Kafkasya dağları ve dağların birer kale gibi kapattıkları
küçük yerleşimler bu coğrafyalarda yaşayan toplumların yaşama
biçimlerini oluşturdular. Binlerce yıl küçük alanlara sıkışan
ve bir çeşit korumacılık davranışıyla dışa kapalı yaşayan bu
toplumların içine, mikro düzeyde egemenlik davranışı bir yapı
olarak işlendi DNA'larına. Öbek
dil grupları içinde farklılığı kolayca algılanır lehçeler
gelişti. Aralarında 40-50 km bile olmayan ancak temasları
kısıtlı komşu halklar arasında bile dil ve davranış
farklılıkları olabiliyordu. Binlerce yıl önce çatışmalar
Kafkasya’da, kabileler arası üstünlük sağlama savaşlarıydı
sadece. Yaşamlarını korumak için bireysel gelişimlerini en
yüksek noktaya taşımak zorundaydılar.
Bilgi ve yönetim, savaşı iyi yapan kişilerin ya da bunlardan
kurulu grupların elindeydi. Bilgi; savaş ve korunma kültürüyle
ilişkiliydi. Efsanelerde, savaşamayan yaşlıların ölüme terk
edilmesi, büyük ölüm vadilerine atılması; dinamik olmak
zorunda olan savaşçı ve beslenme olanakları kısıtlı bir
toplumu anlatıyordu aslında. Giderek sayıca çoğalan ve daha
geniş düzlüklere çıkmak zorunda kalan Kafkas kabileleri
zamanla yaşam kültürünün birikimlerine ihtiyaç duymuşlar ve
aralarında dayanışma yaparak komşu coğrafyalarda
karşılaşacakları tehlikelere karşı işbirliği yapmışlardı.
Bilginin sahibi olarak savaşamayan ancak yaşamı tecrübesiyle
bilen yaşlıları fark ederek onları yücelttiler. Yaşlandıkları
ve savaşamadıkları için ölüme terk edilen yaşlıların, toplumun
en önemli kişileri haline dönüşmesi üzerine de eski Kafkas
efsaneleri vardır; yaşlanan ve töre gereği ölüm vadisine
götürülmesi gereken yaşlı babanın, oğlu tarafından gözlerden
uzak, evinin yakınında bir bal kabağında ağaca asılı olarak
yaşatılması efsanesi anlatıla gelmiştir. Bal kabağında
yaşatılan güçsüz yaşlının, toplumu ışığa görünen kişinin ta
kendisi olduğu anlaşılır zamanla. Tecrübenin, bilginin
temsilcisi olarak yaşlılar, toplumun en üst katmanına
taşınmıştır artık.
Binlerce yıl önce bilginin önemini kavrayan Kafkas
toplumlarının evrimleşmesi mantığı, kendi toprakları üzerinde
yaşamayı sağlama üzerine kuruldu hep. Tek tek birey varlığının
yüceleştirilmesi üzerine kurulu bu yapının, bir araya gelerek
ortak amaç ve çıkarlara dayalı büyük bir ulus olma dönüşümü
mümkün olamadı. Bu sorunların aşılamaması nedeniyle süreç
içersinde kendi toprakları üzerinde yaşamasını da kaybetmesine
yol açtı. Küçük cephelerde kazanılan savaşlar, bu savaşlarda
yaşanan bireysel kahramanlıklar büyük savaşın kaybedilmesine
engel olamadı. Kafkasya’ya dağların içindeki küçük vadilerden
değil Elbruz’un tepesinden bakma bilinci hiç oluşamadı.
Vadilere sıkışıp kaldık. Birbirimizi sevip yüceltirken ve
birbirimiz olmadan yaşayamazken, bir yandan da birbirimiz için
“bir” olmadık.
Zamanla bastığımız toprak altımızdan çekildi.
Şimdi başka coğrafyalardayız. Türkiye’de, Suriye’de, Ürdün’de,
Mısır’da ve birçok ülkede. Altımızdan çekilen toprağı
özlüyoruz. Bizi “bir” yapamamanın tüm işaretleri yine devam
ediyor benliklerimizde. Tek kişilik cumhuriyetler kurmaya
devam ediyoruz. Bunu herkese büyük bir özellik gibi sunmayı da
seviyoruz. Hala ulus olma bilinci konusundaki öncelik
saptamasında “ biz”in “ben”den önemli olduğunu kabul
edemiyoruz.
Kuvvetli bir özeleştiriye ihtiyacımız var. Artık küçük
coğrafyaların insanı değiliz. Çok hamleli satrançta artık ilk
hamlelerin insanı ve kurbanı olmamalıyız. Benlerimizin özgül
ağırlığını bilerek bencillik ayırdını iyi yapmalı, biz olma
bilincini beslemeliyiz.
Benlerimiz “biz” olmalı, biz “bir” olmalıyız artık.
|