Defne Sarısoy: Türk-Rus ilişkilerinin öncelikle dününden
başlayalım. Bugüne yansımaları olan hangi önemli dönemler ve
süreçler geçirdi ikili ilişkiler?
Bülent Aras:
20’nci yüzyıldan başlarsak, Türk-Rus ilişkileri için Bolşevik
ihtilali çok önemli bir kilometre taşı. İhtilalle beraber
Türk-Rus ilişkileri durulmaya geçti ve Rusların iç
çalkantıları bir şekilde Türkiye ile ilişkilerini iyi götürme
iradesini ortaya çıkardı.
Türkiye’deki genç Cumhuriyet’in bir çeşit anti-emperyalist
karakteri, Sovyetler tarafından hoş algılandı ve bu dönemde
Türkiye’ye birtakım yardımlar da yapıldı. Buradan Soğuk
Savaş’ın başladığı döneme geçersek, İkinci Dünya Savaşı’ndan
sonra ilişkiler karşılıklı olarak geriliyor. Stalin net bir
şekilde Türkiye’den birtakım taleplerde bulundu; Boğazları
kullanma ve Türkiye’yi uydusu olarak kullanma talebi gibi. Bu
talepler bir anlamda Türkiye’nin savaş sonrası 50 yılına şekil
veren politikaları belirledi. Bir anlamda “Sovyet korkusu”
Türkiye’nin NATO’ya, Batı’ya yakınlaşmasına sebep oldu ve
Türkiye uzun yıllar ABD’nin stratejik müttefiki olarak
Sovyetler Birliği’nin karşı politikası içinde yer aldı ve bu
süreç 1990’lara kadar devam etti.
Türkiye’de özellikle Anadolu coğrafyasında yerleşik bir Rus
düşmanlığı vardır. Osmanlı-Rus savaşı sonucu Kafkasya’dan çok
fazla göçmen Türkiye’ye gelmişti. Anadolu’da Rusya aleyhinde
ciddi bir tarihi hafıza var. Büyükannelerinden,
büyükbabalarından Rusya ile ilgili hep kötü şeyler duyan bir
kuşak yetişti Cumhuriyet Türkiye’sinde. Bu Rus düşmanlığı daha
sonra Soğuk Savaş döneminde pekişti. Bu emperyal mirasın
negatif tarih algılaması karşılıklı olarak ilişkileri zaman
zaman zorluyor.
KAFKASYA’YA KİMSENİN GÜCÜ YETMEDİ
Üçüncü kilometre taşı ise 1990’da Sovyetler Birliği’nin
çöküşü. Sovyetler Birliği çökerken ortaya birçok yeni devlet
çıktı, Türkiye’nin kuzeyinde jeopolitik bir yeniden yapılanma
oldu. Bu yapılanma Türkiye’nin bütün jeopolitik oryantasyonunu
değiştirdi. Önceki dönemde iki bloklu dünya düzeni içerisinde,
ABD’nin yanında onun bir uzak karakolu olarak çalışan, Batı
bloğu içerisindeki yerini karşılamaya çalışan bir ülkeyken,
bir anda Türkiye çok kimlikli bir politikada yer almaya
başladı. Türkiye’nin Orta Asya, Ortadoğu, Kafkasya ve
Karadeniz’deki nüfuz bölgeleri ortaya çıktı. Türkiye bir
refleks olarak bu bölgelere yönelik programlar geliştirdi.
Karadeniz Ekonomik İşbirliği, Türkiye’nin dış politika
aktivizminin bir nüvesi olarak ortaya çıktı. Sovyetlerin
çöküşü hem Türkiye’nin resmi politikasında çok ciddi bir
canlanma getirdi, hem de ülke içindeki dış politika
algılamalarını değiştirdi.
1991’den sonra daha spesifik olarak Türk-Rus ilişkileri
çeşitli dönemlerden geçti diyebiliriz. 1995 itibariyle
Türkiye, Türk Cumhuriyetleri’ne yönelik bir politika
geliştirme sürecine girdi. Temel iddia şuydu; Rusya’nın
özellikle güneyinde bir güç boşluğu var, bunu Türkiye, Rusya
ve İran jeopolitik rekabetiyle bir şekilde dolduracak. Türkiye
bir taraftan Batı’nın da desteğiyle, ortak kimlik ve tarih
birikimlerini işleyerek burada bir Türk modelini geliştirme
yönünde ciddi girişimlerde bulundu. Batı adına burada rol
Türkiye’ye biçildi ve Türkiye de bunu üstlendi. Türkiye’de peş
peşe ortaya çıkan ekonomik krizler, Orta Asya politikalarının
yürütülmesinde çıkan aksaklıklar gibi birçok nedenle Türkiye
üçlü rekabette sivrilemedi. Diğer rakipler de kendi özel
nedenleriyle ciddi bir oyuncuya dönüşemediler. Glastnost’tan
10 yıl sonra anlaşıldı ki, ne Türkiye ne Rusya, ne de İran’ın
burayı dolduracak kadar ekonomik ve siyasi potansiyeli yok.
Fakat bir sürpriz Kuzey Kafkasya’da ortaya çıktı. Dağıstan,
Çeçenistan ve Osetya gibi daha küçük devletler üzerinde,
Rusya’nın insan hakları ihlallerine varan egemenlik
politikaları, Türkiye’de rahatsızlık yarattı. Özellikle bu
coğrafyanın Türkiye’deki diasporası, Rusya’nın Kuzey Kafkasya
politikalarını gündeme getirdi. 1990’ların özgür ortamının
etkisiyle Türkiye’de, birçok Kafkas diaspora toplum dernekleri
sivil inisiyatiflerini güçlendirdi ve Rusya aleyhinde
söylemler geliştirdi. Bu oluşumlar devlet ve sivil toplum
seviyesinde lobi faaliyetleri yaptılar. Transkafkasya
dediğimiz, Kuzey Kafkasya’da Rusya’nın içerisindeki uzak
bölgelerin de dahil olduğu bölge 1990 Türk-Rus ilişkilerinin
merkezidir.
Türkiye’nin Çeçenlere, buna karşılık da Rusların PKK’ya destek
vermesi, restleşmeyle ilişkilerin gerilmesine neden oldu.
Abdullah Öcalan’ın Şam’dan kaçarken Rusya’ya gitmesi, orada
kendine sığınak bulması tesadüfi değil.
ORTAK KADER:
İMPARATORLUK MİRASI
1999’a kadar olan dönemde, Türk-Rus ilişkileri bu şekilde
cereyan etti. Şunun altını çizelim; ilişkiler siyasal olarak
sorunlu ama ekonomik olarak gayet olumlu gerçekleşti.
Bir dönem bavul ticareti çok ciddi rakamlara ulaştı, iki ülke
arasındaki dış ticaret 15 milyar dolara çıktı. Rusya,
Almanya’dan sonra Türkiye’nin ikinci büyük ticari partneri.
Siyaseten ilişkiler bu kadar kötü giderken, ekonominin bu
kadar olumlu gitmesi, siyasi kurumlarda baskı yarattı. Siyasi
sorunları gidermeye başlama süreci kanımca bu ekonomik
ticaretin bir sonucu olarak da görülebilir.
Aslında Türkiye ve Rusya birbirine oldukça benzeyen iki ülke.
Her iki ülkenin de bir imparatorluk geçmişi var. Bu dev tarih
günümüz Türk ve Rus toplumlarında ciddi bir baskı yaratıyor,
buna ‘imparatorluk sonrası yalnızlık’ deniyor. Biraz da
travmatik bir yönü var. Genetik kodla geçmiş bu ‘emperyal ruh’
zaman zaman diriliyor, zaman zaman bastırılıyor. Psikolojide
‘bastırılmışın geri dönmesi’ olarak adlandırılan durum zaman
zaman patlıyor.
İkisi de çok kimlikli ülkeler. Rusya’nın hem Batılı, hem
Asyalı, hem Karadenizli kimlikleri var. Hatta Rus dış
politikasını da Asya’yla Avrupa arasındaki gidip gelme
belirliyor. Şu anda sarkaç daha Asya’ya yakın.
RUSYA, UKRAYNA’DA
SIKIŞTI
İlişkilerin iyileşmesi için Türkiye önemli adımlar attı. Bunun
arka planında Avrupa Birliği sürecindeki siyasal reformlar,
IMF ile girilen ekonomik angajmanın rolü var. IMF’nin katkı
dolaylı. Ekonomik olarak kendini bağlayan Türkiye, istikrarın
bozulmaması için komşularıyla barışçıl ilişkiler sürdürdü.
Ekonominin nispeten düzelmesi politikacılara özgüven verdi. Bu
özgüven, komşularla doğrudan diplomasinin yürütülmesine yol
açtı. Türkiye’nin hamlesi biraz da Rusya’nın sıkışmışlığı
nedeniyle olumlu karşılık gördü.
Rusya ciddi bir şekilde Batı karşıtlığına doğru sürükleniyor.
En son Gürcistan ve Ukrayna seçimlerine bakarsak, seçim
sonuçları Rusya için hüsran oldu.
Gürcistan’da ABD ile, Ukrayna’da ise Avrupa Birliği ile bir
karşılaşmaya girmiş oldu. Putin iki kere Ukrayna’ya gitti,
fakat desteklediği başkan adayı seçilmedi. Sonucu biliyoruz.
Avrupa Birliği ve ABD ile bu derece karşılaşmış ve onlara
yenilmiş bir ülkenin, iki nefes alma yolu var: Bir; askeri
ilişkilerinde kendisine müttefik bulmak. İki; Ortadoğu’ya,
Akdeniz’e açılmak için Türkiye ile ilişkilerini geliştirmek.
Rusya ikinci strateji olan Türkiye üzerinde artık çok ciddi
bir şekilde duruyor.
Defne Sarısoy: Rusya,
Türkiye’nin AB üyeliğini desteklediğini açıkça ortaya koyuyor.
Peki Avrasyacılık tezlerinin ortaya atıldığı bir dönemde,
Rusya neden Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üyeliğini
destekliyor? Ayrıca, Putin’in KKTC’ye verdiği destek ve
Ermenistan ile sorunların çözümüne katkıda bulunma isteği
nasıl yorumlanmalı?
Bülent Aras:
Rusya şunu fark etti, Gürcistan ve Ukrayna krizleri Avrupa’nın
Türkiye ile ileride inşa edecekleri ortaklık için önemli test
alanı oldu.
Türkiye, hem Gürcistan krizinde hem de Ukrayna krizinde olgun,
yapıcı ve hassas bir dış politika izledi. Ne Avrupa Birliği’ni
rencide etti ne de Rusya’yı; sadece uluslararası anlaşmalara
vurgu yaparak bu krizleri atlattı. Bu bağlamda Türkiye, Avrupa
Birliği dış politikasının ötesinde, bölge realiteleriyle daha
içiçe, barışık bir rol oynadı. Fazla risk de almadı. Durum
böyle olunca Rusya’nın, Türkiye’den çekinmesine gerek kalmadı.
Avrupa Birliği’nin ortak dış politikasından ziyade, Türkiye
bölgesel dengeleri gözeten bir dış politika izleyeceğini net
bir şekilde ortaya koydu. Türkiye’nin AB’ye tam üyeliği
sonrasında, Avrupa’nın Kafkasya ve Ortadoğu politikasını büyük
bir oranda Türkiye’nin belirleyeceği düşüncesi var ki, bu uzak
bir beklenti değil. Avrupa’nın, özellikle küçük ülkelerinin
ciddi bir dış politika vizyonundan yoksun olduklarını
biliyoruz. Türkiye, bu noktada Avrupa içinde önemli bir dış
politika stratejisti olarak öne çıkıyor.
Mart 2003’e dönersek, Türkiye’nin ABD askerlerinin Irak’a
girişine hayır demesinden bölgede en karlı çıkan Rusya
Federasyonu oldu. O tarihten bugüne, Moskova’da Avrupalı bir
Türkiye’nin sanılanın aksine Rusya’ya tehditten ziyade yarar
getireceği yönünde bir inanış gelişti. Nitekim Pravda gibi
ciddi Rus gazeteleri bu yönelimin olumlu algılandığına dair
görüşlere ağırlık veriyor. Moskova, Ankara’yı bir tehdit
olarak algılarken, şimdi bölgenin kaostan kurtulabilmesi için
Türkiye’yi bir istikrar unsuru olarak görmeye başladı.
Defne Sarısoy: Rusya’nın Akdeniz’e açılmayı hedeflediği
söylediniz, KKTC’ye destek bu hedefle nasıl
ilişkilendirilebilir, ve tabii Rusya’nın Akdeniz’e açılmaktaki
nihai hedefi nedir?
Bülent Aras:
Rusya’nın dış ticaretinin ana unsuru petrol ve doğalgaz.
Petrol ve doğalgazını İsrail başta olmak üzere diğer Akdeniz
ülkelerine satabilmesinin yolu, üstüne basarak söylüyorum, tek
yolu Türkiye’den geçer.
Çok ilginç bir gelişme, Bakü-Ceyhan-Tiflis boru hattından Rus
petrolünün de geçirilmesi fikir ortaya atıldı. Mevcut Novorisk
hattını tersinden kullanarak, Rus petrolünün Bakü-Ceyhan
üzerinden dünyaya ulaştırılması Rusya’nın zihnini kurcalıyor.
Son olarak, Azerbaycan’daki BP temsilcisi Türkiye’nin doğalgaz
ve petrol nakliye hattından Rusya’nın da faydalanmak
istediğini dile getirdi. Kısacası, Rusya Türkiye üzerinden
Avrupa’ya açılmayı hedefliyor. Rusya bu işin tankerle
götürülemeyeceğinin farkında. Sonuçta Boğazların sınırları
belli.
Defne Sarısoy: İki
ülke ilişkilerinin iki önemli başlığını Boğazlardan geçiş ve
enerji konuları oluşturuyor. Şu an itibariyle bu konularda
geldiğimiz nokta ne?
Bülent Aras:
Rusya ile ortak enerji projelerine yapılan vurgu, biraz da
Boğazlar sorununu aksatmak için. Boğazlar konusu, iki ülkenin
birbirine karşı etki unsuru. Türkiye, Rusya’ya “Bakın
sınırlarız” derken, Rusya da “Buradan geçen petrolün
İstanbul’a zararı dokunur” gibi tehditler savuruyor. Mevcut
eğilim kara üzerinden geçebilecek petrol boru hatlarının
kullanılması, hem stratejik olarak daha az yıpratıcı hem de
pratik olarak daha verimli. Örneğin, Samsun-Ceyhan çok ciddi
bir atılımdır. Boğazlar iki ülke arasındaki gerilimi temsil
ederken, petrol boru hattı da işbirliğini, karşılıklı
bağımlılığı artıracak. Samsun-Ceyhan, Avrasya’nın geneli için
önemli bir istikrar unsuru olabilecek bir proje olarak hayata
geçiyor.
Defne Sarısoy: Peki bu doğalgaz ve petrol boru hatlarının,
Türkiye’den geçmesinin Türkiye’ye başka ne faydaları olacak?
Bülent Aras:
Her şeyden önce iki ülke arasındaki karşılıklı bağımlılık
artacak. Türkiye’nin boru hattından geçen petrol ve doğalgaz
için alabileceği ücretler var. Sonra Türkiye’nin alacağı
petrolün ve doğalgazın daha fazla ucuzlaması söz konusu, bunun
gibi çok çeşitli faydaları olabilir. Rusya ve Türkiye’den
sonra, örneğin Güney Kıbrıs, İsrail veya Filistin’in hatta
eklemlenmesiyle proje bölgesel barışa katkıda bulunabilir.
Ortadoğu ve Kafkasya’nın önemli eksiği, ülkeler arası ticari
karşılıklı bağımlılığın olmaması. Bu proje coğrafyada
karşılıklı ticari çıkar ilişkilerini güçlendirecek.
Defne Sarısoy: Sizin de bahsettiğiniz gibi yakın geçmişte
Türk-Rus ilişkilerini bölgesel ve uluslararası faktörler
şekillendirdi. Kafkasya’daki Çeçenistan sorunu gibi etnik
birtakım sorunlar, Rusya’nın PKK’ya verdiği destek vardı.
Bunlar gözönüne alınırsa, önümüzdeki 10 yıllık dönemde iki
ülke ilişkilerinin gerilim noktaları neler olabilir?
Bülent Aras:
Türk-Rus ilişkilerinde her an kırılabilecek iki fay hattı var.
İlişkiler bu fay hatlarında son derece kritik bir şekilde
sürdürülüyor. Birincisi; Çeçenistan, Gürcistan, Ukrayna gibi
Rusya’nın ‘yakın çevre’si olarak algıladığı coğrafyada
Türkiye’nin soğukkanlılığını ne kadar koruyabileceği.
Rusya’nın bölgede yeni bir aktivizm içerisine girmesi, daha
şiddetli ve baskıcı politikalar uygulamasıyla, Türkiye de
olaylara müdahil olabilir.
İkinci fay hattı da; Türkiye-Rusya ilişkilerinin Türkiye’nin
Batılı müttefikleri tarafından yanlış algılanması. Rusya gibi
AB ile karşı karşıya gelen bir ülkeyle Türkiye’nin
yakınlaşması, diğer taraftan dikkatle izleniyor. AB,
Türkiye’nin Rusya ile mevcut girişimlerine bir tepki
göstermedi. ABD’nin Mavi Akım Projesi’ne başından beri karşı
olduğunu biliyoruz. ABD yine de Mavi Akım’ı Türkiye’nin
kuzeyindeki güçlü komşusuyla zorunlu yürüttüğü siyasal ve
ekonomik ilişkiler çerçevesinde bir politika olarak algıladı.
Türk-Rus yakınlaşması konusunda Avrupa ve ABD’nin psikolojik
bir bariyeri olduğunu söyleyebilirim. Bu bariyer zorlandığı
zaman ikinci fay hattı da kırılabilir ve Türkiye ciddi bir
tepkiyle karşılaşabilir.
Defne Sarısoy: Peki AB sürecinde Türkiye, Rusya ile
yakınlaşmasını bir koz olarak kullanabilir mi? Müzakere
sürecinde istenmeyen gelişmeler olduğu takdirde, Türkiye’nin
Avrupa Birliği’nde “O halde Rusya’ya biraz daha yönelirim”
demesi nasıl bir tepki bulur?
Bülent Aras:
İlginç bir ikilem; Türk-Rus ilişkilerin bugün geldiği olumlu
nokta, Türkiye’nin AB ile yürüttüğü üyelik müzakerelerinin bir
sonucu aslında. Bu bağlamda üç yanlış algılama söz konusu.
Birincisi; AB, Türkiye’yi kurtarır şeklinde dile gelen
Türkiye’deki liberal algılama. İkincisi; Avrupa bizi böler
diyen milliyetçi algılama.
Üçüncüsü de; Avrasya coğrafyasının Avrupa Birliği’ne bir
alternatif olduğu yanılsaması. Bu vizyonların üçü de hatalı ve
yarım. Sonuçta Türkiye’nin Avrupa Birliği süreci, diğer
politikalarıyla bütünleşiyor. Türkiye’nin Avrupalı bir ülke
olarak ortaya çıkması, sadece AB için değil kendi için bir
kazanım ise, AB dışındaki ülkelerle yürüttüğü dış politikası
da yine kendisi için olacak. Meyvelerini de yine Türkiye
toplayacak.
Kısaca, Rusya’ya yakınlaşma AB’ye karşı bir koz olarak
tasarlanmamalı.
Hiçbir coğrafya tek başına Türkiye’nin özel hedefi değil.
Glastnost sonrası dillendirilen Kızıl Elma düşünceleri artık
demode ve gerçekdışı kaldı. Türkiye’nin önceliği milli
gelirini 15-20 bin dolar düzeyine çıkarmak, AB üyesi olmak ve
Avrasya’da ilişkilerini dengede yürütmek. Coğrafyaların
ideolojik algılanması artık geride kaldı. Ekonomik olarak
gelişmemiş, siyasal reformların gerçekleştirememiş bir Türkiye
zaten Avrasya’yı doğru algılayamaz.
Defne Sarısoy: Peki
Başbakan’ın Rusya’ya yaptığı geziyi nasıl değerlendirmek
gerek? Enerji alanında atılan önemli imzalar neler getirecek
iki ülke ilişkilerine?
Bülent Aras:
Başbakan’ın ziyareti 17 Aralık sonrasında son derece kritik.
Rusya ziyareti her yönden ‘çok-hedeflilik’ arz ediyor.
Bu coğrafyada dış politika ilişkileri son derece iç içe geçmiş
işliyor. Rusya, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi daimi
üyesi; Kıbrıs konusunda yapıcı katkıları olabilir. Putin ile
olumlu geçen diyaloğun sonucunda belki Türkiye’nin Birleşmiş
Milletler’de Rusya katkılı diplomasi yürütmesinin önü açıldı.
Türkiye artık çok taraflı prokatif diplomasi yürütebiliyor.
Birleşmiş Milletler’de yürüteceğimiz diplomasi için Rusya’nın
katkılarını yakın zamanda hissedeceğiz. BM süreçlerine muhalif
olmayan, katılımcı bir Rusya, ABD ve Türkiye’nin Kıbrıs’taki
işini kolaylar.
Öte yandan, Rusya ile ticari ilişkilerimiz düzene giriyor ve
bu tip ziyaretler ticari işbirliği için tetikleyici rol
oynuyor. Eminim bunun olumlu sonuçlarını da bir iki yıl içinde
alacağız.
Defne Sarısoy: Rusya’nın özellikle bavul ticaretinde ve turizm
sektöründe Türkiye ekonomisine büyük bir katkısı var. Ekonomik
işbirliğinin geliştirilmesi için neler yapılması gerek ve
neler hedefleniyor önümüzdeki dönemde?
Bülent Aras:
Ticari ilişkiler çerçevesinde söylüyorum, Rusya’da
demokrasinin gelişmemesi Türkiye için ciddi bir problem teşkil
ediyor. Rusya’nın dış ticaretinin temel kalemleri petrol ve
doğalgaz ihracatı olduğu için, Rusya’da orta sınıf veya bir
burjuvazi henüz gelişemedi. Rusya’nın en zengin kurumları ve
en zengin kesimleri bu enerji ihracatçısı kişiler. Eski
rejimle de bir şekilde bağı bulunan bu sınıf ülkedeki
politikayı da kendi ticari çıkarları doğrultusunda belirliyor.
Rusya’da enerji dışında uluslararası pazarlarda rekabet
edebilecek bir endüstri veya servis sektörü gelişmiş değil. Bu
durumda Türkiye’nin ticari ilişkileri otomatik olarak, enerji
satın alımı ekseninde gerçekleşiyor.
Bu bağlamda Rusya’dan enerji alıyoruz, karşılığında inşaat,
turizm, gıda ve tekstil sektörlerinde yatırım yapıyoruz.
Moskova’da bir Türk ticaret merkezinin açılması önemli bir
adım. Samsun-Ceyhan boru hattı, enerji merkezli ve siyasi
açılımları da barındıran ciddi bir proje. Karadeniz’deki bazı
kentlere destek verilmesiyle, iki ülke arasında küçük
‘Dubai’lerin ortaya çıkması gözlemlenebilir.
Bavul ticaretinin ise daha sistematik ve yasal bir çerçeve
içinde gelişimini sürdürmesi tercih sebebi. İki ülke arasında
fuarların artırılması düşünülmeli. Rusya’da enerji sektörü
dışında da bir girişimci sınıfının oluşması Türkiye’ye
yarayacaktır; iki ülke arasındaki ticaretin Rus sosyo-ekonomisine
bu yönde bir katkısı olabilir. Tahminim enerji ihracatından
zengin olmuş zümrenin bu sermayeyi diğer alanlara akıtacağı.
Rus yatırımcıların Türkiye’deki özelleştirme projelerine
ilgisi var. Devlet destekli dev projeler oluşan yeni olumlu
ortamda gündeme gelebilir. Kısa vadede hedefimiz 25 milyar
Dolar’lık hacmi tutturmak olmalı. |