Toplumların tarihine bakıldığında tek düze bir süreç
izlenmiyor. Bu saptama toplumların dil tarihi için de
geçerlidir. Bu durum toplumların inanç tarihi için de
geçerlidir. Bu toplumların etnik kimlikleri için de
geçerlidir. Hemen hemen hiçbir toplum ilk ortaya
çıktığından günümüze dek aynı dili, aynı inancı hatta aynı
etnik kimliği izlemiyor.
Toplumların sosyal tarihinde bir dizi gel-gitler, alt-üst
oluşlar olmuştur. Bu diğer alanlarda olduğu gibi
toplumların dil, din ve etnisite alanlarında da böyledir.
Üstelik
her kıtadaki, ülkedeki, bölgedeki bu süreç değişim ya da
alt-üst oluş o yapının özgül şartlarına uygun olarak
değişim göstermiştir. Toplumların benzer şeyleri yaşadığı
söylenir. Ama birbirlerinin tekrarı olduğunu iddia etmek
sosyoloji bilimine yabancıdır.
Dünyada
filanca etnik grubun ille de filanca dili konuşması ve
falanca inancı savunması gerekir diye bir ön koşul sosyal
bilimler tarafından bugüne dek saptanmış değildir.
Herhangi bir etnik grup bilinen en eski döneminden alınıp
bugüne gelişi izlendiğinde konuştuğu dilde de savunduğu
inancında da diğer kültürel özellikler de de birçok
değişim görmek olasıdır. Toplumların değişimi de çok
değişkendir. Aynı şartlar farklı toplumlarda farklı
sonuçlar yaratabilmektedir. Toplumların birbirini tıpatıp
tekrarladığını söylemek oldukça zor bir tespittir.
Bugün dil
açısından baktığımızda İngilizce’nin dünya hakimiyeti söz
konusu. O’nu İspanyolca izleyebilir. Ondan sonra belki
Çince, Hintçe, Rusça v.s. gelebilir. Bir zamanlar
Fransa’nın, Hollanda’nın, Belçika’nın hayli sömürgesi
vardı. O anlamda da dilinin yaygınlığı söz konusuydu. Ama
şimdi dünyada İngilizce rakipsiz tek dil. Ama bu her zaman
böyle değildi. Orta Çağ’a kadar Avrupa’nın dünya
hakimiyetinden söz etmesi olgusu yoktu. Bu anlamda Orta
Çağ’a kadar Alplerin kuzeyindeki Avrupa adeta boştu.
Dünya
hakimiyeti değişik dönemlerde değişik millet ve
devletlerin elinde idi. Türkler bir dönem Hindistan’dan
Macaristan’a kadar at koşturuyordu. Daha sonra Bizans,
Roma dönemi var. İspanyolların, Portekizlilerin
hakimiyeti var. Osmanlı’nın, Rusya’nın v.s. dünyaya hakim
olduğu dönemler var. Demek ki bu hakimiyet sürgit bir
milletin ya da devletin olmamış.
Bu yaşanan sürece göre de dünyada dilin ve dinin
hakimiyeti de yaşanan toplumsal ilişki ve çelişkilere
bağlı olarak değişmiştir.
Tarihte
dünyaya hakim olan bazı milletler ve devletler bugün aynı
adla yaşamıyor. Onlar tarihe mal olmuş. Yerlerine yeni
toplumsal güçler tarih sahnesinde yer almışlar. Bugün
yaşanan dengeler ve yaşayan dil, din ve milletlerde sürgit
var olamazlar. Onlar da dönem gelecek yerlerini yenilerine
bırakacaklardır.
Bu
tarihsel sürece kendi tarihimizden bazı örnekler verelim.
Orta Asya’dan yola çıkıp dünyanın dört bir yanına yayılan;
Hunlar, Peçenekler, Uzlar, Bulgarlar ne oldular. Buhar
olmadıklarına göre hangi halkla karışıp asimile oldular.
Macaristan’da, Paris kapılarında at koşturan Attila ne
oldu? Attila’nın imparatorluğu ne oldu?Bir adı da Hungaria
olan Hunlardan gelen anlamına gelen Macaristan’ın eski
halkı Türklerin Macarlaşmadığını söyleyebilir miyiz?
“Osmanlı’dan Önce Anadolu’da Türkler”(1) kitabının yazarı
Claude Cahen; “Türkler’in Ural-Altay’lı diye adlandırılan
ve sınırları kesinlikle bilinmeyen bir kökten geldikleri
sanılmaktadır. Sarı ırk denilen ve Amerikan
Kızılderililerinin bir bölümü belki tümünü içine alan bir
ırkın üyeleri olmaları mümkündür” dedikten sonra Claude
Cahen tespitlerini şöyle sürdürüyor: “Finler’in,
Macarlar’ın, Samoyedler’in, Tunguzlar’ın ve özellikle
Moğollar’ın, Türkler’le Çinliler’den daha yakın bağları
vardır. Tarihin tanıdığı ilk Türklerin, bu adı
taşımamakla beraber, Hunlar olduğu hemen hemen kesindir.
Çin kayıtlarında M.Ö. 3. yy.’da onların sözünün edildiğini
görüyoruz. Hunlar, bir göçler dizisi sonunda M.S. 5. yy’da
Avrupa’nın göbeğinde Attila İmparatorluğu’nu
kurmuşlardır.(2)
Hunlardan
bugüne ne iz kalmıştır? Bu Hunlar artık Türklükten o denli
uzaklaşmışlar ki, bu iddiaya bile şaşırmaktadırlar. Çünkü
kendileri bir zamanlar Türk'tüler ama artık Macarlar.
Macarlaştılar. Yani karşımızda bir Türkmen toplumunun
Macarlaşması söz konusudur. Türklerle sadece antik bir
akrabalıklarından söz edilebilir. O günkü Türkler yani
Hunlar büyük olasılıkla bugünkü Türklerin ne dilini ne de
dinini tanırlar.
Türk
tarihi incelendiğinde, geçmişte birçok Türk boyunun
kökenlerini kaybederek Gagavuz, Çuvaş, Yakut Türkleri gibi
Hıristiyanlaştıkları görüleceği gibi Hazar Türkleri gibi
Musevileşenler de olmuştur. Arthur Koestler araştırmasında
“Hazarlar, Türk kökenli bir ulustur” (3) diyor. Yahudiler
dışında Museviliği kabul eden tek farklı milliyet ise
Hazar Türkleridir. Museviliği kabul eden Hazar Türkleri
tarihsel süreç içinde Musevileşmekle kalmadılar
Yahudileştiler. Yani Yahudileşen bir Türkmen boyu söz
konusudur.
Kısa bir
dönemi bilindiği sanılan insanlık tarihi dünyada bugün
karışık olmayan bir toplumun bulunmadığını gösteriyor.
Yüz yıllık
uğraşı sonucu; çok yönlü bilimsel çalışmalara rağmen
antropoloji bilimi bütün toplumlara uygulanabilecek genel
geçer bir ırk ölçütü kavramı ortaya koyamamıştır.
İnsanlığı; renk, boy, dil ve vücut ölçümleriyle
sınıflayabilmek gerçekleşememiştir.
Günümüzden 5-6 bin yıllık bir geçmişe gittiğimizde,
bugünkü ulus devletlerin egemen unsurlarının bir tekinin
bile saflığından söz etmek olası değildir. Dün;Bizans,
Roma, Hitit, Hun gibi yapıların saflığından nasıl
söz edilemezse, bugün de İngiliz’in, Alman’ın, Fransız’ın,
İtalya’nın, Arab’ın saflığından söz edilemez.
Etnik özellikler açısından bakıldığında bir Arap, bir
Kürt, bir Türk, bir Çin’li, bir Fransız’dan, bir
İngiliz’den bir Rus’tan v.s. daha az karışık değildir.
Herhangi bir toplumun “etnik” yapısını değerlendirirken;
sosyal bilimlerce genel kabul gören bilimsel ölçütlerin
objektif uygulama prensipleri ile hareket etmek gerekir.
Aksi halde, çifte standartlı tanımlara düşülmüş olunur ki
o da; yönelinen tespitlerin evrensel geçerliliğini ortadan
kaldırır. O zaman da söz konusu toplumun varlığına yönelik
tehlikeleri etkin kılma fırsatlarına zemin yaratmış olur.
Antropologlar; yaptıkları incelemelerde Önasya’da elde
ettikleri buluntulardan, Sümer, Kut, Elam ve Hurri
toplulukların Ural-Altay kavimlerinden özellikle atlı
göçebe Türk unsurlar olabileceği kanaatine varmıştır. Eski
Önasya Tarihi uzmanı Fr. Hemmel, Sümerler’i tamamiyle Türk
kavmi olarak kabul etmektedir. Orta Asya’dan 4500-5000
yıllarında gelen Türklerin Sümerleri oluşturduğunu ileri
sürer. Sümerce’deki 350 kelimenin Türkçe olduğu savunur.
Buna karşın Sümerleri, Kutları, Elamları, Hurrileri
Türk tarihine katmak gibi bir endişe taşınmamalıdır. Bugün
Türk’ten anlaşılan ile o gün Türk’ten anlaşılan belki de
birbirini tanımayacak kadar farklılaşmıştır. Bu tür
zorlamalara Türklerin ve Türk tarihinin ihtiyacı yoktur.
Anadolu,
tarihi zenginlik açısından bakıldığında adeta bir açık
hava müzesidir. Çok eskilere gitmeden sadece Doğu
Anadolu’da 11. ve 16. yüzyılda yerleşik Oğuz Türkmen
beyliklerinin kurduğu devletler şunlardır: (4)
1. Yukarı Fırat’ta; Saltuklar (1072-1202)
2. Aşağı Fırat’ta; Mengücekler (1080-1228)
3. Bitlis’de; Dilmaçoğulları (1084-1393)
4. Van’da; Sökmenliler (Atlahşahlar) (1110-1207)
5. Diyarbakır’da; Yınaloğulları (1098-1183)
6. Harput’ta; Çubukoğulları (1085-1113)
7. Doğu ve Güneydoğu’da, Artukoğulları (12.-14. yy.)
8. Karakoyunlular (1365-1469)
9. Akkoyunlular (1469-1508)
Doğu Anadolu’da kurulmuş Türk Devletleri’ne baktığımızda
en geç tarih 1469-1508 ile Akkoyunlu Türkleridir.
1500’lerden sonra ise Doğu Anadolu Tarihi incelendiğinde
Osmanlı ile işbirliği ile bölgenin Kürtleştiği gözleniyor.
Osmanlı’da
devşirme sistemi sonucu hazin toplumsal durumlar da
yaşanır. Osmanlı bu sistem ile Türk ve Müslüman olmayan
gayri-Müslim tebaadan erkek çocukları ailelerinden küçük
yaşta alıp Enderun okullarında kendine özgü toplumuna
yabancılaşacak bir eğitim sistemi ile yetiştiriliyor. Bu
yetişenler ne geldikleri kökene yani Rum’a, Sırp’a,
Yugoslav’a, Arnavut’a v.s. benziyordu ne de Türk’e. Onlar
kendine has idi, yani Osmanlı idi. Bunların bir kısmı
Türkçe'yi bile bilmezken bir kısmı ise kendi ana dilini
bile bilmezdi. Bir yandan da gizli bir dil ve gizli bir
din taşıdıkları iddia edilir.
Bu durumu
sosyolog Prof. Dr. Orhan Türkdoğan şöyle
değerlendiriyor:(5) “Devşirme sisteminde militarist kadro
ile bürokrasi tamamıyla Türk olmayan gruplara emanet
ediliyor. Anadolu çocukları ise çiftçi (reaya) durumunda
kalıyorlardı. Bu yüzden, 19. yy. resmi Yunan tarihçisi
Konstantinos Paparrigospulos, “Yunanlılar’ın devşirme
uygulaması sayesinde Osmanlı iktidarını ele geçirmiş
olduklarını, ama bunu yaparken de dinlerini feda etmek
durumunda kaldıklarını” iddia ettiğini yazıyor.
Sosyolog
Prof. Dr. Türkdoğan; Bizans İmparatorluğu’nda olmayan
soylu sınıf yani “Fener Aristokrasisi” 18. yy’dan itibaren
Enderun nimetlerinden yararlanarak oluşmuştur diyor.
Bunun
dışında tarihimizde bir de Karaman Türklerinin mübadele
nedeniyle hazin bir göç durumu vardır. Mübadele ile,
Yunanistan’daki Müslümanlar Türkiye’ye Türkiye’deki
Hıristiyanlar da Yunanistan’a gidecek ve bölünmüşlük son
bulacaktı. Ama bu iyi niyete karşın sonuç hiç de böyle
olmadı.
Bu durum
ile ilgili olarak “3. Türk Devletleri ve Halkları
Kurultayı”nda konuşan Selçuk Erenerol; “Yunan soyuyla
hiçbir ilgisi olmayan, bir kelime Yunanca bilmeyen, ana
dilleri öz Türkçe olan Kuman, Peçenek, Hazar ve Oğuz
kütüğünden Türk oldukları belirli, ibadetlerini dahi bu
güzel Türkçe ile yapan çoğunluğu Orta Anadolulu 1
milyondan fazla Ortodoks Türk, ümmet devleti döneminin
haletini taşıyan bizler” diye kendilerini tanımlıyor.(6)
İslamiyet ve Ortadoğu üstüne çalışmaları ile tanınan Prof.
Dr. Bernard Lewis ise;(7) “Yunanistan’a gönderilen Karaman
Rumları din itibariyle Hıristiyan Rumlardı, yine de
bunların çoğu Rumca bilmiyordu. Dilleri -Grek yazısı ile
yazdıkları- Türkçe idi; Karaman’da bıraktıkları kilise ve
mezarlarındaki yazılar, hala onların dil bakımından
Türklüğüne tanıklık eder. Aynı şekilde, Yunanistan’dan
gönderilen Türkler pek az Türkçe biliyor veya hiç bilmiyor
ve Rumca konuşuyorlardı. Rumca’yı da eski Türkçe yazı ile
yazıyorlardı. Yapılan iş, bir Türk ve Rum mübadelesi
değil, daha çok bir Rum Ortodoks ve Osmanlı Müslüman
mübadelesi idi. Farklı bir toplumsal ve ulusal
sınıflandırma sistemine alışmış olan bir batılı gözlemci,
bunun hiç bir şekilde vatana iade olmadığı, iki sürgüne
gönderme -Hıristiyan Türkler’in Yunanistan’a, Müslüman
Yunanların da Türkiye’ye-olduğu sonucuna bile
varabilir.”
Görüldüğü
gibi toplumsal alt-üst oluşlar toplumsal yapıların, dünya
ve bölge siyasal dengelerinin değişmesi toplumları din,
dil ve etnisite bakımında hallaç pamuğuna çeviriyor.
Aynı
durumu Cami Baykurt ise şöyle değerlendiriyor:(9)
“Ben de Karamanlıların Türk oldukları ve birkaç Yunanlı
bilginin iddia ettiği gibi Osmanlılar tarafından zorla
Türkleştirilmiş Yunanlılar olmadıkları görüşündeyim. Büyük
bir ihtimalle bir zamanlar asker olarak Bizans hizmetinde
çalışan Türklerin torunlarıdır.” Karamanlıların hazin
sonlarına rağmen sosyologlar ve tarihçiler ile, ilgili
kesimler Karamanlılar’ın etnik ve dinsel kimliklerini
günümüzde bile tartışmaya devam ediyorlar. Türk-Rum
ilişkileri denilince Karadeniz’de Pontus’dan kalanlar ile
İstanbul ve Ege’den Bizans’tan kalan Rumlara da değinmek
gerekiyor.
Kurtuluş
Savaşı’nda Pontus’u kuracağız diye Karadeniz Dağları’na
çete kurup çıkan Rumlar ne oldu?Hepsi elbette Yunanistan’a
gitmedi. Trabzon’un Rize’nin, Ordu ve Samsun’un Rum
ahalisinin önemli bir kısmı önce İslamlaştı ardından
“Türkleşti”. Of’un nefesi keskin mollalarının bir kısmının
Pontus’tan kalan miras olduğunu bugün yaşayanlar da
biliyor. Belki en yaşlı kuşak aile içinde Rumca biliyor.
Ama büyük çoğunluk Rumca’yı unuttu. Yerini Türkçe aldı.
Yani Pontus Rumları artık Türkleştiler. Tıpkı İstanbul,
İzmir ve Ege’deki diğer Rumlar gibi. Önemli bir kesim ise
geçmişlerini Rum olduğunu bile bilmiyorlar. Anadilleri
artık Türkçe ama tarihleri incelendiğinde Rum olan bu
toplumsal kesime ne denecek? Bunlar Rum mu?Yoksa Türk
mü?Elbette etnik olarak Rum olurlar. Ama Türkleşmiş Rumlar
oluyorlar.
Peki bu toplumsal yeniden yapılanmada Rumlara Türkleşmiş
Rumlar deniliyor da, benzer durumda olan Türkmenlerin
Kürtleşmesi denilince neden bazıları bunu kabul etmiyor ve
rahatsız oluyor.
Türk-Rum
ilişkilerinden söz edilmişken Kıbrıs’ı irdelemeden
geçebilir miyiz?Anavatan ile yüzyıllardır çok yoğun
iletişim olduğu halde, Kıbrıs’ta Anadilde eğitim TV
yayını, vs. yapıldığı halde Kıbrıslı Türkler Türkçe’yi
kendilerine özgü konuşurlar. Türkçe’leri biraz Rumca’ya
yaklaşmıştır. Bazıları ise Türkçe’yi zor konuşur, ama
Rumca’yı anadilleri gibi konuşurlar. Hatta İngiltere’ye
gidenleri İngilizce’yi de çok iyi konuşurlar. Bu kesimler
Türkçe konuşmakta zorlanırlar.
Peki
Kıbrıs Türkü olup yaşanan tarihsel-toplumsal nedenlerle
Rumca’yı ve İngilizce’yi Türkçe’den iyi konuşan hatta
Türkçe’yi unutan Rumca ve İngilizce’yi bilen bu kesime biz
Rum veya İngiliz mi diyeceğiz?Bunlar Türkçe’yi bilmese de
Türk değiller mi?Rumlaşmış veya İngilizleşmiş “Türk”!
Bunlar Türküm diyorsa biz hayır siz “Rumsunuz” veya
“İngilizsiniz” diyebilir miyiz?
Türkiye tarih boyunca dört bir yandan sık göç alan bir
ülke. Adeta kavimler kapısı. Osmanlı-Balkan ilişkileri
nedeni ile bir dizi Türk olmayan göçler de almış.
Türkiye’ye gelen toplumsal kesimler yerleşip kalmışlar.
Arnavutlar, Makedonlar, Sırplar, Hırvatlar, Yugoslavlar
v.s. Özellikle İstanbul ve Batı Anadolu’da yerleşip
kalmışlar. Süreç içinde kendi anadillerinin yerini Türkçe
almış. Türkleşmişler. Balkanlar’da kalmış akrabaları ile
bile anadilleriyle anlaşamıyorlar. Ama etnik olarak;
Arnavut, Makedon, Yugoslav, v.s. oluyorlar. Biz onlara
“siz Türksünüz” diyebilir miyiz?Bunlar Türk olmayan
göçmenler. Ama zamanla Türkleşmişler. Artık Türkçe dışında
dil de bilmiyorlar. Aslında sosyal olarak Türkleşmişler.
Bunlara; Türkleşmiş Arnavut, Türkleşmiş Makedon,
Türkleşmiş Bulgar v.s. denebilir. Ama etnik olarak Türk
değiller. Vatandaşlık bağı ile T.C. vatandaşı ve kendileri
Türk olabilirler. “Ne Mutlu Türküm Diyene” diyen herkese
Türk denmesi gerektiği gibi....
Batı
Trakya’daki Türklerin durumu da benzer bir başka durumda
değil mi?Anadilde eğitim ve Türkçe gazete, dergi, radyo ve
TV yayınının serbestliğine rağmen Türklerin Bulgarlaşması
ve Yunanlaşması süreci hep çalışmıştır. Bulgaristan’da
rejim değişmeseydi insan isimleri bile Bulgarlaşmıştı.
Türkmenlerin belli bir kesiminin tarihsel kaderini Balkan
Türkleri de yaşamışlardır ve yaşamaya devam ediyorlar.
Yeni nesiller de Bulgarlaşma, Yunanlaşma süreci daha da
hızlı çalışıyor.
Avrupa’ya
işçi göçü ile gitmeye başlayan Türkiyeli insan sayısı
tahminen 3 milyonu buldu. Artık, Avrupa’da 3.-4. kuşak
oluştu. Yani Avrupa’da doğanların çocukları doğdu.
Avrupa’da doğan yeğenlerimizle ve onların çocukları ile
artık Türkçe anlaşamıyoruz. Yabancılar ile yoğun
ilişkileri olanlar Türkçe’yi hiç öğrenememiş. Türkçe’yi
bir yabancı turist kadar biliyorlar. O kuşak artık bizi
anlamıyor. Zaten tatil için de Türkiye’yi değil, tıpkı
gene Avrupalı gibi İspanya, İtalya, Yunanistan veya
Amerika kıtasını seçiyor.
Türkiye’den babaları ya da dedeleri gitmiş bir kuşak var
Avrupa’da yaşayan. Onlar adeta Almanlaşmışlar veya
Flemenkleşmişler. Fransa’daki ise Fransızlaşmış. Kendileri
ile Türkçe anlaşılamıyor. Onlar Almanlaşan veya
Fransızlaşan Türk olmuşlar. Türkiye’den giden etnik olarak
Türk, Kürt veya Çerkes ailelere mensup insanların
çocukları Almanlaşmışlar. Hem de bu iletişim teknolojisine
rağmen yaklaşık 50 yılda bu iş gerçekleşti.
Peki biz bunlara; Alman, Fransız, Flemenk veya İngiliz
diyebilir miyiz?Neden demiyoruz?Onlarla dil birliğimizde
yok. Almanca, Fransızca, İngilizce veya Hollandaca
bildiğimiz oranda onlarla anlaşabiliyoruz. Neden onlara
Alman ya da Fransız demiyoruz.
Kürtleşen
Türkmenlere “Kürt” diyen mantık bunlara da Alman, Fransız,
Flemenk, İngiliz v.s. demesi gerekmiyor mu?Peki
Türkiye’den giden ve anadillerini unutan bu kuşağa ille de
Türk, Çerkes, Kürt, Laz v.s. deniyor da, bundan 500 yıl
önce hiç bir iletişimin olmadığı şartlarda bu kadar uzun
zaman diliminde Türkmen’in Kürtleşmesi neden
gerçekleşmesin. Ya da bu tespiti yapanlara neden çok
olumsuz bakılsın. Olaya böyle bakmakta bir gariplik yok
mu?
Mustafa
Balbay’ın Cumhuriyet gazetesinde yayınlanan “Yemen
İzlenimleri” kitap olarak da yayınlandı.(10) Mustafa
Balbay, Yemen’de eski Cumhurbaşkanlarımızdan Cevdet
Sunay’ın akrabaları ile de tanışmış. Bir tek kelime Türkçe
bilmeyen Sunay’ın akrabası Abdullah Hoca Arapça olark
Türkçe tercüman kanalı ile Cevdet Sunay ile
akrabalıklarını, Türkiye’ye dönmek istediklerini v.s.
anlattıktan sonra diyor ki; “Osmanlı’nın Yemen’e iki büyük
seferi var. Biri 16. yüzyılda Portekizlilerin bölgeye
geldiği dönemde. Öteki de 18. yüzyılın sonunda... Bizim
ailenin Yemen’deki tarihi 200 yıl öncesine dayanıyor”
dedikten sonra; “Benim baba, büyükbaba, onun babası hep
burada doğdu. Burası bizim memleket... Türkiye’de
akrabalarımız var. Birinci Cihan Harbinden sonra bazıları
gitti. Sonradan bizi de çağırdılar ama gitmedik” diyor. Ve
Abdullah Hoca Türkçe bilmiyor. Arapça konuşuyor. Tercüman
da çeviriyor.
Hayri Bey
ise oğlu Yemen parlamentosunda milletvekili olan bir Türk.
O da Türkçe bilmiyor. M. Balbay şöyle yazıyor: “Hayri
Bey’e göre, Osmanlı’nın 1918’de çekilme kararı almasının
ardından, Yemen’den ayrılmayan Anadolu kökenlilerin
bugünkü devamı olanların nüfusu 500 bini geçer.” Duydunuz
mu, Türkiye’den gidip Yemen’de kalan ve Türçke bilmeyen
Türkler’in sayısı 500 bini geçer deniyor. Yaklaşık 100 yıl
önce Türk olarak giden ve bugün Türkçe bilmeyen 500 bin
Türk insanı Yemen’de yaşıyor. Ve bunlar ısrarla ve Arapça
kendilerinin Türk olduklarını Türkiye denilince “İçimiz
cız” ediyor dediklerini öğreniyoruz.
Türkmenleri Kürt sayan mantığa göre bunlar da Arap
sayılır. Neden boşu boşuna “İçleri cız” ediyor. “Anlamak
zor”.
Türkiye’de
son yıllarda dünyadaki çeşitli coğrafyalardan Türklerin
katılımı ile, Türk Dünyası ile ilgili toplantılar
yapılıyor. Yaklaşık 10.sunun yapıldığı “Türk Dünyası
Kurultayı” bunlardan biridir. “Türk Kadınlar Kurultayı” ve
“Türk Devlet ve Halkları Kurultayı” da bu tür periyodik
olan ve olmayan toplantılardır.
Türk
Dünyası Kurultayı hemen hemen her yıl periyodik olarak
yapılan Türk Dünyası’ndan çeşitli düzeyde temsil durumu
olan kişi, kurum ve bizzat devlet başkanlarının katıldığı
toplantılardır.
1999
Haziran’ında İstanbul’da yapılan “Türk Kadınları
Kurultayı”na da ABD’den İngiltere’den, Sibirya’dan, Türk
devlet ve toplulukları ile Kıbrıs’tan kadın temsilciler
katılmıştı.
2000 yılı
Kasım ayında İstanbul Çırağan Otel’de de Türk Devletleri,
Devlet Başkanları düzeyinde bir toplantıya Türkiye ev
sahipliği yapmıştı.
Bu
toplantılardan, kişi ve kuruluşların katıldığı
toplantılara, Sibirya’dan Saha Türklerinden ve ABD’den
Kızılderili Türklerin Meluncanların katıldığı geniş bir
yelpaze gözleniyor.
Bu
toplantıların ortak yanı tümü Türk oldukları halde
toplantılarda çıkan en büyük sorunun konferansın hangi
dilde yapılmasıdır. Yaklaşık 25 bölgeden gelen Türkler,
Türkçe’nin konferans dili olmasında anlaşamıyorlar. Özbek;
Kırgız’ı, Kırgız; Azeri’yi, Azeri; Uygur Türkü’nü
anlamakta güçlük çektikleri gibi Türkiye Türkü ve
Kıbrıs Türkü ise hiç birini tam olarak anlamıyordu.
Bu sorundan dolayı 1999’da yapılan Türk Kadın
Kurultayı’nın konferans dili, yani ortak dil “Rusça”
olması ile sorun çözülmüştür. Sadece devlet başkanlarının
katıldığı 2000 yılındaki Türk Devletleri Sempozyumu’nda
ise devlet başkanları düzeyinde bile ortak dil konusunda
sorun yaşanınca bu kez de ortak dil “İngilizce” olmuştu.
SSCB’de
Türkler 70 yıllık devam eden Rusça eğitim ve bu
doğrultudaki etkinlikler sonucu birbirine yabancılaşmış.
Ruslar; Özbek, Kırgız, Azeri, Uygur v.s. olan Türkleri,
Türk kimliğinden uzaklaştırmak için onların alt
kimliklerini yani Türklüklerini değil, Kırgız, Özbek,
Azeri, Uygur, Altay v.s. olmalarını öne çıkararak daha
kolay Ruslaştırmayı 70 yıl boyunca sürdürdü ve önemli
ölçüde de başarılı oldu. Onların Türk olmalarından çok;
“Siz Özbeksiniz”, “Siz Uygursunuz”, “Siz Azeri'siniz”
diyerek, Türk kimliğinden uzaklaştırmaya çalışmışlardır.
Çarlığın Türkleri Ruslaştırma politikasını Sosyalist
Sovyetler de Enternasyonal adı altında ama yine sonuçta
“Türkleri Ruslaştırmaya devam etmişlerdir. Ve Türklerin
ortak dili Türkçe değil Rusça olmuştur.
Sonuçta; bugün etnik olarak hepsi Türk olmasına karşın
anlatmaya çalıştığım tarihsel-toplumsal süreç sonunda
birbirlerinin diline yabancılaşan ve dilde birbiri ile
anlaşamayan bir araya geldiklerinde ancak Rusça ile
anlaşabilen bu topluma “Türk” mü diyeceğiz yoksa bunlar
“Rus” mudur diyeceğiz?
Türkiye’de
Osmanlı’da yaşanan tarihsel-toplumsal şartlar sonucu
“Kürtleşen Türkmenleri” Türk kabul etmeyen anlayışın
bunları da “Türk” kabul etmemesi gerekir. “Türk Dünyası”
toplantılarına bir de “Yeni Dünya”dan ABD’den gelip
katılan Meluncanlar ve Kızılderililer var. Bunlar da her
toplantıya katılmaya çalışıyorlar ve Türkçe bilmedikleri
halde ısrarla “Biz Türküz” diyorlar. Peki bunlara ne
diyeceğiz? Bunların ille de Türk'üz demelerinini sebebi de
Kemalistler tarafından asimile edilmeleri midir? Bunları
da Atatürkçüler ve Genel Kurmay mı Türkleştirmiştir?
Türkmen’in Kürtleşmesini kabul edemeyen zihniyet,
Türklerin; Meluncan veya Kızılderili olabileceğini kabul
edebilir mi?
Türkler
dünyanın dört bir yanına yayılmıştır. Dünyada adeta
Türklerin ayak izlerinin değmediği tarlalarında at
koşturmadığı ova kalmamıştır. Bu dünya turunda Türklerin
gittiği toplumları etkilememesi ve Türklerin gittiği
yerlerden etkilenmemesi olası değildir.
Türklerin
ilk uygarlıklarının M.Ö. 8.-10. yy’a dek ulaştığını
kaynaklar yazıyor. 21. yüzyılda yaşadığımızı da anımsarsak
yaklaşık 40 yüzyıllık bir tarih sürecinden bahsediliyor
demektir. Türklerin sadece inandığı dinler(11) ve
Türklerin konuştuğu diller(12) üstüne yapılmış
araştırmalar yazılmış kitaplar var. Bu durum bile olayın
ciddiyetini ortaya koyuyor. Türkler tarihleri boyunca bir
dizi din ve dil olduğu gibi bir dizi de Alfabe
değiştirmişlerdir.
Dil, Din
ve Etnisite ilişkisi açısından Türkiye’de yaşayan diğer
grupları da irdelemek gerektiğini düşünüyorum. Türkiye’de
Türkler ve Kürtler dışında sayısal olarak bir önemli grup
da Çerkeslerdir. Çerkesler; Osmanlı-Rus savaşları sonucu
1860’lardan sonra Anadolu ile tanıştılar. Osmanlı’yı tutan
Çerkesler savaşta Osmanlı yenilince Anayurtları
Kafkasya’dan göçtüler. Bir kısmı Ürdün’e, bir kısmı
Balkanlar’a giderken önemli bir nüfus da Anadolu’ya
geliyor. Hatta bugün Türkiye’de bulunan Çerkes nüfusun
anayurtları Kafkasya’dan 3 kat fazla olduğu ifade
ediliyor. Osmanlı’da ve ardından da kurulan Türkiye
Cumhuriyeti’nde Çerkesler devletin önemli yönetim
erklerinde bulunuyorlar. Osmanlı ve Cumhuriyet döneminde
yaşanan iki münferit olay hariç korunup kollanıyorlar.
Çerkeslerin devletten önemli bir toplumsal olumsuzlanma
olmamasına karşın devletçe adeta korunup kollanmalarına
karşın geçen 100 yılı aşkın sürede Çerkeslerin önemli
ölçüde dillerini unuttukları ve Türkleştikleri
söylenebilir.
Üstelik
Çerkes denilince bir etnik grup diye ifade edilmesi de tam
doğru ifade olmuyor. Çünkü aslında Çerkes diye bir etnik
grup yok. Çerkesce diye bir dil de yok. Türkiye’deki
Kafkas gruplardan “Adıgeler”e Çerkes deniyor. Bunlar ise;Abhazlar,
Osetler, Shapsughlar, Kabardeyler, Balkarlar, Çeçenler v.s.
20 civarında olan toplumsal grup var. Sosyolojik olarak
“kabile” denebilecek toplumsal yapılanmalar. Dil açısından
da bir birlik yok. Saymaya çalıştığım bu grupların her
biri ayrı bir dilde konuşuyor. Abhazlar; Abhazca,
Çeçenler; Çeçence, Osetler; Osetçe, Wubıhlar; Wubıhça, v.s.
Bunların hiç biri Çerkesce değil, dolayısıyla Çerkesce
diye bir dil yok. Ama aynı zamanda hepsine de tek tek veya
topluca Çerkesce deniyor. Çerkeslik bir üst kimlik,
diğerleri alt kimlik denebilir.
Türkiye’de
tüm Adige gruplara mensup Çerkesler var. Ama bunlardan
birini bilen diğeri ile anlaşamıyor. Zaten mensup olduğu
kabilenin dilini bilen kesim de nerede ise parmakla
sayılacak kadar az. Yani ağırlıklı olarak Türkiye’de
Çerkes denilen kesimler Türkçe konuşuyorlar. Ortak dilleri
Türkçe. Çerkesler daha Çerkes olmadan Türkleşmişler dersek
haksızlık etmeyiz. Çünkü görüldüğü gibi Çerkes bir üst
kimliktir. Çerkes ve Çerkesce hem var, hem yok. Aslında
yok. Çerkesce’nin dil olması için bu dillerden birinin
veya birkaçının birleşip kendini “Çerkesce” diye ifade
etmesi lazım. İşte ancak o zaman sosyolojik olarak
“Çerkesce” konuşan bu gruba Çerkesler adı verilebilinir.
Bu henüz yok.
Şimdi,
çoğunluğu kendini Türk kabul eden, ortak dili Türkçe olan
ancak ufak bir aile içi soruşturmadan sonra; “aaa... benim
büyük annem veya büyük babam Çerkes'miş” diyen bir
toplumsal kesim var. Çerkesce yani, Abhazca, Osetçe veya
Şapsığca bilmiyor diye biz bunlara siz Çerkes değilsiniz,
diyebilir miyiz? Basından öğrendiğimize göre; eski Genel
Kurmay Başkanımız Doğan Güreş, “Ben Çeçenim” diyor. Ama
şahsen Doğan Güreş’in Çeçence’yi bildiğini sanmıyorum. Biz
sayın Doğan Güreş’e hayır siz Çeçen, yani Çerkes
değilsiniz, Türksünüz, diyebilir miyiz? Diyemeyiz. Dersek
gerçeği tam olarak ifade etmiş olamayız.
Çerkeslerin Ürdün ve Suriye’ye gidenlerin toplumsal durumu
Türkiye’den daha farklı olmuş. Suriye ve Ürdün’de
Çerkesler Kral ya da devlet başkanının en “has” adamlarını
oluşturmuşlar. Tabi Çerkesce (yani, Abhazca, Çeçence v.s.)
yerini önceleri Fransız sömürgesi iken Fransızca’ya
ardından Fransızlar çekilince de Arapça’ya bırakmış.
Bunlara kim Çerkes olmadıklarını söyleyebilir.
Balkanlar’da Çerkesler daha farklı bir tarih yaşamışlar.
Çoluk çocuk, genç ihtiyar yaklaşık 1 milyon insan hayvan
sürülerine dahi uygun olmayan şartlarda yaklaşık 400 bini
yollarda telef olarak Osmanlı topraklarına gelirler.
Dr. Ali Tayyar Önder; “Osmanlı, Çerkesleri Balkanlara,
Suriye’ye, Ürdün’e ve Anadolu’ya dağıttı. Arazi, köy
verdi. Balkanlara iskan edilenleri Avrupalı istemedi.
1878 Berlin anlaşmasından sonra Çerkesler tekrar
Anadolu’ya ve diğer Osmanlı ülkelerine dağıldılar.”(13)
diyor.
Kafkasya’da kalanlar ise Sovyetler Birliği zamanında Rusça
öğreniyorlar. Oluşmamış Çerkesce adeta yerini Rusça’ya
bırakıyor. Nerede ise tüm Çerkes klasik eserleri Kiril
Alfabesi ile ve Rusça yazılıyor. Tabi Kiril alfabesi ile
aynı eserler Çerkes dillerinde de yazılıyor. Rusça etkiden
dolayı birbirinin dilini bilmeyen Çerkeslerin ortak dili
ise Rusça oluyor.
Bu göçler
sırasında yolu Mardin, Siirt yönüne düşen Çerkesler ise
bir süre sonra kendi ana dillerinin yerine Kürtçe’yi ikame
ediyorlar. Türkçe'yi bu bölge insanının aksanı ile
konuşuyorlar. Almanya’ya giden ve bugün 3.-4. kuşağın
Çerkesleri Avrupa’yı giderken zaten Çerkesce’yi
bilmiyordu. Orada ise ortak anlaştığı dil olan Türkçe’yi
de kaybetti. Yerine Almanca’yı, İsveççe’yi v.s. koydu.
Almanya’daki ya da İsveç’teki yeni kuşak Çerkes, Çerkesce
dillerden herhangi birini bilmiyor. Türkçe’yi bilmiyor.
Almanca olarak kendisinin Çerkes olduğunu söylüyor. Ne
dersiniz bu kişi Çerkes midir?Türk müdür? Yoksa Alman
mıdır?
Çerkeslerdeki dilin bu parçalı durumunu Kürtlerde de
görüyoruz.
Kürtlerdeki dilin parçalı durumunun bir anlamda
Çerkeslerden farkı yok. Kürtlerde Soranca, Goranca,
Kurmançca ve Zazaca var. Soranca ya da Goranca konuşan,
Kurmançca ya da Zazaca’yı anlayamıyor. Hangisi Kürtçe veya
tek tek diğerlerinin her biri Kürtçe mi? Henüz belli değil.
Çünkü Kürtlerde de sosyolojik olarak henüz kabile
yapılanması söz konusudur. Normal gelişme seyrinde ya bir
dilin diğerlerini elemine etmesi, yani tasfiye etmesi ve
yerine kendi iktidarını kurması gerekiyor. O zaman ona
Kürt denilebilir. Ya da her dilin ayrı bir etnik kimlik
ifade etmesi gerekir. O zaman da birden çok Kürtçe v.s.
oluşabilir. Ama tarihsel olarak bu iş için çok geç
kalınmış. Nitekim Kürtlerde Çerkeslerden farklı olarak
Zazalar; kendilerini Kürt olarak kabul etmiyorlar. Zazalar
kendilerini ayrı bir etnik yapı olarak kabul ediyorlar.
“Biz ne Kürt'üz, ne de Türk'üz biz ayrı bir etnik yapıyız.
Biz Zaza'yız” diyorlar.
Bu düşünce doğrultusunda ayrı dil ve tarih çalışmalarını
sürdürüyorlar. Konu ile ilgili kitap ve dergiler
çıkarıyorlar. Bu farklı düşünce Kürtler ile Zazalar
arasında sert denebilecek yazılı ve sözlü tartışmalar
şeklinde devam ediyor.
Yarın
bakarsınız Soranlar veya Goranlar da kalkıp ayrı bir
millet olduklarını iddia edebilirler. Güney Kürdistan
dedikleri bölgede Behdinan-Soran ayrımı benzer bir sinyali
veriyor sayılır.
Türkiye’deki Gürcülerin Dil Etnisite ilişkisinin
Çerkeslerden fazla farkı yoktur. Verilere göre yaklaşık
300 bin nüfusları ve parlamentoda 20 civarında Gürcü
milletvekili var. Anadilleri ile ilişkileri açısından
Gürcüler Çerkeslere oranla daha çok kendilerini Türk kabul
ederler. Gürcüce bilen ve kuralları ile tam olarak dilini
konuşan sayı nüfusa oranla küçük bir azınlığı oluşturuyor.
Çıkardıkları dergilerde Gürcüce dil ve alfabe
çalışmalarını Türkçe yapmaktadırlar.
Sovyetler
Birliği’nin dağılmasından sonra anavatanları olan
Gürcistan ile daha yoğun ilişkileri olmuştur. Ama
anavatanlarına göç gibi bir olay gerçekleşmemiştir.
Anavatan’dakilerin dinleri Hıristiyan Ortodoks dilleri ise
Gürcüce ve Rusça. Ama Türkiye’dekilerin dinleri
İslam-Hanefi, çok küçük bir Ortodoks Hıristiyan’ın
varlığından söz ediliyor. Türkiye’deki Gürcülerin ortak
dili Türkçe’dir. Bir çoğu Gürcü olduğunun bile farkında
değil. Aksanları Türkçe ile oldukça uyumlu. Konuşurken
Türk olmadığı asla fark edilmiyor. Türkiye’deki Gürcülerin
çoğunluğunun Türkleştiği’ni söylersek abartılı bir tespit
sayılmaz. Tarihsel olarak Türkiye’deki Gürcüler
Türkleşmişlerdir. Çoğunluğu kendini Türk kabul eder. Ama
sosyolojik olarak bakıldığında etnik olarak Gürcü’dürler.
Daha açıklayıcı ifade ile söylenirse; Türkleşmiş Gürcüler
denebilir. Demek ki Gürcüler de Türkiye’de
Türkleşebiliyor. Bir de Türkmen Alevinin de
Kürtleşebileceğini kabul edebilsek.
Lazların
da Türkiye’de dil-etnisite ilişkileri Gürcülerle Türklerin ilişkisine çok benziyor. Bizde
Karadenizli
olan herkese Laz deniyor. Burada kastedilen; dil bilen
yani kendi anadilleri Lazca’yı bilen etnik Lazlardır.
Türkiye’deki etnik Lazların; Artvin-Batum arasındaki
Çoruh vadisinde yaşadıkları söylenir. İlçeler olarak;
Rize, Pazar, Arhavi, Hopa, Ardeşen, Yusufeli ve Trabzon’un
bazı ilçe ve köylerinde yaşarlar.
Lazların
da büyük çoğunluğu Lazca’yı bilmiyor. Lazlarda önemli
ölçüde asimile olup Gürcüler gibi Türkleşmişler. Dil
bilenleri çok azdır. Kullandıkları ortak dil Türkçe’dir.
Onlar da çıkardıkları kitap ve dergilerde Lazca dil ve
gramerini Türkçe yardımıyla okuyucuya öğretmeye
çalışıyorlar. Yani tıpkı İngilizce’yi öğretmeye çalışan
Türkçe dilbilgisi kitapları gibi. Lazlar da Çerkes ve
Gürcüler gibi önemli ölçüde Türkleşmiş bulunuyorlar.
Çerkeslerin, Gürcülerin ve Lazların önemli bir kesimi
kendilerini; “Türk Çerkes”, “Türk Gürcü” ve “Türk Laz”
diye ifade ediyorlar. “Türk Kürt'ü” ya da “Kürt Türk'ü”
tanımlarını belki de ilk ortaya atan Ziya Gökalp’in
kulakları çınlasın. Bakın bu tanımlar Gökalp ile ne denli
paralellik taşıyor.
Doğu
Karadeniz’e gelmişken bir de o bölgedeki küçük bir etnik
grup olarak kabul edilen Hemşinlilerin dil-etnisite
ilişkisine değinelim. Hemşinliler, Çamlıhemşin, Borçka,
Hopa civarında yaşarlar. Hemşinliler dil olarak
Ermenice’ye benzer bir dil konuşuyorlar. Ama tam Ermenice
kabul edilmiyor. İnanç olarak İslamiyet’e inanıyorlar.
Kullandıkları yer ve insan isimlerinin önemli bir kısmı
Ermenice veya Ermenice’ye yakın. Tarihçiler ve sosyologlar
onların İslamiyet’i kabul etmiş Ermeniler olabileceğini
söylüyorlar.
Doğu
Hemşin denilen yörede Hemşince konuşuluyor. Batı Hemşin’de
Türkçe konuşuluyor. Borçka ve Hopa’da konuşulan Hemşince
Ermenice’ye daha yakın. Ortak kullanılan dil Türkçe.
Hemşince büyük olasılıkla; Ermenice, Türkçe, Gürcüce ve
Lazca’nın karışımı bir dil olabilir. Bunlara önce
İslamlaşan ardından Türkleşen Ermeniler denebilir.(14)
Lazlar;
Pazar’da, Sarp’ta Lazca konuşurken, Batum’da Gürcüce
konuşuyorlar. Kafkas halkları ile ortak dilleri Rusca,
Türkiye’de ortak anlaştıkları, konuştukları yaşadıkları
dil Türkçe. Demek ki; hiç bir etnik grup tek dil ile
anılmıyor. Tarihleri boyunca değişik dilleri
konuşabiliyorlar. Her milliyetin bir dili olmak zorunda
ama her dilin bir milliyeti olamıyor.
Hazar
Türklerini saymazsak din ve ırk ilişkileri örtüşen ender
toplumlardan birisi Yahudilerdir. Yahudiler Museviliğe
inanırlar. 1948 yılında İsrail’in kurulmasına dek bir
devletleri yoktu. İsrail’deki Yahudiler İbranice
konuşuyorlar. Arap ülkelerinin bir kısmında uzun yıllardır
bir kısmı yaşadığı için Arapça konuşurlar. 500 yılı aşkın
bir zamandır Anadolu’da yaşayanların küçük bir azınlık
dışındakiler Türkçe konuşur. İspanya’dan Osmanlı’ya
gelenler Safaratça konuşurlar. Safaratça; İspanyol
Yahudilerinin dili. Fransa’dakiler Fransızca, ABD’dekiler
Amerikan İngilizce'si konuşurlar.
Türkiye’de
yaşayan Yahudilerin de önemli bir kısmı Türkleşmiştir.
Onlar için ortak dil Türkçe’dir. Kendilerini gönüllü
olarak Türkiye’de vatan, vatandaşlık batı ile Türk
saymaları elbette olumlu bir durumdur. Ama etnik
kimlikleri açısından bunların tümüne Türk dersek
sosyolojik tanımlama hatası yaparız.
Kürtlerin nasıl ki bazı istisnalar dışında tümü inanç
olarak İslamiyet’in Şafii mezhebine mensupsalar, Yahudiler
de bazı İstisnalar dışında tümü Musevi’dir. Kürtler ile
Yahudilerin bu belirtilen açıdan sosyolojik bir
benzerlikleri söz konusudur.
Türk-Ermeni ilişkilerinin tarihi de çok eskilere dayanır.
Yakın dönemde bu iki halk arasında bazı hüzün verici
olaylar da olmuştur. “Ermeni Tehciri” denilen olaylardan
dolayı bazı Ermeniler bu olaya dahil olmamak için Kürtler
ve Aleviler arasına gizlenmişler ve süreç içinde ise bir
kısmı Kürtleşmiş veya Alevileşmiştir. Bu durumu birçok
tarihçi, sosyolog ve antropolog yazdıklarında ifade
etmektedirler. Hatta diasporada bu konuda yoğun çalışmalar
da yapılmaktadır.
Türkiye’de
yaşayan Ermenilerin çoğu anadilini unutmuştur. Lozan’da
elde ettikleri temel haklara karşın Türklerle ve
Kürtlerle içli-dışlı yaşamları onların bir kısmını
Kürtleştirirken bir kısmını da Türkleştirmiştir.
Türkiye’de yaşayan Ermenilerin ortak dilinin Ermenice
olduğunu söylemek çok güçtür. Ermenice bilmedikleri halde
önemli bir kısmı Ortodoks Hıristiyanlığı da bırakıp
kendilerini İslam içinde görmekle beraber Kürtçe ya da
Türkçe ama ısrarla Ermeni olduğunu ifade etmektedirler. Bu
da toplumların ya da kişilerin çeşitli tarihsel-toplumsal
olaylar nedeni ile dinlerini veya dillerini değiştirseler
bile etnik kimliklerini savunmaktan kendilerini
alıkoymamaktadırlar.
Prof. Dr.
Orhan Türkdoğan; “Nasıl Türkmenler’de 1500’lerden itibaren
Şiileşme bir sosyal gerçekse, aynı şekilde Zazalaşma ve
Kürtleşme süreci de öylesine toplumsal bir olgudur”
dedikten sonra Hütterrocht’un bir araştırmasında:“Varto
Ermenilerinin Kürtçe konuştuklarını ve çoğu dilleriyle
ilgili çok şeyi unuttuklarını” söylediğini yazıyor. (15)
Hıristiyan
oldukları halde her nedense Lozan’da “Azınlık” sayılmayan
ve azınlık haklarından yararlanamayan Süryaniler,
Nasturiler ve Keldaniler de Kürtlerin yaşadığı Güney Doğu
Anadolu Bölgesi’nde yaşıyorlar. Onların din, dil, etnisite
ilişkilerine baktığımızda şunları görüyoruz.
Süryanilik dinsel bir ayrım. Doğu Hıristiyanlığı denilen
bir Hıristiyan ekolü. Hıristiyanlık içinde kendilerine özgü
farklı yorumları var. Süryaniler, Türkiye dışında Irak’ta,
Suriye’de, Ürdün’de ve son yıllarda göçlerle İsveç,
Almanya ve ABD’de yaşıyorlar. İstanbul’da altın sektörü
adeta Süryanilerin elinde.
Süryanilerin ana dillerinin Süryanice veya Suritçe olduğu
biliniyor. Ama dar bir cemaat içinde konuşuluyor. Çoğunluk
Süryani kesim bilmiyor. Kilisede ibadet dili olarak
yaşıyor. Süryaniler; Mardin’de Süryanice konuşuyor.
Diyarbakır’da Kürtçe, Irak ve Suriye’de Arapça konuşuyor,
İstanbul’da Türkçe. Yurt dışına gidenler Süryanice’yi
unutmuşlar. İsveç’teki İsveççe, Almanya’daki Almanca,
ABD’deki Amerikan İngilizcesi konuşuyor. Hepsinin ortak
anlaştığı dil Türkçe. Önemli ölçüde Türkleşmişler. Irak
Başbakan yardımcısı yani Saddam Hüseyin’in baş yardımcısı
Tarık Aziz’in Arap’tan, sanatçı Coşkun Sabah’ın Türk’ten
farkı var mı? Ama her ikisi de Süryaniler. Yeri ve zamanı
gelince, biri Türkçe biri Arapça diğeri de Almanca olarak
Süryani olduğunu söylüyorlar.
Kendilerine son yıllarda Asuriler de diyen Nesturilerde
dil, din, etnisite ilişkileri nasıl yapılanmış?
Anavatanları Suriye. Kendileri, Irak, Suriye, Türkiye’de
yaşıyorlar. İbadet dilleri Süryanice kendileri etnik
olarak Asur. Asurice diye bir dilleri yok. Irak ve
Suriye’deki Arapça, İstanbul’da yaşayanları Türkçe,
Diyarbakır’dakiler Kürtçe, İsveç’tekiler İsveççe,
ABD’dekiler Amerikanca, Almanya’dakiler Almanca
konuşuyorlar. Ama kendilerini ne Kürt, ne Türk ne de Arap
olarak niteliyorlar. Kendilerine Nesturi, kendilerine
sosyolojik olarak yakın akraba olan diğer bir Asuri
topluma da Keldani diyorlar. Keldaniler’in ibadet dilleri
olan Süryanice dışında bir de anadillerinden bahsediliyor.
Onun adı ise; Suritçe’dir.
Görüldüğü
gibi toplumlarda tarihi süreçlere bağlı olarak dil, din ve
etnisite ilişkileri çok farklılıklar taşıyor. Bu konuda
değişimin durumundan dolayı konabilecek ortak bir kural
oldukça zor. Hele adeta “Kavimler Kapısı” denebilecek
Anadolu’da bu daha da zor.
Siz ne derseniz deyin Tunceli’den gelip Manisa-Akhisar/Beyoba
Köyü’nde yaşayan Hozatlıların en yaşlısı Hasan Efendi
bakın kendi etnik kimliğini nasıl anlatıyor? O,
kendilerinin Hoca Ahmet Yesevi’ye bağlı olduklarını, O’nun
soyundan geldiklerini ve Türk olduklarını ifade ederken
görüşlerini aynen şöyle sunuyor; “Bizim soyumuz Oğuzlara
dayanır. Orta Asya’dan Tunceli yöresine dedelerimiz
gelmişlerdir. Soyumuz büyüklerinden, ceddimizden hep
bunları duyardık. Türkoğlu Türk'üz. Kimse bizleri bu
düşüncelerimizden ayıramaz.” (16)
Kürtçe ya
da Zazaca konuşan yaşlı Aleviler ısrarla ama ısrarla
kendilerinin Türk olduğunu vurgularken son yıllarda
siyasi-ideolojik olarak Kürt siyasi hareketinin etkisinde
kalan gençler ise Kürt olduğunu söylüyor. Ne yazık ki
tarihin ve toprağın sesi gençler değil, yaşlılar olabilir.
Aksi halde Elazığ-Bayındır Köyü’nden Muharrem Ercan
Dede’nin şu dediğini nasıl yorumlayacağız. Muharrem Ercan
Dede’in Köyü’nün adı Oğuz Türkmenlerin Bayındır Boyu’na
ait. Kendi Sinemilli Ocağı dedesidir. Muharrem Dede diyor
ki; Ben Elazığ’da büyüdüm, babam dedem bir kelime Kürtçe
ya da Zazaca bilmezdi. Ben de bilmem. Biz Türk'üz, Türkçe
konuşuruz. Amca çocuklarımız Erzincan’da İbrahim Dedeler
onlar da bir kelime Kürtçe ya da Zazaca bilmezler. Bunu
Erzincan, Elazığ, Malatya çevresindeki herkes bilir. Ama
diğer amca çocuklarımız Elbistan-Kantarma taraflarına çok
eskiden gitmişler ve bir kısmı Kürtçe öğrenmişler.
Tunceli’deki akrabalarımızdan Zazaca konuşanlar var.
Hepimiz aynı ocaktayız. Akrabayız. (17)
İşin ilginç yanı; Alevi Türkmen’in Kürtleşmesi’ne Abdullah
Öcalan dahil Şafii Kürtler yani etnik Kürtler bu
saptamalara soğukkanlı bakarken hatta doğrularken her
nedense Alevi kökenli ve kendisini Kürt kabul eden bazı
“aydınlar” ve gençler olağandışı kırıcı davranıyorlar.
Hatta saldırgan tavırlar alıyorlar.
Ne yazarsak yazalım, onlar Alevilerin ne kadar iyi
Kürtleştiğini yazıyorlar. Yani diyorlar ki bakın
Alevilerin Kürtleşmesi yani asimilasyonu ne denli başarılı
olmuş. Ne denli iyi Kürtleşmişler. Siz boşuna kalem
eskitmeyin, çene patlatmayın. Peki bu yapılan da
asimilasyoncu politikayı, asimilasyonu Kürt asimilasyonunu
gönüllü olarak savunmak değil midir? Ona methiyeler dizmek
değil midir?
Asimilasyon aynı zamanda toplumsal dönmelik olayıdır.
Dönmelerin ise genel olarak asıllarından daha saldırgan
oldukları tarihte örnekleri çok bilinen bir olaydır. Acaba
Türkmen olup Kürtleşen bu azınlık kesimin bizim
saptamalarımıza tepkileri toplumsal dönmelik duygusundan
kaynaklanıyor olabilir mi?
Bu çalışma şüphesiz konu ile ilgili ne ilk ne de son
çalışma olacaktır. Konu ile ilgili bundan önce olduğu gibi
bundan sonra da çok şey okunup, yazılıp çizilecektir. Ta
ki nesnel gerçeğe yaklaşılıncaya kadar, nesnel gerçeğe
ulaşılıncaya kadar. Ben yıllar süren çalışmalarımı bir
düzen dahilinde sizlerle paylaşmak istedim. Umarım
amaçlanan şeyler tam olmasa da kısmen gerçekleşmiştir.
Yazımı bir Anadolu hayranı Sabahattin Eyuboğlu’nun “Mavi
ve Kara”da yazdıklarını sizlerle paylaşarak bitirmek
istiyorum:(18) “Halkımızın tarihi Anadolu’nun tarihidir.
Paganmışız, bir zaman, sonra Hıristiyan olmuşuz, sonra
Müslüman. Tapınakları kuran da bu halkmış, kiliseleri de,
camileri de.... Bembeyaz tiyatroları dolduran da bizmişiz,
karanlık kervansarayları da. Kah bozkıra çıkmışız, kah
mavi denize. Sayısız devletler, medeniyetler bizim
sırtımızdan yükselmiş. Yetmiş iki dili konuşmuşuz,
Türkçe’de karar kılmadan önce...”
Bu sözün
üstüne daha ne denir?
DİPNOTLAR
1) Claude Cahen, Osmanlı’dan Önce Anadolu’da Türkler,
1979, İst., s. 21, 22, 23.
2) Claude Cahen, a.g.e., s. 22-23.
3) Arthur Koestler, Onüçüncü Kabile, Say Yay., İst, 1976,
s. 10.
4) İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Anadolu Beylikleri, s. 401.
5) Prof. Dr. Orhan Türkdoğan, Etnik Sosyoloji, İstanbul,
1997, s. 238.
6) Selçuk Erenerol, Türk Diplomatik, Ekim 1995, İstanbul,
sayı: 10.
7) Bernard Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, s. 352.
9) Cami Baykurt, Osmanlı Ülkesinde Hristiyan Türkler,
1933, İstanbul.
10) Mustafa Balbay, Yemen İzlenimleri, 2000, İstanbul, s.
130, 155, 156.
11) Prof. Dr. Ünver Günay, Prof. Dr. Harun Güngör,
Türkler’in Dini Tarihi, 1997.
12) Fuat Bozkurt, Türklerin Dilleri, Cem Yayınları, 1994, İstnabul.
13) Dr. Ali Tayyar Önder, Türkiye’nin Etnik Yapısı, 1999,
Ankara, s. 138.
14) P. Andrew, Türkiye’de Etnik Gruplar, Lalar Bölümü.
15) Prof. Dr. Orhan Türkdoğan, Etnik Sosyoloji, s. 182,
İstanbul, 1997.
16) Prof. Dr. Orhan Türkdoğan, Etnik Sosyoloji, s. 293
İstanbul, 1997.
17) Muharrem Ercan Dede, Karacaahmet Dergahı Başkanı,
Sinemilli Ocağı dedesi, (kaynak kişi)
18) Sabahattin Eyuboğlu, Mavi ve Kara, İstanbul, 1988. |