III- Uluslararası İlişkiler Çalışmaları ve Yaklaşımlarının
Gelişimi
Uluslararası ilişkiler-disiplininin kökleri hakkında iki
ayrı görüş geliştirilebilir:
a. Tarihsel Yaklaşım
Bu yaklaşım, disiplinin köklerini eski Yunanda M.Ö. 4.
Yüzyılda Peleponnez
Savaşları hakkında yazan Thucydides'e [MÖ. 460-400] kadar
takip eder. (29) Thucydides
tarihi olduğu anda, olduğu gibi yazıyordu ve yazdıklarının
gelecekte dikkate alınacağını
umuyordu. Konuşturduğu Atinalı komutanlardan birinin "Komşular
arasındaki düşmanlık
bağımsızlığın ayrılmaz parçasıdır" ifadesi uluslararası
ilişkilerde daha sonra geliştirilecek
olan egemenlik ve anarşik uluslararası ortam kavramlarının
ilkel köklerine işaret eder. (30) Thucydides'le birlikte aynı dönemlerde yazan Mencius ve
Kautilya gibi düşünürler de
bağlı oldukları yöneticilere, kontrol ettikleri devletin
ötesindeki politikalarının yönetimi
ile ilgili tavsiyelerde bulunmuşlardı. (31)
Daha sonraları Batı politik düşüncesinin hemen hemen bütün
büyük ustalarının,
Aristoteles, Augustinus, Machiavelli, Hobbcs, Locke, Kant ve
diğerlerinin, hep bu
konuyla ilgili söyleyecek bir şeyleri olmuştur. Ancak, bu
dönemin en büyük özelliği, bu
düşünürlerin uluslararası politikaya ne kadar az dikkat
sarfetmiş olduklarıdır. Onların esas
ilgi alanları hep iç politik dinamikler olmuştur. Fakat, yine
de daha sonraları disiplinin
temellerini oluşturacak birtakım söylemler de bu dönemde
ortaya çıkmaya başlamıştı. Bu
dönemde disipline önemli katkılarda bulunan ilk düşünürler
Guicciardini ve
Machiavelli gibi İtalyan tarihçiler ile Vitoria gibi İberyalı
hukukçulardı. "Devlet" ve
"cgemenlik" gibi kavramlar ilk olarak bu düşünürlerin
eserlerinde daha sonra geliştirilecek
olan ilkel tanımlarını buldular.
17. Yüzyıla gelindiğinde bu çerçevede devam eden tartışmalar,
birtakım temel
hukuki ve tarihsel kavramların daha geniş ve açıklayıcı
seküler çerçeve ve düşünce
sistemlerine uyarlanmaya başlamasıyla yeni bir soluk buldu.
Örneğin, Jean Bodin,
egemenliğin tanımlanması ile egemen aktörler arasındaki
etkileşimler üzerine tartışmalar
başlattı. Bu etkileşimin önemli bir özelliğinin, katkıda
bulunan taraflar üzerinde herhangi
bir nihai otoritenin olmaması ve dolayısıyla hiçbir hukuki
aracının aralarındaki
mücadeleye hakemlik etmek üzere müdahalede bulunamayacağı
olduğunu gördü. Bu
nedenle, bu tür bir ortamda, sistemin devamı için prenslerin
sözlerini tutmaları şart
oluyordu. Bir süre sonra Bodin'in bu gözlemlerinden ''pacta sunt servanda'' prensibi
olarak söz edilmeye başlandığında ise "egemenlik" kavramının
oldukça kesin bir
tanımlanması yapılmış oluyordu.
Benzer şekilde, Thomas Hobbes prensler arasındaki ilişkileri
"toplumsal
sözleşme" kavramı çerçevesinde ele aldı ve alakalı bir kavram
olan sözleşme öncesi
anarşik doğal hal (state of nature) kavramını ilk defa
devletler arası ilişkilere uyarladı.
Egemen otoriteye sahip krallar ve şahıslar,
"bağımsızlıklarından dolayı, sürekli devam
eden kıskançlıklar ve savaş durumu demek olan, gladyatörlerin
konumuna benzer bir doğal
hal içindedirler". (32) Bu uyarlama o zamandan beri uluslararası
ilişkiler tartışmalarının
merkezinde yer alacak kadar önemli bir kavramsal buluştu. Bu
arada, Jean-Jacques
Rousseau devletlerin anarşik uluslararası doğal halinden
kaynaklanan güvenlik
ikilemini vurguladığı Savaş Hali adlı kitabında "Devletler,
diğerleri kendilerinden güçlü
oldukça, kendilerini zayıf hissederler. Güvenlik ve korunma
içgüdüsü kendisini
komşularından daha güçlü hale getirmesini talep eder. Gücünü,
diğerlerinin zararına olma
durumu hariç kullanamaz veya sağlamlaştıramaz"
diyordu. (33) Hobbes ve
Rousseau'nun çizdiği kasvetli devletler arası ilişkiler
figüründen hareket eden Spinoza
ve Purendorff gibi birtakım sosyal teorisyenler de
uluslararası politikanın karamsar,
dişe diş, göze göz imajı üzerine yorumlarda bulunurlarken,
William Pen, Duc de
Sally, Abbe Saint-Pierre, Jeremy Betham gibileri de egemen
prensler arası
ilişkilerin değil, fakat insanlararası ahenk ve işbirliğinin
egemen olduğu iyimser bir
uluslararası ilişkiler figürü çiziyorlardı. Bu bağlamda,
örneğin Emeric Cruce,
uluslararası etkileşimi aralarında işbirliği ve ahenk bulunan
rasyonel bireyler, örneğin
kendi çıkarları peşinde koşan tüccarlar arası ilişkiler olarak
ele almaktaydı.
Bu arada bir kısım 17. Yüzyıl teorisyeni ise Habbes'un
karamsarlığı ile Crucc'nin
iyimserliği arasında bir orta yolu tercih etmekteydiler.
Örneğin, Hugo Grotius
uluslararası etkileşimlerin temelde anarşik olduğunu, fakat
mantık, ortak çıkarlar ve
barışçı ilişkiler alışkanlığı üzerine kurulu bir uluslararası
hukuk kodunun
oluşturulmasıyla bunun oldukça düzenlenebileceğini söylüyordu.
Devletler arası etkileşimle ilgili bu temel görüşler ertesi
yüzyılda da, her ne kadar
dönemin gerçekleri ve entelektüel kavramları ile bezenseler
de, çoğunlukla benzer
temalarla tartışılmaya devam edildi. Bu dönemdeki uluslararası
ilişkilerle ilgili teorileri en
iyi yansıtan ve uzun süre uluslararası ilişkiler düşününü
egemenliği altında tutan görüş,
geleneksel güç dengesi argümanlarından oluşmaktaydı.
Güç dengesi kuramı en önemli, en etkili ve en fazla sayıda
düşünürü etrafında
toplamış olan klasik teoridir. Güç dengesi teorisi aynı
zamanda, uluslararası ilişkilerin en
üst düzeyde teorik gelişmeyi gösteren klasik düşünüdür. tık
versiyonları ikili-denge
üzerinde dururken, daha sonraki versiyonları çoklu-denge
kavramını getirdiler ve bir süre
sonra da "dengeleyici" kavramı kullanılmaya başlandı.
(34) Bu
teori, doğa halinin mutlaka
savaş hali demek olmadığını gösterme çabası olarak
görülebilir. Buna göre, devletlerin
güvenlik ikilemlerince zorlandıkları güç mücadelesi kaçınılmaz
çatışma yerine aralarında
genel bir dengeye (equilibrium) yol açma eğilimindedir.
Güç dengesinin yanısıra, bu dönemde uluslararası ilişkilere
farklı açılardan bakan
bazı düşünürler ise uluslararası anarşi yi önlemenin yolu
olarak dünya devletini gördüler.
Dünya devleti teorisi, geleneksel paradigmanın uluslararası
ilişkiler doğa halindedir
önermesinden hareketle, eğer anarşi uluslararası çatışmanın
nedeni ise, istenmeyen bu
durumdan kurtulmanın yolu çalışmaya neden olan çeşitli
egemenlik odaklarını ortadan
kaldıracak ve dünya çapında tek bir egemen varlık kuracak
olan, devletler arası bir
toplumsal sözleşmenin yapılmasıdır, sonucuna varır. Bu
teorinin en mükemmel örneği
Dante'nin monarşik dünya devletinde görüIebilir. (35) Dante
burada tümdengelim metoduyla
bütün uluslararası çalışmaları dolaylı veya dolaysız olarak
kararlarıyla çözecek bir yargıca,
ki bu nihai analizde dünyanın monarkı veya imparatorudur,
ihtiyaç olduğunu söylüyor.
Her ne kadar Dante'nin fikirleri klasik yazarların çoğu
tarafından, hatta toplumsal
sözleşmeye inananlarca bile kabul edilmemiş, potansiyel olarak
kişisel özgürlüklerle
bağdaşmayacak kadar güçlü (Erasmus ve Kant) veya etkili bir
kontrol için çok geniş ve
hantal (Grotius) olarak değerlendirilmiş ve bu nedenle de
gelişememişse de, Bull'un da
ifade ettiği gibi, "Egemen devletler sistemi konusundaki
rahatsızlık duygusu Batı
düşününün temelinde olduğu için, dünya devleti kavramı
uluslararası ilişkilerin neredeyse
bütün teorik araştırmalarında, geri planda da olsa, yerini
almıştır. (36)
Bu dönemde gelişen, daha önce belirttiğimiz gibi, geleneksel
paradigmaya dayanan üçüncü teori ise anarşik uluslararası sistemde düzen ve barış
sorununu ele alırken güç
dengesi kavramının dengeye yol açan otomatik "görünmez el"
kavramını reddeder ve
devletlerin saldırgana karşı ortak tavır almak için resmi
anlaşmaya varmaları gerektiğini
ileri sürer. Dolayısıyla ya saldırgan saldırıdan vazgeçecektir
ya da karşı koyamayacağı
kadar büyük bir güç tarafından cezalandırılacaktır. tık
belirgin örneklerini William
Penn'in yazıları ile Kant'ın "sonsuz barış" planında
bulabileceğimiz ortaklaşa
güvenlik teorisi uzun zaman güç dengesi kavramının gölgesinde
kaldı ve ancak I.
Dünya Savaşı'ndan sonra Woodrow Wilson'ın idealizminin ortaya
çıkarttığı Milletler
Cemiyeti'yle, sonuçta başarılı olmuş olsun veya olmasın,
uygulamadaki ilk gerçek
şansını elde etti.
Bu Uç klasik teori de uluslararası ilişkilerin geleneksel
paradigmasına dayanır,
dolayısıyla ortak yanları zıtlıklarından çok daha fazladır.
Hatta Claude güç dengesi,
ortaklaşa güvenlik ve dünya devletini merkezi güç ve
otoritenin minimumdan
maksimuma uzanan bir sürecin birbirini takip eden noktaları
olarak algllar. (37) Bu
dönemde geleneksel paradigmanın bir ölçüde dışında kalmış,
daha az etkili olmuş
birtakım teoriler de vardır. Örneğin, esas itibariyle klasik
uluslararası hukukçuların
yazılarında ortaya konan dünya toplumu teorisi, ortak bir
moral ve hukuki normlar
çerçevesinin varlığını vurgular ve dünyayı sınırlı da olsa
belirli değerler üzerinde konsensüse ulaşmış devletler topluluğu olarak görür.
(38)
Bu kavramsal yapıdan iki ayrı düşünce okulu belirdi. Daha
etkili olanı uluslararası
anarşi kavramının bir başkası ile değiştirilmesini değil,
fakat sadece tadilatını
gerektiriyordu. Pufendorf'un da aralarında bulunduğu bu görüşü
savunanlar hem devlet
egemenliği hem de uluslararası doğa hali imajını açıkça kabul
etmekteydiler. Fakat,
bunlar için uluslararası ilişkiler çıplak bir güç mücadelesi
değildi ve ahlaki ve hukuki
normlarla yumuşatılmıştı. Bunların uluslararası anarşi grüşü
de Hobbes'un sürekli savaş
halinden çok Locke'un göreli barışçı ve düzenli doğa halini
andınyordu. (39)
Dünya toplumu kavramına dayanan ikinci düşünce okulu ise
uluslararası hukukun Grotius'a kadar uzanan geleneğinde ifadesini bulmuştur.
Grotius'un görüşleri
uluslararası normatif konsensüsü, Locke'un tanımladığı şekilde
bile olsa, doğa hali
imajını bertaraf edecek kadar güçlü ve yaygın olarak gördüğü
için geleneksel paradigmadan
önemli bir ayrılığı temsil eder. Fakat her ne kadar geleneksel
paradigmanın merkezinde
bulunan ulusal ile uluslararası politika arasındaki nitelik
farkı kavramını reddediyorsa da,
onun uluslararası toplumda savaşın rolüyle ilgili analiz ve
tavsiyeleri geleneksel
paradigmanın teorilerinden birinin (ortaklaşa güvenlik) temel
öğretilerini yansıtır.
Grotius'un haklı savaş (just war) öğretisi savaşın haklı
nedenlerinin sadece meşru müdafaa, cezalandırma ve mülkiyetin geri kazanılması olduğunu
ifade eder. Bu aynen ortaklaşa güvenlikte olduğu gibi, iki çeşit savaş olduğu
anlamına gelir: Hukuka aykırı savaşlar ve hukuku uygulamaya Çalışan savaşlar. Bir silahlı
çatışmanın taraflarından birisi haklı nedene sahip ise, diğer bütün devletler onun yardımına
gelme hakkına sahiptirler.
Hatta tarafsız devletler bile kesin tarafsızlığı sağlamak
zorunda değildirler; haklı taraf
lehine ayırım yapmalıdırlar. (40) Grotius'un görüşleri ile ortaklaşa güvenlik teorisi arasındaki
temel farklılığagelince, Grotius'a göre devletler bir
mütecavize karşı ortak
yaptırımda bulunma hakkına
sahiptirler, fakat tarafsız da kalabilirler. Ortaklaşa
güvenlik ise ortak zorlama hareketlerine
katılmayı görev sayar ve tarafsızlığın her çeşidin i devre
dışı bırakır. Yine de bu iki teori,
paradigmatik kökenlerinin farklı olmasına rağmen, benzer
sonuçlara ulaşırlar.
Uluslararası ilişkilerle ilgili 19. Yüzyıl spekülasyonları ise
insan topluluklarının
"gelişme" ve "evrim"ini vurguladıkları ölçüde daha
öncekilerden ayrılıyorlardı. Fakat,
uluslararası ilişkiler çalışmalarındaki esas nemli sıçrama
1900'ler civarında modernlikten
çağdaşlığa geçiş aşamasında ortaya çıktı. Ancak bu pek de
belirgin bir kopma şeklinde
olmadı ve uluslararası ilişkiler çalışmaları i. Dünya
Savaşı'ndan sonra akademik bir
disiplin olarak ortaya çıktığında, hala 19. Yüzyıl
teorilerinin temel kavramlarınca
yönlendirilmekteydi. tık başlarda Aydınlanma'nın iyimser ve
idealist etkileri belirgin
iken, II. Dünya Savaşı'ndan sonra bu güç teorilerinin katı
duvarlarıyla şekillenir hale
geldi. 1950'ler ve 60'lar ise "modernleşme" ve "gelişme" gibi
19. Yüzyıl kavramlarıyla
yumuşatılmış gevşek bir realist bakış açısı gördü. Fakat,
savaş sonrası tartışmalar giderek 16. Yüzyılı andıran, parçalanmış ve çeşitli prensipler
arasında bölünmüş bir atmosferin
hakim olduğu bir disiplinde yapılmaya başlandı.
Bu arada, paralel bir gelişme, uluslararası ilişkilerin siyasi
tarih disipliniyle
birlikte ele alınmasıydı. Aslında, çok eski zamanlardan beri
akademisyenler ve devlet
adamları bugünü anlayabilmek için geçmişi öğrenmeye
çalışmışlardır. Modem siyasi
tarih de önemli diplomatik olayların meydana geldiği belirli
dönemlerin ayrıntılı anlatımı
yoluyla ulusal amaç, güç dengesi gibi daha çok uluslararası
ilişkilerin konusu olan
kavramların altında yatan gerçekleri ortaya çıkarmaya
çalışmıştır. Fakat, her ne kadar bu
dönem disiplinin gelişimi içinde önemli ve gerekli bir
basamaksa da, daha sonraları
uluslararası politikanın anlaşılabilmesi için tarihsel
oryantasyonun tek başına yeterli
kavramsal çerçeveleri geliştiremediği anlaşıldı. Yine de
uluslararası ilişkiler 20. Yüzyılda
ayrı bir akademik disiplin olarak ortaya çıktığında, siyasi
tarihin etkileri açıkça görülüyordu ve ilk uluslararası politika kürsüsü 1919'da
İngiltere'de Wales Üniversitesi'nde
kurulduğunda, kürsünün başına getirilen ilk iki kişinin, Prof.
Zimmern ve Prof.
Webster'ın önemli tarihçiler olmaları da herhalde bir
rastlantı değildi. (41) 1970'lerden beri ise uluslararası ilişkiler birbiriyle yarışan
ve sayıları giderek, artan
yaklaşımlar arasında, deyim yerinde ise, tamamen atomlarına
ayrılmış durumda. 1980'ler
boyunca ve özellikle Soğuk Savaş'ın sona ermesinden sonra da
disiplin her zamankinden
daha fazla kırılgan ve parçalanmış bir şekilde nereye gittiği
belli olmayan bir yöne doğru
gelişimine veya değişimine devam ediyor. Ancak, disiplinin bu
dönemlerdeki
gelişiminin, tarihin derinliklerine fazla uzanmayan, modem bir
yaklaşımla incelemesinde
fayda olduğu inancındayım.
b. Modern Yaklaşım
Disiplinin kökleri hakkındaki bu ikinci görüş, uluslararası
ilişkiler çalışmalarının
temellerini I. Dünya Savaşı'na kadar takip eder. Bu dönemi her birinde uluslararası ilişkiler
çalışmalarında yeni bir ana trendin yakalandığı çeşitli
safhalara ayırabiliriz;
1. İdealizm (-1919-1940), örn: Mitrany: A Working Peace System;
2. Realizm (-1930'lar-1960'lar), örn: Morgenthau: Politics
Among Nations;
3. Davranışsakılık (-1960'lar), örn: Shelling: Strategy of
Connict;
4. Parçalanma/Yarışan Paradigmaların Doğuşu (-1970'ler);
Dış Politika Analizi, örn: Allison: Essence of Decision;
Uluslarası Ilişkilerin Ekonomi Politiği, örn: Keohane/Nye:
Power And
Interdependence; Wallerstein: The Capitalist World Economy;
Neo-Realizm ve Diğerleri (-1975- ....), örn: Tucker: The
Inequality of
Nations; Waltz: Theory of International Politics;
5. Positivizm-Sonrası Çağdaş Uluslararası Ilişkiler (-1980-
.....);
Eleştirel Teori, Örn: Cox: Production, Power and World Order;
Postmodern Uluslararası İ1işkiler Okumalar, Örn: Ashley/Walker:
Speaking The Language of Exile; Derian/Shapiro:
International/lntertextual Relations;
Feminist Yaklaşımlar, örn: Tickner: Gender in International
Relations;
Barış ve Güvenlik Çalışmaları, örn: Galtung: Essays in Peace
Research.
Bu safhalar disiplindeki kesin ayırımları göstermiyor, çünkü
hakim olan
yaklaşımların her biri bu safhalardan daha uzun süre
birbirlerine paralel olarak gelişmeye
devam devam etmişlerdir. Her biri vurguladığı konular ve
olayları açıklamakta
kullandıkları araçlar ile analiz metotları vasıtalarıyla
diğerlerinden ayrılır. Disiplinle ilgili
farklı sorular sorup, farklı sonuçlara ulaşırlar. Ama yine de
her biri ayrı ayrı uluslararası
ilişkiler disiplinine katkıda bulunmaya devam etmektedirler.
Şunu unutmamak lazım ki, uluslararası ilişkiler disiplini
önceden belirlenmiş bir
konu-bütünlüğü çerçevesinde sürekli toplanan bilgilerin
bir araya gelmesiyle büyüyen,
gelişen bir bilim dalı değil. Daha çok, aynı anda birbirinden
farklı konuların, birbirinden
daha farklı açıklamalarının sürekli bir çalışma ve çekişme
içinde oldukları bir alan. Benzer
şekilde, dünya politikası ve komşu disiplinlerdeki yönelimler
daha önce hem kullanışlı
hem de entelektüel olarak geçerli görülen yaklaşımları
geçersiz kıldığında, temel yeniden
gözden geçirmelere tanık olmuş bir alan. Bu nedenle
uluslararası ilişkiler teorisini
geçmişten çekirdek olarak alıp olgunluğa erişinceye kadar
geçirdiği safhaları açıklayıcı bir
prensipler dizisi halinde sunamayız. Yapılabilecek olan,
geçmiş gözlemcilerin uluslararası
politikanın doğası ve mantığını anlamak için kullandıkları
farklı ve dağınık yoIları ve metotları gözler önüne sermek. Bizim temsili safhalarımızın da
böyle bir amaçtan öte bir
hedefi yok .
1. İdealist Dünya Görüşü
Uluslararası ilişkilerin akademik bir disiplin olarak ortaya
çıkışı Milletler
Cemiyeti'nin kuruluşuyla aynı zamana rastlar. Yeni örgütün
eski usul uluslararası
politikayı ortadan kaldırarak uluslararası ilişkileri tamamen
değiştirmesi ve devamlı barışı
yaratacak şartları hazırlaması bekleniyordu. Dönemin
akademisyenlerinin de bu arzulardan
etkilenmemesi olanaksızdı. Uluslararası ilişkilerin bir
akademik disiplin olarak doğuşunu
değerlendirirken kesinlikle unutulmaması gereken şey, bu
disiplinin dünya politikasını
anlamak ve dolayısıyla gelecek savaşları önlemek için kontrol
yolları bulma arzusundan
kaynaklandığıdır. Bu nedenle ilk uluslararası ilişkiler
kürsüsünü kurmak üzere Wales
Üniversitesi'ne verilen başvuru mektubunda yeni disiplinin
amacının, "Milletler
Cemiyeti projesi tarafından vurgulanan hukuk, politika, etik
ve ekonomi ile ilgili
problemlerin araştırılması ve farklı medeniyetler arasındaki
anlayışın geliştirilmesine
katkıda bulunulması" olarak belirtilmesi hiç şaşırtıcı değildi.
Atlantik'in öteki yakasında ise, Amerikan liberal
uluslararasıcılık geleneğinden
gelen görüşlerin, o sıralarda bu grubun başını çeken Woodrow
Wilson'ın Milletler
Cemiyeti fikirleriyle kaynaşması sonucu ortaya çıkan ve daha
sonraları idealistler
olarak adlandırılacak olan bir grup düşünür de, aynı
sıralarda, uluslararası ilişkilerin diğer
pek çok gözlemci si gibi, milletler arasındaki çalışmayı en aza
indirgeme, işbirliğini ise en
üst seviyeye çıkartma ile meşgul olmaktaydılar. İdealistleri
diğerlerinden ayıran, uluslararası hukuk ve uluslararası örgütler gibi uluslararası
ilişkilerin hukuki-resmi
yönleri ile insan hakları gibi moral yönleri üzerinde
dikkatlerini yoğunlaştırma
eğilimleriydi. (42) İdealistler, I. Dünya Savaşı'nın hataları bu tür bir yıkımın yeniden
yaşanmaması için neler yapılması gerektiğini öğrendiklerini
söyleyerek ne çıktılar. Onlara
göre, hukuka saygı, ortak evrensel değerler ve Milletler
Cemiyeti gibi uluslararası örgütlerin gelişmesine dayanan yeni bir dünya
düzeni kurulmalıydı.
Aşağı yukarı iki savaş arası dönemi kapsayan, uluslararası
ilişkilerin bağımsız bir
disiplin olarak ortaya çıktığı bu ilk dönemlerde,
akademisyenler, görüldüğü üzere, oldukça
iyimserdiler ve gerçekten de 1919'da Wales Üniversitesi'ne
verilen mektuptaki sözlerine
sadık kaldılar. Dünyanın gerçekte nasıl olduğundan çok, nasıl
olması gerektiğiyle
ilgilenecek ve ikisi arasındaki farkı hem teoride hem de
pratikte ayıramayacak kadar
ahlakçı, devletlere neler yapmaları gerektiğini söyleyecek ve
yaptıklarını koydukları
kurallar çerçevesinde değerlendirecek kadar hukukçu ve diğer
bilim dallarından yeni ve
farklı bir bütün oluşturmak üzere ödünç aldıkları kavramlar
konusunda oldukça eklektik
idiler. Fakat II. Dünya Savaşı'nı öngörme ve engellemedeki
başarısızlıkları idealistlerin
sonunu hazırladı ve 1945'den hemen sonra realist yaklaşımın
uluslararası ilişkilere
uygulanmasının yolunu açtı.
2. Realist Yaklaşım
1930'Iardan itibaren gelişme gösteren dünyadaki politik karmaşa, diktatörlerin
çeşitli ülkelerde hızla yönetimi ele geçirmeleri ve Milletler
Cemiyeti'nin uluslararası
gelişmeler karşısındaki etkisizliği, genel olarak düşünürler ve
özellikle de uluslararası
i1işkilerle ilgilenenler arasında umutsuzluk ve sinisizm
duyguları yaratmıştı. Sistemden
duyulan hayal kırıklığı özellikle Amerikalı düşünürler arasında
göze çarpmaktaydı.
Yaygın olan kanı idealist reformcuların inançlarında yanılmış
oldukları yönündeydi.
Bireyler ne mükemmeldiler, ne de mükemmelleştirilebilirlerdi
ve ahlakın uluslararası
ilişkiler araştırma ve uygulamalarında herhangi bir rolü
olamazdı. Örgütler ise savaş
tehdidi tamamen ortadan kaldırılmadan reforme edilemezlerdi.
Genellikle askeri güçle
özdeşleştirilen "güç" ulus-devletlerin aralarındaki
ilişkilerde tek mutlaklık olarak
görülmeye başlanmıştı. Bu bağlamda güç politikalarının da
amoral veya irrasyonel değil, fakat kaçınılmaz oldukları kabul
edilmekteydi.
Akademik çevrede ise, idealistler kendi fikirlerinin iki savaş
arası dönemde
tamamıyla uygulanmadığını ve dolayısıyla test edilmediklerini
savunurlarken, E. H.
Carr test edildiklerini, fakat Avrupa'nın tamamını ve
dünyanın yarısını çiğneyip geçen
ordulara karŞı duramadıklarını söylüyordu. (43)
Her ne kadar realizmin entelektüel kökenIeri 16. Yüzyılda
Prens'i yazan
Machiavelli'ye kadar uzatılabilirse ve her ne kadar Carr
idealistlere saldırının
öncülüğünü yapmışsa da, uluslararası ilişkilerde II. Dünya
Savaşı'ndan sonra beliren
realist düşünceye en büyük entelektüel destek, daha sonraları
realist okulun babası olarak
da anılacak olan Hans J. Morgenthau'nun i948'de yayınlanan ve
uluslararası
ilişkilere daha kavramsal bir yaklaşım getiren kitabı Politics
Among Nations'dan
geldi. (44) Burada Morgenthau, insan davranışlarının ve
dolayısıyla devletlerin
davranışlarının açıklanmasında güce ulaşma mücadelesinin
nemini vurgulamaktaydı.
Daha sonraları Henry Kissinger, George Kennan ve Kenneth Waltz
gibi
ABD kökenli yazarların Morgenthau'ya destek oldukları realist
okul da, en az idealistler
kadar, çalışmaların önlenmesi sorunuyla ilgiliydi. (45) Fakat,
realistler, uluslararası
ilişkileri neredeyse tamamıyla ulus-devletler arasındaki güç
ve çıkar mücadelesi olarak
gördüklerinden dolayı, uluslararası hukuk ve örgütlerin etkisi
ve mümkün olan
uluslararası işbirliğinin çapı konularında daha az
iyimserdiler. Bir realist için bütün
ülkelerin nihai hedefi düşman ve anarşik ortamda güvenliğini
sağlamaktır. Bu nedenle
bütün politikaları ulusal güvenliği sağlayacak güç
hesaplarıyla belirlenir. Durumlarından
memnun olan devletler dış politikalarında statükoyu korumaya
çalışırlarken, memnun
olmayanlar ise yayılmacı dış politika izlerIer. Real-politiğin
gerçeklerine bağlı olarak
ittifaklar yapılır ve bozulur, dostluklar kurulur veya eski
dostlar reddedilebilir.
Bu arada Atlantik'in Avrupa yakasındaki paralel bir akımın
üyeleri ise (bunlar daha
sonraları İngiliz Okulu olarak anıldılar) özellikle
uluslararası sistemin ne kadar anarşik
olduğunu ve merkezi bir kural koyucu olmadığını
vurguluyorlardı. (46) Ancak bunlar
uluslararası ilişkileri doğrudan kaos olarak değil, fakat bir
çeşit "toplum", yani belirli
teamüllere göre etkileşim içinde olan devletler grubu olarak
gördüler. Bu teamüller,
diplomasi, uluslararası hukuk, güç dengesi, büyük güçlerin
etkileri ve belki de en
tartışmalı olarak "savaş"ın kendisi idi.
Realistlerin uluslararası hukuk ve örgütler gibi konulardan
çok askeri strateji,
ulusal gücün elemanları, diplomasi ve devlet yönetiminin diğer
araçları ile ulusal
çıkarların doğası üzerinde yoğunlaşmaları, tarihsel
perspektiften baktığımızda, pek de
şaşırtıcı değil. Bunlar II. Dünya Savaşı'ndan kendi derslerini
aldıklarını söylüyorlardı. Buna
göre gelecekteki savaşları önlemenin yolu resmi-hukuki
yapılanmalar veya ahlaki
kurallara dayanmak değil, olası saldırganları caydıracak bir güç
dengesine veya dünyanın
polisliğini yapmaya arzulu olan bir güçler uyumuna (concert or
powers) dayanmaktı.
Bu fikirlerin akademik çevrede çekiciliği o kadar fazlaydı ki,
uluslararası ilişkilerin 1945'den sonra akademik bir disiplin olarak giderek
belirginleşmesiyle birlikte, realizm
bu alanın tek değilse bile dominant yaklaşımı haline geldi.
Aslında araştırmacılar daha
sonraları Morgenthau'nun klasik realizmine ikinci defa
baktıklarında, bu "realizmin"
özünde insan dürtüleri hakkında karamsarlık ve siniklikten
başka bir şey olmadığını
gördüler. Buradan hareketle politik realizmi de devlet
dışındaki aktörlerin önemini
yadsıması, askeri güç ile özdeşleştirdiği güç kavramıyla aşın
meşguliyeti, devletlerin
giderek artan karşılıklı bağımlılığını gözden kaçırması ve
dünyayı sadece benzer ulus devletlerden
oluşan homojen bir yapıda görmüş olması açılarından
eleştirdiler. Ancak yine
de, özellikle Soğuk Savaşın belirgin şekilde hissedildiği
1950'Ier boyunca, bunların hiç
biri sorgulanmadı ve o günkü ortamda güç teorileri
uluslararası ilişkilerin açıklanmasında oldukça doğal
görüldüler.
Bu arada, realist düşüncenin uluslararası ilişkiler
disiplinine belki de en önemli
katkısı, Morgenthau'nun metodoloji olarak uluslararası
ilişkileri kurumlar veya
olaylardan çok kavramlar aracılığıyla incelemenin öncülüğünü
yapmasıdır. Morgenthau,
öncelikle, siyasi tarihin ve güncel olayların tanımlanmasına ve
anlatılmasına' dayanan
araştırmayı reddetti. Bunun yerine tarihten, realistlerin
"kanunlar" dedikleri genel kalıpları
elde etmeye çalışan bir araştırma şekli oluşturdu. Bundan
sonra araştırmalar olayların
nasıl ortaya çıktığının anlatılmasından çok, niçin böyle
olduklarının açıklanması üzerinde
odaklaştılar. Benzer şekilde, Carr da disiplinin politika
tavsiyeleri yapmak için
kullanılmasından önce uluslararası politikanın temel
kanunlarını anlaması ve açıklaması
gerektiğini ileri sürerek normatif ve hukuksal analizi de
disiplinin periferisine itti.
Onların başlattığı bu süreç uluslararası ilişkileri geleneksel
alanlar olan tarih, hukuk ve
felsefeden daha da uzaklaştırırken, devletlerin çeşitli
davranışlarının nedenlerinin araştırılmasında sosyoloji,
ekonomi ve psikoloji gibi diğer sosyal
bilimlere
yaklaştırmıştır.
3. Davranışsalcı Başkaldırı
1960'ların başlarından itibaren realizmin baskın konumuna
karşı meydan okuyan
düşünürler ortaya çıkmaya başladı. (47) Yukarıda da ifade
ettiğimiz gibi, çeşitli akademisyenler, özellikle, realizmin
"Uluslararası sistem güç için mücadele eden
devletlerden oluşur" fikrini sorgulamaya başladılar. Bunlar
tek bir politik aktöre
odaklanmayı ve devletin bütüncül-rasyonel bir aktör olduğu
varsayımını sorguladılar. Güç
konusunda sabit fikirli davranıldığını ve uluslararası
politikaya etkide bulunan güvenlik dışı
çeşitli faktörlerin aşırı basitleştirildiğini savundular. Bir
kısım akademisyen de realist
varsayımlar test edildikçe, bunları destekleyecek çok az
sistematik delilin ortaya çıkması
ve bunların gerisindeki mantığın çoğunlukla muğlak ve
kesinlikten uzak olarak belirmesi
konusunda endişelerini belirttiler. Bütün bu eleştirilerin
sonucunda, özellikle
davranışsalcı (behaviouralist) okul, sosyal bilimlerin diğer
dallarında da olduğu
gibi, Ortodoks uluslararası ilişkiler yaklaşımlarına hem
metodolojik hem de kavramsal
düzeyde alternatif olarak belirdi.
Takip eden tartışmanın, daha önce de ifade ettiğimiz gibi,
özellikle metodolojik
kısmı oldukça sert ve acımasızdı. Aslında tartışma realistleri
de aşıyor,davranışsal
yaklaşımın toptan gelenekçiler diye adlandırdığı realist ve
idealistlerin metodolojisine
yöneliyordu. Tartışmadil, temsilcilerinin büyük kısmını
Amerikalı akademisyenlerin
oluşturduğu "bilimsel-davranışsalcı" uluslararası ilişkiler
okulu gelenekçilerin Ortodoks
araştırma tekniklerinden uzaklaşıp, yeni ölçülebilir ve
gözlemlenebilir değişkenleri
incelemeye yönelirken, (48) özüne daha sadık kalan İngiliz okulu
ise Amerikan politik
bilimcilerin yanlışlıkla "bilimsel" diye adlandırdıkları,
aslında "pespaye" yaklaşımlarına
karşı kanaat ve tarihi veri kabul ederek yerini korudu. (49)
Davranışsalcı-gelenekçi tartışmasının ayrıntılarına burada
tekrar girmeyeceğim,
ancak şunu söylemek yeterlidir ki davranışsalcı ataktan
realizm büyük darbe alarak çıktı
ve yıkılmadıysa da uluslararası ilişkiler disiplinindeki tek
egemen düşünce sistemi olma
konumunu diğerleriyle paylaşmak zorunluluğuyla karşı karşıya
geldi.
Bu arada, uluslararası ilişkilerde geleneksel paradigmaya
meydan okuyan
davranışsalcı yaklaşımın, uzun vadede, üç önemli açıdan
başarısız olduğunu da
vurgulamak gerekir. Öncelikle, realizm ve daha sonraki
varyantı neo-realizm uluslararası
ilişkilerin akademik ve siyasa-bağlantılı (policy-related)
çalışmalarında egemen
yaklaşım olarak kaldı. Gerçekten de neredeyse diğer bütün
yaklaşımlar şu ya da bu şekilde
basitçe realizmin eleştirileriydiler veya onun
eleştirilerinden yola çıkarak geliştirilen
yaklaşımlardı. İkinci olarak, davranışsalcılık tarafından
ortaya atılan teorik meydan
okumanın kendisi; yani "devlet" in bilim-öncesi (pre-scientifie)
çalışmalarını ve diğer konvansiyonel tarihsel kavramları yeni bilimsel teorilerle
değiştirme iddiası da, yeterince
ileri götürülemedi. Çünkü devletle ilgili alternatif bir teori
geliştirilemedi. Son olarak,
veri toplamanın gücüne dayanarak yeni teorik sonuçlar ortaya
çıkartılacağı sözünün de
hiçbir zaman yerine getirilemediğini vurgulamak gerekir.
4. Parçalanma ve Yeni Paradigmaların Doğuşu: 1970'lerden Beri
Uluslararası İlişkiler
1960'larda davranışsalcı ekolün geleneksel yaklaşıma
başkaldırısı başlayan süreçte
realist paradigmanın uluslararası ilişkiler disiplinindeki
tekelci rolü 1970'lere doğru önce
plüralist ve sonra da globalist paradigmalarca sarsıldı. Bu
sürecin sonucunda uluslararası
ilişkiler araştırmalarının 1970'lerde giderek daha fazla
global bağımlılık (dependeney)
ve/veya karşılıklı bağımlılık (interde-pendeney) kavramlarıyla
ve bunların dünya
politikası üzerindeki etkilerinin araştırılmasıyla ilgilenmeye
başladıklarını görüyoruz.
Buna bağlı olarak, uluslararası ilişkilerde devletin rolü,
uluslararası işbirliğinin doğası ve
belki de en önemlisi, global ajandada ekonomik ve sosyal
önceliklerin diplomatik ve
askeri önceliklere göre göreli konumları yeniden incelenmeye
başlandı.
Bu yeni düşünce tarzı zamanla kaçınılmaz olarak politika ve
ekonomi ilişkisinin
dünya politikasındaki yerinin yeniden değerlendirilmesine yol
açtı. Buradan hareketle,
daha sonraki diğer transnasyonal ve sistemsel teoriler
hakkındaki çalışmaların da
katkısıyla uluslararası ilişkiler disiplini içinde önemli
alt-disiplinler gelişti. Bunlardan iki
tanesi özel dikkat gerektirecek kadar önemlidir: dış politika
analizi ve uluslararası
ilişkilerin ekonomi-politiği.
5. Dış Politika Analizi
Dış politika analizi ve özellikle dış politika çıktı ve
kararlarını belirleyen
faktörlerin araştırılması konusu (yani karar-verme kuramının
uluslararası ilişkilere
uygulanması), oldukça iddialı ve pek çok açıdan realizmin temel
prensiplerine başarılı bir
meydan okuma çabasıydı. (50) Dış politikanın nasıl yapıldığını
araştırırken, realizmin
devletin bütüncül bir aktör olduğu, gücünü maksimize etmek
veya ulusal çıkarını
savunmak için rasyonel hareket ettiği, dış politikaların
ülkelerin iç karakterleri ve
dinamiklerinin bir sonucu olmasından çok sisteme yönelmiş
tepkiler olarak ortaya çıktığı
gibi bazı merkezi varsayımlarını reddeder. Bunların yerine, dış
politika analizi, dış
politika yapımı sürecinin kompozisyonunu önce bürokratik ve
bireysel parçalanmışlık ve
devletin içindeki rekabet bazında, daha sonra da devlet
içindeki kanun yapıcılar, basın,
kamuoyu, ideoloji gibi daha geniş faktörlerin girdileri
bazında inceler. Bunu yaparken de,
devletlerin bu şekilde belirlenen dış politikalarının,
aralarındaki nemli farklılıklara
rağmen, "gözlemciye belli genellemeler yapma olanağı sağlayan
yeterli düzeyde benzer ve
dolayısıyla karşılaştırılabilir davranış kalıplarına sahip
olduğu" varsayımından yola
çıkar. (51)
O zamana kadar, realizm ülkelerin iç dinamiklerinin dış
politikaların
oluşturulmasındaki önemini yadsıyordu. Bu nedenle farklı
ilkelerin değişik yasal, tarihsel
ve sosyal kurumlarının dış politikanın yapılmasını ve
uygulanmasını nasıl etkiledikleri
araştırılmıyordu. Bu yeni yaklaşım sayesinde hem bu tür
çalışmaların hem de buradan
hareketle karşılaştırılmalı dış politika analizi çalışmalarının
yolu açılmış oldu. Sonuçta,
realist teorinin, "devletlerin ulusal çıkarlarını hesaplayarak
her an güçlerini artırmaya
çalışan rasyonel aktörler olarak ele alınabileceği"
varsayımının, ülkelerin dış politika
analizini yaparken yetersiz ve çoğunlukla da yanıltıcı olduğu
ortaya çıktı.
Görüldüğü üzere, dış politika analizinin realizme en önemli
meydan okuması,
realizmin, devletlerin iç yapılarına ve oradaki değişikliklere
atıf yapmadan kendine özgü
birimler olarak ele alınabilecekleri iddiasına yöneliktir.
Kullanılan temel varsayım, dış
politikanın özünde karar-vericiler olarak adlandırılabilecek
bir grup insan tarafından alınan
bir seri karar olduğudur. Bundan hareketle, dış politika
davranışlarının dışsal bir uyancıya
karşılık olarak kendiliklerinden ortaya çıkmadıkları, aksine
devlet içinde tanımlanabilir ve
tanınabilir bir mekanizma tarafından üretildiği sonucuna
ulaşılabilir. Bu yaklaşımın
benimsenmesi, dış politika analizini kaçınılmaz olarak
kişilerin veya daha tipik olarak
önceden belirlenmiş bir çerçevede hareket eden ve hangi
davranışın seçileceğine karar
veren bir grubun davranışlarını açıklama çabasına doğru
yönlendirir. Böylece araştırmanın
ana hedefi artık, normalde kuramsal bir varlık olan fakat
geleneksel analizcilerce kendisine
neredeyse insancıl meziyetler atfedilen devlet olmaktan çıkar
ve devlet adına karar vererek
tanımı gereği "devletin kendisi" haline gelen bireylerin
davranışlar olur.
Sonuç olarak da,
devletlerin dış politika davranışlarını uluslararası ortam
açısından açıklamak yerine,
Synder ve arkadaşlarının ileri sürdükleri gibi, bunları en iyi
şekilde karar-vericilerin
algılamalarıyla açıklamak düşüncesine varılır. (52)
Dış politika analizinin göstermeye çalıştığı sadece iç
faktörleri analizin içine
almanın dış politika yapımının ve onun irrasyonelliklerinin
daha inandırıcı bir yorumunu
sağladığı değildi. Aynı zamanda, bir ülkenin iç çevresi ve
sürecinin dış faktörlerden
(devletin kendisi bunların aktif katılımcısı olsun veya
olmasın) nasıl etkilendiğinin
gösterilmesinin de gerekli olduğunu anlatmaya çalışıyordu. Bu
özellikle ekonomik
süreçler için geçerliydi. Örneğin, dünya petrol fiyatlarının
artması, devletler ne yapmayı
seçerlerse seçsinler, bütün devletleri öyle ya da böyle
etkilemişti.
Toplumlar, devletler
arası (inter-state) olmaktan çok transnasyonal şekilde
etkileşim içinde idiler ve bu
bağların dış politika üzerinde etkileri vardı. Bu tür dış etki
ve meydan okumalarla
karşılaşınca devletler, duruma bağlı olarak, bunları boşa
çıkartmaya veya özümseyerek
kendilerini bunlara uydurmaya çalışıyorlardı.
Doğal olarak dış politikanın iç kaynaklarının vurgulanması, daha
önce ifade
edildiği üzere, dış faktörlerin ulusal politikaya etkileri
üzerinde yoğunlaşma eğiliminde
olan geleneksel analizden önemli bir ayrılığı temsil
etmekteydi. Ancak, gelenekçilerin
çeşitli kuramsal kavramlarının davranışsakılarca
reddedilmesinden doğan dış politika
analizi ne yazık ki devletin kendisini açıklayabilecek bir
teoriye dönüşemedi. Onun da
kendi limitleri vardı: kararlara yönelik dar ve fetişist bir
ilgi ve iç çevreye yönelik
sosyolojik açıdan saf bir yaklaşım. Bu nedenle, daha en
başında "dış" ve "politika" gibi
temel terimlerin tanımlanması sorunuyla başlayan bir dizi
kavramsal ve ampirik
problemi de beraberinde getiren dış politika analizi, devletin
iç ve dış rolleriyle birlikte
kapsamlı ve bütüncül bir analizine varma şansını
değerlendiremedi. Fakat yine de, bu
soruları gündeme getirmesi ve iç-dış ilişkisini yeni bir ışık
altında incelemeyi mümkün
kılmış olması dış politika analizinin başarıları olarak kabul
edilebilir.
Dış politika analizinin açtığı yoldan benzer çerçevelerden
faydalanan ve
toplumlarla devletlerin nasıl giderek artan oranda bağlantılı
olduklarının açıklanmasında
karşılıklı bağımlılık kavramını kullanan yeni bir yaklaşım da
bu sıralarda ortaya çıkmaya
başladı.
6. Karşılıklı Bağımlılık ve Uluslararası İlişkilerin Ekonomi
Politiği
1970'lerden beri karşılıklı bağımlılık alanında yazılanlar iç
ve dış bağlantıların
farkına varmanın fırsatlarını ve tuzaklarını gayet iyi
gösterir: bir taraftan aralarındaki
bağlantıyı araştırmayı sağlayacak bir çerçeve sağlarken, öte
yandan sıklıkla bu ilişkinin
fazlasıyla basitleştirilmesine ve artık her şeyin
karşılıklı-bağımlı olduğu iddiası gibi bir kolaycılığa yol
açar.
Karşılıklı bağımlılık, ilk defa ekonomi disiplinine bağlı
olarak ortaya atılmıştı.
Buna göre, iki devletin güçleri aşağı yukarı eşitse ve
karşılıklı etkileşimleri her birini
diğerinin hareketlerine karşı önemli oranda hassas yapacak
düzeyde ise, o iki devletin
ekonomileri karşılıklı-bağımlı demekti. Yani karşılıklı
bağlantı hassasiyet üretiyordu ve
dolayısıyla her bir tarafın neler yapabileceği üzerinde
sınırlamalar oluşturuyordu. Köken
itibariyle bu, pratikte devletler arasında artan ticaretin
barışı da güçlendireceği fikrinin
ifadesi idi ve I. Dünya Savaşı'ndan önce işitilmeye
başlanmıştı. 1970'lerde güçlü bir teori
olarak ortaya çıkması ise dünyadaki bazı ekonomik
gelişmelere (dolardaki düşüş,
petrol fiyatlarındaki ani artış) ve Vietnam savaşının Amerikan
kamuoyundaki politik
yankılarına bir karşılık idi. Dünyanın devlet-merkezli,
strateji-eğilimli realist görünümü
geçmiş zamanlar için geçerli olmuş olsa bile, eski
bariyerlerin yıkıldığı ve ekonomik ve
politik güçlerin devlete giderek daha az nem verdikleri bu
modem çağda, artık geçerli
olamazdı.
Özellikle Robert Keohane ve Joseph Nye'ın çalışmalarında ortaya
atılan bu
yeni şekliyle karşılıklı-bağımlılık üç önemli varsayıma
dayanmaktaydı:
1) Devlet
uluslararası ilişkilerdeki baskın konumunu çokuluslu şirketler
gibi "devlet-dışı" aktörlere
ve güçlere kaybediyor;
2) Artık, uluslararası düzeyde askeri
ve stratejik meselelerin tepede
"high politics"i, diğer ekonomik ve refah meselelerininse daha
aşağıda "low
politics"i oluşturduğu hiyerarşik bir düzen geçerli değil;
3)
Askeri güç uluslararası
ilişkilerdeki göreli önemini kaybediyor. (53)
Ancak, o günden beri karşılıklı bağımlılık teorisi pekçok
açıdan eleştiriidi. Waltz
bu teorinin tarihsel perspektiften yoksun olduğunu ve
karşılıklı-bağımlılığın, pek çok
açıdan, daha önceki yıllarda daha nemli oranda yaşandığını
ileri sürdü ve "giderek artan
karşılıklı-bağımlılık" fikrini çatışmanın kışkırtıcısı olarak
gördü. (54) Benzer şekilde, Northedge veBull devletlerin nüfusları üzerindeki
kontrollerini kaybetmelerinin veya
uluslararası ilişkileri yönlendirme sorumluluğundan
vazgeçmelerinin doğru veya arzu
edilebilir olduğu görüşüne karşı çıktılar. Bütün bu "global
meseleler" ve "evrensel
müşterekler"e rağmen, barış, açlık, ekolojik denge gibi
meseleleri çözmede sorumluluğu
alan, iyi veya kötü, devletler idi. Bireyler hala
kendilerini devletleriyle tanımlıyorlar
ve güvenlik, temsil ve refah fonksiyonlarını yerine
getirmesini hala devletten
bekliyorlardı. Öte yandan, Marksist eğilimli akademisyenlerde
karşılıklı-bağımlılığın,
en iyi ihtimalle, sadece küçük bir grup gelişmiş Batı ülkeleri
için geçerli olduğuna ve
bunun Kuzey-Güney ilişkilerine uygulanmasının emperyalist
sistemin bir araya getirdiği
güç ve refahın yansımalarını içinde sakladığına işaret
ettiler.
Karşılıklı bağımlılık fikri aynı zamanda 1970'lerin ikinci
yarısında ve 1980'Ierin
başında uluslararası ilişkilerdeki güç politikalarına dönüşten
de etkilendi. Hem Doğu-Batı, hem de Üçüncü Dünya çerçevesinde askeri gücün önemini
kaybettiği gözlemi artık
daha az belirgindi. Uluslararası ilişkiler tekrar ve oldukça
geleneksel olarak yeniden
genelde devletler ve özeııikle de büyük güçler etrafında
yoğunlaşmış gibiydi. Ayrıca
devletin gücünü ve merkeziliğini kaybetmesinin de iç savaş
durumlarında (Lübnan, Sri
Lanka) olsun, arzu edilmeyen transnasyonal süreçlerin
(terörizm, çevre kirliliği gibi)
büyümesinde olsun, pekçok durumda karşılıklı-bağımlılık
teorisini savunanların ima
etttiği gibi olumlu değil, olumsuz bir yapıda ortaya çıktığı
da görüldü. (55) Devlet-dışı
aktörler de, çeşitli transnasyonal toplumsal hareketler gibi,
o kadar da halim selim
oluşumlar değildiler; nasıl ki ilk grup Oxfam, Bandaid ve
Amnesty
International'a ek olarak fanatik dinsel mezhepleri ve ırkçı
gençlik hareketlerini
içeriyorsa, ikinci grup da Mafya'yı da içine alıyordu.
Ancak, burada vurgulanması gereken, ekonomi ile politikanın
uluslararası ilişkiler
kavramının ayrılmaz ve vazgeçilmez ikiz parçalan olarak
görülmeye başlanmış olması ve
uluslararası ekonomi-politikanın ayrı bir alt disiplin olarak
belirmesidir. Bu gelişmelere
bağlı olarak ortaya çıkan bir diğer yenilik de, dünya
politikasındaki bütün karşılıklı
etkileşim içindeki parçaların meydana getirdiği bir
uluslararası sistem kavramının ortaya
çıkmasıyla, genel sistemler teorisi'nin uluslararası ilişkiler
alanına uygulanmasıydı.
Bu tür çalışmalar, uluslararası politik sistemin bir bütün
olarak karakterinin, refah ve
kaynakların uluslararası sistemdeki genel dağılımının, sistemin
başlıca aktörlerinin bloklar
halinde gruplaşma eğilimlerinin ve belli bir zaman dilimindeki
global çatışma risklerinin
incelenmesi gibi alanların kapısını açtı.
7. Neo.Realizm ve Diğerleri
Her ne kadar 1970'ler uluslararası ilişkiler alanında çok
çeşitli açıklama ve
teorileşme çabalarına tanık olduysa da bunlar arasında bir
anlayış birliğine ulaşmak
mümkün olmadı. Özellikle uluslararası sistemin doğası hakkında
yaygın bir anlaşmazlık
vardı. Uluslararası sistem neleri içerir ve nasıl çalışır? Bu
sorulara cevap bulmaya çalışan
davranışsalcı atak sonrası çağdaş yaklaşımlara bakacak
olursak; çoğunlukla uluslararası
ilişkilere konservatif bakış açısını tekrar vurgulayan neo-realizm,
yelpazenin öteki
ucundaki Marksist tabanlı dünya sistemi analizleri ve bu
ikisinin arasında bir yerlerde
bulunabilecek olan liberal kurumsallaşma yaklaşımlarının ne
çıktıklarını görürüz.
Bunların aralarındaki temel farklılık ise esas olarak
uluslararası sistemin nimetlerinin
dağıtımında ekonomik ve politik faktörlerin göreli önemi
konusunda farklılaşan
görüşlerden kaynaklanmaktadır.
Realizme yönelik eleştirilerden hareket eden neo-realistler,
bir taraftan
uluslararası ekonomi-politiğin endişeleriyle ilgilenirken, bir
yandan da, genel analizde,
devlet ve askeri-politik meselelerin önceliğini tekrar
kurmaya çalıştılar. (56) Örneğin,
Staphen Krasner, Üçüncü Dünya ülkelerinin "yeni uluslararası
ekonomik düzeni"nin
genel kabul görmemiş olmasının altında bu devletlerin ekonomik
zayıflıklarının değil,
fakat devlet olarak zayıflıklarının ve uluslararası sistemdeki
hakim güçlerin çıkarlarıyla
çelişen prensipleri savunmalarının yattığını 'ne sürdü. Ayrıca Üçüncü Dünya
ülkelerinin dünya ekonomisinin bazı kurumlarını ve
uygulamalarını değiştirme
çabalarını da zaten fakirlikten değil, fakat uluslararası
karar-vermede daha çok güç ve etki
sahibi olma endişesinden kaynaklandığını vurguladı. Benzer
şekilde, Robert Tucker,
uluslararası sistemin devamının sağlanmasında büyük güçlerin
ve askeri kuvvetin devam
eden önemini vurguladı ve Üçüncü Dünya devletlerinin geri
kalmışlığını kendi içlerinden
kaynaklanan politik ve ekonomik faktörlere bağladı. (57)
Bu arada, neo,realizmin merkezi kavramları en açık şekilde
1970'lerin sonuna
doğru basılan iki çalışmada ortaya kondu: Hedley BuH, The
Anarchical Society
ve Kenneth Waltz, Theory of International Politics. (58) Her
ikisi de bir taraftan
önceki yirmi yılın eleştirilerinin haklılığını kabul ederken,
diğer taraftan da bunları
çürütmeye çalıştılar. Dolayısıyla, tekrar, uluslararası
sistemde devletin merkeziliğini ve
devlet-dışı aktörlerin gücünün ve rollerinin ikincilliğini
vurguladılar. Aynı zamanda, diğer
transnasyonal faaliyetler gibi, ekonomik sürecin de güvenlik
ve devamlılığını sağlayacak
düzenlemeler getirmek için devletlere ihtiyaç olduğunu öne
sürdüler. Karşılıklı
bağımlılığın arttığı iddialarına karşı oldukça şüpheci
davrandılar ve iyi ya da kötü,
uluslararası ilişkilerin yönetilmesinde büyük güçlerin devam
eden önemini vurguladılar.
Öte yandan, yine Kenneth Waltz ile birlikte Robert Gilpin,
gücün
sistemdeki dağılımı üzerinde yoğunlaşarak ve sistemin bu güç
dağılımı ile tanımlanan
genel yapısının politik çıktıları nasıl etkilediğini
araştırmak yoluyla klasik realizmin
sınırlarını aşmaya çalıştılar. (59) Çalışmalarının ortaya koyduğu
sonuç, gücün sistemde her
zaman eşit olmayan bir şekilde dağılmış olduğu, kendi ulusal
çıkarlarını en üste çıkarmak
isteyen güçlü devletlerin karşılıklı etkileşimlerinin
uluslararası ilişkilerin herhangi belirli
bir zamandaki karakterini ve yapısını belirlediği idi. Buna
göre, güç dağılımı değiştiğinde,
sistem de değişirdi. Bu yaklaşıma göre, uluslararası
ilişkilerdeki en önemli tarihsel güç,
en güçlü devletin bütün sistem üzerinde kendi politik
hakimiyetini kurması, sürdürmesi
ve koruması yolundaki arzusudur - ki bu durumun adı hegemonya
(hegemony) idi.
Görüldüğü üzere, neo-realistler, ekonomik sorunların ve artan
karşılıklı
bağımlılığın dünya politikasındaki önemini kabul ederler,
ancak aynı zamanda her bir
devletin çeşitli politikalarının, göreli gücünü maksimuma
ulaştırma arzusu tarafından
belirlendiğini de ne sürerler. Neo-realizm, bu şekilde
realizmin eleştirilerine geleneksel
öğretilerini tekrar vurgulayarak karşılık verirken, diğer
teorisyenler uluslararası ilişkiler
analizini kurulu ortodoksiden daha da uzaklara götürdüler.
Örneğin, Dünya Sistemi teorisi neo-realistler tarafından
ortaya atılan politika
ve ekonomi arasındaki nedensel bağlantıyı tersine çevirerek
sunar. Bu yaklaşım, Marksizm'in ekonomik determinizm anlayışını kullanarak, devleti
uluslararası politik
sistemin değil, fakat dinamikleri dünya politikasındaki
değişimlere neden olan dünya
kapitalist ekonomisinin bir aktörü olarak tanımlar. Bu
çerçevede, bir devletin en önemli
amacı sermayenin kendi ulusal ekonomisinde toplanmasını
özendirmektir ve gücün çeşitli
yönleri de bu amaca ulaşmak için kullanılacak araçlardır.
Aralarındaki kavramsal farklılıklara rağmen neo-realizm ile
dünya sistemi teorisi
arasında pek çok paralellik var. Dünya sistemi teorisyenleri de
hegemonya fikrini
vurguluyorlar, fakat bunların hegemonyası öncelikle tarım,
endüstri ve ticari
ekonomik hakimiyet kuruyor. Ayrıca her iki yaklaşım da
hegemonyanın tarihsel olarak
çok kısa sürdüğünü ve çatışma ile düzensizliğin anarşik
uluslararası sistemin kalıtsal
parçaları olduğu konusunda anlaşır1ar. Zaten, 1980'lerin
ikinci yarısında, bu ikisi arasında
bir yerlere koyulabilecek, en önemli temsilcileri ABD'de
Robert Keohane ve
Staphen Krasner ile İngiltere'de Susan Strange olan, neo-realizmin
oldukça
kapsamlı ve uluslararası ekonomi-politik analizle bağ kuran
yanını vurgulayan bir diğer
yaklaşım da belirdi. (60)
Kurumsallaşma akımını savunanlar ise devletlerin, eğer giderek
daha çok
karşılıklı bağımlı hale gelen uluslararası sistem içinde kendi
ulusal çıkarlarını gerçekten
en üst düzeye çıkartmak istiyorlarsa, buna yönelik
politikalarını diğer devletlerle koordine
etmeleri gereği üzerinde duruyorlar. Her ne kadar ilk
kurumsallaşmacılar resmi
uluslararası örgütleri politika koordinasyonu için en uygun
yaklaşım olarak
desteklemişlerse de, daha yeni çalışmalar global gündemdeki
meselelerin oldukça farklı
ilgi alanları olduğunu, her birinin değişik aktörler içerdiğini
ve konularına özgü farklı
çözüm yollan gerektirdiğini ortaya koydular. Bütün sorunların
ortak tek bir politik
forumda çözümlenmesi yerine, şimdilerde, çeşitli uluslararası
rejimlerin
olduğunu/olması gerektiğini vurguluyorlar. Bu rejimler
prensipler, normlar, kurallar ve
okyanuslar veya para meseleleri gibi belirli alanlarla ilgili
olarak yapılacak ortak
hareketler ve alınacak ortak tedbirler için karar-verme
prosedürlerini de içeren işbirliği
düzenlemeleridir. Bunların bir kısmı tamamen kurumsallaşmış
olabilirken (Örn: Gam,
diğer bir kısmı da devletler arasındaki centilmenlik
anlaşmalarından öteye geçmemiş
olabilir.
Neo-realist ve dünya sistemi teorisyenlerinden farklı olarak
kurumsallaşmacılar
karşılıklı bağımlılığın devletleri, ulusal çıkarlarını daha
etkili ve etkin bir şekilde
geliştirmek için, birlikte çalışmaya zorladığını ve nerede bir
konuda artan karşılıklı
bağımlılık varsa, orada devletler arasında daha gelişmiş
kolektif karar-verme
prosedürlerinin ortaya çıkacağını ileri sürüyorlar. Neo-realistler
buna etkili uluslararası
rejim ağlarının sadece uluslararası sistemdeki etkin bir
egemenin gayretleri vasıtasıyla
kurulabileceğini, dolayısıyla rejim sistemlerinin egemenin
çıkarlarını yansıtacağını ve
sistemdeki önder gücün etkisi azaldığında rejimin etkisinin de
azalacağını ileri sürerek
karşılık veriyorlar.
Uluslararası ilişkilerin nasıl algılanması gerektiği
konusundaki geleneksel
paradigmaya temelden meydan okuyan ve karşılıklı-bağımlılık ve
uluslararası sistem
yaklaşımlarıyla aynı zamanda ortaya çıkıp gelişen bir diğer
yaklaşım da Dünya Düzeni
Çalışmaları başlığı altında toplanabilir. çağımızda politik
olsun, sosyal, ekonomik
veya çevresel olsun sürüp giden krizlere bir çözüm bulmak
amacıyla bir kısım araştırmacı
1970'lerin ortalarından itibaren uluslararası politik sistemin
bizim bildiğimiz şekli ile
insanlığın şimdiki ve gelecekteki ihtiyaçlarını karşılama
yetisi olup olmadığını
sorgulamaya başladılar. Bu "dünya düzeni" teorisyenleri -
Richard Faik, John
B urton, Robert Johansen, Samuel Kim, Saul Mendlovitz -
analizlerine
bireysel refahın geliştirilmesi için şiddetin azaltılması,
ekolojiye uygun gelişme, karar vermeye
katılma, en geniş anlamında kendini geliştirme gibi minimum
vazgeçilmezler
olarak kabul ettikleri bir takım değerlerle başladılar.
Varolan dünya düzeninin bu
değerlerin gerçekleştirilmesi yolundaki engellemelerini veya
desteklerini değerlendirdiler
ve bu değerlerin uygulanmasının en üst düzeye çıkartılabilmesi
için varolan sistemin ne
şekillerde değiştirilmesi gerektiğini araştırdılar.
Örneğin, John Burton, Dünya Toplumu (World Society) ve diğer
çalışmalarıyla bireysel ihtiyaçlar ve bu tür ihtiyaçlarca
oluşturulan konu-spesifik bağlantı
sistemlerine dayanan bir uluslararası ilişkiler teorisi
geliştirdi. (61) Burton öncelikle
akademisyenlerin çizdiği dünya tablosunun gerçekten içinde
yaşadığımız dünyanın
karmaşıklığını yansıtıp yansıtmadığını sorgulamaya başladı.
Burton'a göre uluslararası
ilişkiler, esas olarak devletler arasındaki ilişkileriyle
ilgilenen dominant devlet-merkezli
"bilardo topu" modelinin aksine, devletlerin kendi parçalarını
kontrol ettiğini veya
uluslararası arenadaki en önemli etkileşimlerin merkezi
olduklarını varsaymayan bir
"dünya toplumu ağı" modeliyle anlaşılabilirdi. Buna göre
uluslararası sistem konu spesifik
etkileşimlerin bir ağı idi ve bunun içinde devlet gücü ve
askeri kuvvetin spesifik
yapıları ayrı ve önemli, fakat tek ya da hakim olmayan bir
rol oynuyordu. Bilardo topu
modeli devletlerin ihtiyaç ve çıkarlarına bakarken, Burton
bireylerin ihtiyaçlarına ve bu
ihtiyaçların karşılanmamasının nasıl suç, terör ve savaşa yol
açabileceğini inceledi.
Egemen görüş, gücü dünyanın merkezine oturtuyor ve baskı ve
zorlamayı nihai araçlar
olarak görüyordu. Burton ise gücü sadece varolabilecek değişik
ilişkilerden biri olarak
gördü ve bireyler arası çatışmaların çözümü tekniklerinin
toplumun önemli sorunlarına
çözümler üretmek için kullanılabileceğini ileri sürdü.
Sonuçta, ürettiği politikaların pek
de iyi çalışmıyor olmasından da hareketle, dominant görüşün
dünyanın doğru modelini
sunamadığı görüşüne vardı. Burton geleneksel uluslararası
ilişkiler teorisinin temel aldığı
bilim öncesi insan doğası görüşüne meydan okumada davranışsakı
sosyal bilimi kullanarak dünya politikasının yeni bir anlayışına ulaştı.
Böylece küçük gruplar ve
bireysel aracılık yoluyla çatışmaların çözümü konusundaki özel
vurgusuyla Burton'un
çalışması devlet-merkezli uluslararası ilişkiler görüşünü,
sadece bir alternatif analiz değil,
fakat politikaya alternatif bir yaklaşım üreterek de kırmış
oluyordu.
Paralel bir çalışmada ise Richard Faik, Dünya "Düzeni
ModeIleri Projesi
(The World Order Models Project) ile uluslararası düzeyde
devlet gücüne karşı
çıkan ve yine insan ihtiyaçları ve transnasyonal, devlet-dışı,
etkileşimlere dayanan bir
alternatifler teorisi geliştirmiş bulunuyor. Her ne kadar
dünya düzeni teorisyenleri ilk
başlarda uluslararası ilişkiler disiplininin Ortodoks
teorisyenlerince pek ciddiye
alınmamışlarsa da, Soğuk Savaş'ın sona ermesi ve diğer güncel
gelişmeler insanların
ilgisini dünya düzeninin niteliğine çekti. Yirmi yıl kadar
önce dünya düzencileri
tarafından ortaya atılan değerlerin benzerleri bugünlerde
giderek daha belirgin olarak global
gündeme oturuyorlar. Örneğin, 1972'de Stockholm'de ve 1992'de
Rio de Janciro'da
toplanan BM Çevre ve Gelişme konferansları, aynı şekilde
i976'da Vancouver'da toplanan
ve Haziran 1996'da İstanbul'da yapılan İnsan Yerleşimleri
(Habitat) toplantıları. Amaç
aynı: insanların yaşam standartlarını yükseltmek.
Bu arada Marksizm ile uluslararası ilişkiler analizlerinin
gelişen ilişkisi de 1970
ve 1980'lerde diğer bir Ortodoks olmayan gelişmeye işaret
ediyordu. Daha önce de ifade
ettiğimiz gibi, Marksizm'in uluslararası ilişkilere girişi
azgelişmişlik bağlamında idi ve
genellikle de bu alanla sınırlı kalmıştı. Nihai zaferinin
bilinen şekilleriyle ulusal ve
uluslararası politikaları ortadan kaldıracağı evrensel
proletarya sınıfının farazi birliğini
temel alan klasik Marksist düşünce prensipte kozmopolitti. Bu
nedenle, Marksizm'in
sadece gelişmeyle ilgili alternatif görüşleri az da olsa
vurgulanırken, savaşın nedenleri,
sınıfların rolü, ideolojinin karakteri gibi uluslararası
ilişkilerin merkezi meseleleriyle
daha alakalı olan kavramları uluslararası ilişkiler analizine
hemen hiç uygulanmamıştı.
Bir başka ifade ile, alternatif bir gündemin (Kuzey-Güney
ilişkileri ve sömürünün
uluslararası yapısı) önemini vurgularken Marksizm uluslararası
ilişkilerin ana alanlarını
göreli olarak dokunulmamış bırakmıştı. Tabii uluslararası
ilişkilerin diğer sosyal
bilimlere oranla Marksizm'den daha çok yalıtılmış olmasında,
kuşkusuz ki alanın
entelektüel gelişiminin çoğunlukla Marksizm'in büyük oranda
uzak kaldığı Amerikan
akademik çevrelerinde olmasının büyük etkisi olmuştur.
Ancak, 1980'lere gelindiğinde bu durum değişmeye başladı.
Uluslararası ekonomi politik
yazım içinde giderek artan oranda; uluslararasılaşan pazarın
ve yeni yapıların neden
ve sonuçlarının analizinde Marksist kavramların uygulandığı
görüldü. Bu çerçevede, dış
politika analizi çalışmalarında hem bürokratik ve yasal
faktörlerin politika çıktılarını
nasıl etkiledikleri, hem de bunların bizzat kendilerinin nasıl
ilgili ülkedeki daha geniş
tarihsel, sosyal ve sınıfsal meseleler de dahil olmak üzere
ekonomik faktörlerce
şekillendirildiğinin analizini yapmak mümkün hale geldi.
Bu arada, kendisi de Marksizm'le eleştirel olarak ilgilenen
tarihsel sosyolojik
araştırmaların uluslararası mücadele ve devlet formasyonu
konuları çerçevesinde giderek
gelişen literatürü de, özellikle dış neden-iç neden ilişkileri
ve devletlerin dünya sistemiyle
hangi şekillerde etkileşim içinde oldukları konularında önemli
sonuçları olan çalışmalar
üretmekte. (62) Bu literatür, realizm ile Marksizm arasındaki
tartışmanın büyük kısmının
"devlet" konusu etrafında yoğunlaşmış olmasına rağmen bunun
birbirinden oldukça farklı
iki "devlet" kavramını içerdiğinin oldukça seyrek olarak
anlaşıldığını vurgulayarak,
realizmin, belki de en derinden benimsediği ve gözardı edilmiş
yanı olan, devletin
uluslararası hukuk ve politika bilimlerinden ödünç alınan
yasal-topraksal (Iegalterritorial)
tanımını kullanmasını tartışmaya açtı. Sunulan alternatif
devlet tanımı ise
Marksizm ve Weberci sosyolojiden ödünç alınan, devletin
idari-cebri (administrativecoercive)
bir varlık olarak görüldüğü ve bir bütün olarak oldukça farklı
soruların (ki bu
ulusal ve uluslararası ortamın nasıl karşılıklı etkileşim içinde
oldukları, devletlerin ve
bireylerin değişen ilişkisinin ve devletin refahtaki rolü ile
neyin meşru hükümeti
oluşturup oluşturmadığına dair değişen uluslararası
standartlar gibi tartışmalı meseleleri
içeriyor) analiz edilmesine olanak sağlayan alternatif bir
kavramdır.
5. Pozitivizm-Sonrası Çağdaş Uluslararası İlişkiler: Eleştirel
Teori "Ve Postmodern Uluslararası İlişkiler (63)
20. Yüzyılın son çeyreğine girilirken, uluslararası düşüncede
normatif etiğe tekrar
bir dönüş yaşanmakta olduğu göze çarpmaktaydı: Bu, aslında,
1950'lerin pozitivistampirik
sosyal bilimlerinin günün problem ve meselelerini anlama ve
çözümlemede
yetersiz kaldığı, hatta yanlış formülasyonlar ortaya attığı
fikrine bir karşılıktı. (64)
Pozitivist-ampirik sosyal bilimlere yönelik şüphenin en son
vardığı noktada ise eleştirel
teori ile postmodernizm vardı. Bu arada, komünist Sovyet
sisteminin yıkılmasından
sonra, üzerinde yapılan ideolojik güç mücadelesinin yükünden
kurtulan Marksizm'in, bir
anlamda, sosyal bilimlerce yeniden keşfi ve uluslararası
ilişkiler teorisyenlerince belki de
ilk defa bu kadar ciddi olarak ele alınmasının da uluslararası
ilişkilerde eleştirel teori
ve daha sonra da postmodern okumaların yolunu açtığı
söylenebilir.
"Eleştirel Teori" ve "post-modernizm"in oldukça muğlak
ifadeler kullanan ve
birbiriyle neredeyse zıt şeyler söyleyen çok çeşitli türleri
olduğu için, bunları belli gruplara
ayırmak ve tanımlayarak anlatmak oldukça zor. (65) Zaten,
özellikle postmodern yazarlar,
bu tür bir tanımlanmaya ve kategorileştirilmeye direnerek buna
engel olacak bir yazım
stili kullanıyorlar. (66) Ayrıca, bu tür düşünceler, söylemin, normal olarak, dikkati
çekmeyecek şekilde kalmasına 'izin verilen yönlerini gündeme
getirmeye çalıştıklarından,
düzlemsel anlatım yöntemi ile ortaya konulamazlar. Bu tür
yazının tipik tekniği,
örneğin, bilineni bilinmeyene döndürme veya bunun tersini
gerçekleştirme olarak
algılanabilecek olan defamiliarisation'ı içerir ve varolan
teorilere yönelttikleri
eleştiriler epey "derine" gittiğinden bunları anlamak,
tanımlamak ve eleştirmek oldukça
zordur.
Ancak yine de, eleştirel teorının ve postmodernizmin bütün
çeşitlerinin -
deconstruction, semiotics, genalogy, feminist psycho-analytic
theory,
intertextualism ve bunların çeşitli varyasyonlarının - ortak
bir yönü var: Uluslararası
ilişkiler disiplinini kendi farklı kavram ve retoriğiyle ayrı
bir söylem olarak ele almayı
reddetmeleri, uluslararası ilişkileri daha geniş bir çerçeveye
oturtmaya duyulan ihtiyacı
belirtmeleri ve Aydınlanma sonrası Batı düşününün kriz içinde
olduğunu düşünmeleri.
Önyargı, gelenek ve mutlak otoritenin Aydınlanmayla birlikte
yerini özgürlük,
rasyonel otonomi, mantığın gücü, bilimsel bilginin
kullanılması ve insanın kendisi için
düşünme arzusuna bıraktığı görüşü iki yüzyıl boyunca radikal
ve ilerici düşüncenin (bu
ister liberalizm, isterse Marksizm veya sosyal demokrasi
olsun) kaynağı olmuş ve onu
geliştirmişti. Ayrıca, bu kuramsal tavır, zamanla "modernity"
dediğimiz kavramı
oluşturan değişikliklerin de vazgeçilmez parçası haline
gelmişti. Fakat, bu "rasyonel
değişim projesinin" kendisi rasyonel olarak açıklanabilir
miydi? Bu somdan hareketle,
örneğin, Marx ve Darwin, özgürleşme ve gelişmenin en önemli
eserlerini vererek
Aydınlanmayı yayarlarken, Nietzsche, aşağı yukarı aynı zamanda,
aydınlanmanın
eleştirisini ortaya koyuyordu. Nietzsche ve onun izinden
ilerleyen Heidegger 19. ve 20.
Yüzyılda hakim olan düşünce sisteminin (pozitif ve ampirik
analizle birlikte ortaya
konan aydınlanmanın rasyonel düşüncesi) insanlığı yıkıma
götürdüğünü ve aydınlanmanın özgürlüğü sağlamaktan çok dehumanization'a yol
açtığını ne sürdüler.
Bu durum karşısında yakın zamanda iki tipik reaksiyon ortaya
çıktı:
1)
Aydınlanma'nın eski usullerle savunulamayacağını görseler de
bundan vazgeçrnek
istemeyenler (eleştirel teori). Bunlar kendilerini Kant ve
onun devamı olan
düşünürlerle ilişkilendirerek "eleştiri" ve "teori" üretmeyi
istiyorlar;
2) Aydınlanmayı,
Urettiği söylemleri ve rasyonellikle bilim hakkında ortaya
attığı monolog anlatımı
terketmeyi ve bu temeller olmadan yaşayıp düşünmeyi isteyenler
(post-modernizm).
Bunlar "modern"i Aydınlanmanın "modernity"sinin kısa versiyonu
olarak ele alıp, teori
üretme arzusu eski düzenin bir parçası olduğundan, "teori"
kelimesinden kaçınıyorlar.
...devamı 3. bölümde |