6. Eleştirel Teori ve Uluslararası İlişkiler
Eleştirel teorinin amacı sosyal bilimlerdeki pozitivist
yaklaşımlara meydan
okuyup alternatifler sunarak sosyal ve politik teoriyi yeniden
kurgulamaktır. En önemli
eleştirel teorisyen, köken olarak Marksist eğilimli Frankfurt
Sosyal Araştırmalar
Enstitüsüyle adı özdeşleşmiş olan Jürgen Habermas'tır. (67) Zaman
içinde hem Marksizm'in hem de "Frankfurt Okulu"nun tesine geçen Habermas'a
göre bütün "bilgi"
insan ihtiyaç/çıkar/ilgi'since oluşturulur/belirlenir ve
toplumda üç bilgi-oluşturucu
çıkar/ilgi (knowledge-constitutive interest) ile bunlara cevap
veren üç çeşit bilim
vardır: (68)
1) Pozitif ampirik-analatik bilimlerin karşıladığı,
toplum ile onun materyal
çerçevesinin etkileşiminden kaynaklanan insanın içinde
yaşadığı ortamı öngrme ve
kontrol etme arzusu;
2) Tarihsel-yorumsamacı (hermeneutic)
bilimlerin karşıladığı
insan doğasının düşünce ürünü yapısından kaynaklanan ve insan davranışlarının sadece
niyetlerinin anlaşılması/yorumlanması ile anlaşılabileceği
fikrinden hareketle anlamın
anlaşılması için duyulan ilgi ve ihtiyaç;
3) Eleştirel
teorinin karşıladığı, Habermas'ın bir
güç ve dominasyon mahalli olarak tanımladığı toplumun insan davranışlarını anlamaktan
öte bunları değiştirme arzusundan hareketle dominasyondan
kurtulma, özgürleşme ve
rasyonel otonomiye ulaşma ile bağımsız olma konusundaki
çıkar/ilgi.
Bu üçüncüsü hem statüko-merkezli pozitivist sosyal bilimden,
hem de apolitik
hermeneutic'ten bir kaçış yolu vaat eder gözüktüğü için
oldukça etkili oldu ve pek çok
yazar tarafından da uluslararası ilişkilere uyarlanmaya
çalışıldı. Her ne kadar Habermas'ın
fikirlerinin uluslararası ilişkiler aİanındaki en geniş
kullanımını. bunları uluslararası
ilişkilerdeki paradigmalar arası tartışmayla alakalandırarak
eleştirel teorinin uluslararası
ilişkilerdeki yeni aşama (beIki de dördüncü paradigma) olduğunu
ileri süren Hoffman
yaptı ise de. (69 Habermas'a sadece geçerken atıta bulunan ve
büyük ölçüde Gramsci'den
etkilenen Robert Cox'un çalışmaları daha çok yankı
uyandırmıştır. (70)
Habermas'ın üçlü ayırımını ikiye indiren Cox. dünyayı olduğu
gibi ele alan
"problem-çözücü teori" ile kendi kendini geliştiren ve değişime
adanmış "eleştirel teori"
arasında ayırım yaparak. dünya politikasının alternatif bir
görüşünü geliştirmeye çalıştı.
Onun yaklaşımı. o sıralarda uluslararası ilişkilerin
devlet-merkezli dominant modeline
alternatif bir model geliştirmeye çalışan Burton'un
yaklaşımından oldukça farklıydı ve
Marx ve Gramsci'de temellerini bulan politik-ekonomi
yaklaşımını kullanarak realizme
bir alternatif sağlamasının yanısıra hem gelenekçileri hem de
davranışsalcıları etkilemiş
olan bilim ve teorinin pozitivist açıklamalarına da meydan
okuyordu. Teorinin objektif
ve değerden arınmış olduğu görüşünü çok basitleştirilmiş bulan
Cox'a göre teori her
zaman bir amaca hizmet eder ve belirli bir grubun, ki bu
genellikle elit gruplardır,
problemlerinin çözümüne yöneliktir. Her ne kadar Cox iyi bir
bilimsel teorinin objektif
olması gerektiğini ve akademisyenlerin delilleri yaratmamaları
veya tarihsel kayıtları
sapurmamaları gerektiğini sorgulamıyorsa da. teorinin statüko
kültüründen doğması. onu
şekillendirmesi ve koruması anlamında objektif olmadığını da
gösterir. Problem-çözücü
teorilerin aksine. Cox. dünya politikasının, varolan
uygulamaları ve "gerçekliği" veri
olarak almayan. fakat ne tür alternatif düzenler olasıdır ve
değişim nasıl meydana
getirebilir sorularını soran bir eleştirel teorisini istiyor.
Eleştirel teori. yapıların nasıl ortaya çıktığını ve
davranışları belirlediğini
açıklamaya çalışır. Ancak bunu realizrnin aksine, insanların
değiştiremeyeceği kanunları
ortaya çıkartmak için değil, fakat bu yapılar altında
ezilenleri (kendilerini ilgilendirmeyen
savaşlarda ölen askerler. ihtiyaçlarına nem vermeyen bürokratik
kurumlara vergilerini
akıtan vatandaşlar v.b.) serbest bırakmak ve özgürlüklerine
kavuşturmak için yapıyor. Bu
şekildeki bir yaklaşım açıkça etiği ve normatif analizi tekrar
uluslararası ilişkiler
teorisinin içine sokarak, devleti yönetenlerin "teorinin
hizmet ettiği varsayılan ulusal
güvenlik ve milli çıkar gibi değerleri" tanımlamalarına izin
vermektense. ezilen grup ve
insanların sorunlarını ilgi merkezi yaparak bunlara kendisi
alternatif bir anlayış getirmeye
çalışıyor.
Ancak. program beyanlarının tersine geçip gerçek teorik
çalışmaya gelindiğinde
eleştirel uluslararası ilişkiler teorilerinin genellikle daha
geniş kapsamlı "ilerici" sosyal
düşünce literatürü ile birleşen ve çoğunlukla neo-Marksist
bağımlılık teorisi ile Lenin'in
emperyalizm teorisinin hayal kırıklığı yaratacak kadar
konvansiyonel bir karışımı oldukları görülür. Gerçekten de hem Cox hem de Linklater'ın
çalışmaları, her ne kadar
pozitivizmin bir ölçüde ötesinde iseler de, pek Marksizm'in
ötesine geçememişlerdir. (71)
Ayrıca Habermas'ın bir "doğruluk teorisi" geliştirmeye yönelik
daha yeni çalışmaları da
onu rasyonellik vurgulamasında iyice Kant ve Hegel'in izinden
"modernity" kavramının
alanına sokuyor. Sonuçta, Habcrmas giderek daha çok
Aydınlanmanın politik ideallerinin
ve değerlerinin yeniden vurgulanmasına yöneliyor. Bu durumda, Habermas'ın eleştirel
teorisi hem aydınlanmanın kozmopolit idealini savunmak, hem de
modem dünyaya
eleştirel bir gözle bakan daha karmaşık bir teori kavramıyla
çalışmak isteyenlerin önemli
kaynaklarından birisi haline geliyor. (72) Ancak, eleştirel teori
tartışmaları, ne kadar değerli
olursa olsun, uluslararası ilişkiler teorisine yeni bir fikir
katmıyor. Sadece eleştiri-alternatif yok. Alternatif uzun vadede postmodern reaksiyondan
gelecek gibi.
7. Postmodernizm ve Uluslararası İlişkiler Teorisi
Postmodern düşünce bir örnek bütüncül bir teori fikrini reddettiği için, postmodern
düşünürleri sınıflandırmak eleştirel içeriden de daha zordur
ve Habermas'ın eleştirel teoride
oynadığı rolü oynayacak bir düşünürü de yoktur. Amerika'da
Richard Ashley ve
William Connolly gibi figürler etrafında toplanmış, kendi
aralarında iletişim kurup
yazılar yazan bir grup "postmodernist akademisyen" varsa da,
bunların entelektüel
anlamda bir' "okul" oluşturduklarını söylemek oldukça zor.
(73)
Ayrıca, postmodern
yazarların Habermas gibi temelleri yeniden yaratmaya ya da
keşfetmeye çalışmak yerine
temeller olmadan düşünmeye ve yaşamaya çalışmaları onları Kant
ve Hegel'in ortaya
koyduğu teorik alanın dışına götürüyor. Bu nedenle, Anglo-Amerikan
geleneğinden
yetişenler için Postmodernizm'in insan süjesinin kayboluşu gibi
kavramları ile yapı
çözümleme (deconstruction), sili altında yazma (writing under
erasure) ve tarihi
soybilimle (genalogy) değiştirmek gibi yöntemlerini izlemek
zor ve bu pozisyonlardan
ortaya çıkan politikaları anlamaksa her zaman kolay değil.
Fakat, bu alandan son
zamanlarda oldukça önemli oranda uluslararası ilişkiler
teorisi yazını geldiği için en
azından bunları anlamaya çalışmak lazım,
Lapid'in "üçüncü tartışma" ile ilgili yazıları ve Der Derian
ile Shapiro'nun International/IntertextuaJ'da yazdıkları tanıtıcı makaleler
postmodern çalışmanın
nasıl olması gerektiği veya nasıl olabileceği hakkında bir fikir
verebilir. (74) Fakat postmodern yazını hakkında bugüne kadarki en açık iki program
ifadesi Ashley ve
Walker'ın birlikte bir sayısını edite ettikleri International
Studies Quarterly'daki
makaleleri olmuştur. (75) Program beyanatlarının ötesine
geçtiğimizde ise uluslararası
ilişkilerdeki en önemli postmodern yazınını üreten kişi, Foucault'dan etkilendiği
çalışması On Diplomacy ile bu alandaki tamamıyla postmodern ilk
ve hala da en iyi
çalışmayı yapan Der Derian'dır. (76) Daha yeni bir çalışmasında Baudrillardo simülasyon ve gerçek-ötesi (hyperreaI) kavramı ile Virilio'nun
hız ve politika
fikirlerini Antidiplomacy'de bir araya getiren Der Derian'ın
yanısıra Shapiro'nun benzer
post-yapısalcı kaynaklardan hareketle temsil edilen krizinin
önemli bir analizini
ürettiği ve edebiyat ile politik müdahale ilişkisi üzerinde
yoğunlaşan çalışmaları bu
alandaki satırbaşlarını oluşturur. (77)
Ancak, bütün bunları okumak pozitivist eğitim geleneğinden
gelenler için oldukça
rahatsızlık verici bir tecrübe olabilir. Çünkü, bu çalışmalar
yazarlarınca özellikle
geleneksel akademisyenleri rahatsız edecek, onların
oryantasyonlarını ve dengelerini
bozacak ve geleneksel düşüncelere uyumlaştırma\çabalarına
direnecek şekilde
tasarlanıyorlar.
Yine de, çok genel bir anlama çabasına
girişirsek, basit bir ifade ile postmodernizm'in
iki iddiası var:
1) Sosyal bilimlerin herhangi bir alanı veya
tarih
hakkında bir fikre sahip olmamıza yardım eden tek bir
rasyonellik veya tarihsel anlatım
yoktur;
2) Sosyal bilimlerin görünüşte akılcı ve kurala uygun
kategorileri ve diğer ifade
formları, politik hayat konusunu rasyonel yaklaşımların ifade
ettiğinden daha karmaşık ve
belirsiz yapan kimlikler ve anlamlar çeşitliliğini gizler.
Bu sonuçlara ulaşırken, postmodern yaklaşımlar "bilgi",
"doğru", "gerçek" ve
"anlamın" nasıl oluşturulduğunu sorguluyorlar ve Batının
rasyonellik ve pozitivizm
hakkındaki varsayımlarını reddederek yukarıdaki kavramların
doğada var olmadıklarını,
fakat geleneksel ve kültürel olarak toplumda oluşturulduklarını
ileri sürüyorlar.
Postmodernizm'in toplumun ve gücün oluşumunda "söylemin" rolünü
en geniş anlamında
(kelimeler, anlamlar, semboller, kimlikler, iletişim
şekilleri) vurgulamasının uluslararası
ilişkiler için nemli yansımaları olabileceği açıktır. (78) Ancak,
Postmodernizm'in
uluslararası ilişkilere uygulanmasının disiplini geliştirmek
biryana kafaları karıştıracak
pekçok tartışılır katkıyı da beraberinde getirdiği de bir
gerçektir.
Öte yandan, eleştirel teorinin ve
Postmodernizm'in şimdiye
kadar fazla bir
eleştirisinin yapılmamış ve daha çok birbirlerini eleştirilmiş
olmalarının nedeni belki de ne
demeye çalıştıklarının kullandıkları "dil" nedeniyle
çoğunlukla anlaşılamamış
olmasıdır. (79) Postmodernizm'e yöneltilebilecek ilk eleştiri, bu
tür yaklaşımların
uluslararası ilişkilere uyarlanması ve tartışılmasının, bu
konuda sosyal bilimlerde devam
eden daha geniş tartışmadan neredeyse tamamıyla ayrı yapılmış
olması, yani
Postmodernizm'i savunanların kendilerine yöneltilen
eleştirilere genellikle cevap vermemeleri ya da bunları dikkate almamalarıdır. Yöneltilen
diğer eleştirilere bakacak
olursak, genel olarak, çoğunlukla uygulanabilir moral
prensipleri reddetmesi nedeniyle
Postmodernizm'in temelindeki amoralizmin; tarihsel olaylar veya
dönemlere elle tutulur
açıklamalar getirmekteki yetersizliğinin; toplumdaki ideolojik
veya söylemsel
(discoursive) faktörlerin rolünü aşın vurgulamasının; bütün
bunların diğer daha maddi
üretim süreci, sosyal ilişkiler ve günlük hayatla olan
ilişkisini gözardı etmesinin; bütün
yaklaşımın, bir anlamda dünyanın yeni bir tarihsel deneme
girdiğine dair gerçekliği
tartışılır bir iddiayı ima eden, "post-modernity" denen birşey
üzerine oturuyor
olmasının ve bunun daha çok bir fetiş gibi kullanılmasının; ve
tarihin veya kavramların
temel analizi başarısız gibi göründükçe bu yazarların tekrar
tekrar anlaşılmalarını
zorlaştıracak ebedi-stilistik araçları kullanmalarının
vurgulandığını görürüz. (80) Halliday'in
ifadesi ile, bunlar büyük bir zevkle yeni epistemoloji
şekilleri (hermeneuties,
dialeeties, c10usure vb.) ortaya atıyorlar; fakat bunu
yaparken ne genelde bilim
felsefesinin problemlerini çözümlüyorlar ne de uluslararası
ilişkilerin teorileşmesine
katkıda bulunuyorlar. (81) Bu bağlamda, Postmodernizm genellikle
muhafazakarlıkla
suçlanıyor. Çünkü, çoğunlukla varolan teoriyi zayıflatmaktan
öte bir hedefi reddederek
aslında dünyayı olduğu gibi bırakıyorlar. (82)
Ancak bütün bu eleştirilere rağmen, postmodern uluslararası
ilişkiler
çalışmalarının son zamanlarda uluslararası ilişkilere çeşitli
alternatif bakış açıları üreten
pekçok çalışmaya kaynaklık ederek disipline bir dinamizm
kazandırdığını da ifade etmek
zorundayız. Örneğin, güvenlik çalışmaları giderek postmodern
uluslararası ilişkilerin
önemli uygulama alanlarından birisi haline geliyor. Öncülüğünü
Der Dcrian'ın
Antidiplomacy'si ile Shapiro'nun Strategic Discourse'unun
yaptığı bu alandaki en
ilginç çalışma CampelI'in Amerikan kimliğinin oluşturulmasında
dış ve güvenlik
politikalarının yapıcı rolünü incelediği Writing Security
kitabıdır. (83) Politikanın
oluşturulmasında genellikle "diğer"in rolüne odaklanan
güvenlik çalışmalarında postmodern yaklaşımların kimlik ve farklılık konularındaki
çalışmalarının ne kadar
önemli sonuçlar doğurabileceği ortadadır.
Ayrıca Bakhtin'in "dialogism" (monolog anlatımın, hiçbirine
ayrıcalıklı bir
statünün verilmediği farklı bakış açılarının aynı anda var
olması ile değiştirilmesi)
kavramını kullanan Todorov'un uluslararası ilişkiler yazınında
giderek önem kazanan bir
konu olan kültürler çatışması alanında yaptığı çalışması da
uluslararası ilişkilerde oldukça
önemli yeni bir bakış açısına işaret ediyor. (84) Hatta şimdiden
Batılı olmayan
ilişkileri konusunda yapılan en iyi çalışmaların büyük kısmı
postmodern formülasyonlarla dolu. (85) Aydınlanmanın ulaştığı varsayılan en
önemli doruk,
düşüncesinin evrenselliği ile kendisini ve diğer düşünce
alanlarını kendi ayrıcalıklı
ifadeleriyle anlayabilme iddiası idi. Postmodernizm'in bu
iddiayı terketmesi ve "farklı
fakat eşit" kategorisini kabul etmesiyle birlikte diğer
kültürlerle gerçek bir diyaloga girmek
artık daha mümkün gibi gözüküyor. Öte yandan, insan benliğinin
postmodern sunumu
bizi Batılı düşünce sisteminde yerleşmiş olan egemen ve
rasyonel insan varsayımının
dışındaki kendi doğamızı yeniden düşünmeye zorlayarak çağdaş
teorinin Batılı ve cinsiyet yüklü
doğasının ötesine geçen bir politik düzene giden yolu açabilir
gözüküyor.
Örneğin, Purfit bir kişi ile diğeri arasındaki fark bugünkü "ben"
ile
on yıl önceki veya on yıl
sonraki "ben" arasındaki farktan daha önemli değildir,
diyor. (86) Bu görüşün genel kabul
görmesi halinde çok çeşitli etnik ve kültürel meseleleri ele
alış şeklimizde ne tür önemli değişiklikler olabileceği
herhalde oldukça açıktır ve daha fazla yoruma ihtiyaç
göstermez
bağlamında düğünme konusundaki isteksizlik gerçekte durumu
aynen Ashley'in yazdığı
andaki gibi bırakıyor.
8. Uluslararası İlişkilerde Feminist Yaklaşımlar
Özellikle 1980'lerde tekrar uluslararası ilişkiler
disiplininde kendisine yer bulmaya
başlayan yukarıda kısaca değindiğimiz dünya politikasının
doğası hakkındaki tartışmanın
bu alana belki de en önemli katkısı, uluslararası ilişkiler
çalışmalarında farklı "seslerin"
duyulmaya başlamış olmasıdır. Bunlar arasında daha yakın
zamanlarda ortaya çıkan diğer
bir önemli eleştirel akım, feminizmden etkilenen
yaklaşımlardır. 1980'lerin ortalarına
kadar, disiplinin, sosyal bilimlerin diğer bütün alanlarından
daha fazla oranda cinsiyet
konularına aldırmaz olduğu görülüyordu. Bu durum konvansiyonel
olarak "erkek" alanı
olarak görülen "yüksek politikayı" oluşturan uluslararası
güvenlik ve devlet yönetimi
gibi alanlar ile aile hayatı, bireylerarası ilişkiler ve yerel
meseleler gibi "kadın" alanı olan
konular arasındaki ayırımın genel kabul görmesinden
kaynaklanmaktaydı.
Ancak, bu karşılıklı aldınnazlık/ilgisizlik aynı anda ortaya
çıkan iki farklı sürecin
önünde değişti. Birincisi politika alanından geliyor: Çeşitli
uluslararası politika
meselelerinde cinsiyet konuları son yıllarda ne çıkmaya
başladı. Bunlar, gelişme sürecinde
kadın, kadınla ilgili uluslararası hukuk meseleleri ve AB
politikaları ile uluslararası
sosyo-ekonomik gelişmenin kadın ve erkek üzerindeki değişen
etkilerini (bunların
arasında göç ve yapısal düzenleme politikaları da var)
içermekte. İkinci olarak, gittikçe
artan feminist yazını disiplinin Ortodoks düşünürlerine
uluslararası ilişkilerin konvansiyonel akademisyenliğinin ve pratiğinin,
geleneksel olarak, erkek kavramlarını ve inceliklerini ne derece vurguladığını, kadınların temel
endişelerini ne derece gözardı ettiğini
ve onların süregiden ezilmişliklerine ne derecede katkıda
bulunduğunu değerlendirmeleri
gerektiğini vurgulayarak meydan okur hale geldi. Kadınların
savaş ve nükleer silahlar
karşıtı hareketlerdeki yaygın katılımı da bu konuyu
cinsiyet-merkezli tartışmanın diğer
bir noktası haline getirdi.
Feminist yazarlar ayrıca ulusal çıkar, güvenlik, güç, insan
hakları gibi uluslararası
ilişkilerin merkezi kavramlarını da incelemeye ve bu konuların
cinsiyetten bağımsız
(gender-neutral) oldukları görüşünün ne kadar doğru olduğunu
araştırmaya başladılar.
Bütün bu kavramlar Ortodoks literatürde cinsiyetten bağımsız
ya da tarafsız olarak sunuluyorlardı. Ancak feministlerin incelemeleri
gösterdi ki
bunlar hep zımni olarak cinsi
manalara sahiptirler. Özellikle 1980'lerin ikinci yarısında
nem kazanmaya başlayan
feminizm üzerine olan literatür üç önemli bakış açısı ortaya
koyuyor: Liberalizm,
radikal feminizm, sosyal yapılanma. (87)
Liberalizm bu perspektiflerin en eskisi. Temelleri 1792'de
Mary
WolIstonecraft tarafından yazıImış olan A Vindication of the
Rights of
Women kitabına kadar uzatılabilir. Bir liberal feministin
temel endişesi erkek-baskın
toplumda kadın için eşit haklar ve olanaklara ulaşmaktır. (88)
Radikal feminizm ise Batı toplumlarında 1960'arda çıktı.
Avrupa'da öğrenci
radikalizmi atmosferinin ABD'nde ise kişisel haklar
hareketlerinin bir parçası olarak
gelişti. Radikal feminizm geleneksel olarak iki ana akıma
bölünmüştür. Birincisi;
reform hareketi olarak tanımlanmakta ve temel olarak eşit
haklar alma ve kadına karşı
yapılan ayrımcılığa son vermeyle ilgilenmekte. Diğeri ise
içinde radikal' ve devrimci akımları da barındıran kadınlara özgürlük eğilimi olarak
tanımlanabilir ve daha
radikal bir sosyal değişim programına ulaşmayı hedefler.
Diğer feminist perspektif, yani sosyal yapılanma, oldukça
karmaşık bir
etkileşim süreci içinde Postmodernizm ve Post-structuralizm'in çeşitli fikirlerini
benimsemiştir. Bu yaklaşım özellikle kimlik ve "farklılık" ile
ilgilenir. Sadece kadın ve
erkek arasındaki veya gruplar arasındaki çatışmayı değil fakat belirli bir grubun kendi
içindeki çatışmalarını da anlamaya çalışır. Bu yaklaşım
özellikle Üçüncü Dünya'dan -ki
sosyal yapılanmacılar bunu politik olarak doğru dillerinde
"global güney" olarak
adlandırıyorlar- gelen feministler ile Batı'daki
beyaz-olmayan feministler arasında çok
revaçta. Diğer bakış açılarının aksine, bu perspektif sadece
cinsiyete değil fakat aynı
zamanda ırk ve sınıfa dayalı baskının da kabul edilemezliğini
ele alır. (89)
Ancak her şeyin ötesinde, bireysel ve sosyal hakları
vurgulayan bütün diğer
teorilerde olduğu gibi feminizm de konvansiyonel uluslararası
ilişkiler pratiğinin en
merkezi kavramını yani egemenliğin yüceliğini sorguluyor.
örneğin. pek çok ülkede
bağımsız devletlerin kurulması bir taraftan kadınların
erkekler karşısındaki konumlarının gerilemesine yol açarken
diğer taraftan egemenlik ve
milliyetçi kimlik gibi kavramlar da
bu konuların ortaya atılmasına ve meşruiyet tanınmasına
engel olmak için kullanılmıştır.
Bu da milliyetçilik ve onun uzantısı olan egemen devletin
varsayılan otoritesi ile
feminizmin hem pratik hem de teoride çatışması için nemli
oranda neden olduğunu gösteriyor.
9. Uluslararası Güvenlik ve Çatışmaların Barışçı Çözümü
Kavramsal ve metodolojik düzeydeki bütün bu gelişmelerin
yanısıra özellikle
Soğuk Savaş sonrası dünya aynı zamanda barış ve çatışmaların
çözümü (Pea ce and
Conflict Resolution = PCR) çalışmalarındaki hızlı gelişmeye
"de tanık oldu ve
olmakta. PCR çalışmaları ilk olarak II. Dünya Savaşı'ndan
hemen sonra gündeme gelen
kritik sosyal problemlere bir karşılık olarak ortaya çıktı ve
Vietnam savaşından sonra
global problemlere yeni yaklaşımlar sunma ihtiyacı
hissedildiğinde hızla gelişti. (90) Bu
bağlamda PCR çalışmaları uluslararası ilişkileri tamamlıyordu.
Fakat PCR ile
uluslararası ilişkilerin daha geleneksel güç ve ulusal
güvenlik yaklaşımları arasında
önemli farklılıklar var. PCR, geleneksel güç kavramı ve ulusal
güvenlik çalışmalarından
hareket etmekle birlikte, onların oldukça ötesine de geçer. Bir
yandan askeri tehditlere
karşı savunma ihtiyacının ulusal güvenlik endişeleri için
meşru olduğunu kabul ederken, öte yandan açlık, fakirlik ve
sömürünün şiddeti besleyen nedenler olduğunu ve
dolayısıyla
hem ulusal hem de global güvenlik için en önemli tehlikeyi
oluşturduklarını ileri sürer.
PCR genel olarak global sistemin tamamının güvenliği ile
ilgilenir. Bugünkü karşılıklı bağımlı
dünyada bir devlet için arzulanan daha fazla güvenlik, aynı
zamanda, bütün
devletler için daha fazla güvenliği gerektirir. Dolayısıyla
ortak çıkarların varlığını şart
koşan ortak güvenlik kavramı güvenliğin bütün devletler için
arunasına olanak sağlar. Bu
nedenle sistemin bir bütün olarak korunması ulusal
politika için bir öncelik haline gelir.
PCR çalışmaları barışçı faaliyetler/şiddet içeren faaliyetler
ayrımının bireyden
gruba, oradan da global düzeye tüm alanlarını kapsar ve esas
vurgusu belirli devletler
arasındaki ilişkilerden çok grupsal ve global düzeydedir. Her
ne kadar PCR ve uluslararası
ilişkiler ortak çalışma gerektiren disiplinler iseler de, PCR
daha çok çeşitli potansiyel
alternatif dünya düzeni sistemlerini inceler. Uluslararası
ilişkiler politika ve kültürü ayrı ayrı ele alırken, PCR politikayı kültürel bir faaliyet ve dünya
politikasını da karşıIıkIı
kültürel iletişim olarak kabul eder. çatışma ve değişimi
alakadar ettiği kadarı ile
ekonomi, politika, ideoloji, kültür ve teknik ile yerel,
ulusal ve global düzeylerdeki
sosyal sistemlerin incelenmesini bünyesinde toplar.
Dolayısıyla PCR'nin bakış açısı
uluslararası ilişkilerden daha geniş bir sosyal bilim ile
doğal ve fizik bilimleri yelpazesini
birleştirir. Son ve biraz da tartışmalı olarak PCR değer
yüklüdür, yani barışı (şiddet
içermeyen çatışma çözümü) şiddet ve savaşa tercih eder ve
sosyo-ekonomik adalet ile
ekolojik denge sorunlarını daha rahatlıkla amaç edinebilir. (91)
Bu açıdan PCR savaş, şiddet
ve sistemli baskının nedenlerini analiz eden, çatışma ve
değişimin adaleti geliştirecek ve
şiddeti azaltacak şekilde kullanılması yollarını araştıran
disiplinlerarası bir akademik
alandır.
IV. Sonuç: Uluslararası İlişkiler Teorisi (mi?)
Uluslararası ilişkiler teori ve yaklaşımları buradaki genel
özetten de gördüğümüz
üzere, 1970'lerin ortalarından itibaren neredeyse sayılamayacak
kadar çok farklı
yaklaşımlar arasındaki çatışmalara tanık olmuştur. Biz bu
makalede bütün bu yaklaşımları üç ana başlık (paradigma) altında topladık:
Geleneksel-realist, plüralistrasyonalist
ve globalist-devrimci. Daha geniş bir araştırma bu sayıyı çok
rahatlıkla ikiye
hatta üçe katlayabilir. (92) Ancak, özellikle postmodern
yaklaşımların uluslararası
ilişkilerde giderek önem kazanması ve Soğuk Savaş'ın sona
ermesinden sonra uluslararası
ilişkiler teorisinin dünya politikasının karmaşası karşısında
henüz tatmin edici bir
açıklama getirememiş olması, disiplinin geleceğini giderek
daha da belirsizleştiriyor. Bir
taraftan "teorileşmeyi reddeden" ve varolan teorileri yerle
bir etmeye çalışan
Postmodernizm'in saldırıları, öte taraftan giderek artan
disiplinlerarası çalışmalar ile "sınır
problemi"nin yerini "sınırın korunması" problemine bırakması
sonucu artık disiplinin
teorileşememesinden değil, fakat varlığını sürdürüp
sürdüremeyeceğinden endişe duymak
gerekiyor. Zaten, uluslararası ilişkiler araştırmaları da 20.
Yüzyılın sonuna yaklaşırken
artık sadece dünya politikasının nasıl görülmesi veya ne
şekilde çalışılması gerektiğini
değil, fakat disiplinin esas amacını ve varolma nedenini de
tartışıyorlar. Aynı zamanda,
uluslararası ilişkiler akademisyenleri, "modernity"yi gerçeğin
ortaya çıkarılmasının tek
yolu olarak değil fakat pek çok olası ve keyfi yaşam
şekillerinden birisi olan basit bir
kültürel form olarak gren post-modernist yaklaşımlardan
etkileniyorlar. Artık çeşitli
yazarlarca bu dünyada nasıl yaşadığımızın ruhani, doğal ya da
bilimsel olsun tek bir
kanunla önceden belirlenmediği fakat tarihin, yani bugünün
yapılarını ve kültürünü üreten
çeşitli karar ve davranışların, bir sonucu olduğu ileri
sürülüyor. Dünyayı ve "gerçekliği"
nasıl gördüğümüz sorusuna verilecek cevabın geliştireceğimiz
metot ve teoriler ile
gerçeği araştırmamızda bakacağımız objektifler üzerinde köklü
etkileri olduğu için bu
çabuk sona erecek bir tartışma değil.
Bu çalışmanın da ortaya koyduğu gibi uluslararası ilişkiler
teorisyenleri disiplinin
kısa tarihi içinde uluslararası politika hakkında farklı
görüşlere sahip olmuşlardır. Bunun
yanısıra, konuya "doğru" yaklaşımın nasıl olması gerektiği,
bireysel ve örgütsel
gruplaşmaların etkileşimleriyle ilgili temel kavramların
varlığı veya yokluğu ve benzeri
pek çok konuda da farklı inançlara sahip oldular ve
olmaktalar. Buradan hareketle, bütün
uluslararası ilişkiler teorisyenlerinin, özellikle de
poststructural ve postmodern yazarların
yaptıkları tek önemli şeyin, disiplinin görünüşte sonsuz
tarihsel yorumlarını ve
yaklaşımlarını üreterek öğrenci için uluslararası ilişkilerin
bir bütün olarak çalışılmasını
derece derece zorlaştırmak olduğu söylenebilir. Eğer
uluslararası ilişkiler teori ve
analizinin bu kısa araştırmasından uluslararası ilişkilerdeki
teorileşme çalışmalarının ya
sonu olmayan ya da en azından henüz tamamlanmamış bir çaba
olduğu görüşü ortaya
çıkıyor ise, o zaman okuyucu için alınacak tek "gerçek" ders
daha fazla teorileşme için bir
davet olmalıdır... (93) Şimdiden poststructuralizm ve postmodernizmin de "ötesinde"
olduğunu iddia eden
yazıların uluslararası literatürde belirmeye başladığını
söylemek herhalde ilginç olacaktır.
Örneğin. ale Waever Ingiliz Uluslararası Çalışmalar
Topluluğunun Aralık 1989'daki
yıllık toplantısında "Tradition and Transgression in
International Relations: A Post-Ashleyan Position" başlıklı bir sunum yaptı.
...dipnotlar 4. bölümde |