...................
...................
ULUSLARARASI İLİŞKİLERDE YAKLAŞIM, TEORİ VE ANALİZ  -2
Doç. Dr. Mustafa Aydın
A.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi, Öğretim üyesi
                         
...................
 
...................

III- Uluslararası İlişkiler Çalışmaları ve Yaklaşımlarının Gelişimi

Uluslararası ilişkiler-disiplininin kökleri hakkında iki ayrı görüş geliştirilebilir:

a. Tarihsel Yaklaşım
Bu yaklaşım, disiplinin köklerini eski Yunanda M.Ö. 4. Yüzyılda Peleponnez Savaşları hakkında yazan Thucydides'e [MÖ. 460-400] kadar takip eder. (29) Thucydides tarihi olduğu anda, olduğu gibi yazıyordu ve yazdıklarının gelecekte dikkate alınacağını umuyordu. Konuşturduğu Atinalı komutanlardan birinin "Komşular arasındaki düşmanlık bağımsızlığın ayrılmaz parçasıdır" ifadesi uluslararası ilişkilerde daha sonra geliştirilecek olan egemenlik ve anarşik uluslararası ortam kavramlarının ilkel köklerine işaret eder. (30) Thucydides'le birlikte aynı dönemlerde yazan Mencius ve Kautilya gibi düşünürler de bağlı oldukları yöneticilere, kontrol ettikleri devletin ötesindeki politikalarının yönetimi ile ilgili tavsiyelerde bulunmuşlardı. (31)

Daha sonraları Batı politik düşüncesinin hemen hemen bütün büyük ustalarının, Aristoteles, Augustinus, Machiavelli, Hobbcs, Locke, Kant ve diğerlerinin, hep bu konuyla ilgili söyleyecek bir şeyleri olmuştur. Ancak, bu dönemin en büyük özelliği, bu düşünürlerin uluslararası politikaya ne kadar az dikkat sarfetmiş olduklarıdır. Onların esas ilgi alanları hep iç politik dinamikler olmuştur. Fakat, yine de daha sonraları disiplinin
temellerini oluşturacak birtakım söylemler de bu dönemde ortaya çıkmaya başlamıştı. Bu dönemde disipline önemli katkılarda bulunan ilk düşünürler Guicciardini ve Machiavelli gibi İtalyan tarihçiler ile Vitoria gibi İberyalı hukukçulardı. "Devlet" ve "cgemenlik" gibi kavramlar ilk olarak bu düşünürlerin eserlerinde daha sonra geliştirilecek olan ilkel tanımlarını buldular.

17. Yüzyıla gelindiğinde bu çerçevede devam eden tartışmalar, birtakım temel hukuki ve tarihsel kavramların daha geniş ve açıklayıcı seküler çerçeve ve düşünce sistemlerine uyarlanmaya başlamasıyla yeni bir soluk buldu. Örneğin, Jean Bodin, egemenliğin tanımlanması ile egemen aktörler arasındaki etkileşimler üzerine tartışmalar başlattı. Bu etkileşimin önemli bir özelliğinin, katkıda bulunan taraflar üzerinde herhangi bir nihai otoritenin olmaması ve dolayısıyla hiçbir hukuki aracının aralarındaki mücadeleye hakemlik etmek üzere müdahalede bulunamayacağı olduğunu gördü. Bu
nedenle, bu tür bir ortamda, sistemin devamı için prenslerin sözlerini tutmaları şart oluyordu. Bir süre sonra Bodin'in bu gözlemlerinden ''pacta sunt servanda'' prensibi olarak söz edilmeye başlandığında ise "egemenlik" kavramının oldukça kesin bir tanımlanması yapılmış oluyordu.

Benzer şekilde, Thomas Hobbes prensler arasındaki ilişkileri "toplumsal
sözleşme" kavramı çerçevesinde ele aldı ve alakalı bir kavram olan sözleşme öncesi anarşik doğal hal (state of nature) kavramını ilk defa devletler arası ilişkilere uyarladı. Egemen otoriteye sahip krallar ve şahıslar, "bağımsızlıklarından dolayı, sürekli devam eden kıskançlıklar ve savaş durumu demek olan, gladyatörlerin konumuna benzer bir doğal
hal içindedirler". (32) Bu uyarlama o zamandan beri uluslararası ilişkiler tartışmalarının merkezinde yer alacak kadar önemli bir kavramsal buluştu. Bu arada, Jean-Jacques Rousseau devletlerin anarşik uluslararası doğal halinden kaynaklanan güvenlik ikilemini vurguladığı Savaş Hali adlı kitabında "Devletler, diğerleri  kendilerinden güçlü oldukça, kendilerini zayıf hissederler. Güvenlik ve korunma içgüdüsü kendisini komşularından daha güçlü hale getirmesini talep eder. Gücünü, diğerlerinin zararına olma
durumu hariç kullanamaz veya sağlamlaştıramaz" diyordu. (33) Hobbes ve
Rousseau'nun çizdiği kasvetli devletler arası ilişkiler figüründen hareket eden Spinoza ve Purendorff gibi birtakım sosyal teorisyenler de uluslararası politikanın karamsar, dişe diş, göze göz imajı üzerine yorumlarda bulunurlarken, William Pen, Duc de Sally, Abbe Saint-Pierre, Jeremy Betham gibileri de egemen prensler arası ilişkilerin değil, fakat insanlararası ahenk ve işbirliğinin egemen olduğu iyimser bir uluslararası ilişkiler figürü çiziyorlardı. Bu bağlamda, örneğin Emeric Cruce,
uluslararası etkileşimi aralarında işbirliği ve ahenk bulunan rasyonel bireyler, örneğin kendi çıkarları peşinde koşan tüccarlar arası ilişkiler olarak ele almaktaydı.

Bu arada bir kısım 17. Yüzyıl teorisyeni ise Habbes'un karamsarlığı ile Crucc'nin iyimserliği arasında bir orta yolu tercih etmekteydiler. Örneğin, Hugo Grotius uluslararası etkileşimlerin temelde anarşik olduğunu, fakat mantık, ortak çıkarlar ve barışçı ilişkiler alışkanlığı üzerine kurulu bir uluslararası hukuk kodunun oluşturulmasıyla bunun oldukça düzenlenebileceğini söylüyordu.

Devletler arası etkileşimle ilgili bu temel görüşler ertesi yüzyılda da, her ne kadar dönemin gerçekleri ve entelektüel kavramları ile bezenseler de, çoğunlukla benzer temalarla tartışılmaya devam edildi. Bu dönemdeki uluslararası ilişkilerle ilgili teorileri en iyi yansıtan ve uzun süre uluslararası ilişkiler düşününü egemenliği altında tutan görüş, geleneksel güç dengesi argümanlarından oluşmaktaydı. Güç dengesi kuramı en önemli, en etkili ve en fazla sayıda düşünürü etrafında toplamış olan klasik teoridir. Güç dengesi teorisi aynı zamanda,  uluslararası ilişkilerin en üst düzeyde teorik gelişmeyi gösteren klasik düşünüdür. tık versiyonları ikili-denge üzerinde dururken, daha sonraki versiyonları çoklu-denge kavramını getirdiler ve bir süre sonra da "dengeleyici" kavramı kullanılmaya başlandı. (34) Bu teori, doğa halinin mutlaka savaş hali demek olmadığını gösterme çabası olarak görülebilir. Buna göre, devletlerin güvenlik ikilemlerince zorlandıkları güç mücadelesi kaçınılmaz çatışma yerine aralarında genel bir dengeye (equilibrium) yol açma eğilimindedir.

Güç dengesinin yanısıra, bu dönemde uluslararası ilişkilere farklı açılardan bakan bazı düşünürler ise uluslararası anarşi yi önlemenin yolu olarak dünya devletini gördüler. Dünya devleti teorisi, geleneksel paradigmanın uluslararası ilişkiler doğa halindedir önermesinden hareketle, eğer anarşi uluslararası çatışmanın nedeni ise, istenmeyen bu

durumdan kurtulmanın yolu çalışmaya neden olan çeşitli egemenlik odaklarını ortadan kaldıracak ve dünya çapında tek bir egemen varlık kuracak olan, devletler arası bir toplumsal sözleşmenin yapılmasıdır, sonucuna varır. Bu teorinin en mükemmel örneği Dante'nin monarşik dünya devletinde görüIebilir. (35) Dante burada tümdengelim metoduyla
bütün uluslararası çalışmaları dolaylı veya dolaysız olarak kararlarıyla çözecek bir yargıca, ki bu nihai analizde dünyanın monarkı veya imparatorudur, ihtiyaç olduğunu söylüyor. Her ne kadar Dante'nin fikirleri klasik yazarların çoğu tarafından, hatta toplumsal sözleşmeye inananlarca bile kabul edilmemiş, potansiyel olarak kişisel özgürlüklerle bağdaşmayacak kadar güçlü (Erasmus ve Kant) veya etkili bir kontrol için çok geniş ve hantal (Grotius) olarak değerlendirilmiş ve bu nedenle de gelişememişse de, Bull'un da ifade ettiği gibi, "Egemen devletler sistemi konusundaki rahatsızlık duygusu Batı düşününün temelinde olduğu için, dünya devleti kavramı uluslararası ilişkilerin neredeyse bütün teorik araştırmalarında, geri planda da olsa, yerini almıştır. (36)

Bu dönemde gelişen, daha önce belirttiğimiz gibi, geleneksel paradigmaya dayanan üçüncü teori ise anarşik uluslararası sistemde düzen ve barış sorununu ele alırken güç dengesi kavramının dengeye yol açan otomatik "görünmez el" kavramını reddeder ve devletlerin saldırgana karşı ortak tavır almak için resmi anlaşmaya varmaları gerektiğini ileri sürer. Dolayısıyla ya saldırgan saldırıdan vazgeçecektir ya da karşı koyamayacağı kadar büyük bir güç tarafından cezalandırılacaktır. tık belirgin örneklerini William Penn'in yazıları ile Kant'ın "sonsuz barış" planında bulabileceğimiz  ortaklaşa
güvenlik teorisi uzun zaman güç dengesi kavramının gölgesinde kaldı ve ancak I. Dünya Savaşı'ndan sonra Woodrow Wilson'ın idealizminin ortaya çıkarttığı Milletler Cemiyeti'yle, sonuçta başarılı olmuş olsun veya olmasın, uygulamadaki ilk gerçek şansını elde etti.

Bu Uç klasik teori de uluslararası ilişkilerin geleneksel paradigmasına dayanır, dolayısıyla ortak yanları zıtlıklarından çok daha fazladır. Hatta Claude güç dengesi, ortaklaşa güvenlik ve dünya devletini merkezi güç ve otoritenin  minimumdan maksimuma uzanan bir sürecin birbirini takip eden noktaları olarak algllar. (37) Bu dönemde geleneksel paradigmanın bir ölçüde dışında kalmış, daha az etkili olmuş birtakım teoriler de vardır. Örneğin, esas itibariyle klasik uluslararası hukukçuların yazılarında ortaya konan dünya toplumu teorisi, ortak bir moral ve hukuki normlar çerçevesinin varlığını vurgular ve dünyayı sınırlı da olsa belirli değerler üzerinde konsensüse ulaşmış devletler topluluğu olarak görür. (38)
Bu kavramsal yapıdan iki ayrı düşünce okulu belirdi. Daha etkili olanı uluslararası anarşi kavramının bir başkası ile değiştirilmesini değil, fakat sadece tadilatını gerektiriyordu. Pufendorf'un da aralarında bulunduğu bu görüşü savunanlar hem devlet egemenliği hem de uluslararası doğa hali imajını açıkça kabul etmekteydiler. Fakat, bunlar için uluslararası ilişkiler çıplak bir güç mücadelesi değildi ve ahlaki ve hukuki normlarla yumuşatılmıştı. Bunların uluslararası anarşi grüşü de Hobbes'un sürekli savaş halinden çok Locke'un göreli barışçı ve düzenli doğa halini andınyordu. (39) Dünya toplumu kavramına dayanan ikinci düşünce okulu ise uluslararası hukukun Grotius'a kadar uzanan geleneğinde ifadesini bulmuştur. Grotius'un görüşleri uluslararası normatif konsensüsü, Locke'un tanımladığı şekilde bile olsa, doğa hali imajını bertaraf edecek kadar güçlü ve yaygın olarak gördüğü için geleneksel paradigmadan önemli bir ayrılığı temsil eder. Fakat her ne kadar geleneksel paradigmanın merkezinde
bulunan ulusal ile uluslararası politika arasındaki nitelik farkı kavramını reddediyorsa da, onun uluslararası toplumda savaşın rolüyle ilgili analiz ve tavsiyeleri geleneksel paradigmanın teorilerinden birinin (ortaklaşa güvenlik) temel öğretilerini yansıtır.

Grotius'un haklı savaş (just war) öğretisi savaşın haklı nedenlerinin sadece meşru müdafaa, cezalandırma ve mülkiyetin geri kazanılması olduğunu ifade eder. Bu aynen ortaklaşa güvenlikte olduğu gibi, iki çeşit savaş olduğu anlamına gelir: Hukuka aykısavaşlar ve hukuku uygulamaya Çalışan savaşlar. Bir silahlı çatışmanın taraflarından birisi haklı nedene sahip ise, diğer bütün devletler onun yardımına gelme hakkına sahiptirler.
Hatta tarafsız devletler bile kesin tarafsızlığı sağlamak zorunda değildirler; haklı taraf lehine ayırım yapmalıdırlar. (40) Grotius'un görüşleri ile ortaklaşa güvenlik teorisi arasındaki temel farklılığagelince, Grotius'a göre devletler bir mütecavize karşı ortak yaptırımda bulunma hakkına sahiptirler, fakat tarafsız da kalabilirler. Ortaklaşa güvenlik ise ortak zorlama hareketlerine
katılmayı görev sayar ve tarafsızlığın her çeşidin i devre dışı bırakır. Yine de bu iki teori, paradigmatik kökenlerinin farklı olmasına rağmen, benzer sonuçlara ulaşırlar.

Uluslararası ilişkilerle ilgili 19. Yüzyıl spekülasyonları ise insan topluluklarının "gelişme" ve "evrim"ini vurguladıkları ölçüde daha öncekilerden ayrılıyorlardı. Fakat, uluslararası ilişkiler çalışmalarındaki esas nemli sıçrama 1900'ler civarında modernlikten çağdaşlığa geçiş aşamasında ortaya çıktı. Ancak bu pek de belirgin bir kopma şeklinde
olmadı ve uluslararası ilişkiler çalışmaları i. Dünya Savaşı'ndan sonra akademik bir disiplin olarak ortaya çıktığında, hala 19. Yüzyıl teorilerinin temel kavramlarınca yönlendirilmekteydi. tık başlarda Aydınlanma'nın iyimser ve idealist etkileri belirgin iken, II. Dünya Savaşı'ndan sonra bu güç teorilerinin katı duvarlarıyla şekillenir hale geldi. 1950'ler ve 60'lar ise "modernleşme" ve "gelişme" gibi 19. Yüzyıl kavramlarıyla yumuşatılmış gevşek bir realist bakış açısı gördü. Fakat, savaş sonrası tartışmalar giderek 16. Yüzyılı andıran, parçalanmış ve çeşitli prensipler arasında bölünmüş bir atmosferin hakim olduğu bir disiplinde yapılmaya başlandı.

Bu arada, paralel bir gelişme, uluslararası ilişkilerin siyasi tarih disipliniyle
birlikte ele alınmasıydı. Aslında, çok eski zamanlardan beri  akademisyenler ve devlet adamları bugünü anlayabilmek için geçmişi öğrenmeye çalışmışlardır. Modem siyasi tarih de önemli diplomatik olayların meydana geldiği belirli dönemlerin ayrıntılı anlatımı yoluyla ulusal amaç, güç dengesi gibi daha çok uluslararası ilişkilerin konusu olan
kavramların altında yatan gerçekleri ortaya çıkarmaya çalışmıştır. Fakat, her ne kadar bu dönem disiplinin gelişimi içinde önemli ve gerekli bir basamaksa da, daha sonraları uluslararası politikanın anlaşılabilmesi için tarihsel oryantasyonun tek başına yeterli kavramsal çerçeveleri geliştiremediği anlaşıldı. Yine de uluslararası ilişkiler 20. Yüzyılda
ayrı bir akademik disiplin olarak ortaya çıktığında, siyasi tarihin etkileri açıkça görülüyordu ve ilk uluslararası politika kürsüsü 1919'da İngiltere'de Wales Üniversitesi'nde kurulduğunda, kürsünün başına getirilen ilk iki kişinin, Prof. Zimmern ve Prof. Webster'ın önemli tarihçiler olmaları da herhalde bir rastlantı değildi. (41) 1970'lerden beri ise uluslararası ilişkiler birbiriyle yarışan ve sayıları giderek, artan yaklaşımlar arasında, deyim yerinde ise, tamamen atomlarına ayrılmış durumda. 1980'ler boyunca ve özellikle Soğuk Savaş'ın sona ermesinden sonra da disiplin her zamankinden daha fazla kırılgan ve parçalanmış bir şekilde nereye gittiği belli olmayan bir yöne doğru gelişimine veya değişimine devam ediyor. Ancak, disiplinin bu  dönemlerdeki gelişiminin, tarihin derinliklerine fazla uzanmayan, modem bir yaklaşımla incelemesinde fayda olduğu inancındayım.

b. Modern Yaklaşım

Disiplinin kökleri hakkındaki bu ikinci görüş, uluslararası ilişkiler çalışmalarının temellerini I. Dünya Savaşı'na kadar takip eder. Bu dönemi her birinde uluslararası ilişkiler çalışmalarında yeni bir ana trendin yakalandığı çeşitli safhalara ayırabiliriz;

1. İdealizm (-1919-1940), örn: Mitrany: A Working Peace System;
2. Realizm (-1930'lar-1960'lar), örn: Morgenthau: Politics Among Nations;
3. Davranışsakılık (-1960'lar), örn: Shelling: Strategy of Connict;
4. Parçalanma/Yarışan Paradigmaların Doğuşu (-1970'ler); Dış Politika Analizi, örn: Allison: Essence of Decision; Uluslarası Ilişkilerin Ekonomi Politiği, örn: Keohane/Nye: Power And Interdependence; Wallerstein: The Capitalist World Economy; Neo-Realizm ve Diğerleri (-1975- ....), örn: Tucker: The Inequality of Nations; Waltz: Theory of International Politics;
5. Positivizm-Sonrası Çağdaş Uluslararası Ilişkiler (-1980- .....); Eleştirel Teori, Örn: Cox: Production, Power and World Order; Postmodern Uluslararası İ1işkiler Okumalar, Örn: Ashley/Walker: Speaking The Language of Exile; Derian/Shapiro: International/lntertextual Relations;
Feminist Yaklaşımlar, örn: Tickner: Gender in International
Relations; Barış ve Güvenlik Çalışmaları, örn: Galtung: Essays in Peace Research. Bu safhalar disiplindeki kesin ayırımları göstermiyor, çünkü hakim olan yaklaşımların her biri bu safhalardan daha uzun süre birbirlerine paralel olarak gelişmeye devam devam etmişlerdir. Her biri vurguladığı konular ve olayları açıklamakta kullandıkları araçlar ile analiz metotları vasıtalarıyla diğerlerinden ayrılır. Disiplinle ilgili farklı sorular sorup, farklı sonuçlara ulaşırlar. Ama yine de her biri ayrı ayrı uluslararası ilişkiler disiplinine katkıda bulunmaya devam etmektedirler.

Şunu unutmamak lazım ki, uluslararası ilişkiler disiplini önceden belirlenmiş bir konu-bütünlüğü çerçevesinde sürekli toplanan bilgilerin bir araya gelmesiyle büyüyen, gelişen bir bilim dalı değil. Daha çok, aynı anda birbirinden farklı konuların, birbirinden daha farklı açıklamalarının sürekli bir çalışma ve çekişme içinde oldukları bir alan. Benzer şekilde, dünya politikası ve komşu disiplinlerdeki yönelimler daha önce hem kullanışlı hem de entelektüel olarak geçerli görülen yaklaşımları geçersiz kıldığında, temel yeniden gözden geçirmelere tanık olmuş bir alan. Bu nedenle uluslararası ilişkiler teorisini geçmişten çekirdek olarak alıp olgunluğa erişinceye kadar geçirdiği safhaları açıklayıcı bir prensipler dizisi halinde sunamayız. Yapılabilecek olan, geçmiş  gözlemcilerin uluslararası
politikanın doğası ve mantığını anlamak için kullandıkları farklı ve dağınık yoIları ve metotları gözler önüne sermek. Bizim temsili safhalarımızın da böyle bir amaçtan öte bir hedefi yok .

1. İdealist Dünya Görüşü

Uluslararası ilişkilerin akademik bir disiplin olarak ortaya çıkışı Milletler
Cemiyeti'nin kuruluşuyla aynı zamana rastlar. Yeni örgütün eski usul uluslararası politikayı ortadan kaldırarak uluslararası ilişkileri tamamen değiştirmesi ve devamlı barışı yaratacak şartları hazırlaması bekleniyordu. Dönemin akademisyenlerinin de bu arzulardan etkilenmemesi olanaksızdı. Uluslararası ilişkilerin bir akademik disiplin olarak doğuşunu değerlendirirken kesinlikle unutulmaması gereken şey, bu disiplinin dünya politikasını anlamak ve dolayısıyla gelecek savaşları önlemek için kontrol yolları bulma arzusundan kaynaklandığıdır. Bu nedenle ilk uluslararası ilişkiler kürsüsünü kurmak üzere Wales Üniversitesi'ne verilen başvuru mektubunda yeni disiplinin amacının, "Milletler Cemiyeti projesi tarafından vurgulanan hukuk, politika, etik ve ekonomi ile ilgili problemlerin araştırılması ve farklı medeniyetler arasındaki anlayışın geliştirilmesine
katkıda bulunulması" olarak belirtilmesi hiç şaşırtıcı değildi.

Atlantik'in öteki yakasında ise, Amerikan liberal uluslararasıcılık geleneğinden gelen görüşlerin, o sıralarda bu grubun başını çeken Woodrow Wilson'ın Milletler Cemiyeti fikirleriyle kaynaşması sonucu ortaya çıkan ve daha sonraları idealistler olarak adlandırılacak olan bir grup düşünür de, aynı sıralarda, uluslararası ilişkilerin diğer pek çok gözlemci si gibi, milletler arasındaki çalışmayı en aza indirgeme, işbirliğini ise en
üst seviyeye çıkartma ile meşgul olmaktaydılar. İdealistleri diğerlerinden ayıran, uluslararası hukuk ve uluslararası örgütler gibi uluslararası ilişkilerin hukuki-resmi yönleri ile insan hakları gibi moral yönleri üzerinde dikkatlerini yoğunlaştırma eğilimleriydi. (42) İdealistler, I. Dünya Savaşı'nın hataları bu tür bir yıkımın yeniden yaşanmaması için neler yapılması gerektiğini öğrendiklerini söyleyerek ne çıktılar. Onlara göre, hukuka saygı, ortak evrensel değerler ve Milletler Cemiyeti gibi uluslararası örgütlerin gelişmesine dayanan yeni bir dünya düzeni kurulmalıydı.

Aşağı yukarı iki savaş arası dönemi kapsayan, uluslararası ilişkilerin bağımsız bir disiplin olarak ortaya çıktığı bu ilk dönemlerde, akademisyenler, görüldüğü üzere, oldukça iyimserdiler ve gerçekten de 1919'da Wales Üniversitesi'ne verilen  mektuptaki sözlerine sadık kaldılar. Dünyanın gerçekte nasıl olduğundan çok, nasıl olması  gerektiğiyle
ilgilenecek ve ikisi arasındaki farkı hem teoride hem de pratikte  ayıramayacak kadar ahlakçı, devletlere neler yapmaları gerektiğini söyleyecek ve yaptıklarını koydukları kurallar çerçevesinde değerlendirecek kadar hukukçu ve diğer bilim dallarından yeni ve farklı bir bütün oluşturmak üzere ödünç aldıkları kavramlar konusunda oldukça eklektik idiler. Fakat II. Dünya Savaşı'nı öngörme ve engellemedeki başarısızlıkları idealistlerin sonunu hazırladı ve 1945'den hemen sonra realist yaklaşımın uluslararası ilişkilere uygulanmasının yolunu açtı.

2. Realist Yaklaşım

1930'Iardan itibaren gelişme gösteren dünyadaki politik karmaşa, diktatörlerin çeşitli ülkelerde hızla yönetimi ele geçirmeleri ve Milletler Cemiyeti'nin uluslararası gelişmeler karşısındaki etkisizliği, genel olarak düşünürler ve özellikle de uluslararası i1işkilerle ilgilenenler arasında umutsuzluk ve sinisizm duyguları yaratmıştı. Sistemden duyulan hayal kırıklığı özellikle Amerikalı düşünürler arasında göze çarpmaktaydı.

Yaygın olan kanı idealist reformcuların inançlarında yanılmış oldukları yönündeydi. Bireyler ne mükemmeldiler, ne de mükemmelleştirilebilirlerdi ve ahlakın uluslararası ilişkiler araştırma ve uygulamalarında herhangi bir rolü olamazdı. Örgütler ise savaş tehdidi tamamen ortadan kaldırılmadan reforme edilemezlerdi. Genellikle askeri güçle özdeşleştirilen "güç" ulus-devletlerin aralarındaki ilişkilerde tek mutlaklık olarak görülmeye başlanmıştı. Bu bağlamda güç politikalarının da amoral veya irrasyonel değil, fakat kaçınılmaz oldukları kabul edilmekteydi.

Akademik çevrede ise, idealistler kendi fikirlerinin iki savaş arası dönemde
tamamıyla uygulanmadığını ve dolayısıyla test edilmediklerini savunurlarken, E. H. Carr test edildiklerini, fakat Avrupa'nın tamamını ve dünyanın yarısını çiğneyip geçen ordulara karŞı duramadıklarını söylüyordu. (43) Her ne kadar realizmin entelektüel kökenIeri 16. Yüzyılda Prens'i yazan Machiavelli'ye kadar uzatılabilirse ve her ne kadar Carr idealistlere saldırının öncülüğünü yapmışsa da, uluslararası ilişkilerde II. Dünya Savaşı'ndan sonra beliren realist düşünceye en büyük entelektüel destek, daha sonraları realist okulun babası olarak da anılacak olan Hans J. Morgenthau'nun i948'de yayınlanan ve uluslararası ilişkilere daha kavramsal bir yaklaşım getiren kitabı Politics Among Nations'dan geldi. (44) Burada Morgenthau, insan davranışlarının ve dolayısıyla devletlerin
davranışlarının açıklanmasında güce ulaşma mücadelesinin nemini vurgulamaktaydı.

Daha sonraları Henry Kissinger, George Kennan ve Kenneth Waltz gibi
ABD kökenli yazarların Morgenthau'ya destek oldukları realist okul da, en az idealistler kadar, çalışmaların önlenmesi sorunuyla ilgiliydi. (45) Fakat, realistler, uluslararası ilişkileri neredeyse tamamıyla ulus-devletler arasındaki güç ve çıkar mücadelesi olarak gördüklerinden dolayı, uluslararası hukuk ve örgütlerin etkisi ve mümkün olan uluslararası işbirliğinin çapı konularında daha az iyimserdiler. Bir realist için bütün
ülkelerin nihai hedefi düşman ve anarşik ortamda güvenliğini sağlamaktır. Bu nedenle bütün politikaları ulusal güvenliği sağlayacak güç hesaplarıyla belirlenir. Durumlarından memnun olan devletler dış politikalarında statükoyu korumaya  çalışırlarken, memnun olmayanlar ise yayılmacı dış politika izlerIer. Real-politiğin gerçeklerine bağlı olarak ittifaklar yapılır ve bozulur, dostluklar kurulur veya eski dostlar reddedilebilir.

Bu arada Atlantik'in Avrupa yakasındaki paralel bir akımın üyeleri ise (bunlar daha sonraları İngiliz Okulu olarak anıldılar) özellikle uluslararası sistemin ne kadar anarşik olduğunu ve merkezi bir kural koyucu olmadığını vurguluyorlardı. (46) Ancak bunlar uluslararası ilişkileri doğrudan kaos olarak değil, fakat bir çeşit "toplum", yani belirli teamüllere göre etkileşim içinde olan devletler grubu olarak gördüler. Bu teamüller, diplomasi, uluslararası hukuk, güç dengesi, büyük güçlerin etkileri ve belki de en tartışmalı olarak "savaş"ın kendisi idi.

Realistlerin uluslararası hukuk ve örgütler gibi konulardan çok askeri strateji, ulusal gücün elemanları, diplomasi ve devlet yönetiminin diğer araçları ile ulusal çıkarların doğası üzerinde yoğunlaşmaları, tarihsel perspektiften baktığımızda, pek de şaşırtıcı değil. Bunlar II. Dünya Savaşı'ndan kendi derslerini aldıklarını söylüyorlardı. Buna göre gelecekteki savaşları önlemenin yolu resmi-hukuki yapılanmalar veya ahlaki kurallara dayanmak değil, olası saldırganları caydıracak bir güç dengesine veya dünyanın polisliğini yapmaya arzulu olan bir güçler uyumuna (concert or powers) dayanmaktı. Bu fikirlerin akademik çevrede çekiciliği o kadar fazlaydı ki, uluslararası ilişkilerin 1945'den sonra akademik bir disiplin olarak giderek belirginleşmesiyle birlikte, realizm
bu alanın tek değilse bile dominant yaklaşımı haline geldi. Aslında araştırmacılar daha sonraları Morgenthau'nun klasik realizmine ikinci defa baktıklarında, bu "realizmin" özünde insan dürtüleri hakkında karamsarlık ve siniklikten başka bir şey olmadığını gördüler. Buradan hareketle politik realizmi de devlet dışındaki aktörlerin önemini yadsıması, askeri güç ile özdeşleştirdiği güç kavramıyla aşın meşguliyeti, devletlerin giderek artan karşılıklı bağımlılığını gözden kaçırması ve dünyayı sadece benzer ulus devletlerden oluşan homojen bir yapıda görmüş olması açılarından eleştirdiler. Ancak yine de, özellikle Soğuk Savaşın belirgin şekilde hissedildiği 1950'Ier boyunca, bunların hiç biri sorgulanmadı ve o günkü ortamda güç teorileri uluslararası ilişkilerin açıklanmasında oldukça doğal görüldüler.

Bu arada, realist düşüncenin uluslararası ilişkiler disiplinine belki de en önemli katkısı, Morgenthau'nun metodoloji olarak uluslararası ilişkileri kurumlar veya olaylardan çok kavramlar aracılığıyla incelemenin öncülüğünü yapmasıdır. Morgenthau, öncelikle, siyasi tarihin ve güncel olayların tanımlanmasına ve  anlatılmasına' dayanan araştırmayı reddetti. Bunun yerine tarihten, realistlerin "kanunlar" dedikleri genel kalıpları
elde etmeye çalışan bir araştırma şekli oluşturdu. Bundan sonra  araştırmalar olayların nasıl ortaya çıktığının anlatılmasından çok, niçin böyle olduklarının açıklanması üzerinde odaklaştılar. Benzer şekilde, Carr da disiplinin politika tavsiyeleri yapmak için kullanılmasından önce uluslararası politikanın temel kanunlarını anlaması ve açıklaması
gerektiğini ileri sürerek normatif ve hukuksal analizi de disiplinin periferisine itti.

Onların başlattığı bu süreç uluslararası ilişkileri geleneksel alanlar olan tarih, hukuk ve felsefeden daha da uzaklaştırırken, devletlerin çeşitli davranışlarının nedenlerinin araştırılmasında sosyoloji, ekonomi ve psikoloji gibi diğer sosyal bilimlere yaklaştırmıştır.

3. Davranışsalcı Başkaldırı

1960'ların başlarından itibaren realizmin baskın konumuna karşı meydan okuyan düşünürler ortaya çıkmaya başladı. (47) Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, çeşitli akademisyenler, özellikle, realizmin "Uluslararası sistem güç için mücadele eden devletlerden oluşur" fikrini sorgulamaya başladılar. Bunlar tek bir politik aktöre odaklanmayı ve devletin bütüncül-rasyonel bir aktör olduğu varsayımını sorguladılar. Güç konusunda sabit fikirli davranıldığını ve uluslararası politikaya etkide bulunan güvenlik dışı çeşitli faktörlerin aşırı basitleştirildiğini savundular. Bir kısım akademisyen de realist varsayımlar test edildikçe, bunları destekleyecek çok az sistematik delilin ortaya çıkması ve bunların gerisindeki mantığın çoğunlukla muğlak ve kesinlikten uzak olarak belirmesi konusunda endişelerini belirttiler. Bütün bu eleştirilerin sonucunda, özellikle davranışsalcı (behaviouralist) okul, sosyal bilimlerin diğer dallarında da olduğu gibi, Ortodoks uluslararası ilişkiler yaklaşımlarına hem metodolojik hem de kavramsal düzeyde alternatif olarak belirdi.

Takip eden tartışmanın, daha önce de ifade ettiğimiz gibi, özellikle metodolojik kısmı oldukça sert ve acımasızdı. Aslında tartışma realistleri de aşıyor,davranışsal yaklaşımın toptan gelenekçiler diye adlandırdığı realist ve idealistlerin metodolojisine yöneliyordu. Tartışmadil, temsilcilerinin büyük kısmını Amerikalı akademisyenlerin oluşturduğu "bilimsel-davranışsalcı" uluslararası ilişkiler okulu gelenekçilerin Ortodoks
araştırma tekniklerinden uzaklaşıp, yeni ölçülebilir ve gözlemlenebilir değişkenleri incelemeye yönelirken, (48) özüne daha sadık kalan İngiliz okulu ise Amerikan politik bilimcilerin yanlışlıkla "bilimsel" diye adlandırdıkları, aslında "pespaye" yaklaşımlarına karşı kanaat ve tarihi veri kabul ederek yerini korudu. (49)

Davranışsalcı-gelenekçi tartışmasının ayrıntılarına burada tekrar girmeyeceğim, ancak şunu söylemek yeterlidir ki davranışsalcı ataktan realizm büyük darbe alarak çıktı ve yıkılmadıysa da uluslararası ilişkiler disiplinindeki tek egemen düşünce sistemi olma konumunu diğerleriyle paylaşmak zorunluluğuyla karşı karşıya geldi. Bu arada, uluslararası ilişkilerde geleneksel paradigmaya meydan okuyan davranışsalcı yaklaşımın, uzun vadede, üç önemli açıdan başarısız olduğunu da
vurgulamak gerekir. Öncelikle, realizm ve daha sonraki varyantı neo-realizm uluslararası ilişkilerin akademik ve siyasa-bağlantılı (policy-related) çalışmalarında egemen yaklaşım olarak kaldı. Gerçekten de neredeyse diğer bütün yaklaşımlar şu ya da bu şekilde basitçe realizmin eleştirileriydiler veya onun eleştirilerinden yola çıkarak geliştirilen
yaklaşımlardı. İkinci olarak, davranışsalcılık tarafından ortaya atılan teorik meydan okumanın kendisi; yani "devlet" in bilim-öncesi (pre-scientifie) çalışmalarını ve diğer konvansiyonel tarihsel kavramları yeni bilimsel teorilerle değiştirme iddiası da, yeterince ileri götürülemedi. Çünkü devletle ilgili alternatif bir teori geliştirilemedi. Son olarak, veri toplamanın gücüne dayanarak yeni teorik sonuçlar ortaya çıkartılacağı sözünün de hiçbir zaman yerine getirilemediğini vurgulamak gerekir.

4. Parçalanma ve Yeni Paradigmaların Doğuşu: 1970'lerden Beri
Uluslararası İlişkiler

1960'larda davranışsalcı ekolün geleneksel yaklaşıma başkaldırısı başlayan süreçte realist paradigmanın uluslararası ilişkiler disiplinindeki tekelci rolü 1970'lere doğru önce plüralist ve sonra da globalist paradigmalarca sarsıldı. Bu sürecin sonucunda uluslararası ilişkiler araştırmalarının 1970'lerde giderek daha fazla global bağımlılık (dependeney) ve/veya karşılıklı bağımlılık (interde-pendeney) kavramlarıyla ve bunların dünya politikası üzerindeki etkilerinin araştırılmasıyla ilgilenmeye başladıklarını görüyoruz.

Buna bağlı olarak, uluslararası ilişkilerde devletin rolü, uluslararası işbirliğinin doğası ve belki de en önemlisi, global ajandada ekonomik ve sosyal önceliklerin diplomatik ve askeri önceliklere göre göreli konumları yeniden incelenmeye başlandı. Bu yeni düşünce tarzı zamanla kaçınılmaz olarak politika ve ekonomi ilişkisinin dünya politikasındaki yerinin yeniden değerlendirilmesine yol açtı. Buradan hareketle, daha sonraki diğer transnasyonal ve sistemsel teoriler hakkındaki çalışmaların da
katkısıyla uluslararası ilişkiler disiplini içinde önemli alt-disiplinler gelişti. Bunlardan iki tanesi özel dikkat gerektirecek kadar önemlidir: dış politika analizi ve uluslararası ilişkilerin ekonomi-politiği.

5. Dış Politika Analizi

Dış politika analizi ve özellikle dış politika çıktı ve kararlarını belirleyen
faktörlerin araştırılması konusu (yani karar-verme kuramının uluslararası ilişkilere uygulanması), oldukça iddialı ve pek çok açıdan realizmin temel prensiplerine başarılı bir meydan okuma çabasıydı. (50) Dış politikanın nasıl yapıldığını araştırırken, realizmin devletin bütüncül bir aktör olduğu, gücünü maksimize etmek veya ulusal çıkarını savunmak için rasyonel hareket ettiği, dış politikaların ülkelerin iç karakterleri ve dinamiklerinin bir sonucu olmasından çok sisteme yönelmiş tepkiler olarak ortaya çıktığı gibi bazı merkezi varsayımlarını reddeder. Bunların yerine, dış politika analizi, dış politika yapımı sürecinin kompozisyonunu önce bürokratik ve bireysel parçalanmışlık ve devletin içindeki rekabet bazında, daha sonra da devlet içindeki kanun yapıcılar, basın, kamuoyu, ideoloji gibi daha geniş faktörlerin girdileri bazında inceler. Bunu yaparken de, devletlerin bu şekilde belirlenen dış politikalarının, aralarındaki nemli farklılıklara
rağmen, "gözlemciye belli genellemeler yapma olanağı sağlayan yeterli düzeyde benzer ve dolayısıyla karşılaştırılabilir davranış kalıplarına sahip olduğu"  varsayımından yola çıkar. (51)

O zamana kadar, realizm ülkelerin iç dinamiklerinin dış politikaların
oluşturulmasındaki önemini yadsıyordu. Bu nedenle farklı ilkelerin değişik yasal, tarihsel ve sosyal kurumlarının dış politikanın yapılmasını ve uygulanmasını nasıl etkiledikleri araştırılmıyordu. Bu yeni yaklaşım sayesinde hem bu tür çalışmaların hem de buradan hareketle karşılaştırılmalı dış politika analizi çalışmalarının yolu açılmış oldu. Sonuçta, realist teorinin, "devletlerin ulusal çıkarlarını hesaplayarak her an güçlerini artırmaya çalışan rasyonel aktörler olarak ele alınabileceği" varsayımının, ülkelerin dış politika analizini yaparken yetersiz ve çoğunlukla da yanıltıcı olduğu ortaya çıktı.

Görüldüğü üzere, dış politika analizinin realizme en önemli meydan okuması, realizmin, devletlerin iç yapılarına ve oradaki değişikliklere atıf yapmadan kendine özgü birimler olarak ele alınabilecekleri iddiasına yöneliktir. Kullanılan temel varsayım, dış politikanın özünde karar-vericiler olarak adlandırılabilecek bir grup insan tarafından alınan bir seri karar olduğudur. Bundan hareketle, dış politika davranışlarının dışsal bir uyancıya karşılık olarak kendiliklerinden ortaya çıkmadıkları, aksine devlet içinde tanımlanabilir ve tanınabilir bir mekanizma tarafından üretildiği sonucuna ulaşılabilir. Bu yaklaşımın benimsenmesi, dış politika analizini kaçınılmaz olarak kişilerin veya daha tipik olarak önceden belirlenmiş bir çerçevede hareket eden ve hangi davranışın seçileceğine karar veren bir grubun davranışlarını açıklama çabasına doğru yönlendirir. Böylece araştırmanın ana hedefi artık, normalde kuramsal bir varlık olan fakat geleneksel analizcilerce kendisine neredeyse insancıl meziyetler atfedilen devlet olmaktan çıkar ve devlet adına karar vererek tanımı gereği "devletin kendisi" haline gelen bireylerin davranışlar olur.

Sonuç olarak da, devletlerin dış politika davranışlarını uluslararası ortam açısından açıklamak yerine, Synder ve arkadaşlarının ileri sürdükleri gibi, bunları en iyi şekilde karar-vericilerin algılamalarıyla açıklamak düşüncesine varılır. (52) Dış politika analizinin göstermeye çalıştığı sadece iç faktörleri analizin içine almanın dış politika yapımının ve onun irrasyonelliklerinin daha inandırıcı bir yorumunu sağladığı değildi. Aynı zamanda, bir ülkenin iç çevresi ve sürecinin dış faktörlerden (devletin kendisi bunların aktif katılımcısı olsun veya olmasın) nasıl etkilendiğinin
gösterilmesinin de gerekli olduğunu anlatmaya çalışıyordu. Bu özellikle ekonomik süreçler için geçerliydi. Örneğin, dünya petrol fiyatlarının artması, devletler ne yapmayı seçerlerse seçsinler, bütün devletleri öyle ya da böyle etkilemişti.

Toplumlar, devletler arası (inter-state) olmaktan çok transnasyonal şekilde etkileşim içinde idiler ve bu bağların dış politika üzerinde etkileri vardı. Bu tür dış etki ve meydan okumalarla karşılaşınca devletler, duruma bağlı olarak, bunları boşa çıkartmaya veya özümseyerek kendilerini bunlara uydurmaya çalışıyorlardı.

Doğal olarak dış politikanın iç kaynaklarının vurgulanması, daha önce ifade
edildiği üzere, dış faktörlerin ulusal politikaya etkileri üzerinde yoğunlaşma eğiliminde olan geleneksel analizden önemli bir ayrılığı temsil etmekteydi. Ancak, gelenekçilerin çeşitli kuramsal kavramlarının davranışsakılarca reddedilmesinden doğan dış politika analizi ne yazık ki devletin kendisini açıklayabilecek bir teoriye  dönüşemedi. Onun da kendi limitleri vardı: kararlara yönelik dar ve fetişist bir ilgi ve iç çevreye yönelik sosyolojik açıdan saf bir yaklaşım. Bu nedenle, daha en başında "dış" ve "politika" gibi temel terimlerin tanımlanması sorunuyla başlayan bir dizi kavramsal ve ampirik problemi de beraberinde getiren dış politika analizi, devletin iç ve dış rolleriyle birlikte kapsamlı ve bütüncül bir analizine varma şansını değerlendiremedi. Fakat yine de, bu soruları gündeme getirmesi ve iç-dış ilişkisini yeni bir ışık altında incelemeyi mümkün kılmış olması dış politika analizinin başarıları olarak kabul edilebilir.

Dış politika analizinin açtığı yoldan benzer çerçevelerden faydalanan ve
toplumlarla devletlerin nasıl giderek artan oranda bağlantılı olduklarının açıklanmasında karşılıklı bağımlılık kavramını kullanan yeni bir yaklaşım da bu sıralarda ortaya çıkmaya başladı.

6. Karşılıklı Bağımlılık ve Uluslararası İlişkilerin Ekonomi Politiği

1970'lerden beri karşılıklı bağımlılık alanında yazılanlar iç ve dış bağlantıların farkına varmanın fırsatlarını ve tuzaklarını gayet iyi gösterir: bir taraftan aralarındaki bağlantıyı araştırmayı sağlayacak bir çerçeve sağlarken, öte yandan sıklıkla bu ilişkinin fazlasıyla basitleştirilmesine ve artık her şeyin karşılıklı-bağımlı olduğu iddiası gibi bir kolaycılığa yol açar.

Karşılıklı bağımlılık, ilk defa ekonomi disiplinine bağlı olarak ortaya atılmıştı. Buna göre, iki devletin güçleri aşağı yukarı eşitse ve karşılıklı etkileşimleri her birini diğerinin hareketlerine karşı önemli oranda hassas yapacak düzeyde ise, o iki devletin ekonomileri karşılıklı-bağımlı demekti. Yani karşılıklı bağlantı hassasiyet üretiyordu ve dolayısıyla her bir tarafın neler yapabileceği üzerinde sınırlamalar oluşturuyordu. Köken itibariyle bu, pratikte devletler arasında artan ticaretin barışı da güçlendireceği fikrinin
ifadesi idi ve I. Dünya Savaşı'ndan önce işitilmeye başlanmıştı. 1970'lerde güçlü bir teori olarak ortaya çıkması ise dünyadaki bazı ekonomik gelişmelere (dolardaki düşüş, petrol fiyatlarındaki ani artış) ve Vietnam savaşının Amerikan kamuoyundaki politik yankılarına bir karşılık idi. Dünyanın devlet-merkezli, strateji-eğilimli realist görünümü geçmiş zamanlar için geçerli olmuş olsa bile, eski bariyerlerin yıkıldığı ve ekonomik ve politik güçlerin devlete giderek daha az nem verdikleri bu modem çağda, artık geçerli olamazdı.

Özellikle Robert Keohane ve Joseph Nye'ın çalışmalarında ortaya atılan bu
yeni şekliyle karşılıklı-bağımlılık üç önemli varsayıma dayanmaktaydı:

1) Devlet uluslararası ilişkilerdeki baskın konumunu çokuluslu şirketler gibi "devlet-dışı" aktörlere ve güçlere kaybediyor;
2) Artık, uluslararası düzeyde askeri ve stratejik meselelerin tepede
"high politics"i, diğer ekonomik ve refah meselelerininse daha aşağıda "low
politics"i oluşturduğu hiyerarşik bir düzen geçerli değil;
3) Askeri güç uluslararası ilişkilerdeki göreli önemini kaybediyor. (53)

Ancak, o günden beri karşılıklı bağımlılık teorisi pekçok açıdan eleştiriidi. Waltz bu teorinin tarihsel perspektiften yoksun olduğunu ve karşılıklı-bağımlılığın, pek çok açıdan, daha önceki yıllarda daha nemli oranda yaşandığını ileri sürdü ve "giderek artan karşılıklı-bağımlılık" fikrini çatışmanın kışkırtıcısı olarak gördü. (54) Benzer şekilde, Northedge veBull devletlerin nüfusları üzerindeki kontrollerini  kaybetmelerinin veya
uluslararası ilişkileri yönlendirme sorumluluğundan vazgeçmelerinin doğru veya arzu edilebilir olduğu görüşüne karşı çıktılar. Bütün bu "global meseleler" ve "evrensel müşterekler"e rağmen, barış, açlık, ekolojik denge gibi meseleleri çözmede sorumluluğu alan, iyi veya kötü, devletler idi. Bireyler hala kendilerini devletleriyle tanımlıyorlar ve güvenlik, temsil ve refah fonksiyonlarını yerine getirmesini hala devletten bekliyorlardı. Öte yandan, Marksist eğilimli akademisyenlerde karşılıklı-bağımlılığın,
en iyi ihtimalle, sadece küçük bir grup gelişmiş Batı ülkeleri için geçerli olduğuna ve bunun Kuzey-Güney ilişkilerine uygulanmasının emperyalist sistemin bir araya getirdiği güç ve refahın yansımalarını içinde sakladığına işaret ettiler.

Karşılıklı bağımlılık fikri aynı zamanda 1970'lerin ikinci yarısında ve 1980'Ierin başında uluslararası ilişkilerdeki güç politikalarına dönüşten de etkilendi. Hem Doğu-Batı, hem de Üçüncü Dünya çerçevesinde askeri gücün önemini kaybettiği gözlemi artık daha az belirgindi. Uluslararası ilişkiler tekrar ve oldukça geleneksel olarak yeniden genelde devletler ve özeııikle de büyük güçler etrafında yoğunlaşmış gibiydi. Ayrıca devletin gücünü ve merkeziliğini kaybetmesinin de iç savaş durumlarında (Lübnan, Sri Lanka) olsun, arzu edilmeyen transnasyonal süreçlerin (terörizm, çevre kirliliği gibi) büyümesinde olsun, pekçok durumda karşılıklı-bağımlılık teorisini savunanların ima etttiği gibi olumlu değil, olumsuz bir yapıda ortaya çıktığı da görüldü. (55) Devlet-dışı aktörler de, çeşitli transnasyonal toplumsal hareketler gibi, o kadar da halim selim oluşumlar değildiler; nasıl ki ilk grup Oxfam, Bandaid ve Amnesty International'a ek olarak fanatik dinsel mezhepleri ve ırkçı gençlik hareketlerini içeriyorsa, ikinci grup da Mafya'yı da içine alıyordu. Ancak, burada vurgulanması gereken, ekonomi ile politikanın uluslararası ilişkiler kavramının ayrılmaz ve vazgeçilmez ikiz parçalan olarak görülmeye başlanmış olması ve uluslararası ekonomi-politikanın ayrı bir alt disiplin olarak belirmesidir. Bu gelişmelere bağlı olarak ortaya çıkan bir diğer yenilik de, dünya politikasındaki bütün karşılıklı etkileşim içindeki parçaların meydana getirdiği bir uluslararası sistem kavramının ortaya çıkmasıyla, genel sistemler teorisi'nin uluslararası ilişkiler alanına uygulanmasıydı.

Bu tür çalışmalar, uluslararası politik sistemin bir bütün olarak karakterinin, refah ve kaynakların uluslararası sistemdeki genel dağılımının, sistemin başlıca aktörlerinin bloklar halinde gruplaşma eğilimlerinin ve belli bir zaman dilimindeki global çatışma risklerinin incelenmesi gibi alanların kapısını açtı.

7. Neo.Realizm ve Diğerleri

Her ne kadar 1970'ler uluslararası ilişkiler alanında çok çeşitli açıklama ve
teorileşme çabalarına tanık olduysa da bunlar arasında bir anlayış birliğine ulaşmak mümkün olmadı. Özellikle uluslararası sistemin doğası hakkında yaygın bir anlaşmazlık vardı. Uluslararası sistem neleri içerir ve nasıl çalışır? Bu sorulara cevap bulmaya çalışan davranışsalcı atak sonrası çağdaş yaklaşımlara bakacak olursak; çoğunlukla uluslararası ilişkilere konservatif bakış açısını tekrar vurgulayan neo-realizm, yelpazenin öteki
ucundaki Marksist tabanlı dünya sistemi analizleri ve bu ikisinin arasında bir yerlerde bulunabilecek olan liberal kurumsallaşma yaklaşımlarının ne çıktıklarını görürüz.

Bunların aralarındaki temel farklılık ise esas olarak uluslararası sistemin nimetlerinin dağıtımında ekonomik ve politik faktörlerin göreli önemi konusunda farklılaşan görüşlerden kaynaklanmaktadır. Realizme yönelik eleştirilerden hareket eden neo-realistler, bir taraftan uluslararası ekonomi-politiğin endişeleriyle ilgilenirken, bir yandan da, genel analizde, devlet ve askeri-politik meselelerin önceliğini tekrar kurmaya çalıştılar. (56) Örneğin,
Staphen Krasner, Üçüncü Dünya ülkelerinin "yeni uluslararası ekonomik düzeni"nin genel kabul görmemiş olmasının altında bu devletlerin ekonomik zayıflıklarının değil, fakat devlet olarak zayıflıklarının ve uluslararası sistemdeki hakim güçlerin çıkarlarıyla çelişen prensipleri savunmalarının yattığını 'ne sürdü. Ayrıca Üçüncü Dünya ülkelerinin dünya ekonomisinin bazı kurumlarını ve uygulamalarını değiştirme çabalarını da zaten fakirlikten değil, fakat uluslararası karar-vermede daha çok güç ve etki sahibi olma endişesinden kaynaklandığını vurguladı. Benzer şekilde, Robert Tucker, uluslararası sistemin devamının sağlanmasında büyük güçlerin ve askeri kuvvetin devam eden önemini vurguladı ve Üçüncü Dünya devletlerinin geri kalmışlığını kendi içlerinden kaynaklanan politik ve ekonomik faktörlere bağladı. (57)

Bu arada, neo,realizmin merkezi kavramları en açık şekilde 1970'lerin sonuna doğru basılan iki çalışmada ortaya kondu: Hedley BuH, The Anarchical Society ve Kenneth Waltz, Theory of International Politics. (58) Her ikisi de bir taraftan önceki yirmi yılın eleştirilerinin haklılığını kabul ederken, diğer taraftan da bunları çürütmeye çalıştılar. Dolayısıyla, tekrar, uluslararası sistemde devletin merkeziliğini ve devlet-dışı aktörlerin gücünün ve rollerinin ikincilliğini vurguladılar. Aynı zamanda, diğer
transnasyonal faaliyetler gibi, ekonomik sürecin de güvenlik ve devamlılığını sağlayacak düzenlemeler getirmek için devletlere ihtiyaç olduğunu öne sürdüler. Karşılıklı bağımlılığın arttığı iddialarına karşı oldukça şüpheci davrandılar ve iyi ya da kötü, uluslararası ilişkilerin yönetilmesinde büyük güçlerin devam eden önemini vurguladılar.

Öte yandan, yine Kenneth Waltz ile birlikte Robert Gilpin, gücün
sistemdeki dağılımı üzerinde yoğunlaşarak ve sistemin bu güç dağılımı ile tanımlanan genel yapısının politik çıktıları nasıl etkilediğini araştırmak yoluyla klasik realizmin sınırlarını aşmaya çalıştılar. (59) Çalışmalarının ortaya koyduğu sonuç, gücün sistemde her zaman eşit olmayan bir şekilde dağılmış olduğu, kendi ulusal çıkarlarını en üste çıkarmak
isteyen güçlü devletlerin karşılıklı etkileşimlerinin uluslararası ilişkilerin herhangi belirli bir zamandaki karakterini ve yapısını belirlediği idi. Buna göre, güç dağılımı değiştiğinde, sistem de değişirdi. Bu yaklaşıma göre, uluslararası ilişkilerdeki en önemli tarihsel güç, en güçlü devletin bütün sistem üzerinde kendi politik hakimiyetini kurması, sürdürmesi ve koruması yolundaki arzusudur - ki bu durumun adı hegemonya (hegemony) idi.

Görüldüğü üzere, neo-realistler, ekonomik sorunların ve artan karşılıklı
bağımlılığın dünya politikasındaki önemini kabul ederler, ancak aynı zamanda her bir devletin çeşitli politikalarının, göreli gücünü maksimuma ulaştırma arzusu tarafından belirlendiğini de ne sürerler. Neo-realizm, bu şekilde realizmin eleştirilerine geleneksel öğretilerini tekrar vurgulayarak karşılık verirken, diğer teorisyenler uluslararası ilişkiler analizini kurulu ortodoksiden daha da uzaklara götürdüler.

Örneğin, Dünya Sistemi teorisi neo-realistler tarafından ortaya atılan politika ve ekonomi arasındaki nedensel bağlantıyı tersine çevirerek sunar. Bu yaklaşım, Marksizm'in ekonomik determinizm anlayışını kullanarak, devleti  uluslararası politik sistemin değil, fakat dinamikleri dünya politikasındaki değişimlere neden olan dünya kapitalist ekonomisinin bir aktörü olarak tanımlar. Bu çerçevede, bir  devletin en önemli amacı sermayenin kendi ulusal ekonomisinde toplanmasını özendirmektir ve gücün çeşitli yönleri de bu amaca ulaşmak için kullanılacak araçlardır.

Aralarındaki kavramsal farklılıklara rağmen neo-realizm ile dünya sistemi teorisi arasında pek çok paralellik var. Dünya sistemi teorisyenleri de hegemonya fikrini vurguluyorlar, fakat bunların hegemonyası öncelikle tarım, endüstri ve ticari ekonomik hakimiyet kuruyor. Ayrıca her iki yaklaşım da hegemonyanın tarihsel olarak çok kısa sürdüğünü ve çatışma ile düzensizliğin anarşik uluslararası sistemin kalıtsal parçaları olduğu konusunda anlaşır1ar. Zaten, 1980'lerin ikinci yarısında, bu ikisi arasında
bir yerlere koyulabilecek, en önemli temsilcileri ABD'de Robert Keohane ve
Staphen Krasner ile İngiltere'de Susan Strange olan, neo-realizmin oldukça kapsamlı ve uluslararası ekonomi-politik analizle bağ kuran yanını vurgulayan bir diğer yaklaşım da belirdi. (60)

Kurumsallaşma akımını savunanlar ise devletlerin, eğer giderek daha çok
karşılıklı bağımlı hale gelen uluslararası sistem içinde kendi ulusal çıkarlarını gerçekten en üst düzeye çıkartmak istiyorlarsa, buna yönelik politikalarını diğer devletlerle koordine etmeleri gereği üzerinde duruyorlar. Her ne kadar ilk kurumsallaşmacılar resmi uluslararası örgütleri politika koordinasyonu için en uygun yaklaşım olarak desteklemişlerse de, daha yeni çalışmalar global gündemdeki meselelerin oldukça farklı ilgi alanları olduğunu, her birinin değişik aktörler içerdiğini ve konularına özgü farklı
çözüm yollan gerektirdiğini ortaya koydular. Bütün sorunların ortak tek bir politik forumda çözümlenmesi yerine, şimdilerde, çeşitli uluslararası rejimlerin olduğunu/olması gerektiğini vurguluyorlar. Bu rejimler prensipler, normlar, kurallar ve okyanuslar veya para meseleleri gibi belirli alanlarla ilgili olarak yapılacak ortak hareketler ve alınacak ortak tedbirler için karar-verme prosedürlerini de içeren işbirliği düzenlemeleridir. Bunların bir kısmı tamamen kurumsallaşmış olabilirken (Örn: Gam, diğer bir kısmı da devletler arasındaki centilmenlik anlaşmalarından öteye geçmemiş
olabilir.

Neo-realist ve dünya sistemi teorisyenlerinden farklı olarak kurumsallaşmacılar karşılıklı bağımlılığın devletleri, ulusal çıkarlarını daha etkili ve etkin bir şekilde geliştirmek için, birlikte çalışmaya zorladığını ve nerede bir konuda artan karşılıklı bağımlılık varsa, orada devletler arasında daha gelişmiş kolektif karar-verme prosedürlerinin ortaya çıkacağını ileri sürüyorlar. Neo-realistler buna etkili uluslararası rejim ağlarının sadece uluslararası sistemdeki etkin bir egemenin gayretleri vasıtasıyla
kurulabileceğini, dolayısıyla rejim sistemlerinin egemenin çıkarlarını yansıtacağını ve sistemdeki önder gücün etkisi azaldığında rejimin etkisinin de azalacağını ileri sürerek karşılık veriyorlar.

Uluslararası ilişkilerin nasıl algılanması gerektiği konusundaki geleneksel
paradigmaya temelden meydan okuyan ve karşılıklı-bağımlılık ve uluslararası sistem yaklaşımlarıyla aynı zamanda ortaya çıkıp gelişen bir diğer yaklaşım da Dünya Düzeni Çalışmaları başlığı altında toplanabilir. çağımızda politik olsun, sosyal, ekonomik veya çevresel olsun sürüp giden krizlere bir çözüm bulmak amacıyla bir kısım araştırmacı 1970'lerin ortalarından itibaren uluslararası politik sistemin bizim bildiğimiz şekli ile
insanlığın şimdiki ve gelecekteki ihtiyaçlarını karşılama yetisi olup olmadığını sorgulamaya başladılar. Bu "dünya düzeni" teorisyenleri - Richard Faik, John B urton, Robert Johansen, Samuel Kim, Saul Mendlovitz - analizlerine bireysel refahın geliştirilmesi için şiddetin azaltılması, ekolojiye uygun gelişme, karar vermeye katılma, en geniş anlamında kendini geliştirme gibi minimum vazgeçilmezler olarak kabul ettikleri bir takım değerlerle başladılar. Varolan dünya düzeninin bu
değerlerin gerçekleştirilmesi yolundaki engellemelerini veya desteklerini değerlendirdiler ve bu değerlerin uygulanmasının en üst düzeye çıkartılabilmesi için varolan sistemin ne şekillerde değiştirilmesi gerektiğini araştırdılar.

Örneğin, John Burton, Dünya Toplumu (World Society) ve diğer
çalışmalarıyla bireysel ihtiyaçlar ve bu tür ihtiyaçlarca oluşturulan konu-spesifik bağlantı sistemlerine dayanan bir uluslararası ilişkiler teorisi geliştirdi. (61) Burton öncelikle akademisyenlerin çizdiği dünya tablosunun gerçekten içinde yaşadığımız dünyanın karmaşıklığını yansıtıp yansıtmadığını sorgulamaya başladı. Burton'a göre uluslararası
ilişkiler, esas olarak devletler arasındaki ilişkileriyle ilgilenen dominant devlet-merkezli "bilardo topu" modelinin aksine, devletlerin kendi parçalarını kontrol ettiğini veya uluslararası arenadaki en önemli etkileşimlerin merkezi olduklarını varsaymayan bir "dünya toplumu ağı" modeliyle anlaşılabilirdi. Buna göre uluslararası sistem konu spesifik
etkileşimlerin bir ağı idi ve bunun içinde devlet gücü ve askeri kuvvetin spesifik yapıları ayrı ve önemli, fakat tek ya da hakim olmayan bir rol oynuyordu. Bilardo topu modeli devletlerin ihtiyaç ve çıkarlarına bakarken, Burton bireylerin ihtiyaçlarına ve bu ihtiyaçların karşılanmamasının nasıl suç, terör ve savaşa yol açabileceğini inceledi.

Egemen görüş, gücü dünyanın merkezine oturtuyor ve baskı ve zorlamayı nihai araçlar olarak görüyordu. Burton ise gücü sadece varolabilecek değişik ilişkilerden biri olarak gördü ve bireyler arası çatışmaların çözümü tekniklerinin toplumun önemli sorunlarına çözümler üretmek için kullanılabileceğini ileri sürdü. Sonuçta, ürettiği politikaların pek de iyi çalışmıyor olmasından da hareketle, dominant görüşün dünyanın doğru modelini sunamadığı görüşüne vardı. Burton geleneksel uluslararası ilişkiler teorisinin temel aldığı bilim öncesi insan doğası görüşüne meydan okumada davranışsakı sosyal bilimi kullanarak dünya politikasının yeni bir anlayışına ulaştı. Böylece küçük gruplar ve bireysel aracılık yoluyla çatışmaların çözümü konusundaki özel vurgusuyla Burton'un çalışması devlet-merkezli uluslararası ilişkiler görüşünü, sadece bir alternatif analiz değil, fakat politikaya alternatif bir yaklaşım üreterek de kırmış oluyordu.
Paralel bir çalışmada ise Richard Faik, Dünya "Düzeni ModeIleri Projesi
(The World Order Models Project) ile uluslararası düzeyde devlet gücüne karşı çıkan ve yine insan ihtiyaçları ve transnasyonal, devlet-dışı, etkileşimlere dayanan bir alternatifler teorisi geliştirmiş bulunuyor. Her ne kadar dünya düzeni teorisyenleri ilk başlarda uluslararası ilişkiler disiplininin Ortodoks teorisyenlerince pek ciddiye alınmamışlarsa da, Soğuk Savaş'ın sona ermesi ve diğer güncel gelişmeler insanların ilgisini dünya düzeninin niteliğine çekti. Yirmi yıl kadar önce dünya düzencileri
tarafından ortaya atılan değerlerin benzerleri bugünlerde giderek daha belirgin olarak global gündeme oturuyorlar. Örneğin, 1972'de Stockholm'de ve 1992'de Rio de Janciro'da toplanan BM Çevre ve Gelişme konferansları, aynı şekilde i976'da Vancouver'da toplanan ve Haziran 1996'da İstanbul'da yapılan İnsan Yerleşimleri (Habitat) toplantıları. Amaç aynı: insanların yaşam standartlarını yükseltmek.

Bu arada Marksizm ile uluslararası ilişkiler analizlerinin gelişen ilişkisi de 1970 ve 1980'lerde diğer bir Ortodoks olmayan gelişmeye işaret ediyordu. Daha önce de ifade ettiğimiz gibi, Marksizm'in uluslararası ilişkilere girişi azgelişmişlik bağlamında idi ve genellikle de bu alanla sınırlı kalmıştı. Nihai zaferinin bilinen şekilleriyle ulusal ve uluslararası politikaları ortadan kaldıracağı evrensel proletarya sınıfının farazi birliğini temel alan klasik Marksist düşünce prensipte kozmopolitti. Bu nedenle, Marksizm'in sadece gelişmeyle ilgili alternatif görüşleri az da olsa vurgulanırken, savaşın nedenleri, sınıfların rolü, ideolojinin karakteri gibi uluslararası ilişkilerin merkezi meseleleriyle daha alakalı olan kavramları uluslararası ilişkiler analizine hemen hiç uygulanmamıştı.

Bir başka ifade ile, alternatif bir gündemin (Kuzey-Güney ilişkileri ve sömürünün uluslararası yapısı) önemini vurgularken Marksizm uluslararası ilişkilerin ana alanlarını göreli olarak dokunulmamış bırakmıştı. Tabii uluslararası ilişkilerin diğer sosyal bilimlere oranla Marksizm'den daha çok yalıtılmış olmasında, kuşkusuz ki alanın entelektüel gelişiminin çoğunlukla Marksizm'in büyük oranda uzak kaldığı Amerikan akademik çevrelerinde olmasının büyük etkisi olmuştur.

Ancak, 1980'lere gelindiğinde bu durum değişmeye başladı. Uluslararası ekonomi politik yazım içinde giderek artan oranda; uluslararasılaşan pazarın ve yeni yapıların neden ve sonuçlarının analizinde Marksist kavramların uygulandığı görüldü. Bu çerçevede, dış politika analizi çalışmalarında hem bürokratik ve yasal faktörlerin politika çıktılarını
nasıl etkiledikleri, hem de bunların bizzat kendilerinin nasıl ilgili ülkedeki daha geniş tarihsel, sosyal ve sınıfsal meseleler de dahil olmak üzere ekonomik faktörlerce şekillendirildiğinin analizini yapmak mümkün hale geldi.

Bu arada, kendisi de Marksizm'le eleştirel olarak ilgilenen tarihsel sosyolojik araştırmaların uluslararası mücadele ve devlet formasyonu konuları çerçevesinde giderek gelişen literatürü de, özellikle dış neden-iç neden ilişkileri ve devletlerin dünya sistemiyle hangi şekillerde etkileşim içinde oldukları konularında önemli sonuçları olan çalışmalar üretmekte. (62) Bu literatür, realizm ile Marksizm arasındaki tartışmanın büyük kısmının "devlet" konusu etrafında yoğunlaşmış olmasına rağmen bunun birbirinden oldukça farklı iki "devlet" kavramını içerdiğinin oldukça seyrek olarak anlaşıldığını vurgulayarak, realizmin, belki de en derinden benimsediği ve gözardı edilmiş yanı olan, devletin uluslararası hukuk ve politika  bilimlerinden ödünç alınan yasal-topraksal (Iegalterritorial) tanımını kullanmasını tartışmaya açtı. Sunulan alternatif devlet tanımı ise
Marksizm ve Weberci sosyolojiden ödünç alınan, devletin idari-cebri (administrativecoercive) bir varlık olarak görüldüğü ve bir bütün olarak oldukça farklı soruların (ki bu ulusal ve uluslararası ortamın nasıl karşılıklı etkileşim içinde oldukları, devletlerin ve bireylerin değişen ilişkisinin ve devletin refahtaki rolü ile neyin meşru hükümeti oluşturup oluşturmadığına dair değişen uluslararası standartlar gibi tartışmalı meseleleri içeriyor) analiz edilmesine olanak sağlayan alternatif bir kavramdır.

5. Pozitivizm-Sonrası Çağdaş Uluslararası İlişkiler: Eleştirel
Teori "Ve Postmodern Uluslararası İlişkiler
(63)

20. Yüzyılın son çeyreğine girilirken, uluslararası düşüncede normatif etiğe tekrar bir dönüş yaşanmakta olduğu göze çarpmaktaydı: Bu, aslında, 1950'lerin pozitivistampirik sosyal bilimlerinin günün problem ve meselelerini anlama ve çözümlemede yetersiz kaldığı, hatta yanlış formülasyonlar ortaya attığı fikrine bir karşılıktı. (64) Pozitivist-ampirik sosyal bilimlere yönelik şüphenin en son vardığı noktada ise eleştirel teori ile postmodernizm vardı. Bu arada, komünist Sovyet sisteminin yıkılmasından sonra, üzerinde yapılan ideolojik güç mücadelesinin yükünden kurtulan Marksizm'in, bir anlamda, sosyal bilimlerce yeniden keşfi ve uluslararası ilişkiler teorisyenlerince belki de ilk defa bu kadar ciddi olarak ele alınmasının da uluslararası ilişkilerde eleştirel teori ve daha sonra da postmodern okumaların yolunu açtığı söylenebilir.

"Eleştirel Teori" ve "post-modernizm"in oldukça muğlak ifadeler kullanan ve
birbiriyle neredeyse zıt şeyler söyleyen çok çeşitli türleri olduğu için, bunları belli gruplara ayırmak ve tanımlayarak anlatmak oldukça zor. (65) Zaten, özellikle postmodern yazarlar, bu tür bir tanımlanmaya ve kategorileştirilmeye direnerek buna engel olacak bir yazım stili kullanıyorlar. (66) Ayrıca, bu tür düşünceler, söylemin, normal olarak, dikkati çekmeyecek şekilde kalmasına 'izin verilen yönlerini gündeme getirmeye çalıştıklarından, düzlemsel anlatım yöntemi ile ortaya konulamazlar. Bu tür yazının tipik tekniği, örneğin, bilineni bilinmeyene döndürme veya bunun tersini gerçekleştirme olarak algılanabilecek olan defamiliarisation'ı içerir ve varolan teorilere yönelttikleri eleştiriler epey "derine" gittiğinden bunları anlamak, tanımlamak ve eleştirmek oldukça
zordur.

Ancak yine de, eleştirel teorının ve postmodernizmin bütün çeşitlerinin -
deconstruction, semiotics, genalogy, feminist psycho-analytic theory,
intertextualism ve bunların çeşitli varyasyonlarının - ortak bir yönü var: Uluslararası ilişkiler disiplinini kendi farklı kavram ve retoriğiyle ayrı bir söylem olarak ele almayı reddetmeleri, uluslararası ilişkileri daha geniş bir çerçeveye oturtmaya duyulan ihtiyacı belirtmeleri ve Aydınlanma sonrası Batı düşününün kriz içinde olduğunu düşünmeleri.

Önyargı, gelenek ve mutlak otoritenin Aydınlanmayla birlikte yerini özgürlük, rasyonel otonomi, mantığın gücü, bilimsel bilginin kullanılması ve insanın kendisi için düşünme arzusuna bıraktığı görüşü iki yüzyıl boyunca radikal ve ilerici düşüncenin (bu ister liberalizm, isterse Marksizm veya sosyal demokrasi olsun) kaynağı olmuş ve onu geliştirmişti. Ayrıca, bu kuramsal tavır, zamanla "modernity" dediğimiz kavramı oluşturan değişikliklerin de vazgeçilmez parçası haline gelmişti. Fakat, bu "rasyonel
değişim projesinin" kendisi rasyonel olarak açıklanabilir miydi? Bu somdan hareketle, örneğin, Marx ve Darwin, özgürleşme ve gelişmenin en önemli eserlerini vererek Aydınlanmayı yayarlarken, Nietzsche, aşağı yukarı aynı zamanda,  aydınlanmanın eleştirisini ortaya koyuyordu. Nietzsche ve onun izinden ilerleyen Heidegger 19. ve 20. Yüzyılda hakim olan düşünce sisteminin (pozitif ve ampirik analizle birlikte ortaya konan aydınlanmanın rasyonel düşüncesi) insanlığı yıkıma götürdüğünü ve aydınlanmanın özgürlüğü sağlamaktan çok dehumanization'a yol açtığını ne sürdüler.

Bu durum karşısında yakın zamanda iki tipik reaksiyon ortaya çıktı:

1) Aydınlanma'nın eski usullerle savunulamayacağını görseler de bundan vazgeçrnek istemeyenler (eleştirel teori). Bunlar kendilerini Kant ve onun devamı olan düşünürlerle ilişkilendirerek "eleştiri" ve "teori" üretmeyi istiyorlar;
2) Aydınlanmayı, Urettiği söylemleri ve rasyonellikle bilim hakkında ortaya attığı monolog anlatımı terketmeyi ve bu temeller olmadan yaşayıp düşünmeyi isteyenler (post-modernizm). Bunlar "modern"i Aydınlanmanın "modernity"sinin kısa versiyonu olarak ele alıp, teori üretme arzusu eski düzenin bir parçası olduğundan, "teori" kelimesinden kaçınıyorlar.


...devamı 3. bölümde

1           2           3           Dipnotlar