Osmanlı imparatorluğunda kölelik hem kölelik anlayışı, hem
köleye karşı davranış hem de kölenin toplumda tuttuğu yer
ve geleceği bakımlarında Avrupa ve Latin Amerika'daki
kölelik sistemlerinden farklıdır. Osmanlı kölelik
sisteminde Lâtin Güney ve Kuzey Amerika’yı istila
edenlerin gaddarlıklarını, katliamlarını, insanlık dışı
muamelelerini, hayvan gibi görülüp işkence edilmeleri ve
öldürülmelerini günlük egemen pratiklerde göremeyiz. Köleler,
ister ev-içinde isterse ev dışında kullanılsın ailenin, aile
kurumunun bir parçasıydı. Bu nedenle köleler ile ailenin diğer
bireyleri arasında aile birliğine dayalı bir yakınlık vardı.
Zengin ailelerin köleleri fukara Türklerden çok daha iyi
durumdaydı (Hemen zengin birinin evine kapağı atasım geliyor
içimden!!!).
Osmanlı
dilinde bazılarını hala kullandığımız kölelikle ilgili terimler
şunlardı: Esir, esire ve üsera; köle ve cariye; memluk ve memluke;
gülam ve halayık; azad etme, Arap... Esaret hala kullanılan
kölelik anlamınadır. Sahip, efendi ve malik benzer anlamda
kullanılıyordu. Esirci esir tüccarı yerine ve çoğulu olarak
celeban kullanılıyordu. Esirlerin satıldığı yere esir pazarı
deniyordu. Köle ticaretinde köle vergisi (pencik resmi)
toplanıyordu. Zenciler için toplanan vergiye sera-i zenciye resmi
adı veriliyordu. Bu da, devletin sadece köleliği benimsemekle
kalmayıp, aynı zamanda kölelik sisteminden ekonomik çıkar
sağladığını gösterir.
Osmanlılarda
köleler kamu kölesi olarak devlet bürokrasisinde kullanılmıştır.
Bu kölelere belli rütbeler verilmiştir: Durasaade ağası (padişahın
harem ağasının başı olan kızlar ağası); Durasaade ağası vekili;
Harem ağası; Çeşitli palaslardaki başkapı gülamı; Prensin evindeki
bas ağa. Bu sistem 18. Yüzyılın ikinci yarısından sonra geriledi,
sadece çok zenginler ve imparatorluk ailesi kız ağası tuttu.
1903'de imparator ailesi 194 kız ağasına sahipti. Kız ağaları
satın alınmıyor, hediye olarak veriliyordu.
Kölelerin
1903'de çoğu serbest bırakılmıştı, fakat çoğu ailenin bir parçası
olarak gördükleri ilişki biçimini terk etme yerine servislerine
köle olarak değil hizmetçi olarak devam ettiler. Osmanlı geleneği
zenginler arasında evlerinde hizmetçi tutarak devam ettirildi.
Böylece kölelik sistemi hizmetçilik sistemine dönüştü. Zenginler
evlerinde köle yerine hizmetçi tutmaya başladılar. Kapitalizmin
kendini sorumluluktan azad eden "kullan ve at" düşünü tarzının
egemenliğiyle, sonradan hizmetçi kapı dışarı edildi ve ücretli-gün
işçisi durumuna düştü. Fakat gene de zengin aileler hem sömürü hem
de prestij gösterisi olarak evlerinde hizmetçi tutmaya devam
ettiler. Bugün bu az-zenginler arasında temizlikçi-kadın ilişkisi
biçimine dönmüştür: Haftada bir veya iki gün parayla tutulan
serbest köleler pazarı büyük kentlerde gelişmiştir. Bu sayede
açlığa mahkum edilenlerin bazıları kendilerine ekmek parası
kazanma olanağı sağlıyorlar.
Osmanlılarda
19. Yüzyıla kadar sahiplik-köleliği egemen biçimdi. Tanzimat’la
başlayarak gelişen değişmeler sürecinde kölelik ekonomik
sıkıntılar, imparatorluğun çöküşü ve kölelerin bağımsızlık için
ayaklanışı ve devletin bu ayaklanmalarda köle sahiplerini tutup
köleleri ezme yerine köleleri destekleyen yasalar ve fermanlarla
hızla silinip gitmiştir. Eğer Osmanlı imparatorluğu Avrupalı
işgalciler ve dil ve kültür özgürlüğü arayan azınlıkların boğazına
sarılan günümüzün “demokratik” devletleri gibi vahşi tutumlarıyla
karşılık verseydi, yeni Türkiye cumhuriyeti ciddi bir diğer sorunu
miras olarak alacaktı.
Dünya köle
ticareti Batı Afrika’dan Güney ve kuzey Amerika’ya, ve Kuzey ve
Doğu Afrika’dan İslâm dünyasına doğru oluyordu. Osmanlı dünyasına
ulaşıncaya kadar kölelerin yakalanması, taşınması surecinde
vahşilik ve gaddarlık hakimdi ve hastalık, yorgunluk, kötü
muameleden ölüm seviyesi yüksekti. Dünya ticaretinin üçte birinden
yarıya kadarı İslâm dünyasına yönelikti. Osmanlı imparatorluğu
şeriat ve sultanın kanunlarıyla yürütülüyordu. Şeriat kişisel
hukuk, vakıf dinsel alanda egemendi. Sultanın kanunlarıysa idare,
mali, ticari ve ceza kanunlarını belirliyordu. Köleler kişisel
durumla ilgili olduğu için şeriat prensiplerine göre
düzenlenmişti: Hadislerde kölelik durumu ve ilişkileri
belirlenmiştir. Köle sahipliği ekonomik güce bağlıdır. Avrupa ve
Amerikalardaki ebedi köleliğin aksine Osmanlılarda köleler sadece
yasal olarak değil gerçek özgürlük olanaklarına sahiptir. Eğer
sahibi köleyi besleyemezse, serbest bırakmak zorundadır. Belli bir
para karşılığı, sahibinin ölümü, ve belli koşullara bağlı söz
verme gibi nedenlerle köle özgürlüğüne kavuşabilir. Eğer mahkeme
kesin bir karar veremeyecek durumla karşılaşırsa, karar özgürlüğün
verilmesi yönündedir.
Güney ve
Kuzey Amerika’yı işgal eden Avrupalılar katı ve insanlık dışı bir
ırkçılıkla oranın özgür insanlarını esir alıp köleleştirdiler ve
kendilerini sadece üstün bir olarak görmeyle kalmayıp ırkçı ve
ırkçılığa dayanan düşmanca rejimler kurdular ve hala devam
etmektedir. Osmanlı kölelik sisteminde köleler arasında renk,
görev ve ırk farkı ve daha önemlisi, kölelere karşı yöneltilmiş
ırkçı-düşmanlık ve ezme, yok etme yoktu. Gerçi beyaz köleler,
özellikle beyaz kadınlar daha makbuldü ve evlenme yoluyla üst
tabakalara ulaşma olanağı vardı.
Osmanlı
imparatorluğunda kölelerin doğum politikasıyla köle çoğaltma
pratiği yoktu, kölelerin cariye olarak alınması ve serbest
bırakılmaları nedenleriyle sürekli dışarıdan getirilmesi
gerekiyordu. Örneğin, 1840'larda yılda 10.000 köle yasal olarak
ithal ediliyordu.
İmparatorluğun gerilemesi zenginliğin ve zenginlerinde ufalmasına
neden oldu. Bu da köle talebini azalmasıyla sonuçlandı. Köle
ticareti tamamiyle Afrika’dan yapılmaya başlandı.
Köle
talebinin Anadolu’daki iki merkezi İstanbul ve İzmir’di.
Kölelerin
ticareti kervanlarla ve gemilerle, sonradan da buharlı-gemilerle
yapılıyordu.
1860'larda
işi için satılan Afrikalı ve beyaz kölelerin fiyatı yirmi ile 30
Lira arası değişiyordu. Cariyelik için alınan beyaz kölelerin
fiyatları 20 ile 70 Lira arası değişiyordu. Beyaz çocuklar 30
Lira'ya satılıyordu (Toledano,1982).
Siyah köleler
ev içinde kullanılıyordu. Bunlar Sudan ve Sub-saharadan Mısır veya
Osmanlı-kuzey Afrika yoluyla getiriliyordu. Habeş köleler Hicaz ve
Mısır yoluyla getirildiler.
Beyaz köleler
hem evde hem de askeri amaçlarla kullanmak için Kara denizin Doğu
ve batı kıyılarındandı.
18 ve 19.
Yüzyıllarda ağırlık ev-hizmetinde kullanılan Afrikalı kadınlardı.
Bunun yanında bazı Çerkes ve Gürcü kadınlar kullanılıyordu. Çerkes
kadınlar kentlerdeki üst-sınıf haremlerine kadar yükseldiler.
Bugün Latin Amerika, Kuzey Amerika ve Avrupa'da köleleştirilmiş
ırklara karşı en cahil insan bile ırkçı bir tutuma sahiptir.
Türkiye'de Çerkes ve Gürcü kadınların bir zamanlar köle olduğunu
bile kimse bilmez.
Zenci ve
Habeşler çoğu kez Kızıl Deniz, İran Körfezi, Hint Okyanusunda
inci-toplama dalgıçları, kürek-çekici (forsa) ve seyahat-kayığı
çalışanı olarak kullanıldı.
Tarım
köleliği çok önemsiz bir kapsamdaydı. Bu kölelik 1860'lardaki
Kafkaslardan gelen Çerkes göçü sonucu arttı. Göç edenler kendi
kölelerini getirdiler ve devletin verdiği toprağa yerleştiler.
Evcil-kölelik, cariye\odalık ve ev dışında-çalışan kölelik
yoğundu. Tarımda kullanılan kölelik Batıdaki gibi geniş toprak
sahiplerinin kurduğu bir sistemden farklı olarak küçük birimler
halindeydi.
Osmanlılarda
Tanzimat’ın başlangıçlarında zayıflayan kölelik sistemi ve artan
direnişlerle hem pratikte hem de yasal olarak kalkmamaya başladı.
Köleliğin yasal olarak ortadan kalkışı ve devletin bu yasaları
uygulamadaki titizliğinde o dönemdeki ekonomik krizler,
İngilizlerin liderliğindeki köleleri azat etme baskıları ve
siyasal modernleşme (Tanzimat ve meşrutiyet) çabalarının etkisi
büyüktür.
1847'de
İstanbul’daki, köle pazarı kaldırıldı.
Köle vergisi
1857 fermanıyla yasaklandı. Vergi %9 köle fiyatı ve % 10 harç
olarak alınıyordu.
1855'de
Çerkes ve Gürcü köle ticareti yasaklandı.
1866'da
Mandıra (Edirne) köleler ve sahipler çatışmaya girdiler. Köleler
özgürlük istiyordu. 1874'de Çorlu Tekirdağ’da Çerkes köleler
özgürlük için başkaldırdı. Sahipler silahlarla karşılık verdi.
Edine valisi orduyu gönderdi ve sahiplerden silahlarını
bırakmasını istedi. Çerkes kölelerine özgürlük ve işledikleri
topraklar verildi, böylece yeniden kölelik durumuna düşmelerinin
önüne geçildi.
1978-79'da
Kastamonu’da eski Abaza göçmenleri yenileri üzerinde hak iddia
ettiler. Başkaldırı oldu, bazıları Kafkasya’ya dönmek istedi.
Devlet Şurası ülkeye göç eden herkesin hür olduğu kararını verdi.
Bunu Abaza kölelerinin Trabzon’da ve Sivas’taki borç-köleliği
bağından kurtulma direnişi takip etti. Tekrar özgür oldukları
kararı verildi.
İkinci
Abdulhamit özgürlüğü verilen kölelerin tekrar kölelik durumuna
düşmelerini önlemek için askeri bandolarda ve birimlerde
(özellikle deniz gücünde) yer verilmesini öngördü.
Osmanlı
imparatorluğunun gerilemesiyle birlikte kölelerin azadı da arttı.
Fakat ev işinde çalışan ve kendini ailenin bir parçası olarak
görme ilişkisinin egemen olduğu Osmanlı kölelik biçiminde serbest
bırakılan köleler gitmeyip arzularıyla ev hizmetinde kalmayı
tercih ettiler. Bunun elbette önde gelen nedeni kölenin önündeki
alternatiflerin iç açıcı olmaması ve aynı zamanda köleliği
sırasında kurulan bağ ve bu alternatifler ve bağla gelen
vuruluştur. Bu vuruluş sahibine hem ekonomik hem de duygusal
bağımlılığı ifade eder. Bu tür vurgunluk hissini Latin Amerika'da
vahşice muamele gören ve sürekli gaddarlıkla ezilen yerli-köleler
arasında bulmak olanağı azdır: Köle zincirinin ağırlığı altında
iki büklüm bırakılmıştır ve pozitif duygu geliştirme olanağı
hunhar ve ırkçı ilişki biçiminde yoktur. Bu nedenle, eğer bu
kölenin eline fırsat geçerse hem çeker gider hem de sahibini bir
kaşık suda boğmaktan zevk alır.
Osmanlılarda
askeri-köleliğin özel bir biçimi 17. yüzyıla kadar yeniçeriler
sistemiyle yürütülüyordu. İmparatorluğun duraklaması ve
gerilemesiyle birlikte yeniçerilik sistemi de geriledi, yozlaştı
ve sonunda ortadan kalktı. Askeri köleliğin yeniçeriler in ortadan
kalkmasıyla ortadan kalktığını iddia etmek köleliği çok sınırlı
bir tanım içinde sınırlamaktır. Yeniçerilerin gidişiyle askeri
kölelik önemli biçim değişimine uğradı. Sonradan zorunlu askeri
hizmetin gelişiyle bir buçuk yıl ile savaş durumlarında on yılı
geçen mecburi-askerlik şeklini aldı. Böylece Osmanlı sarayını ve
kalıntılarını koruyanlar gavur çocukları olma yerine Türk
çocukları oldular.
Yukarda
anlattığım kölelikte, köle köleliğinin açıkça farkındadır. Kölenin
toplumsal yapıda ve ilişkilerde konumlandırıldığı yer köleliği
gizleyen bir karaktere sahip değildir. Osmanlı toplum düzeninde bu
açık sahiplik-köleliği yanında, Avrupa feodal düzenindeki
köylülerin durumuna benzerlik gösteren Osmanlı feodal
ilişkilerinin kendine özgü toprağa bağımlı kölelik düzeni vardı.
Gerçi Osmanlı düzeni, özellikle duraklama ve gerileme dönemi
öncesine kadar Avrupa köylüsünün sömürülüşü oranında bir
bağımlılık ve soygunla karşı karşıya değildi, fakat mülkiyet
ilişkileri (sahiplik, kullanma ve vergiler) çiftçiyi ürettiğiyle
hem kendini hem de devleti ve devletin temsilcisini besleyen
bağımlı bir duruma sokmuştur.
Gerçekte
Osmanlı devleti imparatorluğu toprakları 80-150 dönümlük araziye
sahip olan özel çiftçi aileleri ve devlet mülkiyeti biçiminde
idare ediliyordu. Devlet mülkiyetinde olan topraklar Osmanlı
yönetici sınıfının eline verilmişti: Vezirler, beylerbeyleri
(eyalet genel valileri) ve sancak beylerine "has" adıyla nitelenen
topraklar verilmişti. Yönetici sınıfın üst kademesini oluşturan bu
kişiler bu topraklarda oturmazlardı, fakat toprağı idare eder ve
vergi gelirlerini (haraçları) bunlar toplarlardı. İkinci
derecedeki memurlar ve eyalet askerleri subaylarına Zeamet adı
verilen topraklar verilmişti. Tımarlı sipahilere ise üçüncü
derecede az geliri olan Tımar toprakları verilirdi. Tımar
sipahileri toprakta oturmak ve sipahi yetiştirmekle yükümlüydü.
Devletin malı olan ve miri denilen bu topraklarda bu yöneticiler
toprağın devlet adına sahipleriydi ve devletten para alma yerine
bu topraklardan toplanan vergilerle geçinirlerdi. Bütün bu
topraklarda çalışan köylüler ise toprağın ırsi ve ebedi
kiracı-kullanıcısıydılar (Çağlar, 1979). Reaya denilen köylü
kitleleri Osmanlı taşra teşkilatının tımar\dirlik sisteminin
toprağa bağımlı teoride-özgür, fakat pratikte tutsak, işlemek
zorunda olduğu toprağı terk edemeyen, köyünü terk etme olanakları
elinden alınmış, terk edebilirse on yıl içinde geri getirilmesi
yasalaştırılmış, reaya olarak doğup reaya olarak ölen,
köleleriydi. Reaya bakılıp, korunan kalabalık anlamınadır.
Soru:Kim kime, ne için ve nasıl "bakıyor ve kimi kim kimden
koruyor? Osmanlı emperyalizminin işgal ettiği topraklarda (Haraciye)
yaşayıp Harac-ı mukassem ve harac-ı Muvazzaf veren "gavurlar" ve
Miri (memleket) topraklarında yaşayıp harac-ı mukassem (ürün) ve
harac-ı muvazzaf (arazi) veren "Müslümanlar” kendilerini
boyunduruluğa vuranlara karşı, boyunduruluğa vuranlar tarafından,
boyunduruluğa vuranlara boyunduruluk haracı ödüyordu!. Teoride
özgürdüler, çünkü toprağı ekmek ve çiftçilik yapmak zorunluluğu
bırakıp gitme özgürlüğü izniyle ortadan kalkıyordu. İzin de "çift
bozan" adlı bir vergi vererek gerçekleşebilirdi. Osmanlı dirlik
sistemi etken bir biçimde Tanzimat’a kadar kaldığına göre, bu
özgürlüğün kullanılamadığını gösterir. Kullananlar da ya
başkaldıranlara katılıp "celali" oldular, ya eyalet yönetimine
ücretli-köle asker olarak katılıp "kapı halkı" oldular, ya da
kentlere gidip iş buldular veya işsizler arasına katılıp
kahvelerde zar attılar.
Devlet
topraklarında durum 16. yüzyılda değişerek İltizam ve zeamet
yoluyla vergiler toplanmaya başlanmıştır: Yani vergileri toplamak
bugünkü "özelleştirmeye" benzer bir şekilde mültezim ve emin
denilen özel teşebbüse (tefecilere) açık artırmayla veriliyordu.
Bunlar da kârlarını vergiyi çoğaltarak artırmak için ellerinden
gelen her türlü dalavereye başvuruyorlardı. (Kamu teşkilatı polis,
yanlış yere park edilmiş araba çekme ve çekilen yer, ödenen
cezalar sistemindeki soygun düzenini düşünün, ne demek istediğimi
hemen anlarsınız ya da Milli parkların kullanıma açık yerlerinin
"özelleştirilmesi" biçimini düşünün.) Tanzimat’la tımar düzeni
kaldırılmasıyla kullananların miras yoluyla tam mülkiyetine geçme
süreci (tapulama) başladı. Aradan 150 yıl geçti, örneğin,
Kayserinin Bünyan ilçesi eski Doğanlar köyünün arazisi
kullananlara tapulanırken, devlet temsilcileri ve özel birkaç
kişinin (ve bu arada elbette avukatların) çıkarını gerçekleştiren
"kitabına uydurulmuş" dalavereler döndürüldü: Bu dalavereler
sonucu hazine ve birkaç zengin çiftçi epey toprağın üstüne yattı,
çünkü çoğu insanın ya avukata verecek parası yok (1994'de her
tarla için 5-7 milyon lira), ya orada olmadığı için ilgilenmiyor,
ya ortak mal olduğu için "bana ne 5 milyon etmeyecek payım için
beş milyonu niye ödeyim ki" diye vazgeçiliyor. Tabi haddinden
fazla "yanlışlıklar" (kasıtlı yanlışlıklar) yapıldığı için elbette
mahkemeye verenler de epey var. Bu da hazineye mal edilen malların
yeniden satışı yoluyla toprakların belli ellerde toplanmasını,
belli kişilerin ve devletin cebine önemli miktarda para girmesini
sağlıyor.
Göçebe
aşiretler halinde yaşayanlar aşiret beyleri\şeyhler tarafından
yönetiliyordu. Bu aşiret beyleri ve şeyhlerinden, (ve yerleşik
toprak ağalığından) Osmanlı imparatorluğunun çöküşüyle aşiret
toprak sahipliği geldi ve aşiretin köylüsü evi ve toprağıyla
pratikte şeyhin\ağanın malı oldu. "Toprağın parçası" olma,
Tanzimat ve sonrası "reformlar" ve Türkiye Cumhuriyeti döneminde
ekilen toprakların devlet malı olmaktan çıkıp belli ellerde
toplanmasıyla, toprak reformları fiyaskolarından geçerek, toprağın
sahibi “ağanın\şeyhin toprağının parçası" biçimine dönüştü.
Devletin
gücünü yitirmesi ve ekonomik durumunun gerilemesiyle birlikte
halkın sahipliğinde olan sınırlı topraklar (80-150 dönüm arası)
arazi ve "öşür" denilen "çift resmi" vergileriyle vergilendirilmiş
topraklar, ayan, eşraf, mutegallibe denilen kimselerin eline
geçmeye başlamış ve köylüler topraklarından olmuştur. Ayni
zamanda, ribâhor denilen faizciler çoğalmış ve vergisini
ödeyemeyen köylünün elinden topraklarını alarak büyük çiftliklerin
sahibi olmaya başlamışlardır. Sonradan bu da topraksız yerli ve
göçebe tarım işçilerinin oluşmasına varmıştır.
Anadolu
insanı haksız vergiler, faizcilik ve baskılar altında ürettiğini
saklamadan levendat, celali ve eşkıyalık gibi mücadele ve
başkaldırı yollarını seçmiştir.
Kent ve
kasabalarda, esnafın ve tüccarın eli altında sömürülen ücretli
veya karın tokluğuna çalışan işçiler\çıraklar işçi sınıfını
oluşturuyordu. Osmanlılarda esnaf loncaları yasalarla zorunlu
kılınmış küçük-burjuvazinin birliğiydi. Avrupa’daki sanayileşme ve
burjuva sisteminin gelişip ekonomik ve siyasal gücü ele geçirmesi,
Osmanlı imparatorluğunun feodal yapıyı değiştiremeyerek gerileyip
dağılması, ve Avrupa sömürgeciliğinin sürekli saldırısı neticesi
(örneğin 1838 Balta limanı ticaret anlaşmasıyla yabancı sermayeye
verilen haklar) bu loncaların çoğu büyüme olanağını kaybetmiş ve
yok olup kurulan ve kurulup yok olan küçük atölyeler sistemi
çemberi içine girmişlerdir. Küçük esnafın bu "kuruluş - yaşama
çabası - yok oluş - kuruluş" çemberi günümüzde de devam
etmektedir. Esnafların işleriyle ilgili alanda tekelleşme olunca
(örneğin bakkalların ve kasapların yerini büyük süpermarketlerin
alması sürecinde), yok olma çoğalır ve kalanlar da olduğu yerde
sayma mücadelesi verirler.
Üçüncü bir
tür köleliğe geçelim: Askerlik. Osmanlı imparatorluğunda,
özellikle duraklama devriyle başlayan dönem kapıkulu olarak
nitelenen askeri güçlerin (yeniçeri ve sipahilerin) saray
politikasında kullanılmasını da getirdi. Kapıkulları bu
politikaların gerçekleşmesi için özellikle maaş (ekonomik çıkar)
söz konusu edilerek isyana teşvik edildi. Askeri gücün her isyan
tecrübesindeki başarısı saray politikasındaki etkenliklerini
gösterdi. Bu da padişahın (Genç Osman) ve diğer yöneticilerin
kafalarını kesme istemi ve gerçekleştirilmesine kadar gitti.
Dördüncü Murat'ın tahttan indirilmesinde önemli rol oynadılar.
Ordunun kendi ekonomik çıkarları ardında siyaset alanında rol
oynayışı Türkiye Cumhuriyetinde de devam etti. Sivil güçlerin ordu
üzerinde kontrol ve egemenlik kuramaması, ordunun istediği zaman
sivil idareye el atmasını ve yönetime el koymasını kolaylaştırdı.
Bugün Türk siyasal ve ekonomik hayatında ordu en önde gelen resmi
bir çıkar ve baskı gücüdür. Bu gücün yönetici kadrosu altındakiler
mecburi-askerlik sistemi içine sokulmuşlardır. Mecburi-askerlik
köleliğinde egemen his (emirlere itaatsizlik nedeniyle kurşuna
dizilme gibi) meşrulaştırılmış cinayet tehdidi ve diğer ağır
cezalar karşısında duyulan korku ve dolayısıyla emirleri yerine
getirmedir. Ordudan kaçış, eski-tutsak kölelerin sahiplerinden
kaçışından çok daha kötü sonuçlar çıkarır: Hapis ve mecburi
köleliğin süresinin bitmeyen bir melodiye dönüşü... |