Kafkasya
doğal ve sosyo-ekonomik bakımdan büsbütün bir coğrafi
kompleks oluşturmaktadır. Eski dönemlerde siyaset,
coğrafya üzerinde bir baskı oluşturmuş ve Kafkasya’nın
doğal-coğrafi sınırları SSCB’nin devlet hudutları ile uygun
düşmüştür. Şimdi ise durum oldukça farklıdır. Örneğin
“Kafkasya” monografi kitabının yazarları,
belirtmektedirler ki “Kafkasya’nın güneyinde Türkiye ve
İran ile Sovyetler Birliğinin devlet sınırı geçmektedir.
Transkafkasya’nın (Güney Kafkasya) dağ silsilelerinin ve
yaylaların bir kısmı doğal şartlarına göre Ön Asya’ da yer
alması nedeni ile, Kafkasya’nın fiziki sınırı devlet
hududuna denk gelmemektedir” (Kafkasya. Nauka. Moskova.
1966. s.7).
Bu
açıdan denilebilir ki, Türkiye’nin topraklarının bir
kısmı, yani Doğu Anadolu Bölgesi, Kafkasya’nın doğal bir
devamıdır ve bölgenin Güney sınırını çizmektedir. Böylece,
Türkiye'de bölgenin diğer dört ülkesi gibi (Rusya,
Azerbaycan, Gürcistan ve Ermenistan) Kafkasya’nın doğal
parçası sayılmaktadır.
Kafkasya
fiziki bütünlük ile birlikte, benzersiz sosyo-ekonomik ve
kültürel mekan bütünlüğünün örneğini de sergilemektedir.
Burada yer alan ekonomik yapılar bir birini
tamamlamaktadırlar. Özellikle tarımda bu daha net bir
şekilde görülmektedir. Kuzey Kafkasya’nın dağ eteği
bölgeleri tahıl, meyvecilik ve bağcılık tarımı üzerine
branşlaşmış, Güney Kafkasya bölgesi ise çay, narenciye ve
pamuk üzerine uzmanlaşmış alandır.
Bölgenin
sanayisi ise SSCB’nin çöküşü sürecinde büyük ölçüde
dağılmıştır. Burada üretim sektörleri arasındaki
bağlantılar birbirinden farklı sanayi ortamlarının da
oluşmasına yol açmıştır. Kuşkusuz Kafkasya’nın en önemli
özelliği, onun etnokültürel karışıklığındadır. Çok
kültürellik faktörü ve etnik mozaik Kafkasya’da ikili bir
rol oynamaktadır. Çok kültürlülük, bir taraftan belli
ölçüde ulusların kültürel açıdan zenginleşmesine ve
yakınlaşmasına olanak sağlarken, diğer taraftan da
karışıklık durumlarında ulusları bölerek şiddetli
ihtilaflara yol açmaktadır..
SSCB’nin
çöküşünün en trajik sonuçlarını Kafkasya bölgesinde görmek
olanaklıdır. Etnik gruplar arasındaki ihtilaflar, ülkeler
arası çatışmalar, geleneksel bağların kopması, yaşam
standartların düşmesi, ekonomideki krizler ve iç
istikrarsızlık bir Kafkasya gerçeğidir. Bütün bu
çelişkiler, zamanında yekpare olan sosyo-ekonomik mekanda
entegrasyonun bozulmasına neden olmuştur. Kafkasya kendi
evrimin, süreci belirsiz ve oldukça uzun olan yeni
aşamasına girmiştir. Bu durumda hem yeniden içsel
yapılanmalar (ekonomik ve sosyo-kültürel), hem de dışsal
baskı ve destekler çok önemli olmaktadırlar.
Her iki
konuda da Türkiye faktörü anahtar bir fonksiyona sahiptir.
Türkiye Cumhuriyeti hem iç değişim dinamiklerinin
oluşumunda, hem de siyasi-kültürel yönelimlerin
transformasyonunda bir model olarak kabul edilebilir.
Bununla birlikte, Kafkasya olayında Türkiye ile bölgenin
birleşik sosyo-ekonomik mekanın oluşumunda ortak
çıkarların karşılıklı kesişmesi de görülmektedir. Bu durum
sunulan bildirinin çerçevesinin oluşumunda esas
nedenlerden birisi olmuştur. Kafkasya gerçekleri ve
Türkiye’nin bölgedeki oynayabileceği rol çalışmamızın ana
fikrini oluşturmaktadır. Bildirin esas amacı da, bazı
problemleriyle birlikte, Kafkasya entegrasyonu ile ilgili
düşüncelerimizin paylaşması ve tartışılmasıdır.
Makale
çerçevesinde iki ana tema yer almaktadır. Bu temalardan
birisi Kafkasya’nın değişim süreci içindeki gelişimi ve
Kafkasya’daki oynana oyunda aktörlerin ve figüranların ele
alınmasıdır. A. İbrahimov tarafından hazırlanan birinci
temada daha çok Kafkasya’ya içten bir bakışla jeopolitik
bir analiz yapılmıştır. İkinci olarak, M. Mutluer
tarafından hazırlanan temada ise, Kafkasya’ya dışarıdan
yani Türkiye’den bir bakış gerçekleştirilmiştir. İkinci
temanın açılımında, Kafkasya gerçeğinden hareketle bölgede
belli bir entegrasyona geçişte olanakların ve sorunların
neler olduğu, bu entegrasyonda Türkiye’nin rolünün neler
olabileceği ve Kafkasya’daki entegrasyonun nasıl bir
bütünleşme olması gerektiği irdelenmektedir.
KAFKASYA: DEĞİŞİM İÇİNDE BİR BÖLGE
Dünya
siyasi haritasında, idari ve siyasi şeklinin değişimine
göre Kafkasya gibi ikinci bir bölge görülmemiştir.
Kafkasya toplumu alansal yapılaşmada büyük bir evrim yolu
kat etmiştir. Bunun sonucunda burada kendi boyutuna göre,
devlet sınırları içerisine “sıkışmayan” özgün alansal
siyasi sistem oluşmuştur. Bu düşünce, bölgenin sosyo-ekonomik
mekansal yapısına da uygundur. Bu, bölgenin siyasi ve
idari sisteminin değişim gerçeklerinde gizlenmektedir.
Kafkasya’da siyasi-idari sistemdeki değişme ve gelişmeler
Kafkasya’da siyasi – idari sistemin değişiminde genel
olarak dört aşama görülmektedir.
1) Rusya’ya katılmanın tarihi sürecine göre bu
bölge en “genç” alandır, örneğin Kuzey Kafkasya’nın
Rusya’ya katılması, Kozakların Don havzasında
16-17.yüzyıllarda yerleşmesinden sonra başlanmıştır.
Fakat, Kafkasya savaşları yüz yıl boyunca sürmüş ve
yalnızca 1864 yılında bitmiştir. Güney Kafkasya’ya
gelince, bu bölgede de 19. yüzyılın 30’lu yıllarında Rus
egemenliğine geçmiştir. Yani süreç oldukça dardır ve
uluslar kendi tarihsel geçmişini unutmamaktadırlar. Bu
durum da onların Rusya ile olan temaslarını
etkilemektedir. İdari yapıya göre bölge illere bölünmüştür
ve vali tarafından yönetilmekteydi.
2)
1917 Ekim devriminden sonra bölgede birkaç tane bağımsız
ülke oluşmuş, bu aşama uzun sürmemiş ve 1922 yılında SSCB
kurulmuştur. Bu ara dönemde üç Güney Kafkasya
cumhuriyetleri bir taraftan kısa bir süre için
konfederasyon kurmuşlar (1918-1919), diğer taraftan da
büyük sürtüşme yaşamaktaydılar. Bu karmaşıklık ülkelerin
şimdiki ilişkilerini de yansıtmaktadır (örneğin sınır
tartışmaların kökleri buraya kadar dayanmaktadır). İdari
yapı açısından, istikrarsızlık kendi etkisini göstermekle
birlikte, her üç cumhuriyette parlamenter yönetim mevcut
idi ve Güney Kafkasya ilk defa o dönemde bağımsız bir
yaşam sürmekteydi.
3) Kafkasya’da Aralık 1922 ile Aralık 1991yıllari
arası SSCB dönemidir.. Bu aşamada bölge yeniden tek devlet
şemsiyesi altında toplanmıştır. Fakat durum eskisinden
farklıdır. Birincisi, yeni ülke hem yapı olarak,
hem de siyasi sistem olarak eskisi gibi değildi.
İkincisi, eski ülkede Kafkasya mevcut dünyanın bir
parçasıydı ve açık bir sistemde hareket etmekteydi. Oysa
yeni devlet, rejim ve sistem farklılığı nedeniyle içine
kapanmıştır ve dünyadan nispeten kopuk bir şekilde
gelişmiştir. Nihayet üçüncüsü, siyasi-idari yapıda
değişimdir. Tek modelli yönetim farklı şekiller almıştır.
Yeni devlette beş üst idari birim bulunmaktaydı.. Birlik
(egemen) cumhuriyet, özerk cumhuriyet, özerk il, milli
mahalle, eyalet ve il. Kafkasya’da bu idari yapının dördü
yer almaktaydı. Kuşkusuz bunun olumlu ve olumsuz tarafları
vardır. Fakat sonraki gelişmeler göstermiştir ki, bu yapı
SSCB’nin temelinde bir mayından başka bir şey değildir.
Bir taraftan egemen cumhuriyetlerde ulus-devlet
düşüncesinin şekillenmesine getirmekte, diğer taraftan ise
özerk cumhuriyetlerin ve özerk illerin varlığı onların
birilik birimlerine entegrasyonu engellemekteydi. Bununla
birlikte, söz konusu idari yapı nispi bir siyasi ve
ekonomik bütünlük sağlamaktaydı.
Yani,
Kafkasya kendi farklılıklarıyla ve çelişkileriyle kısıtlı
olsa da istikrarlı bir şekilde gelişmekteydi. Bu dönem
büyük Kafkas tarihinin, totaliter devletin tüm
eksikliklerini de dikkate alarak denilebilir ki, belki de
en huzurlu dönemidir.
4)
Aralık 1991 yılından sonraki yeni dönem. SSCB’nin çöküşü
mono devlet yapısına son vermiştir. Kafkasya 70 yıldan
sonra çok ülkeli yapıya kavuşmuştur. Yeni oluşum, diğer
Sovyetler Birliği “mirasçilardan” farklı olarak
ihtilaflarla donatılmış bir birimdir. Sistemin değişimi
ile birlikte, söz konusu ülkelerin yönetim şekli de
transformasyon göstermiştir. İkinci defa bağımsızlığa
kavuşan Güney Kafkasya ülkeleri, 1918-1920 yıllarından
farklı olarak, parlamenter modeli değil, başkanlık sistemi
seçmişlerdir. Kuşkusuz o dönemin değişimi mevcut
değişimden oldukça farklıydı. 20. yüzyılın ilk çeyreğinde
siyasi alanın yalnız statüsü değişmişti, sistem değişimi
görülmemiştir. Günümüzde, hem statü hem de sistem değişimi
söz konusudur. Yani bütünleşmeden yeniden “parsellesmeye”
bir yol çizilmektedir.
Özetle
Kafkasya, siyasi bakımdan son yüz yılda dört defa
strüktürsel değişim yapmıştır. Tarihinde ilk kez bu kadar
uzun süren çok ülkelilik modeli işlev içindedir. Fakat
durumun ataletliği bölgede etkisini göstermektedir ve o
büsbütün birim tek tek hareket etmek için çaba
göstermektedir. Kafkasya’nın bu iç özelliği, bir ölçüde
Avrupa’nın ülkeler yapısından, bölgeler Avrupa’sına kadar
genel trendine uyum sağlamaktadır.Fakat burada kesinlikle
kalite farklılığı söz konusudur. Unutmamak gereklidir ki,
bölge uzun yıllar boyunca medeni dünyadan kopmuş kapalı
siyasi sistem çerçevesi içinde yaşamını sürmüş ve bu da
onun siyasi kültürüne etki göstermiştir.
Kafkasya’da sosyo-ekonomik yapıda meydana gelen değişmeler
Kafkasya, siyasi değişim ile birlikte, sosyo-ekonomik
yapıda da birkaç kez yeniden oluşuma maruz kalmıştır.
1917‘den önce piyasa ekonomisinin kurallarına göre hareket
den Kafkasya, daha sonraki dönemlerde 1992 yılına kadar
merkezi-planlama ekonomik sistemi çerçevesi içeriğinde
yaşamını sürdürmüştür. O dönemde bölge iki ekonomik
üniteye bölünmüştür.
Bunlar,
Kuzey Kafkasya iktisadi bölgesi ve Transkafkasya iktisadi
bölgesidir. Sovyet ekonomik modeline göre her bölge birkaç
ürün üzerine uzmanlaşmakta ve bölgeler arası ilişkiler
ekonomik gerçeklere göre değil, devletin çıkarlarına göre
gelişmişlerdir. Bu şekilde Kafkasya’da bir ekonomik
bütünleşme sağlanmıştır. Kuşkusuz gerçekler etkiliydiler.
Örneğin Kafkasya’nın ekonomik merkezleri Baku, Tiflis ve
Rostov kentleri her dönem için önemli fonksiyona sahip
olmuşlardır. Bu gelişme ekseni Kuzey Kafkasya verimli
tarımı, gelişmiş sanayi ile bir mekansal kompleks
oluşturmuştur. Bu uzlaşıcı yapı, Rusya Federasyonu
içerisinde belki tek görülen bölgelerden birisidir. Sanayi
ile tarımın entegrasyonu bölgede güçlü bir yapıdır.
Güney
Kafkasya’ya gelince; bölge yakıt / hammadde ve emek
rezervleri temelinde gelişmektedir. Bununla birlikte,
bölgeyi farklılaştıran onun nadir doğal şartlarıdır.
Burada merkezleştirilmiş ekonomik sistem, Transkafkasya
iktisadi bölgesini bir tek organizma olarak geliştirmiş,
üretim birimlerinin bağlarını oldukça güçlü kılmıştır.
Yani Kuzey Kafkasya ile birlikte bir diğer bütünleşen
sistem. İki iktisadi bölgeyi üretim bağlarının dışında bir
araya getiren esas unsur ise endüstriyel alt yapı, yani
ulaştırma ve enerji sistemleri oluşturmuştur.
SSCB’nin
dağılımı bu ekonomik yapıyı çökertmiş ve siyasi
desintegrasyon ile birlikte ekonomik parçalanma da meydana
gelmiştir. Bu ise geçiş döneminin doğal zorluklarına bir
yenisini eklemiştir. Bu zorluklara biz etnik ve dini
karmaşıklığı de ekleyecek olursak, Kafkasya’ya örnek bir
model bulmanın ne kadar zor ve ağır bir iş olduğunu ileri
sürmek hiç de yanıltıcı olmayacaktır.
Burada
şu konuyu tartışmak mümkündür; bölünme içeriğinde
bütünleşmiş gelişme, yani çelişkili ortamda bütünlük
arayışları. Bunu destekleyen ve karşı çıkan faktörler hem
bölgede hem de onun dışında mevcuttur. Asıl konu bu
zorluklarla beraber yeni bütünleşmeye doğru yürümek ve
entegrasyon modelleri kurmaktır.
Kafkasya’da etnik yapıda meydana gelen gelişmeler
Kafkasya’nın bütünleşmesinde siyasi, idari ve ekonomik
çözülmesinin yarattığı zorluklar kadar önemli olan bir
diğer engel, bölgenin etnik ve dini özellikleridir.
Genelde Rusya’nın etnik gelişimin ana hatları, Rusların
oranının aşamalı olarak düşmesi, buna karşılık Kuzey
Kafkasya’da tabela ulusların oranının daima yükselişiyle
belirginlik kazanmaktadır. 20.yüzyılda Rusya’nın hiçbir
bölgesinde Kuzey Kafkasya gibi nüfus artışı dinamiği
görülmemiştir.
Eski
SSCB’de Kuzey Kafkasya gibi ikinci bir ihtilaflı bölge de
yer alamamıştır. Bu bölgede, mevcut etnik gruplar arası
ihtilafların olduğu alanlar ile oradan zorla göç
ettirilmiş mültecilerin yeni iskana açılan bölgeleri en
patlayıcı yerlerdir.. Bu konular oldukça önemlidir ve bu
ihtilaflarda Rusya’nın ulusal güvenliğine, onun
bütünlüğüne ve egemenliğine bir tehlike söz konusudur.
Bölgede
yer alan etnik ihtilaflar ilk aşamadan açık bir şekilde
etnik özellikler taşımaktadırlar. Bu ihtilafların bazıları
sıcak çatışmaya dönüşmüş (Rus-Çeçen savaşı, Setin-İnguş
ihtilafı), bazıları işe şiddetli karşı koyma ile
sonuçlanmıştır (Çeçen-Kozak karşı koyması, Kozak- Ahıska
Türkleri arası sürtüşmeler v.b ). İşin ilginç tarafı odur
ki, Trans Kafkasya’da buna benzer ihtilaflar (Güney Osetya,
Abhazya ) Kuzey Kafkasya’nın sınırların yakınlarındadır ve
bu durum mültecilerin akımına neden olmaktadır.
Bölgeye
piyasa ekonomisinin gelişi gerginliği bir ölçüde
yükseltmiştir. Tabela ulusları “kendi bölgelerine”
toplanarak burada yaşayan “yabancıları” işe göçe teşvik
edenler günden güne çoğalmaktadır. Bunların arasında
patolojik düşmanlık büyük ölçüde yer almamaktadır. Fakat,
bunların temelinde daha çok, az bulunan iş ve eğitim
yerleri, kaliteli konut ve gelenek durumunda olan tahıl
dikim alanları bulunmaktadır. Yani bu konuda olay etnik
çatışmadan çıkıp siyasi ve sosyal boyut kazanmaktadır.
Kuzey
Kafkasya’nın etnik yapısının şekillenmesine bazı faktörler
de etki göstermişlerdir. Bunlar;
a) Kuzey Kafkasya Rusya’nın oluşumda kalma sürecine
göre en “genç“ bölgelerden birisidir,
b) Bölgenin konumu (Güney Kafkasya) ve onun
Rusya’nın Güney Kafkasya ile ilişkilerinde özel statüsü
bölgenin nüfus yapısına etki göstermektedir,
c) Etnik mozaik ki, bölgenin diğer özelliğidir ve
nispeten küçük alanda farklı etnik grupların ve dil
ailelerin komşuluğu Kuzey Kafkasya’nın önemini artıran bir
unsurdur ve
d) Rusya’nın güney hatlarında yer alan Kuzey
Kafkasya ülkenin Hazar ve Kara Deniz’e çıkışını
sağlamaktadır.
Yüz yıllar boyunca Kuzey Kafkasya, dünyanın en büyük iki
dinin temas bölgesidir (Hıristiyanlık ve İslam), bunların
dışında bölgede Budizm (Kalmiklar) ve Musevilik
(Yahudiler, Tatlar, Dağ Yahudileri) yer almaktadır. Son
zamanlar bölgede Vahabizm’in yayılmaya başladığı
görülmektedir.
Günümüzde Kuzey Kafkasya’nın etekleri Rusya’nın en
sıkıntılı bölgelerinden birisidirler. Bu hem ağır ekonomik
durum (nüfus artışın yüksek oranı, tarım alanların
yetersizliği, sanayi gelişiminin yüksek olmaması), hem de
Rusya’nın etnik gruplara yönelik milli siyaseti ile
ilgilidir. Kafkas savaşları döneminde Rus idaresi bazı
ulusları ya bölgeden göç ettirtti ya da denetimi elde
tutmak için erişilmez dağ köylerinden ovalara ve ya tam
tersine, boşalmış topraklarda Kozak yerleşim zincirini
oluşturmak için ovalardan dağ eteklerine nüfus değişimini
sağladı.
Bu
uygulamalar Sovyet döneminde de devam etmiştir. 1920’lerde
bazı Kafkas ulusları, (önce Kozaklar yerinden edilerek)
ovalarda yerleştirildiler. Çoğu zaman bu alanlar, söz
konusu ulusların, 19.yüzyıldaki eski topraklarıydı.
1930’larda ise nüfusu bin kişiyi aşan bazı Kozak köyleri
tümü ile zoraki bir göçle ortadan kalkmışlardır.
Bilindiği gibi, 1943-1944 yıllarında SSCB’de bir grup ulus
tümü ile doğu bölgelere göçe tabi tutuldu. Bunlar arasında
Çeçenler, İnguşlar, Karaçaylar, Balkarlar ve Kalmuklar yer
almışlardır. Boşalmış toprakların bir kesiminde Rus
göçmenler yerleştirirken diğer alanlar çeşitli Kafkas
ulusları arasında dağıtılmıştır. Bu işe söz konusu etnik
grupların 1956-1957 yıllarda geri dönmesi sürecinde ve
daha sonraki aşamalarda pek çok ihtilaflar meydana
getirmiştir.
KAFKASYA’DA ORTAK BULUŞMA ZEMİNLERİ VE TÜRKİYE’NİN ROLÜ
Soğuk
savaş sonrası dönemde, SSCB’nin çözülmesiyle birlikte Orta
Asya ve Kafkasya’da jeopolitik bir boşluğun ortaya çıktığı
görülmekte, buna bağlı olarak da bölgede gerilimli bir
atmosfer yaratılarak etkinlik mücadelesinin yoğunlaştığı
dikkati çekmektedir. Tarihte ilk kez, Avrasyalı olmayan
bir gücün, bölgedeki etkinlikleri devam ede dursun, uzun
dönemde Kafkasya ve Orta Asya’daki jeopolitik boşluğun
doldurulmasında Avrasyalı güçlerin daha etken olacağı da
yadsınamaz bir gerçek olarak ortadadır. Kimdir bu güçler?
Bize ve pek çok araştırmacıya göre, bu bölgedeki baş
aktörlerinden birisi Rusya, bir başkası Çin, diğer ikisi
de Türkiye ve İran’ dir (Brzezinski, 1998, Davutoğlu, 2001
ve Hacısalihoğlu, 2001 ). Öteden beri bu bölgeye cografi
yakınlığı nedeniyle etkin bir rol üstlenen bu ülkeler,
ileriki dönemde de, belki de Avrasyalı olmayan güçlerin
kontrolünde Kafkasya ve Orta Asya politikalarını
yönlendireceklerdir. O halde özellikle Kafkasya’da
desintegrasyondan bütünleşmeye gidecek yolda olmazsa olmaz
ülkelerin hangilerinden oluşacağı sorunu ister istemez
gündeme gelmektedir. Çin yükselen bir ekonomik güç olarak
Orta Asya’da kontrolü üstlenmeye en yakın adaydır. Ancak
Çin’in Kafkasya bölgesinde etkin bir rol üstlenebileceğini
alana olan cografi uzaklığı nedeniyle yakın bir gelecekte
iddia etmek pek mümkün değildir. Bu durumda Kafkasya’daki
jeopolitik boşluğu doldurabilecek adaylar Rusya, Türkiye
ve İran kalmaktadır.
Kafkasya’da Amerikan egemenlik mücadelesinin yoğunluk
kazandığı son zamanlarda, bölgede etkinlik kurmak isteyen
Rusya’nın İran ile belli noktalarda anlaşma zemini
buldukları bilinmektedir. Söz gelimi, Rusya-İran ve
Hindistan arasında Kuzey-Güney Koridoru anlaşması St.
Petersburg kentinde Eylül 2000’de imzalanmıştır. Bu
koridor aracılığıyla ticari mallar Hindistan’dan deniz
yoluyla Basra Körfezi’ne, buradan demiryoluyla Enzelya
limanına, sonra ise Hazar üzerinden Astrahan’daki Olya
limanına ulaşacak, daha sonra da karayoluyla batıya
aktarılacaktır (Aksiyon Dergisi, Sayı: 316, 2000). Rusya,
soğuk savaş sonrasında ortaya çıkan Avrasya’daki
jeopolitik boşluğu doldurmaya ve kuzey-güney ekseninde de
yeni ittifaklara girişmeye çalışmaktadır. Ancak,
Kafkasya’da böyle bir boşluğun doldurulmasında Rusya gibi
aktör ülkelerin yanında bölgede yer alan diğer ülkelerin
aldıkları davranış biçimleri de çok önemlidir. Çünkü,
gerek Kafkasya’da ve gerekse Orta Asya’daki devletlerde
yaşayanların Rusya’nın yanı sıra Türkiye’ye de yakın bir
durumda olduklarını göz ardı etmemek gerekmektedir.
Nitekim, bir Kafkasya ülkesi olan Azerbaycan ve Orta Asya
ülkeleri olan Türkmenistan, Özbekistan, Kazakistan ve
Kırgızistan’da yapılan araştırma sonuçları bu konuda ciddi
sonuçlar ortaya koymaktadır
Söz
konusu Cumhuriyetlerde evlerde en çok konuşulan dil
dikkate alındığında kendi etnik dillerinin dışında Rusça
ikinci sırada yer almaktadır. Özbekistan’da en çok
konuşulan dil ise Rusça’dır. Yine bu cumhuriyetlerde
Türkçe az ya da çok anlaşılabilir bir dil olmaktadır.
Araştırmanın en ilginç sonuçlarından birisi ülkenin
kültürel gelişiminin sağlanması için öncelikli olarak
ilişkiye girilmesi tercih ettikleri ülke sıralamasında ilk
tercih ettikleri ülke Rusya olmakta bunu işe Türkiye
izlemektedir. İran veya Çin ile ilişkiye girilmesini
isteyenlerin oranının oldukça düşük olduğu
gözlemlenmektedir. Araştırmanın çarpıcı sonuçlarından bir
başkası işe bu ülkelerin Türkiye’ye oldukça fazla bir
şekilde güven duymalarıdır (Kongar, 1998). Bu tablodan
çıkarılacak en önemli sonuç bize göre şudur: Bölgede aktör
olarak etkin bir rol üstlenebilecek, adeta olmazsa olmaz
ülkelerden ikisi İran ya da Çin değil, Rusya ve
Türkiye’dir. Bu durumda bölgede uzun dönemde jeopolitik
boşluğun doldurulmasında Rusya ve Türkiye’nin yer almadığı
herhangi bir oluşumun gerçekleşmeyeceğini, gerçekleştiği
takdirde bunun kalıcı olmayacağının bilinmesi
gerektiğidir.
Burada
bir ikinci sorunun da yanıtlanması gerekmektedir. Acaba,
Kafkasya’ da entegrasyona giden birlikte, hangi ülkeler
yer almalıdır ve bunların entegrasyonunda ortak bir
zeminin bulunup bulunamayacağıdır. Bize göre Kafkasya’daki
bütünleşmede yer alacak ülkeler bu coğrafyada doğal olarak
yer alan ülkeler olmalıdır. Bunlar Azerbaycan, Gürcistan
ve Ermenistan yanı sıra Rusya ve Türkiye’dir.
Kafkasya’daki entegrasyonda ortak zemin arayışları
Kafkasya’da desintegrasyondan entegrasyona giden yolda
zeminin neler olabileceği konusuna girmeden önce, böylesi
bir entegrasyona gerek olup olmadığı da kısaca açıklığa
kavuşturulmalıdır. Enerji hammaddesi açısından zengin olan
bölgeler çok hassas alanlardır.
Bu
bölgeler çıkar çatışmalarının yoğunlaştığı ve hatta
buralarda zaman zaman ve yer yer sıcak çatışmaların da
yaşandığı görülmektedir. Nitekim, ham petrol kaynakları
açısından önde gelen bölgelerden birisini oluşturan Orta
Doğu’da yakın bir geçmişte yaşanan Körfez Savaşı bu
durumun en belirgin örneğini oluşturmaktadır. Diğer
taraftan, Orta Doğu ülkelerinde olduğu gibi, zengin ham
petrol kaynaklarının bölge ülkelerine refah artışı
getirmesi yerine, bu kaynakların silah alımına yöneldiği (Hacısalihoğlu,
2001, s.128), sıcak çatışmaların da bu nedenle
desteklendiği düşünüldüğünde, Kafkasya’da böylesi bir
entegrasyonun o bölgede bulunan ülkelere uzun dönemde
yararlı olacağı kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Diğer
taraftan, Kafkasya’ya cografi anlamda uzak ülkelerin bu
alandaki etkinlikleri devam ederken, Rusya’nın da
Kafkasya’nın etnik bölünmüşlük yapısını kullanarak eski
etkinliğini burada tekrar sağlamak istediği de
görülmektedir. İşte bu nedenle de Kafkasya’da bir
entegrasyona bu gün eskisinden daha çok gereksinim
bulunmaktadır. Kaldı ki, Türkiye açısından da Orta
Asya’daki jeopolitik boşluğa uzanan yolun Kafkasya’daki
ekonomik bir entegrasyondan geçtiği de açıkça ortadadır.
Bu entegrasyon aynı zamanda AB karşısında Türkiye’ye yeni
bir alternatif ve yeni bir denge unsuru sunmaktadır. Bu
kısa durum değerlendirmesinden, Kafkasya’da böylesi bir
entegrasyonun gerekliliğine değindikten sonra,
Kafkasya’daki entegrasyona giden yoldaki ortak zeminlerin
neler olduğu, başka bir ifade ile bölgedeki ortak zeminin
durağan ve durağan olmayan faktörlerini irdeyebiliriz.
Bize göre Kafkasya’da ki en önemli ortak zemin
Kafkasya’nın değişmez coğrafyasıdır. Bu coğrafya aynı
zamanda bizleri böyle bir entegrasyona geçişte hangi
ülkelerin yer alması gerektiğini de açıklamaktadır.
Kafkasya
kuzeyde Don nehri ağzı-Maniç çöküntüsünden başlayarak
güneyde Kars yaylaları ve Aras Irmağına kadar uzanır.
Batıda ise Azak Denizi’nin güneydoğusundaki Taman
yarımadasından başlar ve doğuda Apseron Yarımadasına kadar
uzanır. Bu sınırlar itibariyle Kafkasya bölgesi yaklaşık
olarak 440 bin km’lik bir alan kaplar (Bingün, 1997) ve
doğal bir coğrafi ünite olarak belirginlik kazanır. Büyük
ve Küçük Kafkas dağlarının kuzeybatı ve güneydoğu yönünde
kat ettiği bölge dağlık bir alandan meydana gelmektedir ve
bu dağlık yapı bölgeye ünik bir yapı kazandırmaktadır.
Dolayısıyla bu unsur yani dağlık yapı, bölge ekonomisine,
ulaşımına, siyasi yapıya ve hatta kültürel yapıya da etki
etmektedir. Bu coğrafi yapı ortak zeminlerin en
önemlisidir. Bölgede şekillenen ulaşım yapısının kuzeybatı
güneydoğu eksenli gelişimini bu doğal yapı belirlemiştir.
Dağlık yapının egemenliğinin yer yer ufak etnik grupların
belirli noktalarda toplanmalara neden olmuştur. Bu etnik
yapı yönetimsel yapıda da etkisini göstermiş ve pek çok
özerk cumhuriyet bu durumdan doğmuştur. Bu ve benzeri
özellikleri çoğaltmak olanaklıdır.
Ortak
buluşma zeminlerin bize göre ikincisi yine Kafkasya
coğrafyasından, Kafkasya’nın konumundan kaynaklanmaktadır.
Geçmişte olduğu gibi bugün de Kafkasya Orta Asya’nın
batıya, kuzey bölgesinin de güneye açılan kapısı
durumundadır. Azerbaycan ve Ermenistan batı pazarlarına
havayolu dışında tek açılma noktası Gürcistan ve Türkiye
topraklardır.
Küreselleşen ve pazar alanlarının giderek genişlediği
dünyada batıya açılma bir zorunluluktur ve bu zorunluluğun
yolu Azerbaycan, Ermenistan, hatta Rusya’nın Karadeniz’e
ve Ege’ ye açılmaktan geçmektedir. İşte birincisinin
kontrolündeki bu doğal yapı bölgedeki entegrasyonda ortak
bir payda olarak ortadadır..
Kafkasya
iklim koşulları açısından da doğal bir ünite karakteri
taşımaktadır. Erzurum-Kars bölgesinin karasal iklim
karakteri Türkiye sınırlarını aşarak kuzeydoğuya doğru
Kafkasya’nın büyük bir bölümünü etkilemektedir. Karadeniz
kıyı kuşağı nispeten daha ılıman bir iklim koşuları
yaratırken, iç bölgeler, özellikle Ermenistan karasal
iklimin egemenliğinde kalmaktadır. Bu iklimsel yapı
Kafkasya ülkelerinde tarımsal açıdan da bir zenginlik
oluşturmakta ve bu yapı bölgedeki ülkelerin birbirleriyle
entegrasyonunu zorunlu kılmaktadır.
Rusya’nın Kafkasya’nın kuzeyindeki topraklarında
gerçekleştirilen tahıl tarımı ve koyunculuk,
Gürcistan’daki narenciye, çay ve özellikle
bağcılık/şarapçılık faaliyetleri, Ermenistan’daki meyve
tarımı ve Azerbaycan’daki pamuk tarımı Kafkasya’nın
tarımsal zenginlikleri olarak değerlendirilmekte ve bu
bölgedeki ülkelerin biri birini tamamlamaktadır. Kafkasya
bölgesindeki söz konusu doğal ortam zeminlerinin dışında
pek çok ekonomik, sosyal ve kültürel zemin de
bulunmaktadır. Ekonomik zeminlerin en önemlisi Kafkasya
ulaşım sistemidir. SSCB’nin bir mirası olarak bugün Kafkas
bölgesi ulaşım sistemi tüm bölge ülkelerini birbirlerine
bağlamakta, bu ülkelerin Karadeniz’e açılımlarını
kolaylaştırmaktadır.
Kafkasya’da en önemli deniz ve kara yolları Hazar Denizini
Karadeniz’e ve Kafkasya’yı da Moskova’ya bağlayan ulaşım
ağı sistemidir. Bakü-Gence-Tiflis, Bakü-Tiflis-Kutaişi-Poti
demir ve karayolu sistemi Kafkas bölgesinin can damarıdır.
Aynı sistem, Tiflis kavşağını kullanarak hem Erivan, hem
de Rostov üzerinden Moskova’ ya bağlanmaktadır. Var olan
bu ulaşım ağı ortak bir buluşma zeminidir ve Kafkasya’daki
ülkelerin siyasi gerginlikleri nedeniyle rantabl bir
şekilde kullanılamamaktadır. Var olan bu sistemin gelişmiş
bir deniz ve karayolu sistemi ile Türkiye’ ye bağlanması
Kafkas bölgesindeki ekonomik ilişkileri güçlendirecek ve
Kafkasya’nın batıya açılmasını kolaylaştıracaktır.
Türkiye’nin de bu sisteme bağlanması Kafkasya’ya açılımını
kolaylaştırdığı gibi Bakü üzerinden Hazar geçişi ile
Türkmenistan ve Orta Asya’ya da ulaşımı sağlayacaktır.
Kısaca Kafkasya koridoru bölge ülkeleri açısından önemli
olduğu kadar Türkiye açısından da bir hayat damarı teşkil
edecektir.
Kafkasya’daki önemli bir başka buluşma zemini bölgenin
doğal kaynakları, özellikle de enerji potansiyelidir.
Doğal kaynaklar başlı başına önemli bir jeopolitik
unsurdur. İnsan yaşamı için vazgeçilmez olan doğal
kaynaklar kalkınmanın yanı sıra siyasal üstünlüğün de
önemli bir aracıdır. Dünyada günümüzde fosil yakıtlara
dayalı enerji üretim ve tüketimi egemenliğini
sürdürmektedir. Oysa fosil yakıtlar sınırlıdır ve ömürleri
giderek azalmaktadır. Bu durum yeni enerji kaynaklarının
önemini daha da arttırmaktadır. İşte bu nedenle de,
16-32.5 milyar varil ispatlanmış, 163 milyar varil ise,
olası ham petrol rezervine ve yine 236-337 trilyon m3’lük
doğal gaz rezervine sahip olan Hazar havzası hiç kuşkusuz
yeni bir egemenlik mücadelesi alanı olmaktadır ve
olacaktır. Özellikle, 3.6-12.5 milyar varil ham petrol
rezervine sahip olan Azerbaycan, Kafkasya’da doğal
kaynaklar açısından kilit ülke konumundadır. Orta Asya’nın
kilit ülkesi ise 10-17.6 milyar varil ham petrol rezervi
ile Kazakistan olmaktadır (DOĞAN, 2001, s.9-13).
Bu
olanak bugün Kafkasya’nın bütünselleşmesinde önemli bir
ortak paydadır, entegrasyon zeminidir. Bütünleşmemiş bir
Kafkasya’da bu kaynaklar başka güçlerin mutlaka egemenliği
altına girmesi anlamını taşımaktadır. Öte yandan bu güçlü
doğal kaynak egemenliği bir ya da birkaç ülkenin tekelinde
bulunan, yani yalnızca bulunduğu ülkeye katkı sağlayan bir
güç unsuru değildir. Bu kaynağın mutlaka dış pazara
açılması gerekmektedir. Pazara açılmak işe mutlaka komşu
ülke ya da ülkelerin topraklarını taşma amaçlı olarak
kullanmak demektir.
Dolayısıyla ortak bir güvenlik, ortak bir strateji
birliğinin sağlanması zorunluluğu gün gibi ortadadır.
Ayrıca, petrol ve doğal gaz kaynaklarının varlığı
entegrasyonda bir fırsattır. Ulaşım, enerji, sanayi, tarım
vb., gibi projeler kolaylıkla finanse edilebilecek
durumdadır. Kafkasya bütünleşmesinde bir diğer önemli
zemin Kafkasya’nın turizm potansiyelidir. Kafkasya’nın
jeolojik özellikleri nedeniyle Kuzey Kafkasya’da özellikle
Stavropol çevresindeki, Ermenistan’daki ve Azerbaycan’ın
Kelbecer bölgesindeki termal turizm kaynakları çok önemli
birer turizm merkezleridir ve Dünya turizminde de önemli
olabilecek bir potansiyel oluşturmaktadırlar. Bu
potansiyel aynı zamanda maden suları açısından da önem
taşımakta ve geliştirilebilecek unsurlar olarak ortada
durmaktadırlar.
Bütünleşmede bir diğer unsur ya da ortak zemin olarak
Kafkasya’daki sanayi alt yapısı da önem arz etmektedir.
SSCB döneminde planlı bir sanayileşme stratejisi her bir
cumhuriyetin belli sanayi kollarında uzmanlaşmasına neden
olmuş, SSCB dönemindeki bu olumlu ortam SSCB’nin
dağılmasından sonra olumsuz bir duruma dönüşmüştür ve
bağımsızlığını ilan etmiş ülkeler diğer ülkelerin
ürettiklerine bağımlı kalmışlardır.
Kafkasya’da Gürcistan’daki demir-çelik, taşıt araçları
(özellikle TIR), uçak sanayi, Ermenistan’daki
elektronik-elektrik sanayi, ulaşım araçları sanayii,
Azerbaycan’daki petrokimya sanayi büyük birer potansiyel
arz etmektedirler. Kafkasya’da üzerinde durabileceğimiz
önemli bir ortak zemin de bölgenin eski siyasi ve idari
yapılanmasıdır. Kafkasya pek çok etnik gruplardan
oluşmaktadır ve bu etnik gruplar SSCB’nin çatısı altında
yaklaşık olarak 70 yıl birlikte yaşamayı
başarabilmişlerdir. SSCB’nin bir cumhuriyeti veya özerk
bölgesi olarak taslar yerine oturtulmuştur. Yapay ya da
doğal bu etnik grupları bir arada tutan felsefe “sosyalist
felsefe”dir. Bu felsefenin bitişi etnik azınlıkların da
bağımsızlık mücadelesini arttırmıştır. Bu alanda bize göre
70 yıl süren birliktelik kazanılmış bir durumdur. Ortak
bir paydadır. Taşların yerinden oynatılmasının hiçbir ülke
ve hiçbir etnik azınlığa yararı dokunmayacaktır. Geçmişin
“sosyalist felsefe”sinin yerini bugün bu ulusları bir
arada tutacak yeni bir felsefe geliştirilmelidir. Bize
göre de bu, “ekonomik felsefe”dir. Kafkasya’da bu ve
benzer ortak zeminlerin sayısı arttırılabilecek
durumdadır.
Kafkasya’daki entegrasyonda Türkiye’nin rolü
Kafkasya’daki bütünleşmede Türkiye’nin rolünün neler
olabileceğini ortaya koymadan önce çok kısa olarak 1990
sonrası, soğuk savaş döneminin ardından Türkiye’nin
Kafkasya ve Orta Asya politikasına değinmek yerinde
olacaktır. Çünkü Türkiye, Kafkasya bölgesinde toprağı olan
bir ülkedir ve cografi olarak burasının ayrılmaz bir
parçadır. Jeopolitik anlamda da Türkiye bu bölgenin
merkezindeki ülkelerden birisidir ve oynayabileceği pek
çok rol bulunmaktadır.
Türkiye
strateji arayışında
Türkiye’de dış politika daha çok statükoyu koruma
anlayışına dayanmaktadır Bu nedenle Türkiye soğuk savaş
sonrası döneme hazırlıksız yakalanmıştır. Türkiye Kafkasya
ve Orta Asya’ya dönük politikalarında önceleri Türklükten
kaynaklanan, duygusal, korumacı, ağabeylik rolünü üstlenen
bir durum sergilemiştir (Davutoğlu, 2001). Bu anlayış
çerçevesinde de Kafkasya ve Orta Asya’ da özellikle Türki
cumhuriyetlerle çok sayıda ikili anlaşma imzalanmıştır. Bu
anlaşmaların çoğu kültürel ilişkileri düzenlemeye ilişkin
anlaşmalar olmuştur. Bu anlaşmalar çerçevesinde pek çok
Türki öğrenci Türkiye’de eğitim görmüş, Türki
Cumhuriyetlerde de yine eğitim veren kurumlar açılmıştır.
Anlaşmaların bazıları da ekonomik içerikli olmuş, çok
Sayıda Türk girişimcileri bu ülkelerde yatırımlar
yapmışlardır. Ancak bu yatırımlar arzu edilen boyutlara
ulaşamamış, Türkiye bu bölgedeki jeopolitik bir güç olarak
etkinliğini ortaya koyamamıştır. Yakın bir geçmişe kadar
Türkiye, Kafkasya ve Orta Asya’daki hamasi yaklaşımlardan
sonra içine kapanık, bölgedeki sorunlara karşı duyarsız
bir yapı içine girmiştir. Ancak 11 Eylül sonrası, ABD’nin
Orta Asya ve Kafkasya’da etkinliklerini arttırmasına
paralel olarak Türkiye’nin de belli bir kıpırdanma
sürecine girdiği görülmektedir. Bunun en somut örneği 29
Nisan 2002 tarihinde yapılan Trabzon zirvesidir.
Bu
zirvede Azerbaycan, Gürcistan ve Türkiye Cumhuriyeti
Cumhurbaşkanları toplanarak özellikle güvenlik
politikaları çerçevesinde, terörle mücadele ve enerji gibi
bazı konuları görüşmüşlerdir. Bize göre bu zirvenin
jeopolitik bir anlamı da bulunmaktadır. Kafkasya ve Orta
Asya ekseninde artan ABD etkinliklerine koşut olarak, daha
önce de değinildiği gibi, Rusya dikey eksende İran ve
Hindistan ile kuzey-güney koridoru anlaşmasını
gerçekleştirmiştir. Türkiye’nin Azerbaycan ve Gürcistan
ile böyle bir zirve gerçekleştirmesini, güvenlik, enerji
ve siyasal alandaki görüş ve mutabakatların da ötesinde,
Kafkasya’ya yeni bir açılım olarak değerlendirmek hiç
yanlış bir algılama olmasa gerektir. Bu zirve bir bakıma
da Rusya’nın dikey eksendeki girişimlerinin önünü kesmek,
yatay yönde Ermenistan’ı da yalnızlığına terk ederek yeni
bir eksen geliştirmek anlamını da taşımaktadır. Ancak sunu
da burada hatırlatmadan geçemeyeceğiz; ABD ile Rusya
Kafkasya’da ve Orta Asya’da “büyük oyun” hesaplarını terk
etmedikçe bu bölgede, yani Kafkasya ve Orta Asya’da
istikrar kurulmayacaktır (Kohen, Milliyet, 01 Mayıs 2002).
İşte bu nedenle de, Kafkasya’da Rusya’yı ve Ermenistan’ı
dışlamadan bölgesel bir bütünleşmeye gidilmelidir.
Türkiye’nin bu konuda pek çok üstlenebileceği rol
bulunmaktadır.
Türkiye Kafkasya’da bölgesel bir aktör olabilecek mi?
Türkiye
Avrasya’nın ister bir köprü ülkesi olsun, isterse bir
merkez ülkesi olarak kabul edilsin bu bölgede Rusya gibi,
İran gibi aktör bir ülkedir. Coğrafyasıyla, ekonomik
potansiyeliyle, kültürüyle ve siyasi yapısıyla bu böyledir
ve böyle olarak da kabul edilmelidir.
Soğuk
savaş sonrası dönemde zaman içinde ağabeylik yaklaşımla
Avrasya’ya açılan daha sonra da içine kapanan Türkiye’nin
bölgedeki jeopolitik boşluğu doldurmasında ciddi anlamda
bir rol üstlenmesinin zamanı gelmiştir ve geçmektedir
(YILMAZ, 1993). Türkiye’de bu potansiyel vardır. Yeter ki
potansiyellerini harekete geçirebilecek cesareti kendinde
bulabilsin. O halde nedir bu potansiyeller?
Bize
göre birinci potansiyel Türkiye’nin liberal ekonomi
deneyimidir. Kafkasya’nın Rusya dahil savaş sonrası
ekonomik yaşamı çok güç koşullar altında yapılanmaktadır.
2000 yılı verilerine göre bölgedeki ülkelerin kişi başına
satın alma gücü paritesi Rusya’da 7,700 $, Azerbaycan’da
3 bin $,Gürcistan’da 4 bin 600 $ ve Ermenistan’da 2
bin 900 $’dır.
Mali piyasalar sıkıntılıdır. Özellikle güney Kafkasya
cumhuriyetlerindeki ithalat ve ihracat tutarları çok
düşüktür. Bu ülkelerin serbest dış pazara açılmaları
gerekmektedir. Bu noktada kendilerine en yakın örnek
Türkiye’dir. Türkiye’de ekonomi politikaları tüm
yönleriyle başarılı olmamakla birlikte özellikle 1980
yılından beri, yaşadığı 1994 ve 2001 krizlerine karşın
Türkiye ciddi bir ekonomik performans göstermektedir.
1980’lerden sonra liberal ekonomi politikaları yoğun bir
şekilde izlenerek, ekonomideki kamu ağırlığının giderek
azaltılması, karışmacılığın yerine teşvik edici
politikaların ön plana çıkışı, döviz kurlarındaki
uygulamalar, ithalat ve ihracattaki yaşanan serbesti,
özelleştirme uygulamaları, gümrük birliği gibi uygulamalar
Türkiye’nin Dünya piyasalarındaki rekabet gücünü
arttırmıştır. Bugün itibariyle Türkiye’nin ithalat değeri,
ihracat değerinin önündedir. Ancak, burada Türkiye’nin
ithalatının özellikle Türkiye sanayi ve ekonomik alt
yapısı için önemli girdilerden oluştuğu gözlenmektedir (Lesser/Fuller,
2000, s.18-19). Türkiye’de 2001 yılı krizi yaşanmasına
karşın 2000 yılı verilerine göre SGP itibariyle milli
gelir 459 milyar $’a ulaşmış ve bu değerle Türkiye
dünyanın 17. büyük ekonomisi olmuştur (NTVMSNBC, 12 Mayıs
2002). Yine Türkiye 2000 yılında 7 bin 030 $’lık kişi basına
düşen satın alma gücü paritesiyle Çin, Hindistan,
Endonezya, Tayland ve İran’ı geride bırakarak 18. sırada
yer almıştır. Bu ekonomik yapı Kafkas ülkeleri için bir
şanstır. 2001 krizinin yaşanmış olması bile Türkiye ve
Kafkas ülkeleri için bir deneyim olmuştur. Yeni çıkarılan
yasalarla mali piyasalar güçlendirilmiş ve mali yapı daha
liberal bir yapıya kavuşturulmuştur.
Günümüzde Türk müteahhitleri ve sanayicileri Kafkasya ve
Orta Asya Cumhuriyetlerinde yeni yeni girişimlerde
bulunmaktadırlar. Soğuk savaş sonrası dönemde Türkiye
Avrasya’da arzu edilen seviyede olmamakla birlikte ciddi
ekonomik açılımlar gerçekleştirmiştir. Türkiye’nin Rusya
ile olan ticaret hacmi 2000 yılında 4 milyar$ civarında
gerçekleşmiştir. Bir Kafkasya ülkesi olan Azerbaycan ile
olan ticaret hacmi ise 2001 yılı verileri itibariyle 190
milyon $’a yaklaşmıştır (Avrasya Dosyası, 2001). Yine
Türkiye’nin Orta Asya Türk Cumhuriyetlerine sağladığı
kredi tutarı 1999 itibariyle 1,5 milyar $ civarındadır.
Ticaret hacmi işe yine 1999 yılında 1,5 milyar $’i asmış
bulunmaktadır. 2 bin 500 civarında Türk şirketi Orta Asya’da
ekonomik yatırım faaliyetlerinde bulunmaktadır. Bu
şirketlerin buradaki yatırım tutarı Dışişleri
Bakanlığı’nın verileri göre, 8,4 milyar $’i geçmiştir.
Yalnızca Türk inşaat şirketlerinin Orta Asya’da üstlendiği
işlerin toplam bedeli 4 milyar $’i aşmıştır.
Özellikle Azerbaycan’da değişik sektörlerde yaklaşık
olarak 600 Türk şirketi faaliyet göstermekte ve bu
şirketlerin yatırım tutarının da
1.5 milyar $ civarında
olduğu tahmin edilmektedir (Doğan, 2001, s.117-118).
Görüldüğü gibi Türkiye, Kafkasya ve Orta Asya Türk
Cumhuriyetleri ile ekonomik bir entegrasyona çoktan
girmiştir. Hatta, Amerika, Avrupa ve Japonya gibi yabancı
yatırımcılar için de Türkiye, bu bölgede ortaklıklar
kurulabilecek bir üs ülke konumuna ulaşmış bulunmaktadır (Lesser/Fuller,
2000, s.21).
Türkiye’nin Kafkasya’daki bütünleşmede sahip olduğu önemli
potansiyellerden bir diğer konu Türkiye’nin siyasi
deneyimidir. Türkiye’nin laik ve demokratik sistemi, uzun
bir tarihsel geçmişi, kültürel birikimleri, batılı çağdaş
değerleri Kafkasya için önemli bir model oluşturmaktadır.
Türkiye içinde bulunduğu coğrafyada uzun ömürlü bir
siyasal geçmişe sahip olmuştur. Aynı zamanda Anadolu,
Mezopotamya’da 12 bin yıl önce ortaya çıkan tarım
kültürünün Avrupa’ya yayıldığı bir alan olmuştur. Pek çok
medeniyet bu topraklarda gelişmiştir. Kısaca Anadolu bir
medeniyet merkezi olmuş ve Türkiye’nin içinde bulunduğu
topraklar Dünya’nın kavşak noktalarından birisini
oluşturmuştur. İşte bu durum kendine özgü ayrı bir siyasi
kültürün bu coğrafyada yeşermesine yol açmıştır.
Tüm bu
olumlu koşullara karşın bu gün Türkiye’de hala siyasi
kimlik yerine oturmamıştır. Dünya konjonktüründe olduğu
gibi Türkiye’de de siyasal kimlik zaman zaman yeniden
tartışılmakta ve ortak bir zemin aranmaya gayret edilmekte
ve bu süreç içinde de farklı yönlere çekilmek
istenmektedir. Nitekim Türkiye’de çağdaş düşünürlerin bir
kısmı ikinci cumhuriyet tartışmalarını gündeme getirir,
Türkiye’nin daha Avrupalı, daha çağdaş bir yapıya
kavuşmasını isterlerken, hiç de azımsanamayacak bir gurup
Türkiye’nin çıkarlarının Orta Asya’da olduğunu ileri
sürmektedirler. Ve yine bazı gruplar ise Türkiye’nin
yönünü doğuya, yani İran ve Orta doğuya çevirmesi
gerektiğini savunmaktadırlar (Brzezinski, 1998, s. 121-
122). Hatta Türkiye’de bazı çevreler tarafından üniter
devlet yapısı, başkanlık sistemi, kültürel ve etnik kimlik
v.b gibi olgular bile zaman zaman tartışma konusu
yapılmakta ve belirgin olmayan kaotik bir durum
yaratılmaktadır. Soğuk savaş sonrası dönemde yaşanan bu
gelişmeler Türkiye siyasetinin kaygan bir zemine
oturduğunu göstermekte ve içinde bulunduğu bölgede siyasal
bir aktör olarak rolünü iyi oynamasını engellemektedir.
Ancak, bu duruma karşın Türkiye’nin kendisine özgü yapısı
tüm dengelerin üzerinde kurulmuş ve kurumsallaşmış
bulunmaktadır. Türkiye’nin siyasi ve kültürel yapısı ABD
ve Batı Avrupa ülkelerinin daha istikrarlı ve daha az
çeşitli siyasi kültüründen farklıdır. Bununla birlikte bu
ülkelerde bazı aşırı uçların siyasal bir sistemde nasıl
devre dışı kaldığına da tüm dünya ulusları çok yakın bir
geçmişte tanık olmuşlardır. Diğer taraftan, Türkiye’deki
siyasi kültürün hiçbir zaman, kabile kültürü olan, krallık
ve totaliter birer durum yansıtan Orta Doğu kültürüyle
bağdaşmadığını da hatırlamak gerekmektedir (Davutoğlu,
2001, s.79-80). Aynı şekilde tüm dünyadaki siyaset
yapıcıları, bir zamanlar dünyanın peşinden koştuğu ve
uğruna binlerce insanın can verdiği hem siyasi hem de
ekonomik yegane bir sistemin nasıl bir çöküş içine
girdiğini de akıldan çıkarmamak durumundadır.
İşte
Türkiye’deki uzun bir tarihsel geçmiş, farklı kültürlerin
içinde bulunduğu coğrafyada yoğrulan siyasal kültür adeta
bir laboratuar zenginliği kazanmıştır ve bu zenginlik
Kafkasya için eşine az rastlanır bir model olma özelliği
taşımaktadır. 1950’li yıllarda tek partili sistemden çok
partili sisteme geçişte yaşanan sancılar bile Türkiye’yi
ciddi bir etnik çatışmaya sokmamış, SSCB’nin dağılmasından
hemen sonra bağımsızlıklarına kavuşan Kafkasya
toplulukları ise içsel çatışmalarla karşı karşıya
kalmışlardır. Bunun yaşanmasındaki en temel neden,
etnisiteye dayalı, arkaik bir siyasi-kültürel yapıdır.
Çünkü Kafkasya’da küçük ya da büyük her bir etnik grup
iktidar olmak istemektedir. Etnik fanatizm pek çok Kafkas
topluğu için vazgeçilmez bir unsurdur. Bu durum ulusal bir
gurur meselesi olmuştur. Siyasi arenada yer alan
politikacıların beslendiği en önemli unsur da budur ve tüm
kurgular bu noktada yoğunlaşmaktadır. İktidarlık
mücadelesinin ekonomik kaygıları ayrı bir sorun olarak
ortadadır. Bu noktada da Türkiye içinde bulunduğu alan
itibariyle bir istikrar adasıdır ve Türkiye’nin bu
deneyimlerinden yararlanılmalıdır.
Türkiye
Kafkasya için bir çıkış, bir açılım noktasıdır.
Türkiye’nin coğrafi konumu bu rolü sağlayabilecek
niteliktedir. Geniş açıdan bakıldığında, jeopolitik,
jeokültürel ve jeoekonomik bakımından Türkiye’nin
Avrasya’da bir merkez ülkesi konumunda olduğu
görülmektedir.
Kuzey-güney doğrultusunda da gerek Kafkasya’dan ve gerekse
Balkanlar’dan Avrasya’nın güneye açılımını sağlayan bir
köprü olduğu kadar, Anadolu yarımadası doğu-batı ekseninde
de bir geçiş ve bir kontak alanıdır (Davutoğlu, 2001,
s.116). Bu coğrafi yapı Türkiye’ye ayrı bir jeopolitik
anlam kazandırmaktadır. Tarih boyunca olduğu gibi soğuk
savaş dönemi sonunda da bu coğrafi özellik Türkiye’ye
Avrasya ekseninde bir merkez ülke olma konumu
sağlamaktadır. Bu bir avantajdır ve statükoyu korumak
yerine dinamik açılımlar için kullanılabilecek artı bir
değerler bütünüdür.
Türkiye
Kafkasya bölgesinin de ayrılmaz bir parçasıdır. Kafkasya
güneyden Aras vadisi ile sınırlandırılmakta ve volkanik
yapıdaki Kars-Erzurum yaylası Kafkasya’nın bütünlüğünü
tamamlayan doğal bir ünite oluşturmaktadır. Bu doğal yapı,
Türkiye’nin Kafkasya ülkeleri üzerinden doğuya açılımında
anahtar rolünü üstlenirken, Türkiye de Kafkas ülkelerinin
batıya erişimini sağlayan bir kapı olmaktadır. Türkiye’nin
kuzey doğusundaki Gürcistan ve Ermenistan ile arasındaki
sınırlar Kafkasya’nın batıya açılma hattını
oluşturmaktadır. Bu çevrede geliştirilebilecek pek çok
olanaklar bulunmaktadır. Özellikle yeni geliştirilecek
ulaşım ve enerji nakil hatlarının Türkiye üzerinden batıya
ulaştırılması kaçınılmaz bir coğrafi zorunluluk olarak
ortadadır. Bakü-Ceyhan ham petrol boru hattı bu coğrafi
zorunluluktan ortaya çıkmıştır. TRACECA ulaşım projesinin
geliştirilmesi yine bu coğrafyanın zorunlulukları
arasındadır. Kafkasya’da gerek ulaşım ve gerekse enerji
hatları alanında gerçekleştirilebilecek,
Trabzon-Erivan-Bakü-Türkmenbaşı (Krosnovodsk /
Türkmenistan) ulaşım hattı projesi, Tengiz-Bakü-Ceyhan
petrol ve doğal gaz hattı projesi, Kuzey Osetya’dan
Tiflis’e uzanan Gürcü Askeri Otoyolu ulaşım hattı projesi
(CEPS, 2000) ve Tiflis- Erivan ulaşım hattı projesi gibi
pek çok yeni olanaklar bulunmaktadır. Bunların ekonomik
getirileri Kafkasya ekonomisi için hayati bir durum arz
etmektedir.
Türkiye’nin Kafkasya’daki entegrasyondaki ekonomik fırsat
ve olanaklardan bir diğeri GAP projesi uygulamasındaki
başarısıdır. 1970’li yıllarda Fırat ve Dicle nehirlerinden
sulama ve enerji üretimine dayalı olarak hazırlanan GAP,
1980’li yıllarda çok sektörlü sosyo-ekonomik bir bölgesel
kalkınma projesi haline gelmiştir. Gaziantep, Şanlıurfa,
Diyarbakır, Adıyaman, Siirt, Mardin, Batman ve Şırnak
illerini kapsayan bu proje sulama, hidroelektrik enerji
üretimi, ulaştırma, tarım, kırsal-kentsel altyapı,
ormancılık, eğitim ve sağlık gibi sektörlerden oluşan bir
projedir. Toplam olarak 32 milyar $ yatırım tutarı olan
entegre bir projedir. Proje bütününde 22 baraj, 11
hidroelektrik santralı yer almakta ve 1.7 milyon hektar
alanda sulama yapılmasını öngörmektedir. Sulama projeleri
tamamlandığında bölgedeki ekonomik gelir yaklaşık olarak 5
kat artacaktır. Bu 3,5 milyon insana yeni iş olanağı
demektir (TÜBİTAK, 2001, s.48-55). İşte Türkiye’nin engin
bir birikim ve deneyimi sayesinde başardığı bu proje, bir
Kafkas bölgesi entegre projesi haline dönüştürülebilirse
bölge ülkelerinin ekonomik alanda da dünyaya
entegrasyonunu kolaylaştıracak ve bölge halkı ekonomik
refah ve barış içinde bu projesine sahip çıkacaklardır.
Türkiye’nin Kafkasya’da rol oynayabileceği konulardan bir
diğeri de Türkiye’deki yeni sanayi odaklarının gösterdiği
başarılı gelişmelerdir. Bilindiği gibi Türkiye İstanbul,
Ankara, İzmir, Bursa, Adana vb. gibi geleneksel sanayi
mekanlarının yanı sıra özellikle 1980’li yıllardan sonra
Anadolu’nun değişik yerlerinde yeni yeni sanayi mekanları
oluşturulmaya başlamış ve bu iller gelişme hızları
itibariyle pek çok ili geride bırakmışlardır. Bu illerin
bazıları Gaziantep, Denizli, Çorum, Konya, Eskişehir,
Kayseri, Afyonkarahisar ve Kahramanmaraş’tır. Bu iller
yerel dinamiklerini en uygun bir şekilde kullanarak hızlı
bir şekilde sanayileşme performansı sergilemişlerdir. Bu
illerin sanayileşme başarısındaki anahtar, organize sanayi
bölgelerinin oluşturulması ve sanayi kuruluşlarının KOBİ
(Küçük ve Orta Büyüklükteki İşletmeler) şeklinde
yapılandırılmış olmalarıdır (Mutluer, 2002). Soğuk savaş
sonrası dönemde SSCB’nin hantal ve dünya piyasa
koşullarına ayak uyduramayan ve bu nedenle de
sektörlerdeki üretimleri büyük ölçüde duran Kafkasya
ülkelerindeki sanayi kuruluşlarının özelleştirilmesinde ve
bunların Organize Sanayi Bölgeleri kurularak
rehabilitasyonunda Türkiye’nin gerçekten önemli bir rol
üstlenebileceği kanısındayız.
Türkiye’nin Kafkasya Bölgesi ülkelerine sağlayabileceği
bir diğer önemli katkı ise eğitim alanında
gerçekleştirebileceği kanısındayız. Nitekim, SSCB’nin
dağılmasından sonra yaklaşık olarak 10.000 civarında
öğrenci Türkiye’de eğitim görmüş ve bir kısmı da halen
eğitimlerine Türkiye üniversitelerinde devam
etmektedirler. Türkiye’nin sahip olduğu kültürel bilgi
birikiminin Kafkasya ülkeleri için çok önemli
olabileceğini düşünüyoruz.
Yukarıda
çeşitli faktörler doğrultusunda Kafkasya’da
desintegrasyondan entegrasyona geçişte ortak pek çok zemin
bulunduğu ve bu entegrasyonda da Türkiye’nin
tecrübelerinin ve rolünün neler olabileceği
tartışılmıştır. O halde çalışma kapsamında yanıt aranması
gereken tek bir soru kalmıştır. O da nasıl bir entegrasyon
olduğudur.
Nasıl
bir entegrasyon?
Kafkasya’nın entegrasyonunda düşündüğümüz sistem “Kafkasya
Ekonomik İşbirliği ve Proje Alanı”dır. Burada Gürcistan,
Azerbaycan ve Ermenistan doğrudan yer alan ülkelerdir.
Türkiye
ve Rusya ise Kafkasya bölgesindeki alanlarıyla bu
entegrasyonda yer alabileceklerdir. Söz konusu alanlar,
Rusya’nın Kuzey Kafkasya’da kalan toprakları ile
Anadolu’nun Erzurum-Kars yaylaları olarak adlandırılan
alanıdır. Burası GAP benzeri, DAP proje alanının (İsbir,
2002) Kafkasya ile bütünleşmiş bir şeklidir. Alt ve
üstyapısıyla bütünleştirilmiş, tüm ekonomik sektörleriyle
planlanmış entegre bir yaklaşımdır. Genel anlamda ortak
güvenlik şemsiyesi altında, ortak yatırımların, büyük
ulaşım, altyapı, enerji projelerinin planlanıp
uygulandığı, serbest bir ulaşım ve serbest bir pazarın
olduğu bir sistem düşünülmektedir. Siyasal bir bütünleşme
olarak algılanmamalıdır. Kafkasya’da oluşacak bu çekirdek
ekonomik kalkınma ve iş birliği bölgesi zaman içinde
giderek genişleyebilecektir.
Genişlemede ilk etap komşu ülkeler olmalıdır. Bunlar
kuzeyde Ukrayna, doğuda Orta Asya ve güneyde İran ve Orta
doğu açılımıdır. Uzun dönemli hedef budur. Böylece,
jeoekonomik açıdan da kendi içinde belli bir bütünlük arz
eden, Kafkaslar, Doğu Anadolu ve Körfez bölgesi, yani
Davutoğlu’nun deyimiyle, Kuzey Kafkasya’dan Ortadoğu’ya
uzanan ve Doğu Akdeniz hattını kapsayan Kuzey-Ortadoğu
jeopolitik alanı bütünleştirilmiş olacaktır. Çünkü,
Kuzey-Ortadoğu jeopolitik ve jeoekonomik bölgesi
Azerbaycan’ın petrol kaynakları, Doğu
Anadolu’nun su ve Kuzey Irak’ın petrol zenginlikleriyle
zaten belli bir bütünsellik oluşturmaktadır. Bu alanları
birbirinden ayrı düşünmek olası değildir (Davutoğlu, 2001,
s.128-129).
1959
yılından beri girme mücadelesi verilen ve bir türlü
gerçekleşemeyen AB üyeliği karşısında Türkiye’nin tek
açılımı ve tek şansı budur. Bu açılımın yolu da
Kafkasya’dan Ortadoğu’ya, yeni bir bölgesel bütünleşme
yaratılmasından geçmektedir. Batı Asya’nın coğrafyası
ileriye dönük bütünleşmeyi zorunlu kılmaktadır. Böylece
Türkiye AB kapılarında yalvaran değil, kendi onurunu kendi
imkanlarıyla kazanmış bir ülke konumuna erişebilecektir.
Bu
Türkiye’nin Balkanlar, Ege, AB politikalarından vazgeçme
anlamında da algılanmamalı, çok yönlü fakat statükoyu
koruyan değil, aktif, üretken, stratejik derinliği olan
bir açılım olarak değerlendirilmelidir.
SONUÇ
1)
SSCB
çöktükten sonra Rusya federasyonu yeni ulusal güvenlik
stratejilerini yeniden oluşturmaya başlamıştır. Ülke
komünizm sonrasında farklı ideolojilere ihtiyaç
duymaktadır. Oysa, bu oldukça zor bir iştir. Bir taraftan
Rusya Federasyonu kendi içinde oyunun yeni kurallarını
belli etmektedir. Diğer taraftan ise, eski SSCB
müttefikleri ile farklı temaslar kurmaktadır. Bu açıdan
bazı akademik çevreler, Kafkasya’nın Rusya için
post-Sovyet mekanında yeni jeopolitik davranışlar
konusunda bir uygulama poligonu gibi kabul edilmesinin
tavsiyesinde bulunmaktadır. Fakat burada “eski Rus
hastalığı” yeniden kendisini göstermektedir. Yani bir şey
yapmamak ve beklemek gibi. Bu fikir tüm analitik
dosyalarda yer almaktadır. Amaç, Kafkasya’daki etnik
gruplara, kendi gözlerini yeniden Rusya’ya çevirmelerini
sağlamaktır. Böylece etnik gruplar tarafından Rusya,
kurtarıcı bir güç olarak kabul edilecektir. Ancak işin
ilginç tarafı, sürenini hiç belirginleşmemiş olmasıdır.
2) Soğuk savaş sonrası dönemde Avrasya’da jeopolitik bir
boşluk oluşmuştur. Bu boşluğun doldurulmasında Avrasyalı
olmayan bir güç tüm etkinliğini sürdürmektedir. Ancak,
Avrasya’da böylesi bir boşluğun doldurulmasında asıl aktör
rolünü oynayabilecek ülkeler cografi anlamda bu alana
yakın olan ülkelerdir. Bu ülkeler Rusya, Çin, Türkiye ve
İran’dır. Özellikle, Kafkasya ve Orta Asya’da jeopolitik
boşluğu doldurabilecek ya da burada etkin olabilecek,
adeta olmazsa olmaz iki ülke Rusya ve Türkiye’dir.
3)
Kafkasya
ve Orta Asya’daki ülkeler SSCB’nin çözülmesinden sonra çok
ciddi ekonomik
sıkıntı
içine girmişlerdir. Ekonomik sıkıntılar bu gün de devam
etmektedir ve bölgede siyasal sıkıntıları da beraberinde
sürüklemektedir. Özellikle, Kafkasya’daki etnik
bağımsızlık mücadeleleri, temelinde ekonomik sıkıntıları
barındırmaktadır. Bu durum bir sarmal oluşturmakta ve tüm
sorunların çözümünü daha da güçleştirmektedir.
4)
Kafkasya’da çözülmenin ardından yeni bir ekonomik
entegrasyonu gitmek bölge ülkelerinin geleceği açısından
zorunlu görünmektedir. Bu bölgede söz konusu entegrasyon
için pek çok ortak zemin bulunmaktadır. Kafkasya’nın
coğrafyası, ekonomik özellikleri, ulaşım sistemi, geçmiş
siyasal yapısı bu ortak buluşma zeminlerinin bazılarıdır.
5)
Türkiye, Kafkasya’da entegrasyona giden yolda önemli bir
rol üstlenebilecek durumdadır. Türkiye’nin uzun bir
tarihsel geçmişi, siyasi ve kültürel yapısı, liberal
ekonomi politikaları Kafkasya bölgesi için yeni birer
fırsat ve olanaklar olarak algılanmalıdır.
6)
Kafkasya’da gidilecek bir entegrasyon siyasal bir
bütünleşmeden çok, ekonomik bir işbirliği ve ortak yatırım
alanıdır. Burada yer alabilecek ülkeler Azerbaycan,
Gürcistan ve Ermenistan gibi Kafkasya bölgesi ülkeleriyle,
Rusya ve Türkiye gibi Kafkasya’da toprağı bulunan
ülkelerden oluşmaktadır. Zaman içinde bu çekirdek proje
alanı genişleyerek Kafkasya’dan Ortadoğu’ya uzanan bir
yeni yapılanma alanı oluşabilecektir. Bu oluşum AB
karşısında Türkiye’nin yeni bir alternatifidir. |