenau ve Morton Kaplan'ın da bulunduğu
davranışsalcılar
.tarafından eleştirilmeye başlandı. (14) Davranışsalcı ekolün
hedefi uluslararası ilişkiler disiplinini (bu arada daha geniş
çerçevede de tüm sosyal bilimleri) daha "bilimsel" yapmaktı.
Bu amaçla doğa bilimlerinden ödünç aldıkları daha titiz ve
denenmiş yöntemlerle bütüncül bir bilgi dağarcığı oluşturmaya
çalışırlar. (15) Kullandıkları araçlar veri tabanları,
sayısal analiz teknikleri ve bilgisayarlardı.
Gelenekçi okul tarih, hukuk, felsefe ve diğer geleneksel
sosyal bilim ve onların araştırma metotlarının göreli
faydalarını vurgularken, davranışsalcı okul değişkenlerin
sayısallaştırılmalarının, formel hipotez testinin ve arızi
model oluşturmanın taraftarıydı ve eğer bilimsel bilgi sadece
gözlem ve sayısal verinin tasnifi ile elde edilebilecekse,
uluslararası ilişkiler çalışmalarının da bir şekilde bu nicel
çözümlemeyi kullanması gerektiğini varsaydı. Nicel
çözümlemenin amacı analizde daha fazla kesinliğe ulaşmaktır.
Bunu elde etmek için kavramlar, ki bunlar değişkenler (variables)
olarak tanımlanırlar, ölçülebilir olmalıdırlar. Uluslararası
ilişkiler hakkında bu çeşit sayısal veriler toplandığında,
bunlar oldukça karmaşık soruları cevaplamak amacıyla, çeşitli
istatistik teknikleri kullanılarak analiz edilebilirler.
Kantitatif yaklaşımlara birkaç örnek vermek gerekirse; çok
kullanılan bir araştırma yönelimi devletlerin coğrafi
büyüklük, GSMH, kişi başına düşen gelir, nüfusun büyüklüğü,
kullanılan enerji miktarı, gelir dağılımı gibi belirli ulusal
karakterlerini belirli dış politika davranışlarıyla
alakalandırmaya çalışmak olmuştur. Kantitatif analizin diğer
önemli bir alanı da uluslararası oluşumların çalışılmasıdır.
Bu çerçevede devletler arasındaki etkileşimleri kaydedip
analiz ederek, örneğin, hangi aktörlerin ne tür olaylarda daha
(veya en) aktif oldukları öğrenilebilir. Veya uluslararası
sistem belirli bir dönemde baskın olarak barışçı mı, yoksa
şiddet mi içeriyor, ya da uluslarüstü örgütler dünya
politikasının günlük faaliyetlerinde ne kadar önemli gibi
sorular cevaplanabilir.
Son olarak simülasyon'u da vurgulamamız şart. Sosyal
bilimlerin konularının genellinde izole edilemediği ve
laboratuar koşullarında incelenemediği yaygın olarak bilinen
bir gerçek. Tabii, bu uluslararası ilişkiler için de geçerli.
Hiç kimse sadece sonuçlarını görmek için savaş çıkartamaz!
Fakat günümüzdeki bilgisayar teknolojisi önemli uluslararası
politik, sosyal, ekonomik ve çevresel konularda oldukça
karmaşık
modeller kurabilmekte ve araştırmaya olanak tanımakta. Gerçi
bunlar hiçbir zaman gerçeği tam ikame edemezse de, yine de
gerçeğe en yakın yere bizi taşıyabilir.
Her ne kadar 1960'lardaki hızları azalmışsa da,
gelenekçi-davranışsalcı tartışması bugün de çeşitli
metodolojik meseleler ve uluslararası ilişkiler disiplininin
fen bilimlerinin "bilimsellik" düzeyine ne kadar
yaklaşabilineceği konulan üzerinde hala devam 'etmekte.
Davranışsalcılar kendi metotlarının, nihai bağlamda,
uluslararası ilişkilerin sorularını yüksek oranın güven ile
cevaplamalarına ve hatta çeşitli uluslararası oluşumları
önceden tahmin etmelerine olanak sağlayacağına inanıyorlar.
Açıklamaların bir kaç anekdot ile gösterilmek yerine
sistematik olarak araştırılıp test edilecek şekilde
oluşturulmadığı sürece disiplinin "bilgisinin" iyi bir şekilde
sunulmuş fikirler olmaktan öteye geçemeyeceğini söylüyorlar.
Gelenekçiler ise uluslararası sistemin karmaşıklıkları ve
toplumsal meseleleri sayısal verilere dökmenin sınırlarının en
iyi ihtimalle bilgiye
dayalı mantıklı tahminlere olanak verecek düzeyde olduğunu
iddia ediyorlar. Belirgin fikir ayrılığının devam ediyor
olmasına rağmen, iki taraf arasında uzun zamandır bir ateşkes
ilan edilmiş gibi. Her iki taraf da ilim veya bilgi üzerinde
tekele sahip olmadığının ve "bilimin" ya da "bilimselliğin"
uluslararası ilişkilerde hala emekleme döneminde olduğunun
bilincindeler. Ayrıca, iki taraf arasında belirginleşen
kutuplaşmanın disipline yarardan çok zarar verdiğinin ve her
iki grubun da arzuladığı disiplinde bir bilgi birikimi sağlama
hedefine ulaşmayı daha da zorlaştırdığının anlaşılması da
taraflar arasındaki ateşkesi cesaretlendirici bir rol
oynamıştır.
Bu arada geleneksel-davranışsal tartışmasından gelişen ve
büyük ölçüde onunla kesişen, ancak yine de ondan bağımsız
yanları olan diğer bir metodoloji tartışması da
pozitivist-anti-pozitivist ve yakın zamanlarda da
post-pozitivist tartışmasıdır.
Pozitivistler, objektif, değer yargılarından uzak, bir
gerçekliğe inanır ve bilgiye ilişkin, rasyonalizm ile
materyalizme dayanan, dominant Batı yaklaşımını kabul ederler.
Ayrıca çalışmanın objesi ile süjesi arasında ayırım yaparlar.
Diğer bir deyişle, uluslararası ilişkilerin "gerçekleri",
"gerçek" dünyada objektif kafalı bilim adamları tarafından
keşfedilmeyi beklemektedirler. Bu "gerçekleri" toparlayan
bilim adamları daha sonra
bunları dünyanın nasıl işlediğine dair muğlak olmayan "doğru"
ve "bilimsel" açıklamalar formüle etmek için kullanacaklardır.
Buna bağlı olarak, pozitivistler kullandıkları dilin tarif
ettikleri dünyayı kusursuz şekilde temsil ettiğine inanırlar.
Ayrıca bilgi için evrensel kurallar olduğunu ve bilgiye
ulaşmada benzer araştırma tekniklerinin hem doğa bilimlerinde
hem de sosyal bilimlerde kullanılabileceğini kabul ederler.
Anti-pozitivistler
ise doğa olaylarının sosyal gelişmelerden farklı olduklarını
ve bu nedenle sosyal bilimler için daha farklı araştırma
metotlarına ihtiyacımız olduğunu ileri sürerler. Bunlara göre,
kullanılan kelime ve kavramlar anlamlan açıklamanın ayrılmaz
bir parçası olduğundan, davranışları açıklayabilmek için
bunların içsel nedenlerini anlamak zorundayız.
Ancak, çağdaş uluslararası ilişkiler çalışmaları uzun zaman
sosyal bilimlerde 1950'lerde meydana gelen davranışsaIcı
devrimin etkisi altında kalmış ve pozitivistampirik mantık ve
metodolojiyi benimsemişlerdir. Bu tür çalışmaların geçerli ve
kesin araştırma prosedürleri, genellemelerin ispatını
istemeleri ve diğer disiplinlerden gelen kavramları
kullanmaları pek çok yarar sağlamıştır. Fakat, insan
davranışlarının açıklanmasında birey hareketinin
dışsal-maddesel nedenlerini vurguladıkları oranda, amaçlar ve
değerler zaman zaman yetersiz ilgi görmüş ve bu nedenle
ampirik araştırmalar belirli bazı eksiklikler de göstermiştir.
Öncelikle, uzun yıllar devam eden kantitatif araştırmalardan
sonra, araştırmacılar kendi alanlarında çok az bilgi birikimi
olduğunu farkettiler. Başka bir deyişle, çalışmalar ve
araştırmalar, doğa bilimlerinde olduğu gibi, daha önceki
araştırmaların bulgulan ve kavramsal çerçeveleri üzerine
kurularak bilginin az çok sürekli ilerlemesi sağlanamadı.
Ayrıca, her ne kadar hangi verinin uluslararası ilişkiler için
nemli olduğunu saptamak çok
kolaysa da elde edilecek verinin ne anlama geldiği konusunda
fikir birliğine ulaşmak oldukça zordur. Çeşitli sosyal
oluşumlar değişik şekillerde yorumlanabilir ve farklı iki
akademisyen uluslararası ilişkilerdeki belli bir trende bakıp
tamamen zıt sonuçlara ulaşabilirler.
Öte yandan, uluslararası ilişkilerin davranışsalcı/pozitivist
çalışmaları önce belirli bir statükoyu "gerçeklik" olarak
kabul edip sonra da değişiklik için olasılıkları
araştırmaktansa, bu statükonun çeşitli özelliklerini
incelemeyi tercih ederek oldukça muhafazakar olma
eğilimindedirler. Her ne kadar bu tür eksiklikler statik
yerine daha dinamik modeller kullanarak ve uluslararası
sistemdeki değişim sürecini araştırarak aşılabilirse de, daha
nemli bir problem ortada duruyor. Davranışsalcılık ve
pozitivizm ne olması gerektiği veya potansiyel olarak ne
olabileceğinin yerine ne olduğunun
açıklanması üzerine yoğunlaşıyor. Standart cevap bu tür
soruların filozoflara bırakılması gerektiği olabilir, ancak
bütün sosyal hayatın temelinde bu tür değerlerin seçimi ve
savunulması vardır. Dolayısıyla normatif değer yargılan da ne
olduğunun tanımlanması ve anlatılmasında önemlidir.
Ayrıca, yakın zamanlara kadar pozitivist ve davranışsaIcı
yaklaşımlar oldukça "aktör merkezli" idiler ve uluslararası
ilişkilerdeki yapısal sorunları gözden kaçırma
eğilimindeydiler. Bu arandaki literatürün büyük kısmı, sanki
bunlar kendiliklerinden oluşan otonom varlıklarmış gibi, her
bir devletin (veya diğer aktörlerin) hareketleri, rolleri ve
özellikleri üzerinde yoğunlaşmış ve uluslararası sistemdeki
çıkarların dağılım kalıbının
üyeleri üzerindeki etkisini anlamakta zayıf kalmıştır.
Örneğin, aktörler üzerinde yoğunlaşma bazı devletlerin fakir,
bazılarınınsa zengin olduğu gerçeğini ortaya çıkarabilir.
Fakat daha yapı-merkezli bakış açısı belirli devletlerin
zengin diğerlerininse fakir oldukları tarihsel süreci irdeler
ve bu farklılığın devamını sağlayan çağdaş yapıyı açıklar.
Bu tür sorunlardan yola çıkan post-pozitivist düşünürler ise
Batı ampirik biliminin egemenliğini reddederek, bilgi
toplamanın pek çok yolu ve mantığı olduğunu ileri
sürdüler. Daha sonra da ele alacağım ız gibi, bunlar sosyal
dünyanın objektif olarak "orada" olmadığını, fakat onun içinde
hareket edenlerce kurulduğunu ve ilgililerin bakış açılarına
bağlı olarak çeşitli yorumlarının olduğunu öne sürdüler.
Dolayısıyla, örneğin,
bir uluslararası kriz, her ne kadar olaylar herkes için
aynıysa da, ilgili farklı taraflar için farklı anlamlar
çıkabilir. Post-pozitivistler, ayrıca, her meselede politik
endişelerin bulunduğunu ileri sürerler. Uluslararası ilişkiler
disiplini içinde bile, örneğin, beyaz, erkek ve gelişmiş
ülkelerden gelen akademisyenlerin teorileri, beyaz-olmayan,
kadın ve Üçüncü Dünya'dan gelen akademisyenlerin görüşlerinden
daha etkilidir. Son olarak bu açıdan bakıldığında dil,
gerçekliği temsil eder olarak görülmez, fakat daha çok bizim
"gerçeklik" olarak algıladıklarımızın yaratıcısı olarak kabul
edilir. Bir
tecrübeyi yansıtmak için dilde pekçok yol ve aynı konuda
pekçok olası söylem vardır ve bunların hepsi de açıkça
görülmeyen politik imalar alırlar. (16) Bu nedenle ideal postpozitivist dünyada uluslararası ilişkiler, çeşitli
kültürlerin temsilcilerinin dünyadaki farklı bilme ve anlama
yollarıyla söylemini zenginleştirdikleri, kozmopolit bir
disiplindir.
Uluslararası ilişkilerdeki bu metodoloji tartışmalarının
yukarıdaki iki tartışma ile oldukça yakından bağlantılı olan
diğer bir ayağı da empirisistler ile conventionistler
arasındaki görüş ayrılığıdır. Ampirik analiz önce gözlem
yapmayı, olayları kaydetmeyi ve daha sonra da bunları
açıklamayı savunur. Buna göre, ne kadar çok veri toplarsak,
sonuçta ulaşacağımız bilgide o kadar büyük olur. Burada
bilimsel açıklamanın yöntemi kümülatiftir, yani tümevarım
geçerlidir. Kavramlarının sosyal bilimlere uyarlanmasında
Thomas Kuhn'un başını çektiği konvansiyonel analiz ise,
gözlemin teoriye dayanması gerektiğini ve gözleme başlamadan
önce bir varsayıma (Kuhn'a göre bunu belirleyen paradigmadır)
sahip olmamız gerektiğini ileri sürer. (17) Buna göre bütün
gözlemler aynı zamanda açıklama/tanımlamalardır ve bir olayı
nasıl tanımladığımız dayandığımız paradigma tarafından
belirlenir. Yine buna göre, uluslararası ilişkilerin
geleneksel paradigması uluslararası ilişkilerin ampirik dünya
ile tamamıyla
örtüşmesi gerekmeyen basitleştirilmiş bir modelini
sağlamıştır. Burada metodoloji tartışması, paradigma
tartışması ile içiçe geçiyor ve eğer geleneksel paradigma
ampirik dünya ile bağdaşmıyorsa, o zaman yeni paradigmalara
ihtiyaç vardır varsayımı ortaya çıkıyor.
b. Alternatif Paradigmalar
Metotları geliştirme veya değiştirme gayretleri
uluslararası ilişkiler teorisinde kümülatif büyümenin
sağlanamamış olmasına verilen karşılıklardan biridir. (18)
İkincisi ise akademisyenlerce ortaya konulan açıklamaların
yanlışlığını ileri sürmek ve bunların dünya hakkındaki
görüşlerinin doğruluğunu sorgulamaktır. 1970'lere gelindiğinde
disiplinde metot tartışmasının ötesine geçen yeni bir çatışma
doğuran bu bakış açısına göre, problem uluslararası
ilişkilerin özel metot ihtiyacı değil, fakat açıklamaları
oluşturmak için kullanılan kavramlar ve inançların
akademisyenleri yanlış yola sevketmesidir. Bu durumu düzeltmek
için gerekli olan, dünyaya yeni ve daha doğru bakış
açılarının, yani paradigmaların bulunmasıdır.
Paradigmalar uluslararası ilişkilerin teorileri değildirler. (19) Belirli teorilerin içinden geliştirilebileceği,
uluslararası ilişkiler üzerine, genel bakış açılarını temsil
ederler. Elbette bir paradigmanın varsayımları herhangi bir
teorinin parçası haline gelebilir (örn: geleneksel
paradigmanın rasyonel devlet varsayımının realist teoride ana
aktör olarak karşımıza çıkması gibi). Fakat, bunlar çoğunlukla
akademisyenlerin araştırmalarına bir teorinin oluşturulması
aşamasında belirli analizleri vurgulayarak ve bir hipotezin
test edilmesinde nelerin delil kabul edilebileceğini
belirleyerek yardımcı olurlar.
Bu çerçevede, kavrama sosyal bilim araştırmaları açısından
daha spesifik bir anlam kazandıran Thomas Kuho'a göre
paradigma "bilimsel bilginin kümülatif büyümesi için temel
oluşturan ve belli bir zaman diliminde alanında genel kabul
gören yaklaşım, model ve teoridir". (20) Buna insanın belirli
bir oluşum üzerine sahip olduğu düşünceleri şekillendirmesine
yardımcı olan entelektüel çerçeve de denilebilir. Bu açıdan
paradigma sadece belirli bir alandaki çeşitli konuların ele
alınış şekli değildir, aynı zamanda, değişik paradigmalar
farklı gerçeklik modelleri veya dünya görüşleri sunarlar ve
dolayısıyla dikkatin bazı şeyler üzerinde yoğunlaşırılırken
diğerlerinden uzaklaştırılmasına neden olurlar.
Daha fazla ileri gitmeden, 20. Yüzyılda uluslararası ilişkiler
disiplinini etkisi
altına almış olan yaklaşımlara bakarsak, bunları biraz
zorlamayla da olsa, Rosenau'nun uluslararası politika
yaklaşımlarını devlet-merkezli, çok-merkezli ve
global-merkezli olarak ele almasından da esinlenerek, üç
üst-kategoriye indirgeyebiliriz: geleneksel, plüralist ve 'globalist
paradigmalar. (21) Bu tür herhangi bir sınıflandırmanın elbette
bir takım zaafları olacaktır; hiç bir kategoriye tam olarak
uymayan bazı nemli teoriler bulunabilir. Örneğin, yukarıda
sözünü ettiğimiz, davranışsalcı okul kendi başına bir
yaklaşım (hatta paradigma) olarak kabul edilebilir. Ancak
burada amaç disiplinin genel söylemi içinde kendine yer bulan
her şeyi kapsamak değil, fakat sınırlayıcı bir bakış açısıyla
uluslararası ilişkiler yaklaşımlarının kategorisel bir
incelemesini yapmaktır.
Bu yüzyılda uluslararası ilişkilerde düşünceyi şekillendiren
bu paradigmalara ve aralarındaki çatışmalara kısaca
bakacak olursak, geleneksel paradigma uluslararası ilişkileri
rasyonel insan düşüncesinin bir ürünü olarak görür ve devleti
de uluslararası ilişkilerdeki temel aktör olarak ele alır.
Ayrıca ve belki de daha önemli olarak, devlet analitik açıdan
birleştirici-bütünsel bir aktör olarak görülür. Buradan
hareketle geleneksel
paradigma devlet egemenliği ve onun uzantısı olan uluslararası
anarşi kavramları etrafında odaklaşır. Daha yüksek bir otorite
tanımayan egemen devletler uluslararası doğa halindedirler (state
of nature). Bundan kaynaklanan güvenlik ikilemi onları
karşılıklı mücadele ve çalışma şartlarında yaşamaya zorlar.
Burada geleneksel paradigmayı anlatmak
için kullandığımız terimler genellikle "mügem" kavramlardır.
Daha sonra da göreceğimiz üzere, devlet içi egemenlik kavramı
16. yüzyıla kadar formüle edilmemişti ve bunun uluslararası
çerçeveye-uyarlanması da ancak bundan sonraki iki yüzyıl
içinde olmuştur. (22)
Geleneksel paradigmanın bir araya getirdiği egemenlik ve
uluslararası anarşi kavramları, uluslararası ilişkilerin daha
sonra ele alacağımız birbiriyle alakalı üç klasik teorisine
temel oluşturmuşlardır: Güç dengesi, ortaklaşa güvenlik ve
dünya devleti teorileri. Modem uluslararası ilişkiler
disiplininde geleneksel paradigmadan yola çıkan önemli düşünce
akımları ise, büyük ölçüde bu klasik teorilerden etkilenen,
idealizm ve realizm olmuştur. (23) Bunlardan realist okul
uluslararası ilişkiler disiplininde II. Dünya Savaşı
sonrasında o kadar dominant hale gelmiştir ki pek çok
araştırmacı realizmi de kendi başınabir paradigma olarak veya
geleneksel paradigmanın kendisi olarak görme eğilimindedir. (24)
Bu anlamda realist paradigma da uluslararası meselelerin
hiyerarşisi içinde ulusal güvenliğin genellikle listenin en
üstünde olduğunu varsayar ve devletlerin egemenliklerinin
karşı karşıya geldiği uluslararası arenada çatışmanın
kaçınılmaz ve devamlı olduğunu ileri sürer. Dolayısıyla askeri
konuların dünya politikasına hükmettiğini ve gücün anahtar
kavram olduğunu da ifade eder. Bu durumda, geleneksel realist
paradigmanın ana uğraş konusu gücün devletler arasındaki
çatışmaları çözmede kullanılıp kullanılamayacağı, daha doğrusu
nasıl kullanılacağıdır.
Geleneksel-realist paradigma dünyayı Waltz'un "üçüncü imaj"
adını verdiği şekilde görür. (25) Devletler arasındaki
ilişkilerle, devletlerin iç yapılanmaları ya da devlet
içindeki birey ve gruplardan çok, uluslararası sistem
düzeyinde ilgilenir. İnsanın doğasıyla (Waltz'un ı. imajı) ya
da toplumun yapısıyla (Waltz'un 2. imajı) ilgili önem1elere
dayanan uluslararası ilişkiler
varsayımları bu nedenle çoğunlukla geleneksel paradigmanın
ilgi alanı dışında kalır.
Temel varsayımları bu şekilde özetlenebilecek olan geleneksel
paradigma 1945 öncesi teorik düşünceyi egemenliği altına
almıştır ve hatta büyük ölçüde 1950'lerin ortalarına kadar da
etkili olmuştur. Her ne kadar bu tarihten sonra da geleneksel
paradigmadan etkilenen uluslararası ilişkiler teorileri ortaya
atılmışsa da, (26) geleneksel paradigmanın 1950 ve 60'lardaki
eleştirilerinden devleti bütüncül bir aktör olarak değil fakat
bakanlıklar, çıkar grupları, yöneticiler, memurlar ve benzeri
daha küçük parçaların karşılıklı bağımlılığından oluşan bir
sistem olarak gören plüralist paradigma doğmuştur. (27) Bu
paradigmaya göre, bir devletin beyanından
bahsettiğimizde gerçekte devlet (veya daha doğru bir ifade ile
onun hükümeti) adına beyanda bulunan bireylerden
bahsediyoruzdur. Bu çerçevede, plüralist paradigmaya göre,
devleti oluşturan çeşitli parçalar analitik olarak daha küçük
parçalara ayrılabilir ve aralarındaki karmaşık etkileşim
incelenebilir.
Öte yandan, plüralist paradigma, devletlerin uluslararası
politikanın önemli
aktörleri olduğu gerçeğini kabul etmekle beraber, bunların
uluslararası politikadaki egemenliğinin, diğer etkili
aktörlerin ortaya çıkışı ile birlikte, kırıldığını ve bu
devlet-dışı aktörlerin de uluslararası ilişkiler analizlerinde
göz ardı edilemeyeceklerini de savunur.
Temel olarak, uluslararası politikanın askeri-güvenlik
konularının hakimiyeti altında olduğu fikrini reddeder ve
enformasyon, iletişim, refah gibi sosyal ve ekonomik
meselelerle de ilgilenir. Bu nedenle, plüralistler için yerel,
ulusal ve uluslararası düzeylerde çok çeşitli kamusal ve özel
aktörlerin karşılıklı etkileşim halinde bulundukları karmaşık
bir süreç olarak gördükleri uluslararası politikanın ajandası
oldukça geniştir. Bütün bu farklı etkileşimleri ortak bir
perspektife sokmaya yardım eden kavram ise
"pazarlık"tır. Global düzeyde var olan bu karşılıklı karmaşık
bağımlılık ağında, her bir aktör (ki bu devletlerin yanısıra
uluslararası örgütleri, çok uluslu şirketleri vb'.ni kapsar)
çatışma ve işbirliğinin bir arada bulunduğu bir pazarlık
süreci vasıtası ile kendi çıkarlarını ilerletmeye ve
kazançlarını maksimuma ulaştırmaya çalışır. Pek çok plüralist
insan etkileşimlerinin hızı ve kapsamı genişledikçe ve
karşılıklı bağımlılık ağının karmaşıklığı
arttıkça uluslararası çatışmanın da azalacağını ileri sürer.
Diğer taraftan, yine geleneksel-realist paradigmaya karşı
çıkarak kendisine
disiplinde yer bulmuş olan globalist paradigma ise
geleneksel-realist paradigmanın hiçbir zaman gerçeklik ile
tamamıyla örtüşmediğini ve özellikle içinde yaşadığımız
karşılıklı bağımlılık çağında çağdaş gelişmeleri yorumlamak ta
yetersiz kaldığını ileri sürer. 1971'de Keohane/Nye'ın
Transnational Relations and World Politics kitabıyla temeli
atılan globalist paradigma uluslararası ilişkiler analizine
başlama noktası olarak devletler ve diğer varlıkların
içerisinde karşılıklı etkileşimde bulundukları global
çerçeveyi alır. (28)
Devletlerin dışa yönelik davranışlarını anlayabilmek için,
öncelikle,
sistemin yapısının belirli aktörleri belirli şekillerde
davranmaları için nasıl
şartlandırdığını veya yatkınlaştırdığını anlamamız gerektiğini
vurgular. Uluslararası ilişkilere tarihsel perspektiften
bakmanın sadece faydalı değil, aynı zamanda zorunlu da
olduğunu varsayar ve uluslararası sistemi şekillendirmiş olan
geniş çaplı, uzun vadeli, güçleri tarihsel çerçevelerinde
araştırarak sistemin temel dinamiklerini ve dolayısıyla
sistemi şu anda oluşturan parçalarının karşılıklı
etkileşimlerini anlamanın mümkün olduğunu öne sürer. Devletler
ile uluslararası örgütler ve diğer aktörlerin önemini
yadsımamakla birlikte, globalist analizlerin odak noktası
bunların ve diğer faktörlerin nasıl bazı devletler, sınıf veya
elitlerce, kapitalist sistem aracılığı ile, diğerlerinin
zararına faydalanmak için dominasyon mekanizması olarak
kullanıldığıdır.
Globalistler, uluslararası sistemin dinamiklerini açıklamak
sözkonusu olduğunda realist ve plüralistlerden daha çok oranda
ekonomik faktörlerin önemini vurgularlar. "High politics / low
politics" ayınmını reddederler ve sadece savaş ve barış
meseleleriyle değil, aynı zamanda, örneğin, uluslararası hava
güvenliği gibi daha dar kapsamlı konularla da ilgilenirler. Bu
nedenle, realistlerin dünyası büyük oranda askerler,
diplomatlar ve dış politika yapıcılarından oluşurken,
globalistlerinkin de çok uluslu şirket
yöneticileri, uluslarötesi sendika liderleri de yer bulurlar.
Kısaca globalistler uluslararası ilişkiler çalışmalarında
geleneksel paradigmacılardan daha geniş bir aktör grubunu
vearaştırma konularınıı ele almayı tercih ederler.
Globalist paradigma, uluslararası sistemi temel olarak
ekonomik ifadelerle
algılar; yani, özünde kapitalist olan ve merkez ile çevre
denilen iki ana sınıf veya bölgeden oluşan bir sistem.
Sistemin merkezindeki devletler zengin, çevredekiler fakirdir.
İki bölge arasındaki ilişki merkezdekileri zenginleştirecek,
çevredekileri daha da fakirleştirecek bir şekilde işleyen
global işgücü dağılımınca yönlendirilmektedir. Bu nedenle,
uluslararası sistemin temel özelliği sömürüye olanak
sağlamasıdır. Zenginlerin
zenginliğinin (ve tabii ki fakirlerin fakirliğinin) nedeni
kaynakların çevreden merkeze aktarılmasıdır ve globalist
paradigmaya göre refah ile fakirliğin global dağılımındaki
adaletsizlik, uluslararası sistemin kendisi kadar eskidir. Bu
nedenle globalist teorisyenlerin nihai hedefi dünyanın
sömürülmüş ve fakirleştirilmiş topraklarının kurtarılmasıdır.
Fakat, bu sömürünün dinamikleri işgücünün global paylaşımının
bir parçası olduğundan, sistem değiştirilemez veya reform
edilemez. Bu nedenle dünya adaleti ve özgürlüğü için bütün
sistem parçalarına ayrılmalı ve tamamen yenilenmelidir.
Dolayısıyla, globalizm özünde bir devrimci değişim teorisidir.
Bu açıdan bakıldığında bazılarının ayrı bir paradigma olarak
sınıflandırdıkları Marksizm de pekala globalist paradigmanın
içinde ele alınabilir.
Entelektüel kökenleri Karl Marx'a dayanan Marksist perspektif
veya paradigma, çok genel olarak, kapitalist ekonomik
sistemlerin işçi sınıfını sömüren işveren-yönetici sınıfını
ortaya çıkardığını ve sınıf ayrımı ile bireysel mülkiyetin
dünya çapında bir işçi devrimi ile ortadan kaldırılmasıyla
birlikte ulusal hükümetlere ve ulus-devletlere artık ihtiyaç
kalmayacağını ileri sürer. Bu aşamadan sonra herkesin
ayrıcalıklarına değil, ihtiyaçlarına göre varlık elde edeceği
uyum içinde yaşayan global bir komünist toplum oluşacaktı. Ne
var ki kapitalizm Marx'ın tahmin ettiğinden daha uzun yaşadı
ve bu da daha sonraki Marksistlerin teoriye yeni ayrıntılar
eklemelerine yol açtı. Bunlar, kapitalist devletlerin kendi
ülkelerindeki sınıflararası tansiyonu diğer daha az gelişmiş
ülkeleri
sömürerek ortadan kaldırdığını ve ekonomik yıkımdan da ucuz
yabancı işgücünü kullanarak ve yabancı pazarları ele geçirerek
kurtulduklarını ne sürdüler. Marksistler de globalistler gibi
çokuluslu şirketlerin ve el it grupların uluslarüstü
işbirliğinin yayılma eğilimlerine dikkat çektiler, fakat
globalistıerin aksine bunun zararlı yönlerini vurguladılar.
Buna göre gelişmiş kapitalist devletlerin askeri liderleri ve
işadamları daha az gelişmiş ülkelerdeki benzerleriyle ilişki
halinde idiler. Bu çerçevede Marksistler
uluslararası ilişkileri ulusal hükümetler veya ulus-devletler
arası bir yarışmadan çok, zengin ile fakir sınıflar arası bir
mücadele olarak gördüler. Marksist teorinin uluslararası
ilişkilere bu alternatif bakış açısı dominant teoriden oldukça
nemli bir ayrılığa işaret eder ve bu haliyle, ilerde de ele
alacağımız gibi, 1970'lerden itibaren ortaya çıkan pekçok
yaklaşımda etkisini gösterir.
Böylece kısaca özetlediğimiz paradigmaların, bireylerin dünya
görüşlerini
yapılandırmalarındaki önemini akılda tutarak, değişik insanlar
ve kültürlerin kendi farklı tarihsel ve bireysel tecrübelerine
dayanarak ürettikleri, olaylara bakışlarını farklılaştıran
değişik merceklere sahip olmalarından dolayı genellikle
uluslararası ilişkilerin farklı ve çoğunlukla çatışan
yorumlarının bulunduğunu anlamak nemlidir. Örneğin,
sömürgecilik tecrübesinden geçmiş pekçok Afrikalı veya Asyalı
insanın dünyaya bakışına bir Amerikalıdan çok daha farklı
varsayımlarla başlaması doğaldır. Amerikalılar uluslararası
ilişkileri reaIist ve belki de idealist yaklaşımların
çerçevesinden görmeye hazır iken, daha azgelişmiş bir ülkeden
gelen bir gözlemcinin olayları daha çok Marksist paradigma
açısından görmeye meyilli olması beklenebilir.
...devamı 2. bölümde |
|
1
2
3
Dipnotlar |
|
|
|
|
|
|
|