|
|
................... |
|
................... |
AZERBAYCAN
TARİHİ'NDEN
(Rus ve Fars
Egemenliği Altında Kuzey ve Güney Azerbaycan’da Kültürel
Kimlik Arayışları) |
Bilgicik.Com |
|
|
................... |
|
................... |
Rus-İran savaşlarını izleyen,
Gülistan(1813) ve Türkmençay (1829) Barış Antlaşmaları sonucu
ikiye bölünmüş Azerbaycan, bugüne kadar değişik rejimler
altında sömürge olarak varlığını sürdürmüştür. Kuzey Azerbaycan önce Çarlık
Rusya’sı boyunduruğunda Kafkas Azerbaycan’ı, sonra Sovyet
Rusyası yönetimi altında Sovyet Azerbaycan’ı olarak varlığını
sürdürmüş, ancak 1991 yılında bağımsızlığını ilan ederek
Azerbaycan Demokratik Cumhuriyeti adıyla özgürlüğünü
kazanmıştır. Güney Azerbaycan ise, önce İran Şahlığı
yönetiminde, şimdi de İran İslam Cumhuriyeti yönetimi altında
varlığını sürdürmektedir. Azerbaycan Türkleri, Rus ve Fars
hegemonyası altında kendi dilini, geleneklerini, soykökünü
kaybetmemek için kültürel kimlik arayışlarını, bu yolda büyük
bedeller ödeyerek bugüne kadar taşımıştır.
Azerbaycan, 1. Petro (1696-1725) zamanından başlayarak; Çarlık
Rusyası’nın yayılma politikasının ana unsuru olan, işgal
planları arasında önemli bir yer tutmaktaydı. 18. yüzyılda
hanlıklara bölünmüş Azerbaycan’ı, 1786 yılında siyasi
amaçlarla gezmiş Rus subayı Burnaşev, buradaki Şeki, Karabağ,
Guba, Şamahı, Bakü, Nahçıvan, Gence, Tebriz, Erdebil, Hoy,
Urumiye, Talış, Marağa, Maku hanlıklarının kimilerinin idari
yapısının yarı bağımlı, kimilerinin ise bağımsız olduğunu
saptamıştır. Bunlardan Urumiye, Şeki, Karabağ, Guba ve Hoy
Hanlıkları, diğerlerine göre daha güçlüydü. 18. yüzyılın 2.
yarısında, bu hanlıkların liderleri, herbiri ayrı ayrı siyasal
güçlerini artırdıkça, Azerbaycan hanlıklarını kendi
yönetimlerinde bir devlet çatısı altında toplamak amacını
gütmekteydiler. Güney Azerbaycan’da Urumiye Hanı Feteli Han
Efşar, Kuzey Azerbaycan’da ise, Şeki Hanı Hacı Çelebi ve Guba
Hanı Feteli Han Gubalı bu amaçla çaba harcamışlardır.
1790 lı yıllarda, İran’da Türk kökenli Kacarlar yönetime
geldikten sonra, kuzey hanlıkları birbiri ardısıra
bağımsızlıklarını yitirerek, Kacarlar’ın hükümranlığı altında
birleştiler. Güney Azerbaycan’da ise Rusya’nın istilacı
siyaseti güçlendi. 18. yüzyılın sonlarında, İran’daki
Azerbaycan-Türk boyundan olan Kacarlar’ın hakimiyete
gelmesinin ardından, Kuzey Azerbaycan’daki hanlıkları da (tüm
Güney Kafkasya’yı) egemenliği altına almaya çalışan Muhammet
Şah’ın Kacar Devleti ile Rusya arasında birçok çatışmalar oldu
3 Ocak 1804 tarihinde, Gence Hanı Cevad Han’ın güçlü
direnişine karşın, Ruslar, gence Kalesi’ni işgal ettiler.
Cevad Han ve oğlunun da ön saflarda can verdiği savunmada, çok
kan döküldü.
Rus Orduları’nın Kafkasya’daki başarıları Osmanlı’yı ve İran’ı
rahatsız etmeye başladı. Fransa ve İngiltere ise, Rusya’nın
Kafkasya’daki ilerlemesini, İran ve Osmanlı eliyle durdurmaya
çalışıyordu.
10 Temmuz 1804 tarihinde, Rusya ile İran arasında savaş
başladı. Rus Ordusu, birbirinin ardısıra, Karabağ, Şeki,
Şirvan, Guba, Bakü, Lenkeran Hanlıkları’nı ele geçirdi.
Böylece, kuzeydeki birçok hanlık Rusya’nın egemenliğine girdi.
Kacar Orduları’nın, Rusları durdurma çabaları başarısızlıkla
sonuçlandı. Bunun sonucunda, İran ile Rusya arasında 13 Ekim
1813 tarihinde Gülistan Barış Antlaşması imzalandı. Çar 1.
Aleksandr’n temsilcisi Rus Ordusu Başkomutanı general Nikolay
Rtişşev ve İran Şahı Feteli Şah Kacar’ın resmi temsilcisi
Mirze Abdül Hasan Han tarafından imzalanan “ebedi barış ve
dostluk” antlaşması ile, antlaşmanın taraflarına karşı savaşan
bir halk, antlaşmaya taraf dahi olmaksızın iki parçaya
bölündü. Bu sonuç, güç ve adaletsizliğin, gücünü birleştirmeyi
bilmeyenlere karşı, bugüne dek süren zaferi oldu. 11 maddeden
oluşan bu antlaşmaya göre, bu iki istilacı devlet (Rusya ve
İran) arasındaki sınır hattı Aras Nehri olarak kabul edildi ve
Azerbaycan, Kuzey Azerbaycan ve Güney Azerbaycan olarak ikiye
bölündü. Sonraları, halk arasında çok yaygınlaşan şu dörtlük,
bir ulusun bölünmüşlüğünün yüreklerde oluşturduğu ortak acıyı
dile getirdi:
Arası ayırdılar
Su ile doyurdular
Men senden ayrılmazdım
Zülm ile ayırdılar.
İran Kacar Şahlığı, Gülistan Antlaşması ile Güney Kafkasya
topraklarından vazgeçmek istemiyordu. Bu kez de İngiltere ve
Fransa’nın yardımı ile kaybettiği toprakları geri alma
savaşına girişti. 16 Temmuz 1826 tarihinde kuzey hanlıklarını
geri almak amacıyla başlatılan bu savaşlarda, veliaht Abbas
Mirze komutasındaki Kacar Ordusu’nun yenilgisi sonucunda, 10
Şubat 1828 tarihinde Türkmençay Barışı imzalandı. Bu
antlaşmaya göre, Nahçıvan ve Revan Hanlıkları da Rusya’ya
verildi. Rusya, 1850 yılında Revan Hanlığı’ndan Erivan
vilayeti yaratarak, gelecekte oluşturulacak Ermenistan
Cumhuriyeti’nin temelini attı.
Ruslar, Türkmençay Barış Antlaşması’nın 14. maddesi
çerçevesinde, Güney Azerbaycan’ın Marağa, Urumiye gibi
bölgeleri başta olmak üzere çeşitli yörelerinden 40.000 den
çok Ermeni’yi Güney Kafkasya’ya, özellikle Revan, Nahçıvan ve
Karabağ bölgelerine göç ettirdi. Rusya’nın, “Kafkasya’yı
Hıristiyanlaştırma” politikası sonucunda, 20. yüzyılın başına
kadar 1.300.000 dolayında Ermeni, sözü edilen bölgelere göç
ettirildi. Bu toplulukların bir kısmına Karabağ’ın dağlık
yörelerinde toprak sağlanarak, buralar Ermeni yerleşim
bölgeleri haline getirildi. İşte, Azerbaycan’ın bugün yaşadığı
Karabağ sorununun temelleri, büyük bir ileri görüşlülükle, 180
yıl öncesinde atılmıştır.
Çarlık Rusya’sı ve İran Şahlığı’nın böldüğü Güney ve Kuzey
Azerbaycan halkları, 200 yıl boyunca ayrı kalsalar da, bir gün
için bile, aynı ulusun parçası olduklarını unutmamışlardır.
Tebriz’deki Rus Konsolosu 1903 yılında gönderdiği raporda,
Azerbaycan Türkleri’nin Ruslar’dan nefret ettiklerini ve
kendilerini ikiye böldüklerini unutmadıklarını yazıyordu.
İran Devleti sınırları içerisinde kalan Güney Azerbaycan
Hanlıkları, İran’ın 4 eyaletinden biri olarak, Azeri ülkesi
kimliğini korudu.
Gülistan ve Türkmençay Barış Antlaşmaları ile iki
imparatorluk, bir ulusu parçalayarak, birbirine
yabancılaştırmak için, onları, soylarından, köklerinden,
kültürlerinden, geleneklerinden uzaklaştırmayı amaçlayan bir
devlet politikası uygulamayı sürdürdüler. Kültürel birliğin
ortadan kaldırılması, bu politikanın en önemli öğelerinden
biriydi. Doğu bilimleri akademisyeni V.V. Bartold’un, halkın
bütünlüğü için, “kültürel birliğin korunması”nı “siyasal
birliğin korunması”ndan daha önemli sayması bir tesadüf
değildir. Dilin, kültürel birliğin sağlanmasının anahtarı
olduğu düşüncesinden hareketle; Çarlık Rusyası tarafından, 19.
yüzyılın ikinci yarısından itibaren Kuzey Azerbaycan’da
rusdilli okulların sayısı artırılarak “Ruslaştırma”
politikasının güçlendirilmesi çabaları başlatılmıştır. Bir
ulusun yok edilmesi için en önemli adımın, ulus bilincinin
temel taşı olan dilinin ortadan kaldırılması olduğu gerçeğidir
ki, bu yöndeki çalışmalar, sömürgeleştirilmek istenen
ülkelerde uzun vadeli bir politika olarak uygulanagelmiştir.
19. yüzyılın ikinci yarısında Kuzey Azerbaycan’da petrol
sanayiinin gelişmesi, yerli burjuvazinin oluşmasına ve
gelişmesine yol açmıştır. Rusya’nın “halklar hapishanesi”
olduğunu ve ulusların gelişiminin ancak “aydınlanma” ile
mümkün olabileceğini anlayan liberal burjuvazi; gazete ve
dergilerin basılmasına, yeni okulların açılmasına parasal
destek sağladı. Azerbaycan’da bugün bile adı saygıyla anılan
Hacı Zeynalabidin Tağıyev’in 1896 yılında Bakü’de açtığı “Kız
Mektebi” sayesinde, kızların öğrenim görebilmesinin ilk
adımları atılmıştır. Tağıyev, ulusal burjuvazinin ileri
görüşlü ve akıllı bir temsilcisi olarak; sömürge
ekonomi-politikasını kırıp, petrolden elde ettiği gelirle,
ulusal üretimi artırmak amacıyla fabrikalar kurarak, ulusal
sanayiin kurucularından olmuştur.
Azerbaycan’ın yetenekli gençlerine burslar vererek, onlara
Avrupa’da yüksek öğrenim olanağı yaratmıştır. Bu
girişimlerledir ki, Kuzey Azerbaycan’da 19. yüzyılın ikinci
yarısında, ulus düşüncesi gelişmeye başlamıştır. Azerbaycan’ın
seçkin ve öncü siyaset adamı, filozof ve yazarı olan Mirze
Feteli Ahundzade (1812-1878) , 1880’li yıllarda ilk kez
“Keşkül” Gazetesi’nde “Azerbaycan Milleti” ifadesini
kullanmıştır. M.F. Ahundzade’nin, yalnızca Azerbaycan’ın
değil, bütün “doğu”nun sosyal ve siyasi düşüncesindeki etkisi;
18. yüzyıl Fransız düşünce ve siyaset adamlarının, Avrupa’da
oluşturdukları etki ile kıyaslanabilecek düzeydedir. M.F.
Ahundzade, Azerbaycan Halkı’nın siyasal uyanışını sağlayarak,
anadilinde okullar açılmasını, Azerbaycan Türkçesi’nin
geliştirilmesini, Arap Alfabesi’nde Azerbaycan Dili’ne uygun
değişiklikler yapılmasını, eğitimin din etkisinden
kurtarılmasını gerçekleştirmek ve bu şekilde ulusunu,
sıkıştırıldığı köşeden, dünyaya hakim olan siyasal ve sosyal
gelişim düzeyine çıkarmak istiyordu. Yazdığı eserlerde,
Azerbaycan Türkçesi’ni Farsça sözcüklerden arındırmaya
çalışarak, Azerbaycan Dili ve Edebiyatı’nı geliştirmiştir.
M.F.Ahundzade’nin görüş ve düşüncelerini sürdüren, yüksek
öğrenimini Avrupa’da gören seçkin önder, gazeteci-yazar ve
eğitimci Hasan Bey Zerdabi (1842-1907) , dünya uygarlığının
benimsenmesinin ancak anadilin yaygınlaştırılarak
öğrenilmesiyle mümkün olabileceğini savunuyordu. Zerdabi’nin,
bütün Türkdilli halkların bu yolla birbirlerine yakınlaşması
fikri, birçok seçkin Türk düşünürünün de dayanağı olmuştur.
Hasan Bey Zerdabi, 1875 yılında anadilinde yayınlanan “Ekinci”
Gazetesi’ni basmakla, Azerbaycan basınının kurucusu olmuştur.
Bu gazete, Türkdilli kalkların ulus bilinçlerinin gelişmesinde
önemli rol oynamıştır. Bu ulus bilincinin oluşmasıdır ki,
sömürgecilik baskısına karşı bağımsızlık mücadelesinin
gerekliliği fikrini doğurmuştur. Zerdabi’nin, Azerbaycan’da
öncü ve ulus bilincine sahip aydınların yetişmesinde önemli
rolü olmuştur. Azerbaycan ulusal bağımsızlık hareketini
gerçekleştiren büyük siyaset adamı Mehmet Emin Resulzade,
“Ekinci” Gazetesi’ne büyük önem vererk şöyle söylemiştir:
Anadilinde ilk gazetesini basan toplum, bir ulus olarak
şekillenmeye başlamış demektir. Basın-yayın geleneği olan halk
ise, gelişmiş bir ulus olduğunu göstermektedir.
Bu süreç tamamlanana kadar, çok zor ve dolambaçlı yollardan
geçilmiştir. Önce “ümmet” düşüncesi ile “Müslümanım” denilmiş,
daha sonra ulus bilinci arttıkça, ana kimliğin dinle değil,
anadille, geleneklerle, ülke ile belirlendiği anlaşılmıştır.
Kuzey Azerbaycan’ın Rusya yönetimine geçmesi ile ilgili
olarak, M.E.Resulzade şöyle yazıyordu: Rus istilasının iyiliği
şu oldu ki, Azerbaycanlılar, kendilerini toplumsal bir vücut,
özel kültür tohumlarını taşıyan bir topluluk, yani Farslar’dan
ayrı bir ulus olduklarını hissetmeye başladılar. Rus
süzgecinden geçerek de olsa kendilerine ulaşan Avrupa bilim ve
tekniğinin etkisiyle, Azerbaycan, doğunun kuşku ve
hurafelerinden silkinerek, iyi bir hayat eseri gösteriyor,
doğru yolu buluyor, büyüyüp gelişiyordu.
20. yüzyılın başında İran’ın en zengin ve gelişmiş vilayeti
olan Azerbaycan’da, kapitalizmin gelişmesi ile oluşan aydın
kesimi, siyasal ve kültürel topluluklar kurmaya, çağdaş
uygarlık düzeyinde okullar açmaya çalıştılar. Bu çabaların
sonucunda, henüz eğitim dili haline getirilememiş de olsa;
Azerice, konuşma dili olarak hem Azeriler hem de ülkede
yaşayan diğer halklar arasında yaygınlaşmış ve insanlar
arasındaki iletişimi sağlamaya başlamıştı. 19. yüzyılın
sonlarında, Güney Azerbaycan’a gelen bir yabancı, Fars Dili’ni
konuşan Azeriler’in bu dili, ancak okulda ya da seyahatte
öğrenilecek ölçüde bildiklerini düşünebilirdi. Tebriz’de
veliaht sarayındaki resmi yazılar dışında bütün işler
Azerbaycan Türkçesi’nde yürütülmekteydi.
Mirze Sadıg Tebrizi’nin 1893 yılında basılmış “Defter-i
Edebiye” ders kitabında, çocuklara, kolaydan zora doğru bir
anadil öğretimi önerilmekteydi. Fakat bu kitapta, Hasan
Rüşdiyye tarafından, kendi “Vatan Dili” dersliğinde (1894)
uyguladığı ve çok kısa zamanda anadilinde okuma ve yazma
alışkanlığını sağlayan ses yöntemi yer almamaktaydı. Bu
kitaplarla, Güney Azerbaycan tarihinde ilk kez, çocuklar
anadillerinde öğrenim görmeye başlamışlardı. Başta büyük
eğitimci H.Rüşdiyye olmak üzere Azerbaycan’ın ulusalcılığı
benimsemiş aydınları, eğitimi çağdaşlaştırmak ve alfabenin
anadilde öğretilmesini gerçekleştirerek, 19. yüzyılın
sonlarında Azerbaycan Dili’ni eğitim ve öğretim sistemine
yerleştirmişlerdir.
Kuzey Azerbaycan’da, Türkiye’de basılan gazete ve dergiler,
Tebriz’de büyük ilgi ve heyecanla okunurdu. Özellikle,
“Ekinci” (1875-1877) , Tercüman (1883-1917) gazeteleri hem
yaygın olarak okunuyor, hem de bu gazetelere yazılar
gönderiliyordu. Bu gazeteler, Azeri tüccarlar tarafından
İran’ın birçok yöresine götürülüyordu. Daha sonraları,
günetdeki soydaşları, Kuzey Azerbaycan’ın Mirze Elekber
Sabir’ini, Celil Memmed Guluzade’sini ve onun “Molla Nasreddin”
Dergisi’ni okuyarak “ben kimim? ..” sorusuna yanıtlar
aradılar. Özellikle, Celil Memmed Guluzade’nin:
Haradır Azerbaycan? Gelin bir defe oturağ ve
Keçe papağımızı ortalığa goyup fikirleşek:
Haradır, bizim vetenimiz?
sözleri, gerek güneyde gerekse kuzeyde kimlik arayışının en
güzel anlatımıdır.
Kuzey Azerbaycan’da, Azerbaycan Demokratik Cumhuriyeti
(1918-1920) Sovyet Rusyası tarafından devrildikten sonra,
“Sovyetleşme” adı altında “Ruslaştırma” politikası güçlenmeye
başladı. İlk başlarda çok masumane görülen, “pamukla baş
kesmek” kadar ince bir yaklaşımla yürütülen bu politika,
Lenin’in “barış“ üzerine kararnamesiyle, bütün halklara
özgürlük adı altında gerçekleştirilirdi. 1922 yılında kurulmuş
olan Sovyetler Birliği’nde, özellikle Stalin döneminde
(1922-1953) , Türksoylu halklara kimliğini unutturmak, uzun
erimli bir devlet politikası olarak benimsendi. Türk soyları
içerisinde özel bir yeri olan Azerbaycan (ki Lenin tarafından
“şarkın kapısı” olarak adlandırılıyordu) Türkleri ile ilgili
politikalar, ayrı bir önem taşıyordu. Bunun nedeni, 20.
yüzyılın başlarında aydınları Avrupa’da öğrenim görmüş, ulus
bilinci edinmiş, aynı zamanda ulusal burjuvaziyi oluşturmuş
Azerbaycan’ın, Sovyetler Birliği’nin bütünlüğü için her zaman
ciddi bir tehlike oluşturacağı düşüncesiydi.
Bu düşüncenin şekillenmesinde, Azerbaycan’ın güney kısmının
İran yönetiminde ve nüfusça kuzeydeki kısımdan çok daha fazla
olması, daha da önemlisi kendini Türk olarak tanımlaması, göz
ardı edilemeyecek bir etkendi. Kardeş ve komşu Türkiye’nin
etkisinin her zaman güçlü olduğu Azerbaycan, Stalin’in
“Pantürkist” olarak damgaladığı aydınlarının sonlarının,
kaçınılmaz biçimde Sibirya sürgünü ve yitim olduğu gerçeğini
yaşayageldi. Özellikle 1937’lerde, Mikail Müşfig (1908-1939) ,
Ahmed Cevad, Hüseyin Cavid (1882-1941) , kaymağı toplanan
Azerbaycan aydınlarının en çarpıcı isimleridir. Hüseyin
Cavid’in Sibirya’daki kabri bulunmuş ve kemikleri 1990’lı
yıllarda Azerbaycan’a getirilmiştir. Birçok Azerbaycan aydını,
(son olarak KGB adı altında etkinliğini sürdüren) Sovyet
istihbarat teşkilatının sürekli takibinden kurtulabilmek için,
yurtdışına ve özellikle Türkiye’ye göç etmişti. Bunlardan biri
olan Elmas Yıldırım (1907-1952) , Dağıstan ve Türkistan’a
sürgüne gönderildikten sonra, Sibirya’da öleceğini kesinlikle
bildiğinden, önce İran’a, sonra da Türkiye’ye kaçmıştı. Elmas
Yıldırım da, bölünmüş Azerbaycan’ın derdini yüreğinde
taşıyarak, duygularını şöyle dile getirmiştir:
Tarih boyu aktığı yerden alıp hızını,
Koşmuş deli Kuzgun’a Kür çağlaya çağlaya,
Görünce başucunda dertli Türkmen kızını,
Aras ta derde gelmiş, yas bağlaya bağlaya…
Kucaklaşmış o yerde, birleşmiş iki bacı,
Biri aşkım, varlığım, biri başımın tacı…
Sovyetler Birliği’nin 1956 yılında toplanan 20. kurultayında,
Stalin’in yanlışları ortaya koyularak, bir zamanlar binlerce
Azeri aydınını, “halk düşmanı” damgası vurarak ölüme gönderen
bu insan, kendisi “halk düşmanı” ilan edilmişti, Nikita
Sergeyeviç Huruşşov (Kuruşçev) Hükümeti (1953-1964) zamanında,
yukarıda değindiğimiz politikalarda bir ölçüye kadar yumuşama
hissedilmişse de; Azerbaycan Türkü’nün, milliyetinin
Azerbaycan Türkü değil Azerbaycanlı olarak kabul edilmesi,
soyadlarının sonuna –ov, -ova, -yev, -yeva ekleri getirilerek
Ruslaştırılması, kapanan Güney-Kuzey Azerbaycan sınırının
statüsünün korunması çabaları sürdürülmüştür. Azerbaycan
dilinin resmi dil statüsüne getirilmesi, eğitimin Azerbaycan
dilinde olmasına karşın, ince bir “Ruslaştırma” politikasıyla,
son yıllara kadar, devlet dairelerinde, dilekçelere varana
kadar tüm belgeler Rusça düzenleniyordu. Akademik çalışmalar
Rusça hazırlanmak zorunda, doktora tezleri bile Moskova
sansüründen geçtikten sonra akademik ünvanlar verilmekteydi.
“Böl ve parçala” politikasını uygulayan Sovyetler Birliği,
Rusça’yı anadili kabul eden Rusdilli aydınlarla anadilini
benimseyen, üstün tutan aydınları karşı karşıya getirmekle
yetinmeyip, halk içerisinde (Nahçıvanlı, Bakülü, Şekili gibi)
yöresel ayrımları vurgulayarak, baskısını kuvvetlendirecek
zemini elde etmiştir. Dünya kültür tarihinde, en yakınlarına,
anasına “mama”, babasına “papa” diyecek denli sömürgecisinin
dili benimsetilmiş, Rusça konuşmayı, aydın olmanın gereği
sayan, üstün bir nitelik, bir ayrıcalık olarak gören bir
gençlik, sanırız, benzeri politikaların az rastlanılan bir
zaferinin göstergesidir.
Ruslaştırma politikasına karşı çıkan Azerbaycan aydınları,
yazarları, şairleri, anadillerinin kullanımının, yalnızca
anayasa hükümleri çerçevesinde kalmasını değil, gerçekten de
yaşama geçirilmesini savunageldiler. Resmi yazışmalar,
bilimsel araştırmalar, ders kitapları, gazete ve dergiler,
giderek, Azerbaycan dilinde yaygınlaşmaya başladı.
Üniversiteler, Azerbaycan Bilimler Akademisi Araştırma
Enstitüleri, Azerbaycan edebiyatı ve tarihi üzerine kapsamlı
araştırmalar yaptılar. Özellikle, Bilimler Akademisi Şarkiyyat
Enstitüsü Güney Azerbaycan Bölümü, Profesör Şevket Hanım
Tağıyeva başkanlığında, bu konuda uzmanlar yetiştirerek,
“güney”i “kuzey”e tanıtacak eserler hazırladılar. Her zaman,
Azerbaycan Halkı’nın yolunu aydınlatan gerçek aydınlardan
Mirze Elekber Sabir, Celil Memmedguluzade, Cefer Cabbarlı,
Hüseyin Cavid, Mikail Müşfik gibi önderlerin açtığı yolda,
onları izleyen nicelerinin yetişmesini de sağladı.
Şiirleri ile ulusal duygular aşılayan, vatan sevgisinin
kutsallığını vurgulayan, Semed Vurgun, Bahtiyar Vahapzade,
gibi isimler, genç neslin ulusal coşkuyla yeşermesini
sağladılar. Azerbaycan kimliğinin ve tarihinin öğrenilmesinde
basın ve yayının önemli işlevi olmuştur. Bu konularda,
bilimsel araştırmalara dayanarak, Azerbaycan Bilimler
Akademisi’nin “Haberler” Dergisi, Azerbaycan Yazarlar
Birliği’nin “Azerbaycan” Dergisi, Edebiyat ve İncesanat
Gazetesi ve benzeri basın organları, değerli veriler ortaya
koymaktaydılar. Bununla birlikte, yeni açılan arşivler,
Azerbaycan tarihinin yeniden yazılması gerekliliğini ortaya
koymaktadır. Edebiyat ve tarihin dahi “partili” olduğu bir
dönemde, her bilim dalının başına, sanki bir ön ekmişcesine
“Sovyet” sözcüğünün getirildiği de gözönüne alınırsa, bu
dönemdeki çoğu araştırmanın, nesnellikten uzak olduğu açıktır.
Öte yandan, çocuğunun Rusça öğrenim görmesini sağlamak
isteyenlerin öne sürdükleri gerekçe, Azerbaycan dilinde
öğrenim gördüğünde iş bulamayacağı, ancak Rus Dilinde öğrenim
görenlere tüm Sovyet üniversiteleri ve işyerlerinin açık
olacağıydı. İlköğrenimini anadilinde görmeyen, edebiyatını
okuyup tanımayan bir bireyin, ulusal kimliğini hiçbir zaman
benimseyemeyeceği, hatta bu arayışı bile gereksiz göreceği
açıktır. Bir ulusun bireylerini bu duruma getirmek ise,
sömürgeleştirme politikalarının vazgeçilmezidir.
Azerbaycan Türkleri’nin, Güneyli-Kuzeyli olarak bölünseler de
aynı ulusun parçaları olduğu konusunda kuşkular yaratmak
üzere, Rusya ve İran’da devlet güdümlü özel “araştırmalar”
sonucu, çok sayıda makaleler ve kitaplar yazıldı. Çocuklar
ülkelerinin tarihini ders kitaplarından öğrenirken, Kuzey
Azerbaycan’ı “Sovyet Azerbaycanı”, Güney Azerbaycan’ı ise
“İran Azerbaycanı” olarak bildiler. Amaç, genç nesillerin,
birbirini tanımamasını, aynı soydan olduklarını unutmasını
sağlayarak, birbirlerini “Şurevi” ve “İranlı” olarak
adlandırıp yabancılaşmalarını gerçekleştirmekti. İran’da,
Azerbaycan Türkü’nün ulusal varlığını, dilini ve ülkesini
yadsıyan, birçok “amaçlı” “bilim adamı” yetiştirildi. Aynı
politika, Sovyetler Birliği’nde de ısrarla yaşama geçirildi.
Ders kitaplarında, özellikle tarih ve edebiyat derslerinde,
yanlış ve çarpıtılmış bilgilerle genç beyinler yıkanarak; bir
yanda “sovyet vatandaşı”, diğer tarafta “İran vatandaşı”
yetiştirilmeye çalışıldı.
Güney Azerbaycan’da bağımsızlık mücadelesi vermiş olan Setter
Han (1867-1914) , Heyder Emioğlu (1880-1921) , Şeyh Mehemmed
Hiyabani (1880-1920) , Seyid Sefer Pişeveri (1893-1947) gibi
özgürlük savaşçıları, Azerbaycan kimliği bilincinin ve
bağımsızlığının tohumlarını ekmişlerdir. Özellikle Aralık
1945-Aralık 1946 tarihleri arasında varlığını bir yıl
sürdürebilmiş Sefer Pişeveri’nin başkanlığındaki Azerbaycan
Milli Hükümeti, anadilde eğitim veren bir üniversite açmış, ve
bu dönemde ilkokullar, radyo, basın ve yayın ilk kez
Azerbaycan Dilinde faaliyete geçmiştir. Bu ulusal hükümet, 6
Ocak 1946 tarihli kararıyla Azerice’yi Güney Azerbaycan’ın
resmi dili ilan etmişti. Hükümet, bütçesinin %40’ını eğitim ve
uygarlığın gelişimi için ayırmaya karar vermişti. Ne yazık ki,
bu hükümetin yıkılmasıyla, sözkonusu kanunlar yürürlükten
kaldırıldı. Bundan sonra, “Farslaştırma” politikası daha da
güçlendi. 1950’li yıllarda Güney Azerbaycan’a uygulanan
“Farslaştırma” politikasının sonuçlarını inceleyen Sovyet
araştırmacısı Y.A. Doroşenko şunları yazıyordu: Eğitim, kültür
ve dil alanında zorunlu Farslaştırma, azınlıkta kalan
halkların sert tepkilerine neden oluyor; hükümet, İran
Azerbaycan’ında bugün de Fars Dilinin yetersiz öğrenilmesi ve
benimsenmemesinden duyduğu rahatsızlığı ifade ediyordu. Çünkü,
halk Farça’yı kullanmaktan kaçınmaktadır. Öğrenciler ise, ders
zamanı Farsça’yı boykot ediyorlardı.
İran Şahı’nın, Fars Dilinin, İran’ın Fars olmayan halkları
arasında yayılması yönünde özel bir fermanı vardı. Şah
rejiminin ideolojisi, Azerbaycan’ın tarihine, diline ve
uygarlığına, Paniranizm ve Fars şovenizminin uygulanması,
Azerbaycan Türkleri’nin İran’da bir ulus olarak yadsınmasına
yönelikti. İran Şahı, 1958 yılındaki bir kabine toplantısında,
Milli Eğitim Bakanı’na şu sözleri söylemişti: Öyle önlemler
alın ki, Fars Dili, çocuk yuvalarında, okullarda, basın yayın
organlarında yaygınlaştırılarak, halkın adet ve alışkanlığına
dönüşsün ve onlar giderek kendi anadillerini unutsunlar.
Fakat, Şah’ın bu direktifleri beklenen sonucu vermedi.
Güney Azerbaycan Milli Hükümeti tarafından 1946 yılında
kurulan Azerbaycan Yazarlar ve Şairler Cemiyeti, bu hükümet
yıkıldıktan sonra kapatılarak üyeleri ya hapsedildi ya da göç
ettirildi. 1960 lı yıllara kadar Güney Azerbaycan’ın kültürel
yaşamına, durgunluk hakim oldu. Seyyid Mehemmed Şehriyar’ın
1954 yılında basılan “Heyder Baba’ya Selam” şiiri, halk
tarafından “sehra yağışı=çöl yağmuru” olarak değerlendirilip
benimsendi. Şehriyar ve O’nun “Heyder Baba”sı, kuzey ve
güneyiyle bütün Azerbaycan halkını pamuk denli yumuşak,
çelikten sağlam, ince tellerle birleştiren, onu yumuşacık
sözlerle uyandıran, ardından, silkindirip ayağa kaldıran bir
heyecan dalgası oluşturdu. 1960 lı yıllarda, Güney
Azerbaycan’da, Semed Behrengi, Behruz Dehgani, Elirıza Nabdel
gibi şair ve yazarların, beğenilerek okunan eserleri basıldı.
1946-1979 yılları arasında basın yayın alanında Azerbaycan
dilinin kullanılması yasaklanmıştı. Bu yasak, 14 Ekim 1978
tarihinde kaldırıldı. 17 Ocak 1979 tarihinde Tebriz’de,
Azerbaycan ve Fars Dilinde çıkan “Ulduz” Gazetesi, Mehemmed
Rıza Pehlevi diktatörlüğünün devrildiğini Azeriler’e kendi
anadillerinde duyurdu. Bundan sonra, çok sayıda gazete ve
dergi, Azerbaycan Dilinde basılmaya başladı. Bunlardan, bugüne
dek yayın yaşamını sürdüren “Varlık” Dergisi, büyük önder
Cevad Heyyet’in başkanlığında hazırlanmakta ve her iki
Azerbaycan’da büyük ilgi görmektedir. Halen yürürlükte olan
İran Anayasası’nın 15. maddesine göre, İran Halkı’nın ortak
resmi dili Farsça’dır. Öte yandan, yerli ve etnik dillerin
Fars Dili ile birlikte kullanılması, basın yayında yer alması
ve ulusal edebiyatın okullarda okutulması serbesttir. Bununla
birlikte, bu madde de anadilin kullanılmasına sınırlı bir
özgürlük tanımaktadır.
Azeri Türkçesi konuşup, ilkokuldan başlayarak Farsça öğrenim
görerek “ben İranlı’yım” diyen kimi Azerbaycan Türkleri’nin
ulus bilincinin gelişmemesi, işte bu eğitimin sonucudur. İran
İslam devrimi’nden sonra, Azeri Türkçesi ile basılan gazete ve
dergiler, bu eksiği kapatmak için, Azerbaycan tarihini,
uygarlığını, edebiyat ve dilini öğretmeye, halkta kendine
güven ve ulus gururu uyandırmaya, bunun sonucu olarak ta,
kendi ulusal hakları uğruna mücadele verme gücü aşılamaya
yardım ettiler. 31 Aralık 1989 tarihinde, Azerbaycan Sovyet
Cumhuriyeti ile İran Devleti arasındaki sınır boyundaki tel
örgüler, Azerbaycan vatandaşları tarafından, büyük bir
coşkuyla söküldü. 18 Ekim 1991 tarihinde, Kuzey Azerbaycan’da
bağımsızlık ilan edilerek Azerbaycan Demokratik
Respublikası’nın kurulması, Güney Azerbaycan’da ulus
düşüncesinde yeni bir canlanma yarattı. İki Azerbaycan
arasında gidiş gelişlerin artması, kültürel, siyasi ve
ekonomik ilişkilerin gelişmesi, uzun yıllar farklı rejimlerde
yaşamış olan bir halkın, iki kesiminin, birbirini tanımasına
olanak sağlamıştır. Bundan rahatsız olan bugünkü İran rejimi,
şahlık devrinde yaşama geçirilmeye çalışılan “tek İran
milleti” politikasını, “tek İslam ümmeti” şeklinde uygulamaya
çalışmaktadır.
Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla, Kuzey Azerbaycan’da
bağımsız bir Azerbaycan Demokratik Cumhuriyeti’nin kurulması,
Azerbaycan’ın gelecek günleri için önemli bir dönüm
noktasıdır. Azerbaycan Ulusu, maddi ve manevi yönden zengin
bir altyapıya sahip olarak, Atatürk’ün Türk gençliğine
seslenişinde vurguladığı şekliyle, “muhtaç olduğu kudreti
kendi damarlarındaki asil kanda” bulamazsa, tarihi bir fırsatı
kaçırmış olacaktır.
Anadilim, anam dilim;
Özüm sene gurban dilim.
Tustağlığın bitene dek,
Senle birge yanam, dilim…
Şekersen mi, bal mı yoksa?
Işığını sal ulusa.
Cihan menem, men cihanam,
Dilim hemişe azadsa |
|
|
|
|
|
|
|