Peki, geçmeyen milliyetçilikle yüzleşebilmek için tarihsel
yöntem büsbütün terk mi edilmeli? Tanıl Bora'nın kitabı buna
gerek olmadığını gösteriyor. Hiç mazeret aramadan dosdoğru
bugünkü milliyetçiliğin üstüne gidiyor Bora.
Eric Hobsbawm, 1989'da yazdığı 1780'den Günümüze Milletler ve
milliyetçilikte, milliyetçiliğin hızını yitirdiğini
belirtiyordu.1960'lara kadar "tarihsel değişimin bir vektörü" olmuştu
milliyetçilik; ama artık değildi.
Ekonomik küreselleşme ve uluslararası kitlesel göç
ulus-devletin zayıflamasına yol açıyordu. İnsanların çoğu
henüz "vatanım ruy-i zemin, milletim nev-i beşer" diyecek
durumda olmasa bile, ulus-devletin gerilemesiyle birlikte
milliyetçiliğin de gerilemesi kaçınılmazdı. Şimdi unutulmuş
olabilir ama o yıllarda yaygın bir kanıydı bu. Francis
Fukuyama da çok tartışılan Tarihin Sonu ve Son İnsan (1992)
kitabında "Doğu Avrupa ve Sovyetler Birliğinde beliren yeni
milliyetçi mücadelelerin geçişsel bir nitelik" taşıdığını,
"daha demokratik bir düzenin doğum sancıları" olduğunu
söylüyordu. Fukuyama'ya göre asıl önemlisi, yeni
milliyetçiliklerin hemen hepsinin bir "Türkleşme sürecine"
girmiş olmasıydı: Başka uluslara hükmetmek yerine, "Atatürk'ün
yolunu izleyerek geleneksel bir yurt üzerinde kendi ulusal
kimliklerinin pekiştirilmesi ve arıtılması için"
çalışıyorlardı.
Yugoslavya'da ulusal arıtma adına girişilen katliam da bu
cümlelerin yazıldığı günlerde başladı. Milliyetçiliğin ofansif
ve defansif türleri arasındaki ayrımı anlamsızlaştıran
"mücadeleler" yalnız Balkanlarla, Kafkasya'yla, Afrika'yla da
sınırlı değildi. Fransa'da Le Pen'in partisi tam da bu dönemde
hatırı sayılır bir güç haline geldi, Avusturya ve İtalya'da
neo-Naziler bu yıllarda iktidara yaklaştı. Tarihin devletler
arasında sonu gelmez savaşlardan ibaret olduğuna inanan
"realist" dış politika uzmanlarına yeniden gün doğmuştu.
Camiadan H. Kissinger'in konferans ücretinin on bin dolara
çıktığını bu dönemde işittik. Tabii, Huntington da var:
Geçmişte hep başkalarına kaptırdığı ABD dış politika
mandarinliğini "Medeniyetler Çatışması" şeyiyle bu dönemde
yakalar gibi oldu.
Hobsbawm'un amacı milliyetçiliği tarihselleştirmekti: Gelişini
ve geçişini betimlemek, geçici olduğunu göstermek istiyordu.
Peki geçmeyen milliyetçilikle yüzleşebilmek için tarihsel
yöntem büsbütün terk mi edilmeli? Tanıl Bora'nın son kitabı
buna gerek olmadığını gösteriyor. Hiç mazeret aramadan
dosdoğru bugünkü milliyetçiliğin üstüne gidiyor Bora; ama bunu
yaparken realist veya doğalcı ("kan ve toprak") teorilere de
pabuç bırakmıyor. Gerçi Sunuş'ta böyle teorilere (Bora'nın
kendi deyimiyle, "özcü" teorilere) kapı açabilecek bir
düşünceye rastlamak mümkün: "Ayrışmanın böylesine hız
kazandığı bir dünyada [milliyetçilik de] yurtsuzlaşan,
güvencelerini yitiren insanın kendini evinde hissetmesini
sağlıyor. Marx'ın dini 'ruhsuz dünyanın ruhu' diye tanımladığı
gibi, geç-modern dönemdeki milliyetçiliği 'yurtsuz dünyanın
yurdu' diye tanımlayabiliriz. Tıpkı dinin tinselliği
daraltması gibi, yurt hissine eşlik eden bütünlük tasarımını,
güvenlik duygusunu ve dünyayla/insanlarla iletişim arayışını
daraltan, kısır bir ikame." Marx'ın romantik-idealist damarını
referans alan bu açıklama, milliyetçiliğin sahte bir cevap
getirdiğini kanıtlarken bile sualin "sahici" olduğunu, demek
doğru bir cevabın da ("yitirilmiş ama yeniden ele geçirilecek
bir ev, bir öz") bulunduğunu varsayar gibidir. Böylece
milliyetçiliğin görünümlerine karşı çıkılmış ama beslendiği
köklü duygusal aldanışlar eleştiri dışında bırakılmış olur.
Ama Bora'nın malzemesine yönelttiği dikkatin yoğunluğu (kendi
konusuyla bu kadar "sıcak temas" kurabilen başka siyasal
analizci var mı?) araştırmasını felsefi uçurumların üzerinden
aşırtıyor.
Bora'nın asıl konusu Türk milliyetçiliğinin 90'lardaki
serencamı. Kemal Can'la yazdığı ilk kitabı Devlet, Ocak,
Dergah'ta (1991) MHP'nin 1980'den sonraki sarsıntısını
inceliyordu. Yeni kitapta, milliyetçiliğin başka türleriyle
birlikte ülkücülüğün de canlanışını Körfez Savaşı, Yugoslavya
ve SSCB'nin bölünüşü gibi kilit olaylar çevresinde tahlil
ediyor. Bora'nın ilk kitabında eksik kalan bir mukayese
çerçevesinin Kara Bahar'da kurulduğunu görüyoruz: 90'ların
Türk milliyetçiliği bir uluslararası bağlam (globalleşme ve
Soğuk Savaşın bitişi) içindeDoğu ve Batı Avrupa
milliyetçilikleriyle karşılaştırılıyor.
Batı Avrupalı yazarların çoğu için, 80'lerin milliyetçiliği
Doğu'nun gecikmiş ya da olgunlaşmamış toplumlarına özgü bir
zaaftı: Batı'da milliyetçilik "esas itibariyle" aşılmıştı.
Ernest Gellner'e göre Batı Avrupa'da milli duygu sönerken
birbirine düşman ulusların yerini bir "inançsız tüketiciler
enternasyonali" almıştı. Fukuyama'ya göre, bu duygusal
sönümleniş neo-Faşist hareketleri bile kapsıyordu: "Almanya'da
Schönhuber veya Fransa'da Le Pen gibi bugünün radikal
milliyetçilerini ilgilendiren şey, yabancıları yönetmek değil
ülkeden kovmak. Bu hayattan kâm alırken rahatsız edilmemek,
dünya nimetlerine başkalarını ortak etmemek istiyorlar."
Bora'nın analizi, Doğu ve Batı milliyetçilikleri arasında
yapılan bu katı ayrımın eleştirisiyle başlıyor. İkisinin de
sosyoekonomik zemini aynıdır: Küreselleşme. Her şeyin kolayca
birbirine geçtiği kaygan bir zemindir bu. Böyle bir sahnede,
apansız patlak veren olaylar uzun dönemli gelişmelerden
bağımsız bir etkinlik kazanır. Medya, olup biteni kaydeden
edilgin bir cihaz değildir artık; Kardak'ta olduğu gibi,
kendisi de başlatabiliyordur olayları. Bora'nın deyişiyle,
"global geç-modern kültürün koşulladığı hızlı dolaşım,
[milliyetçiliğin] dolaşımını da hızlandırmıştır." Geçmişte
milliyetçiliği Doğu'ya öğreten Batı'ydı ama, şimdi
çok-yönlüdür etkileşim. 1996'nın Teksaslı ayrılıkçıları,
diplomalarını CNN açık üniversitesinden almışlardır. Hoca:
Franjo Tudjman.
Öte yandan, daha yapısal bir bağ da vardır iki olgu arasında:
70'lerden itibaren devletin girdiği mali kriz. Devlet bu
koşullarda gelir dağılımını "düzenleme işlevini terketmeye (deregülasyona)
yönelmektedir". Deregülasyon her yeri etkileyen bir yöneliştir
ama, toplumların zenginlik düzeyine göre farklı
siyasal/kültürel sonuçları vardır. Zengin ülkelerde (ve bu
ülkelerin içinde de en zengin bölgelerde), Gellner ve
Fukuyama'nın da betimlediği "refah şovenizmi" ağır basarken,
daha yoksul ülkeler/bölgelerde eriyen devletle ve ulusun mitik
geçmişiyle özdeşleşme eğilimi güçlenmektedir. İkisinin de
farklı görünümleri vardır. Yoksulların milliyetçiliği,
Sırbistan'daki gibi "toplumsalın etnikleşmesi" biçimini
alabilir: "Miloseviç'in bulabildiği kitle desteğinde,
milliyetçi söylemi içindeki popülist devletçi hattın önemli
rolü vardır." İtalyan neo-Faşizmiyse bir karma türdür: Kuzeyin
ayrılıkçı "refah şovenizmine" karşı yoksul güneyin tepkisinden
güç alırken, göçmenler karşısında güneyli kadar kuzeylinin de
duyabileceği korkuyu kışkırtmaktadır. Öte yandan, "refah
şovenizmi" Lombardiya gibi zengin bölgelerin
"mikro-milliyetçiliğiyle" sınırlanamaz: Göç dalgasına karşı
Avrupa'nın sınırlarını kapatma eğilimi de bir
"makro-milliyetçiliğe" dönüşmektedir.
Kendini bir milliyetçilik olarak tanımlamaktan kaçınan "refah
şovenizminin" eski milliyetçiliklerle benzerliği var mı? Bora
bu konuda hep yapılmış olan ayrımı kaydediyor önce: Bir uçta
"milleti vatandaşların ortak iradesi temelinde tanımlayan
'Fransız usulü' politik milliyetçilik ile [öbür uçta] milleti
etnik ve/veya kültür-dil-tarih temelinde tanımlayan 'Alman
usulü' kültürel milliyetçilik arasındaki ayrım." Bugünün Batı
ve Doğu milliyetçilikleri arasındaki fark da 1930'larda Hans
Kohn'un teorileştirdiği bu daha eski karşıtlığın izlerini
taşımaktadır. Kohn'a göre Batı Avrupa'da milliyetçiliğin
doğuşu daha çok siyasal bir olaydır; görece erken bir dönemde
(18. yüzyıl öncesi) "günün siyasal gerçekliği ve mücadeleleri
içinde bir ulus kurma çabasının ürünü olarak doğmuş, geçmiş
konusunda duygusallıktan büyük ölçüde muaf kalarak 18.
yüzyılın Aydınlanma düşüncesiyle [en başta da sözleşme
fikriyle] yoğrulmuştur." Oysa Orta ve Doğu Avrupa ile Asya'da
milliyetçilik sadece daha geç değil, toplumsal ve siyasal
gelişimin daha geri bir evresinde ortaya çıkmış ve bu yüzden
de ilk ifadesini ancak kültürel alanda bulabilmiştir. "Bir
politika oluşturma ve hükümet etme girişiminden çok, bir
eğitim ve propaganda çabası" olan bu Doğu milliyetçiliği
başlangıçta Batılı modellerin etkisi altındadır. Ama
"bağımlılık yerli aydınların gururunu incitmekte, bu da
sonunda 'ecnebi' örneğe ve onun liberal, rasyonel zihniyetine
karşı bir tepkiye dönüşmektedir. Her yeni milliyetçilik, daha
eski bir milliyetçilik tarafından bir kez harekete
geçirildikten sonra, meşruluğunu ve farklılığını kendi
geçmişinin mirasında aramaya başlıyor, Batı rasyonalizmine ve
evrensel ölçülere karşı kendi geleneklerinin farklılığını,
ilkel ve kadim derinliğini yüceltiyordur." Bir psikolojik
boyutu da vardır bunun: Yeni milliyetçilik, yerel bir
toplumsal ve ekonomik gelişimin ürünü olmayıp dıştan
uyarıldığı için "öz-güvenden de yoksundur ve aşağılık
kompleksini bir aşırı-güvenle telafi etmeye çalışmaktadır."
Bora, öykünün akışını bozacak kılçıklı episodları (ör: Alman
milliyetçiliğinin 1830'larda liberal bir hareket olarak
başlaması; Yunan milliyetçiliğinin Aydınlanma filozofu
Korais'e dayanması; Nehru'nun düşüncesinde evrenselci öğenin
yerelciliğe baskın çıkması; ırkçılığın ilk kuramcısının
Fransız Gobineau oluşu) dışta bırakan bu kavramlaştırmaya
cepheden karşı çıkmıyor ama çelişkisine işaret ediyor: Kendini
Doğu'nun kültürel milliyetçiliğinden ayrıştırmaya çalışan
"Avrupa establishment'ı", bugün bunu yine kültürel bir temel
üzerinde yapabilmekte, "ırka veya milliyete değil de kültüre
dayanan bir dışlayıcılığa" gitmektedir. Batı'nın kendini
tanımlamak için başvurduğu demokrasi, özgürlük, hoşgörü gibi
değerler, onu Batı-olmayandan mutlak biçimde ayıran özsel veya
"ontolojik" sabitlere dönüştürülüyor ve "medeniyetler
çatışması" gibi teyakkuz ideolojilerinin gerekçesi haline
geliyordur. (Kohn'da da belirgindi bu çelişki: Batı
milliyetçiliğinin "tarihe fazla takılmamakla" Doğu
milliyetçiliğinden ayrıldığını söylüyor, ama sonunda bu farkın
Batı kilisesi ile Doğu kilisesi arasındaki bin 500 yıllık
bölünmeyi yansıttığını öne sürmek durumunda kalıyordu.) Bora,
kültürel ve siyasal milliyetçilikler arasındaki farkın "nitel
bir fark" olmadığını belirtiyor. Hangisinin ağır basacağını
belirleyen etken, sadece toplumların kültürel mirası değildir
öyleyse; güncel koşullar da önemlidir. Bugünün "refah
şovenizmi," faşist Le Pen'le sosyalist Jacques Delors'un
Avrupacılıkları arasındaki farkı -dışarıdan bakanlar için-
ihmal edilebilir bir marja indirgemektedir.
Öte yandan, bu ayrım, tam da özsel değil tarihsel (hatta
konjönktürel) olduğu için Türk milliyetçiliğinin gerilim ve
dönüşümlerini izleme imkanı veriyor Bora'ya. Türk
milliyetçiliğinde, "yurttaşlık hukukunun baskın olduğu
'Batılı' milliyetçilik etmenleri ile etnik-kültürel bilincin
ve tarihsel mitolojinin ağır bastığı 'Doğulu' milliyetçilik
etmenleri arasındaki gerilim" (veya Taha Parla'nın sözleriyle
"etnik-kültürel çoğulculuk ve defansif nitelikli hukuki
milliyetçilik" ile "etnik teklik peşinde, üstün milli karakter
anlayışına" dayalı şoven milliyetçilik arasındaki gerilim)
belirleyici olmuştur hep. Bora, bu gerilime, bir yanda
"özgüvenli bir varoluş" ile öte yanda "TC'nin varlığına iç ve
dış düşmanlarca kastedildiği telakkisini kronikleştiren çok
yoğun bir tehdit algılamasına" dayalı "bir beka sendromu
arasındaki gerilimin eşlik ettiğini" belirtiyor: "Türkiye'nin
istikrarlı ve çağdaş uygarlık düzeyine yönelmiş bir ülke
oluşuyla övünürken her kriz anında TC devletinin ilelebet
payidar kalacağı teminatı verme gereği duyan resmi söylem bu
gerilimle maluldür."
Beka endişesi büsbütün temelsiz de sayılmaz: Milli devletin
kuruluş süreci "bir dizi iç ve dış çatışma içinde yıkılan bir
imparatorluğun bakiyesi üzerinde yine bir dizi iç ve dış
savaşla" gerçekleşmiştir. Sayılarla da anlatılabilir bu: Nüfus
tarihçisi Justin McCarthy, Death and Exile: The Ethic
Cleansing of Ottoman Muslims, 1821-1922 (1995; Ölüm ve Sürgün:
Osmanlı Müslümanlarının Uğradığı Etnik Temizlik) adlı
kitabında, 1821'le (Mora İsyanı) 1922 arasında "beş milyondan
fazla Müslüman'ın topraklarından sürüldüğünü, beşbuçuk milyonun
da savaşlarda veya göç sırasında öldüğünü" yazıyor. Eğer
Renan'ın öne sürdüğü gibi insanları "ortak sevinçlerden çok
ortak acıların birleştirdiği" ve "ulusal bellek için
kederlerin zaferlerden daha değerli olduğu [çünkü insanlara
bazı görevler yüklediği]" doğruysa, Bora'nın deyişiyle "beka
sorunsalının her zaman canlandırılabilir bir 'dava' olarak
milli hafızaya yerleşmiş" olmasına da şaşmamak gerekir.
Gerçek veya hayali felaketler geneldir ve başka ulusal
mitolojilerin oluşmasında da rol oynamıştır, oysa bu kadar
derine işlemiş bir beka kaygısına başka yerde rastlamak
zordur. Geçmişin Alman ve bugünün Balkan milliyetçilikleri
bütün saldırganlıklarına karşın bu ülkedekiyle
kıyaslanabilecek bir yokolma korkusundan muaf görünürler.
Bunun bir açıklaması, Bora'nın çok kurcalamadığı bir çifte
gecikmişlik deneyiminde aranabilir. Türk milliyetçiliği sadece
Batı'ya oranla değil, İmparatorluğun içindeki başka halkların
milliyetçiliğine oranla da geç doğmuştur. Atsız'ın Bozkurt
romanlarında ifadesini bulan bir "gafil avlanmışlık"
duygusudur bunun sonucu: Son Türk devleti pusuya
düşmeyecektir. Öte yandan, bu son devletin kuruluşu bir
büzüşme ve içe çekilme sürecinin sonunda gerçekleşmiştir. Türk
milliyetçiliğini yine bir felaketin (Büyük Kıtlık) ertesinde
şekillenen İrlanda milliyetçiliğinden ayıran bir noktadır bu:
1845 "Patates Krizinden" sonra İrlanda nüfusunun yarısından
fazlası Amerika'ya göç etmiş, bu da acının bir bakıma
dağılmasını, yayılıp seyrelmesini sağlamıştır. Türk
milliyetçiliğiyse nüfusun hep küçülen bir toprak üzerinde
toplanması ve deyim yerindeyse "kederin yoğunlaşmasının"
ürünüdür.
Bora, Türk milliyetçiliğinin "Batılı" yüzünün hiçbir zaman
büsbütün silinmediğini ve özellikle 80'lerin ikinci yarısında
"beka sendromunu atlatmış, özgüvenli, dünyayla bütünleşmeye
öncelik veren bir milliyetçiliğin" oluşmaya başladığını
belirtiyor. Özal yıllarının "çağ atlama" sloganı yeni liberal
milliyetçiliğin özlü ifadesidir. SSCB'nin çözülmesiyle
Türkiye'nin önce bir "bölgesel güç," daha uzun vadede de bir
"dünya gücü" olacağı öngörülüyordur. Düşman ve tehdit
takıntısından bir ölçüde sıyrılmış, "muasır medeniyete"
yetişmek zorunda olmadığını çünkü zaten onunla bütünleştiğini
düşünen kentli yeni orta sınıfların, uluslararasılaşan büyük
sermayenin ve onunla iç içe geçmiş medyanın desteklediği bir
milliyetçiliktir bu. Açıkça ilan ettiği hazcılığıyla hem
Atatürk milliyetçiliğinden hem de ülkücülüğün ahlakçılığından
ayrılır. Bora, liberal milliyetçilikle dolaşıma giren "Beyaz
Türk" (hayattan tad almayı bilen ama Batılı olmaya çalışmayan
çünkü çoktan Batılı olan Türk) imgesinin oluşumunu izlemek
için Ertuğrul Özkök gibilerinin yazılarını bir tür "yakın
okumaya" alıyor. Öte yandan, bu yeni dünyeviliğin liberallerle
sınırlı kalmayıp MHP'ye bile sızdığını gösteren tabloda da
"Kuşadası barlarında kadın turistleri cezbetme 'hizmetinde'
çalışan ve sevişirken ezan okunduğunda saygısızlık eden kadını
pataklamakla milli hislerini tatmin eden" ülkücü gençler
görülmektedir. Eroin ticareti de bu noktada anılabilir.
Ama 80'lerden 90'lara geçilirken beliren bazı gelişmeler eski
beka sendromunu yeniden canlandıracaktır. Bora, iki önemli
etkene değiniyor burada. Birincisi, 1990/93 döneminde
uluslararası konjonktürün "büyük güç Türkiye" iddiasını
çürütmesidir. Orta Asya cumhuriyetleri Türkiye'nin
"ağabeyliğine" katlanamayacaklarını belli etmektedirler.
Türkiye Körfez Savaşından umduğunu bulamamıştır. "Refah
şovenizminin" Avrupası, Türkiye'yi içermek istemediğini
gizlemiyordur. Bütün bunlar TC'nin varlığına kasteden bir
uluslararası komplo fikrini güçlendirecektir. Ama beka
kaygısını besleyen asıl olgu, Özal'ın ölümünden sonra hızla
rejimin çözüm ufkunun dışına kayan Kürt sorunudur. Savaş,
"ülkücü hareket içinde dahi 1970'lerin ortalarından sonra çok
gerilere itilmiş olan Türkçü ideolojinin" yeniden doğmasında
başlıca etkendir. Bunlara, ilk kez Ahmet İnsel'in dile
getirdiği bir olgu da eklenebilir: "Sendromun" kendini
sürdüren ve pekiştiren yapısı. Beka kaygısı, sırf bu kaygıyla
eğitilmiş bir gücün tüm iktidarı gaspetmesine zemin
hazırlamakta, bu güç de bir kez iktidarı aldıktan sonra beka
kaygısının daha da yaygınlaşması ve tek siyasal enerji kaynağı
olarak kalması için elinden geleni yapmaktadır.
Bora'nın en canalıcı gözlemlerinden biri de 90'larda Türk
milliyetçiliğinin farklı türleri arasındaki ilişkilerle
ilgili. Farklı milliyetçi söylemlerin ("Resmi Atatürkçü
milliyetçilik"; onun sol versiyonu olan "Kemalist ulusçuluk";
"liberal milliyetçilik"; ülkücülük; hatta "İslamcı
milliyetçilik") bir hegemonya mücadelesi içinde birbiriyle
etkileşerek "melezleştiği" bir dönemdir bu. 80'lerin ikinci
yarısında hegemonya mücadelesinden üstün çıkacağa benzeyen
güç, popüler kültüre damgasını vuran yeni liberalizmdi;
radikal milliyetçilik de akıntıya kapılarak "poplaşır ve
ehlileşir" gibiydi. Bu akıntı tümüyle durmuş olmasa da,
90'larda gündemi ve söylemleri belirleyen güç, beka
sendromunun canlanışıyla titreyip kendine dönen "Doğulu"
radikal milliyetçiliktir. Ülkücü hareket "poplaşmanın"
ardından devletle ve resmi milliyetçilikle ilişkisini tamir
etmeyi de başarmıştır bu dönemde. Beka kaygısının
kışkırtılması, farklı milliyetçilik söylemleri birbirinden
ayıran çizgilerin gittikçe silikleşmesine ve hepsinin "Doğulu"
lehçesinin belirginleşmesine yol açmaktadır.
Bora'nın Kara Bahar'daki makaleleri yazdığı yıllarda bu
benzeşme eğilimi "Aydınlar Ocağı'nda toplanmış
milliyetçi/muhafazakar entelijensiyanın yabancı dillerde
öğretime muhalefet ederek on yıllarca sol Kemalistlerin
bayraktarı olduğu öz Türkçeciliğe sahip çıkması" ve "en
kozmopolit sayılan Heavy Metalci gençlerde ayyıldız
takılarının görülmesiyle" sınırlıydı. Bora'nın saptamasının
daha geniş bir kapsamı olduğunu şimdilerde görüyoruz:
"Avrasyacılık" kervanına katılanlar arasında Aydınlık dergisi
de var. Gün, yıllardır solcuları da sağcıları da vatanperlik
çizgisinde birleşmeye çağıran Rauf Tamer'in mi günüdür?
Tanıl Bora dimdik bakıyor o tarafa. Geçmesini umduğu
milliyetçiliğin geçmeyişini anlatıyor. |