Oset
toprakları tarihi eserler yönünden oldukça zengindir. Bizim
amacımız XIV-XVIII yüzyıllarda yapılan bütün mimari eserler değil
sadece mezarlar hakkında bilgi vermektir. Sizlere Kuzey Kafkasya
Bölgesi’nin Kuzey Oset topraklarında yer alan Kız Dağı’ndaki
tarihin gizemli sığınağı Ölüm Evleri’nden bahsetmek istiyoruz. Eskiden sadece Osetler değil bütün Kafkas halkları ruhların
ölümsüzlüğüne yani ölümden sona yaşamın devam ettiğine
inanırlardı. Bundan dolayı da insanın yaşarken bir kuleye, ölünce
de bir mezara ihtiyacı olduğunu savunurlardı.
Her ailenin kendine ait bir mezarı vardı. Hatta burada yaşayan
halklar için mezar o kadar önem taşıyordu ki, evlilik
tekliflerinde bile damat adayına aile mezarları olup olmadığı
sorulurdu. Cevap hayır ise teklif reddedilerek, kız verilmezdi.
Kafkasya’da bulunan bütün mezarların en büyüğü olan “Ölüler Kenti”
Kuzey Oset’in Dargavs köyüne oldukça yakındır. Dargavs köyünün
tarihi çok eskilere dayanmaktadır. XIX. Yüzyıl sonunda burada
yapılan arkeolojik kazılar sonucunda VII-IX. Yüzyıllara ait taş
sandıklar bulunmuştur. Gerçekten de Dargavs tarihi mimari eserler
yönünden o kadar zengindir ki, hepsini burada anlatmaya satırlar
yetmez.
Ancak biz Dargavs’taki tarihi ve mimari yapıların ötesine Ölüm
Evlerini araştırmak ve bu konuda bilgilenmek üzere yola çıkıyoruz.
2860 metre yüksekliğindeki, “Kız Dağı” olarak adlandırılan, sert
görünümlü tepe duyduklarımızın ötesinde muhteşem bir görüntüye
sahip. İlk dikkatimizi çeken şey kuleleri anımsatan, oldukça büyük
yapılmış mezarlar. Ölüm Kenti’nde yeraltı ve yerüstü olmak üzere
toplam 95 tane mezar bulunmaktadır. Bunların 30 tanesi zengin
ailelere ait olduğu söylenilen yerüstü mezarı, 65 tanesi ise
yoksul ailelere ait olan yeraltı mezarlarıdır. Açık sarı sıva ile
kaplanmış olan bu mezarlar, renkleriyle güneşi hatırlatırlar...
Ölüler Kenti’ndeki yerüstü kabirleri yarı işlenmiş büyük taşlardan
yapılmıştır. Kademeli piramit şeklindeki çatıları ise gökyüzüne
doğru uzanır. Duvarların kalınlığı ise 0,45-0,75 metre
arasındadır. Yerüstü mezarları iki,üç bazen de dört gömme(cenaze)
katına ayrılır. Katlar ortalama 1,20-1,30 metre yüksekliğindedir.
Her katın kendine ait bir geçidi vardır. Mezar geçitlerinde
ağaçtan sürmeli, taştan ve ağaçtan yapılmış kapılar
kullanılmıştır. Sürmeli kapıların ardında ise ölüler
defnedilmiştir.
Ölüler Kenti kayalık yamaçlara kurulmuş olduğu için, mezarların
yükseklikleri farklıdır. Kuzey tarafındaki mezar duvarlarının
yüksekliği 6,5 metre iken, doğu tarafındaki duvarların yüksekliği
10,35 metredir.
Bunların dışında Ölüler Kenti’nde 65 tane yeraltı mezarı
bulunmaktadır. Genelde tek katlı olan yeraltı mezarlarının cephe
duvarlarının kalınlığı 0,70-0,90 metre arasındadır. Ayrıca
mezarların bazı cephe duvarlarında İslam geleneklerine göre
yapılmış nişler (duvar gözleri) ve doğu yapı stili göze
çarpmaktadır. Bu da Kafkasyalıların İslam Dini’nden etkilenmeye
başladıklarını gösteriyor.
İnsan yaşamıyla doğa mücadelesinin gizemli yüzü Ölüm Evleri
arasında, bir mezardan diğerine dolaşırken birden mezarlığın iç
duvarındaki el izleri dikkatimizi çekiyor. Tarihi yapılarda el
izleriyle karşılaşmak mümkün. Çünkü Kafkasya’da eller, gücü ve
hakimiyeti simgelemektedir. El izleriyle ilgili bir de efsane
anlatılıyor. Efsaneye göre, mimar, prensin güzel kızına aşık olur.
Ancak aynı kıza Çar da aşık olur ve evlenme teklif eder. Fakat kız
gönlünü fakir mimara kaptırır. Bunu öğrenen Çar çılgına döner ve
mimarın ellerini kestirir. Prensin güzel kızı olanları duyunca
kendisini bir kayadan aşağı atar. O günden bugüne uzun bir zaman
geçti. Çarın adı unutuldu. Ama sevginin göstergesi olarak
tapınaktaki el izleri hala duruyor.
Mezarların dış cephesindeki diğer bir özellik ise, cephe duvarında
bulunan levhalardır. Bir tahmine göre bu levhalar kadınların saç
örgülerini asmak için kullanılıyormuş. Eski Oset geleneklerine
göre, dul kalan kadınlar eşlerine olan sevgi, bağlılık ve
üzüntülerini ifade etmek için saçlarını kesip bu levhalara
asarlarmış. Diğer bir inanışa göre ise, ölü evlerine gelen
misafirlerin atları bu levhalara bağlanırmış. Levhalar 3-5 metre
yükseklikte bulunmaktadır. Böyle bir yüksekliğe atların bağlanması
bize göre mümkün değildir.
Osetler ruhların ölümsüzlüğüne inanıyorlar ve ölünün yaşayan
yakınları ile acı ve tatlı günlerde beraber olduğunu
düşünüyorlardı. Onunla bağlantılarını koparmak, onu unutmak
istemedikleri için, kendilerine daha yakın olan yerüstü
kabirlerini yapmayı tercih ediyorlar.
Araştırmacı V.F.Miller de Osetlerde yerüstü mezarlarına defnedilme
adetinin çok eskilere dayandığını belirtir. Ölü yakınlarının kendi
ölülerinin onları kötülüklerden koruduğuna, kendilerine yardım
ettiğine inandıklarını, onlara verdiği değer ölçüsünde evlerine
bolluk, bereket geleceğini düşündüklerini söylemektedir.
Ölülerin bir kısmı battaniyeye sarılmış halde, bir kısmı da özel
olarak hazırlanmış giysilerle mezarlara konulmuş. Ölülerin
çeneleri ve kafaları bantlarla sarılarak, sadece ağız ve göz kısmı
açıkta bırakılırdı.
Bugün de Ölüm Evleri’nde kumaş parçalarına, giysi kalıntılarına ve
tümü elde yapılmış olan çeşitli ev eşyalarına rastlamak mümkündür.
Bu eşyalar içerisinde bulunan, altın ve gümüşten takılar ile
çeşitli süs eşyaları, ağır yaşam koşullarına rağmen Oset
kadınlarının güzelliklerine ne kadar önem verdiklerini gösterir.
Ölülerin cenaze alayı da oldukça ilginçtir. Adete göre gerekli
işler yapıldıktan sonra, ölü geçitten geçirilerek mezara getirilir
ve cenaze döşemesine yatırılır. İkişerli gruplar halinde gelen
ölünün yakınları, son görevlerini yerine getirirlerdi.
Ölüler Kenti’ndeki mezarlar o kadar orijinal yapılmış ki, kuru dağ
iklimi ve tek taraftan esen rüzgar mezarlarda iyi bir havalandırma
sağlamaktadır. Bu da cesetlerin çürümesini önler. Cesetlerin
derileri, saçları ve tırnakları bugüne dek yok olmamıştır. Diğer
ilginç bir nokta ise cesetlerin kafataslarında, soğuk ve ateşli
silahlar sonucu oluşan izlerin dışında, ameliyat izleri
görülmesidir. Günümüzde dahi oldukça tehlikeli olan beyin
ameliyatının o dönemdeki doktorlar tarafından da yapılmaya
çalışılması inanılmaz bir şeydir.
Ölüler Kenti’ndeki gezimize devam ediyoruz. Silaha verilen
değerden olsa gerek, birkaç hançer ve kurşun kalıntısına
rastlıyoruz. Geleneğe göre baba ölürken kılıcını büyük, atını da
küçük oğluna miras bırakırmış. Ayrıca bazı ölülerin, kayık küreği
ile birlikte kayığa konulduğunu görüyoruz. Bunun da, denizi seven
kişilerin, öteki yaşamlarını da denizde geçireceklerine ait
inançtan kaynaklandığı söylentisi yaygındır. Birkaç mezarda
rastlanan köpek ölüleri içinse, ölen ailenin köpeğinin de
öldürülüp ailenin yanına konduğu görüşünün yanında, birbirine
düşman ailelerde köpeğin karşı tarafın mezarına hakaret ve
aşağılama amacıyla konulduğu görüşü de bulunmaktadır. Küçük
gezimiz esnasında, Osetlerin ve diğer Kafkas halklarının sadece
ölülerine değil, yaşlı büyüklerine ve kadınlarına da son derece
önem verdiğini görüyoruz.
Toplantılarda, yaşlı büyükler başköşeye oturuyor. Toplum için
büyük önem taşıyan kararları da yaşlılar alıyor. Saygınlık kişinin
zenginliğine veya soyluluğuna değil, yaşına bağlı. Yaşlılardan
oluşan meclisin üstünde bir karar mercii, bir ceza kurumu yok. Suç
işleyenler, yaşlı meclisin kararı ile toplum dışı
bırakılabiliyorlar. Bu onlar için verilebilecek en büyük ceza.
Herhangi suç önleyici ya da ıslah edici bir ceza kurumu olmamasına
rağmen, o dönemlerde Kuzey Kafkasya’nın en düşük suç oranına sahip
olduğu, Kafkasologlar tarafından belirtilmektedir.
Ayrıca bir kavga veya tartışma esnasında kadın içeri girdiği zaman
ya da başörtüsünü ortaya attığı anda kavganın şiddeti ne olursa
olsun bitiyor. Yolcu, kadın veya yaşlı gördüğü zaman atından inip,
selam verirdi. Ve selam verdiği kişi gözden uzaklaşıncaya kadar
yoluna yürüyerek devam ederdi. Kafkasların kadınlara verdikleri
değeri, Kafkas Halk Dansları’nda da görmek mümkündür. Danslarda
kadın daima öndedir. Bazı danslarda ise, erkek bir eliyle kadını
gösterirken, diğer eliyle de gökyüzünü gösterir. Bu şekilde
kadının gökler kadar değerli olduğu anlatılmak istenir.
Bizim küçük gezimiz bitmek üzere. Bu muhteşem yerden gitmeden
önce, bazı bilgileri toplamak için köyün büyükleriyle konuşuyoruz.
Onlara göre Ölüm Evleri, eskiden veba, çiçek, kolera gibi salgın
hastalıklardan korunmak için yapılmış. Çünkü 1783 ve 1831 yılları
arasında salgın hastalıklardan dolayı Oset halkının nüfusu önemli
ölçüde azalmış. Hastalığa yakalananlar yakınlarına bulaştırmamak
için, gerekli ihtiyaçlarını da alarak Kız Dağı’na çıkar, kendi
aile mezarlıklarını oluştururlarmış. Badtiyate soyundan Raisa
Badtiyate (80 yaşında) şunları anlatıyor. “Hastalığa yakalananlar
buraya gelip bu mezarları yapıp, burada ölüyorlardı. Sonunda
hastalık öyle bir hal almıştı ki, gömecek kimseleri de kalmamıştı.
İşte bu dönemde köyde hiç çocuğu olmayan Mukahate soyundan birisi
sabah erken saatte hayvanlarını otlatmaya götürürken, Ölüm
Evleri’nin yakınından geçer. Bu sırada bir çocuğun ağlama sesini
duyar. Sesin bulunduğu mezara yaklaştığında sandık içerisinde ölü
bir kadın ve kucağında yatan çocuğu görür. Çocuğu alıp evine
götürür. Karısını bu konuda kimseyle konuşmaması için tembihler.
Ancak bu sırrı uzun süre saklayamayan kadın, olanları komşusuna
anlatır. Aradan zaman geçer, çocuk büyüyüp yürümeye başlayınca
olay da iyice yayılır. Çocuk Şuğarate soyundandır. Çocuğun
sülalesinden gelenler, oğullarını almak isterler. Uzun süren
tartışmalardan sonra çocuk kendilerinde kalır. Hatta bu çocuğun
torunlarının Moskova’da çok iyi yerlerde görev yaptığı
söylenmektedir.”
Ölüm Evleri’nin bekçisi olan 60 yaşındaki, Badtiyate sülalesinden
Dzahot ise, kendi soyuna ait mezarı göstererek “Bunlara Oset
dilinde Zeppes denilir. 14.yy’da toprağa duyulan ihtiyaç nedeniyle
atalarım, fazla yer tutmaması sebebiyle kule şeklinde mezarlar
yapıp, ölülerini buraya gömmüşler. Daha sonra ise, şiddetli
hastalığa yakalananlar kendi soylarına ait mezara giderek orada
ölmüşler. 18.yy’a kadar da bütün ölülerini buraya gömmüşler.
Araştırmacılara göre de, yeraltı ve yerüstü mezarları yakından
incelenince XIV-XVIII yüzyıllara ait oldukları ortaya çıkmaktadır.
Demek ki salgın hastalıklar çıktığı dönemlerde bu yapılar
mevcuttu. Ancak mezarların yapılış sebebi günümüzde de tartışma
konusu olmayı sürdürüyor. |