Seçilebilme yaşının otuz olarak anayasaca belirlendiği
ülkemizden, yüz yıl öncesinin Belçika’sına doğru bir
yolculuğa çıkalım. Yer: Brüksel, Rusya Sosyal Demokrat
İşçi Partisi 2. Kongresi. Bizim seçilebilme yaşını henüz
üç yıl geride bırakmış bir adam, kongrede Bolşevik
saflarının önderliğini yapıyor.
Karşı safın taktisyeni
Martov ve destekçilerinin dilinden düşmeyen bir söylem, kendisine
karşı bir antitez üretilmesi amacıyla sürekli kongre salonunun
duvarlarında çınlamakta: Leninizm ve Leninistler! Otuz üç yaşında
hasımlarına bu terimleri telaffuz ettirme yetkinliğini ve dehasını
göstermiş bir adam Lenin. Bu kongrenin altı sene öncesinde de,
devasa bir coğrafya olan Rusya’nın dişli mekanizmasını hangi
döneme sıkıştırıp çözmüştür bilinmez, “Rusya’da Kapitalizmin
Gelişmesi” yapıtını vermişti. Akademisyenlerinin “kitapsız
profesör” olmamak adına kitap yazdığı bilimsel üretim yoksunu
Türkiye statükosuyla kıyaslandığında, yirmi beşlik delikanlıyken
devrim önderliğine soyunan, Marksist bilince erişmiş grupları
federatifleştirmeyi başaran, ardından savunduğu görüşün
teorisyenliğini sürdürmek üzere kafasındakileri Rus yazınına
aktaran ve birkaç yıl içinde bir ‘izm’ e ismini verme onurunu
kazanmış olan bir kararlılık simgesi insana anormal geliyor.
Lenin’in, insana anormal ve üzerinde durulası gelen bir başka
noktası ise politika yaşamı süresince “ulusal sorun” üzerine Marx
ve Engels ışığında düştüğü notlar. Etraflıca irdelenmek koşuluyla
bugünün dünya düzenine adapte edilmesi ve tasarladığı modellerin
uygulanabilirliğinin tartışılması bu notları pratik anlamda daha
önemli ve etkin kılar. Bu erekle, Lenin’in ulusal sorun üzerine
notlarında tanımlandırmak istedikleriyle ilgili öznel ve yüzeysel
yollu, sonuç üretici bir değerlendirme yapalım.
Sözü uzatmadan belirtmekte yarar var ki, Lenin kapitalist bir
devlet adamı. Kapitalizmin tüm öğelerini derinlemesine özümsemiş
insan anlamına gelebilecek olan “kapitalist” deyimi onun için
biraz yüksek dozlu bir kullanım olarak düşünüleceğinden, bunun
yerine “kapitalizm terimine olumlu bakan devlet adamı” tanımını
kullanmamız bizler için daha az yadırgatıcı olacaktır belki. Bu
önermemizi destekleyici nitelikte şöyle örnekleri ortaya koymamız
mümkün: 1913’te Prosveşçenye’de kaleme aldığı “Ulusal Sorun
Üzerine Eleştirel Notlar (1)”
başlıklı yazısında enternasyonalci proletarya düşüncesini öylesine
çok yönlü bir bakış açısıyla savunmakta ki, bu nosyonu
desteklerken ABD’ye çeşitli coğrafyalardan göçen ABDlileştirilme
sürecindeki uluslar benzeşiminden yararlanmakta sakınca görmüyor.
ABD örneklemesini de şu sonuçla noktalıyor: “Milliyetçi
önyargılara saplanmamış bir kimse, kapitalizmin bu ulusları
(ABD’de bir araya gelerek doğal ulusal özümlemeye tabi tutulmuş
ulusları kastederek) özümlemesi sürecini, büyük bir tarihsel
ilerleme, örneğin Rusya benzeri geri ülkelerde olduğu gibi
dünyanın unutulmuş kovuklarında ulusal alışkanlıkların yıkılması
olarak görür (2)”.
Lenin, bir anlamda Marx’ın ezilen ulus olarak tabir ettiği çoğu
etnisitenin baskın uluslarca asimile edilmesi sürecini proleter
enternasyonalizmi egemen kılabilmek için bir gereklilik ve
“önyargılarından arınmış” insanlar için büyük bir tarihsel
ilerleme olarak önümüze koyuyor. Marksist-Leninist bir model olan
“ulusal özümleme” modelinin özellikle dönemin (1900-1915)
Yahudilerince savunulan ulusal kültür özerkliğine karşı
savunulmasında, kapitalist ABD’nin asimilasyon stratejilerinin
örnek ve koz olarak kullanılması, bu stratejilerin işçi sınıfının
haklarını gözeten sosyal-demokrat düşünceyle paralel nitelikler
taşıdığının öne sürülmesi Lenin’le ilgili kafalarda soru
işaretleri yaratan söylemlerinin bir kısmıdır. Sözgelimi, bir
zamanlar büyük büyük nenesi Bernard Shaw Afrikası’nda tanrıyı
arayan kara kız olan Condoleezza Rice’ın bugün ABD’nin
Ortadoğu’daki petrol planlarının kilit aktörü konumunda olması,
asimile ABDliler olgusunun ironik bir örneğidir.
Söz konusu soru işaretlerini görece azaltan bir Lenin yaklaşımı
ise, onun dünya siyaset tarihi şablonunu kafasında tasarlayış
biçimidir: Feodalite, burjuva devrimle yok olarak yerini egemen
burjuvaziye bırakır. Proleter devrim ise zincirin son halkası
olacak, sosyalist enternasyonalizmin geçerli düzen olmasına zemin
hazırlayacaktır.
Feodalite
è (burjuva
devrim) Egemen Burjuvazi
è (proleter
devrim) Sosyalist
Enternasyonalizm
Bir zincirin adamakıllı zincir olması, onu oluşturan halkaların
sağlamca birbirine bağlı olmasıyla mümkündür varsayımından yola
çıkarak, Lenin’in kapitalizmi –ki üstteki şablonda egemen
burjuvaziyle sembolize edilmektedir- sosyalist enternasyonalizme
giden merdivenin ilk basamakları olarak değerlendirdiği ve konuya
bu gözlükle baktığı bilincine kavuşmamız, bizim onun düşüncelerine
daha sağlıklı bir perspektiften bakmamızı sağlayacaktır. Yani,
Lenin kapitalizmi bir başka kapitalizmdir, süreç içinde
proletaryaya hizmet eder. Şimdi bu sonucu ve Stalin’in bu sonuçtan
ne anladığını ulusal sorun olgusuyla ilişkilendirmeye çalışarak
özelleştirelim:
Tarihin, “Stalin keşke Leninist olmasaydı.” dedirten birkaç olaya
tanıklık etmişliği vardır. Gerçi Lenin ölmeden hemen önce ileriyi
görmüş olacak ki, uzun süre Stalin’in de ambargosuyla gün ışığına
çıkmamış vasiyetinde, “Aman, Stalin’e göz-kulak olun!” anlamında
tümceleri yer yer kullanmakta gereklilik görmüştür. Ama bu
vasiyet, yazıya dökülmekte oldukça geç kalınmış düşünceleri temsil
ediyordu ve Lenin’in bazı hatalarını düzeltmekten yana pek bir
katkıda bulunamadı. Lenin, karakteri ve devrimci bir devlet
adamının 1917 Rusya’sının mevcut kargaşasında takınması gereken
tutum gereği söylemlerinde dogmatik bir ağırlık taşıyordu. Çoğu
düşüncelerini devrimcilere ve devrime inandırılması gereken
kitlelere öylesine sert bir biçemle ve aksiyomvari bir tarzda
deklere etti ki, galiba insanlar (Stalin’in de içinde bulunduğu
insanlar) Lenin’in çürütülmesi için hiçbir açık kapı bırakmadığı
bu tezlerinin acıtıcılığı karşısında bir içgüdüsel savunma kalkanı
oluşturarak, hiç olmazsa kendi fikirlerini bu tezlere adapte
etmeye çabaladılar. Ne diyordu Lenin? “Sosyalizm bir geçiş ve
diktatörlük rejimidir.” diyordu. Utkun sosyalizmden tam komünizme
geçişe kadar sürecek bir dikta döneminden bahsediyordu. Bu,
sosyalist proleter diktatörlüktür ve tam komünizme geçişe dek
kaçınılmazdır. (3)
Sanırız Stalin, Lenin yönetiminin Ekim Devrimi’nden sonra bile
Sovyetleri tam komünizmle tanıştıramadığını ve ülkede hala “geçici
sosyalist dikta”nın egemen olduğunu düşünmüş olacak ki, bu
delikanlı dikta sisteminin sonuna dek sürdürülebilmesinin gene
delikanlı bir diktatörce olanaklı olabileceğini ön görmüş, konuyla
ilgili olarak Hitler ile cesurca aşık atmış, bu ikili diktatörlük
oyununu daha heyecanlı kılmak için sınır bölgelerdeki neye
uğradığını şaşırmış olan İnguş, Ahıska, Karaçay, Dağıstanlı vs.
halkları kurallarını kendi belirlediği geçiş sisteminin hümanist
(!) penceresinden bakarak vatana ihanet zanlısı olarak
yargılayabilmiştir. RSDİP Ulusal Programı’na “Rusya’da sınır
bölgelerinde öyle ezilen uluslar görüyoruz ki, bunlar komşu
devletlerde daha büyük bir özgürlüğe sahiptirler.” (4)
İbaresini koyan Lenin, henüz o günlerde 2. Dünya Savaşı’nda
Hitler’le oynadığı askercilik zırvası sırasında Marx’ın ezilen
uluslarına Bolşevik postuna bürünerek şovence mi, sosyalistçe mi
olduğu tartışılası bazı yaptırımlarda bulunan –ki bu başka
tartışmaların konusudur- ve paradoksların adamı sıfatını haketmiş
olan bir Stalin karakterinin vuku bulacağından haberdar değildi.
Önceden de ifade ettiğimiz gibi sert biçeminden ve ideolojisini
savunma tarzındaki agresiflikten olacak, Lenin’in ulusal sorun ve
ulusal sorunu sosyalist enternasyonalizmin nasıl çözdüğü ile
ilgili insancıl mesajları tam anlamıyla yerine ulaşamamıştır,
aksine yanlış anlaşılabilmiş ve yorumlanabilmiştir. Bu
başarısızlıkta dalları ta Stalin’den bugünün Putin’ine uzanan bir
baba olarak Lenin’in payı yadsınamaz. Bu payın açılımını yapmanın
da yollarına bakalım.
Lenin, Ekim Devrimi ile son bulan dönem süresince aslında
Engels’in “Başka ulusları ezen bir ulus özgür olamaz.” ve Marx’ın
“Her ulusun kendi kaderini tayin etme hakkı vardır.” önermelerini
olumlayıcı ve anafikri bu önermeler olan söylevlerin altına
imzasını atmak için uğraş vermişti. Ancak söylem ve eylemlerinin
bazı can alıcı noktalarında öylesine eğilip bükülebilecek
yaklaşımlar sergilemektedir ki, bazılarınca da bu esnekliğin
talihsizce kullanılması kaçınılmaz olmuştur. Lenin’in Ekim
Devrimi’nin altyapısını hazırlarken Ukrayna ile ilgili belirlediği
çizgi bu acı yaklaşımlardan biri. Kendisinin de kabul ettiği üzere
Ukrayna toprakları, 19. Yüzyıldan beri süregelen ekonomik gelişimi
sonucunda çok önemli bir üretim faktörü potansiyeli konumuna
ulaşmıştı. Ekonomik anlamda bir cevher, bir “bonus”tu. 20.
Yüzyılın başlamasıyla birlikte seslerini artıran ve Çarlık rejimi
için karın ağrısı durumunu alan Ukrayna özgürlükçüleri yüzünden
Ukrayna, Lenin için de devrimin gerçekleşmesinde gerekli ön
koşulların finansal ayağını oluşturan, ama elden kaçması an
meselesi olan bir güvercin pozisyonundadır. Bu değerli güvercinin
uçup gitmemesi için tek çıkış yolu, özgürlükçülere karşı sıkı bir
ajitasyon hareketine girişmektir. Artık, başını Yurkeviç’in
tuttuğu bir grup Ukrayna özgürlükçüsünün fişini çekmenin zamanı
gelmiştir. Lenin, bu noktada belki de kendi yaşamında ve Ukrayna
tarihinde dönüm noktasını oluşturacak bir kararın ilk adımını
atıyor. Yol ikiye ayrılmakta: Ukrayna bağımsız olacaktır, ya da bu
talebini bir süreliğine erteleyip Büyük-Rusya’ya bağlı bir toprak
parçası olarak Lenin’in Ekim Devrimi’yle vücut bulan idealine
hizmet edecektir. Lenin, tezlerinde yolun ikinci sapağına hizmet
eden söylemlerde bulunmaya karar verir; hem de o bahsettiğimiz
alışılagelen sertliğiyle: “Ukrayna’nın özgürlüğü düşüncesi,
burjuva milliyetçilerinin ve toprak ağalarının lafını ettiği bir
çakallıktan başka bir şey değildir!” “Proletarya egemenliği için
Ukrayna ve Büyük-Rus proleterlerinin aynı bayrak altında savaşım
vermesi şarttır!” 1917’ye henüz dört yıl var, 1905 girişimi değil
herhangi bireyde, en ateşli devrimcide bile bezginlik yaratmış, o
günlerde doğrudan devrim yapmanın lafını edene acıyan gözlerle
bakılıyor çoğu tarafından. Böylesi elverişsiz koşullarda ve umut
hemen hemen yokken, Lenin beynine öyle bir kararlılık ilacı
enjekte etmiş ki, bağımsız Ukrayna düşüncesini bu yazı-turanın
içinde feda etmeye çoktan hazır. ‘Kendi kaderini tayin etmek
isteyen’ Ukrayna’ya “Hayır!” diyor. Kendilerini Marksist olarak
niteleyen Ukrayna özgürlükçüsü Yurkeviç ve arkadaşları için, “Bu
insanlar Marksist olduğunu söyleyerek Marksizm’e hakaret eden
şoven kılıklılardır. Sadece Marksizm’e değil, ülkeleri olan
Ukrayna’ya da ihanet etmektedirler!” derken acaba devrimin
gerçekleşme olasılığını kafasında yüzde kaç olarak belirlemiştir?
“Norveç ile İsveç arasındaki coğrafi, iktisadi ve dil bağları,
Büyük-Ruslarla birçok öteki Slav ulusları arasındaki bağlardan
daha az sıkı değildir.” (5) Lenin’e ait olan bu tespitten yola
çıkarak Norveç - İsveç ilişkisiyle Büyük-Rus – diğer Slav uluslar
ilişkisini çok benzer gören Lenin'in, Norveç’in İsveç kralını
tanımayarak İsveç’ten ayrılıp tam bağımsız bir cumhuriyet
kurmasını her yönden haklı bulup överken, Ukrayna’nın
Büyük-Rusya'dan ayrılma talebini şiddetle reddetmesini gene kendi
görüşleri ışığında yorumlamakta yarar var. Lenin Norveç’in İsveç
içinde özerk bir toprak parçası olarak kalmasının İsveç
aristokrasisiyle arasında sonu gelmez çatışmalara zemin
hazırlayabileceği, sınıf savaşımını serbestçe yürütmede engel
teşkil edebileceği, Norveç halkının ekonomik yaşamının özgürlüğünü
baltalayabileceği olasılıklarını saklı tutuyor ve Norveç’in
bağımsızlık hamlesinin ne kadar yerinde bir karar olduğunu bu
olasılıkları öne sürerek ifade ediyor. (6)
Ukrayna’nın Rusya’ya bağlı kalması durumunun Rus burjuva yönetici
sınıfıyla Ukrayna arasında aynı sorunların patlak vermesine neden
olacağı sorununa ihtimal vermiyor aynı Lenin. Bir ulusun kendi
kaderini tayin edebilme özgürlüğünün olması gerektiği görüşünü bu
tavrına rağmen katıksızca savunabilecek midir dersiniz?
Ekim Devrimi’nden yetmiş yıl sonrasına, artık liberal düşüncenin
borusunu öttürmeye başladığı dönemlere kayalım. Yetmiş yıl
öncesinin komünizmi serpiştirdiği coğrafya şimdilerde Bağımsız
Devletler Topluluğu adı altında federatifleşme sürecine girmiştir.
Federatif yönetim anlayışı, Marksist-Leninist ideolojinin temelden
reddettiği bir anlayıştır ki Yeltsinli Rusya için artık bunları
düşünmenin sırası değildir. Ulusal kültür özerkliğini temel aldığı
ve ulusları sinikleştirdiği gibi gerekçelerle Leninizm’in karşı
çıktığı bir sistemi benimsemiş olmasına rağmen liberal-federatif
Rusya’nın Putin yönetimiyle devrimci Sovyetlerin Lenin yönetimi
arasında bir konuda şaşılacak bir paralellik hüküm sürmekte:
Ulusların kaderlerini tayin etme hakkına saygı göstermeme.
Geçtiğimiz yüzyılın başındaki Ukrayna’nın durumu bir yana, bugün
de federasyona girmeyi reddeden uluslara yönelik “Rusya’nın Toprak
Bütünlüğünü Koruma” adında bir ajitasyon sistemi devreye sokulmuş
bulunuyor. Ancak paralel olduğunu belirttiğimiz durumlar arasında
gene de belirgin bir fark mevcut: Rasyonalist gözle bakıldığında
devrime hizmet etmesi gerektiği düşüncesiyle Lenin'in Ukrayna’nın
özgürlüğünü kabul edilebilir bulmaması ne kadar erdemli
sayılabilecek bir tavır ise-ki sayılıp sayılmaması durumu
özneldir-, Putin’in ‘emperyalizm’e hizmet etmesi gerektiği
düşüncesiyle bağımsızlıkçı ulusların taleplerini reddetmesi de o
kadar erdemsizcedir yazık ki. Belki de Putin, federasyondan
ayrılmak isteyen ulusların topraklarına ordularını yığdığı
zamanlarda Lenin'in devrim döneminde yaptıklarını referans
almıştı; mamafih amacın erdemli olup olmamasının, aracın erdemli
olup olmadığı konusunda belirleyici rol oynadığı gerçeğini
görememişti!
Ne
olursa olsun, evrensel kriterler dikkate alındığında bir ulusun
kaderini tayin hakkı her türlü erekten üstün tutulmalı ve
yapılacak şey insanlığa çağ atlattıracak derecede de önemli olsa
uğrunda ödün verilecek ve saygı gösterilmeyecek en son hak
olmalıdır. Bu noktada V. İ. Lenin'in, savunduğu değerlere ters
düştüğünü düşündüğümüz bazı eylemlerini değişik boyutlardan ele
alarak eleştirdiysek de, onun yaşadığı çalkantılı dönem boyunca
sözcüsü olduğu özgürlükçü ve insancıl nosyonları 21. Yüzyıl
insanlığına dek iletmiş olması ve geliştirdiği siyasi felsefenin
kendinden sonraki birçok devlet ve düşün adamına, bugün dahi
kılavuzluk etmiş olduğu gerçeklerini yadsımamız doğru
olmayacaktır. Göz ardı edilmemesi gereken bir başka durum ise
federatif bir süper güç kimliğiyle Rusya’nın 20. Yüzyılın başından
bu yana iki idari rejime tanıklık etmiş olmasına rağmen bazı
genel-geçer demokrasi ve diplomasi kavramlarını hala tam anlamıyla
sindirememiş olduğudur. Kapitalizm her geçen dakika büyük
devletlerin dişlilerini yağlarken ulusal bilinçle kültürlerini
korumaya çalışan görece küçük halkları da bu dişlilerin arasına
itekliyor. Bu itekleme sürecinden kurtulmanın yolu, tarihi,
deneyimleri ve geçmiş dönemlerdeki liderlerinin ışığıyla hatalı
davranmaya hakkı en az olmasına rağmen ulusal sorunu hala
çözümleyememiş olan Rusya’nın şapkasını önüne koyup bir-iki
dakikalığına düşünmesinden geçer. Çünkü Engels, Marx ve Lenin'in
de hemfikir olduğu üzere küçük ulusları boyunduruk altında
tutmanın aslında onu boyunduruk altında tutan büyük uluslar için
ne büyük bir felaket olduğunun ayırdına varıldığı gün, dünya
uygarlığının Cesur Yeni Dünya senaryolarından basit ve müreffeh
ulus-ülkeler senaryolarına terfi ettiği gün olacaktır.
DİPNOTLAR:
1)
Lenin, V. İ.: Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, Sol
Yayınları, Ankara 1998.
2)
Lenin, V. İ.: Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, Sol
Yayınları, Ankara 1998, s.27.
3)
Lenin, V. İ.: Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, Sol
Yayınları, Ankara 1998, s.152.
4)
Lenin, V. İ.: Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, Sol
Yayınları, Ankara 1998, s.13.
5) Lenin, V. İ.: Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, Sol
Yayınları, Ankara 1998, s.86.
|