|
|
................... |
|
................... |
SBKP ve STALİN'İN
BÜYÜK YURTSEVER SAVAŞI'NDAKİ ROLÜ |
Oleg Şenin
Sovyetler
Birliği Komünist Partisi’nin (Bolşevik) ve J. V. Stalin’in
(1941-1945)
Büyük Yurtsever Savaş’ındaki Rolü |
|
|
................... |
|
................... |
Komünist Partiler
Birliği/Sovyetler Birliği Komünist Partisi eski başkanının,
Brüksel’de
2-4 Mayıs 2003 tarihleri arasında gerçekleştirilen,
“Marksist-Leninist Parti ve Savaşa Karşı Anti-Emperyalist
Cephe” konulu 12. Uluslararası Komünist Seminer’e katkısıdır. Kapitalizmin gelişiminin sonuna
dair kanıtlar, son zamanlarda daha çok sayıda ve daha sık
olarak ortaya çıkıyor. Üretimin giderek daha da toplumsallaşan
karakteri ile özel mülkiyet arasındaki uzlaşmaz çelişki,
günden güne daha dayanılmaz ve apaçık bir hal alıyor.
Emperyalizm bir dizi bunalımdan ancak yeni bir savaş sayesinde
çıkabilir. 20 Mart 2003 günü, 57 yıllık barış inşasının,
boyutlarını henüz bilemediğimiz bir biçimde yıkıldığı gün
olarak insanlık tarihine sonsuza dek kazınmıştır.
Lenin’in doğru olarak belirttiği gibi, “Kapitalizm asla
barışçıl bir biçimde ortadan kalkmayacaktır. Ya doğrudan
doğruya sermayenin boyunduruğuna karşı bir ayaklanmaya
götürecektir ya da aynı sonuca savaşın acılı, sert ve kanlı
yoluyla ulaşılacaktır.”
Sovyet Marksistleri, Sovyetler Birliği’nin çöküşünün ve
Amerika Birleşik Devletleri’nin kendi hegemonyasında tek
kutuplu bir sistem yaratmayı amaçlayan inadının, dünyadaki
yaşamı daha güvenli ve düzenli kıldığı masalını defalarca
çürütmüşlerdir. Bu masalın tam tersine, dünyanın yeni bir
paylaşımına yönelmiş emperyalist işgal savaşlarının ortaya
çıkmasının yarattığı güçlü şoku yaşadık.
Dört yıl önce, Birleşmiş Milletler’den hiçbir onay almadan
Yugoslavya’ya karşı yapılan barbar akını, geleceğe yönelik
olarak savaşla yapılan bir araştırma, ultra-emperyalizmin
güçlerinin denenmesiydi. Buna rağmen, üç aylık bombardıman
“zafer”i daha yakın kılmadı. Belgrat’ın düşüşü, Rusya
kompradorlarının “müttefik” rejimi Yugoslavlara ihanet
ettikten sonra ancak gerçekleşebildi. Bugün dünya haritasında
Yugoslavya diye bir ülke yok! Başbakanı, yaşayanlar arasında
yer almıyor. Ülkesini Batı’nın planlarına uşaklık ederek
parçalayan ve Slobodan Miloşevç’i gizlice La Haye mahkemesine
teslim eden bu hain, hak ettiğini buldu.
11 Eylül 2001’deki karmaşık ve büyük ölçekli provokasyon ve
ardından ABD’nin Afganistan’a saldırması, ilan edilmemiş bir
üçüncü dünya savaşının başlangıcıdır. Bu savaş artık yeni bir
aşamaya girmiştir. Olayların perde arkasında bir kere daha
dünya Siyonizm’ini buluyoruz. Onun buradaki çıkarının altında,
İsrail’in nükleer silahsızlanmasına (300 adet nükleer savaş
başlığı bulunuyor) ve Filistin toprakları üzerinde bağımsız
bir Arap devletinin kurulmasına yönelik talepler gizlidir.
Kumar masasına sadece Irak ve Ortadoğu değil, tüm dünya
sürülmektedir. Saldırının amacı: Birleşmiş Milletler Örgütü’nü
ve onun Güvenlik Konseyi’ni zayıflatmak ve gözden düşürmek,
İkinci Dünya Savaşı’nın sonuçlarını gözden geçirerek
değiştirmek, yeni silahların gücüyle dünyanın Amerikan tarzı
yeniden inşasını dayatmak, tam ve sınırsız dünya hakimiyetine
ulaşmak için belirleyici bir adım atmaktır.
Tüm bunlar, Amerika Birleşik Devletleri’nin (ABD) eski
ortaklarının ve yardımcılarının bile hoşuna gitmemiştir. Bu
sebeplerdir ki, ilk defa olarak ABD ile Avrupa’nın önemli
ülkeleri arasında ciddi ayrılıklar baş göstermiştir. İlk defa
olarak NATO’nun birliği çatlamıştır. İlk defa olarak, Avrupa
Birliği parçalanmanın eşiğine gelmiştir. Sonuç olarak yine ilk
defadır ki, saldırı hazırlığı ve başlangıcı, dünya halklarının
bu kadar kitlesel ve birleşmiş öfkesiyle karşılaşmıştır. Tüm
bu çelişkiler daha da derinleşecektir.
Bu yeni tarihsel koşullarda, doğru bir eylem stratejisinin ve
taktiğinin özümlenmesi (özümlenir duruma getirilmesi),
uluslararası işçi ve komünist hareketi için özellikle
önemlidir, çünkü savaş, kapitalist dünyanın tüm çelişki ve
uzlaşmaz karşıtlıklarını ölçüsüzce yoğunlaştırmaktadır.
Devrimci durum, iktidardaki rejimlerin isteğine aykırı olarak
hızla olgunlaşmaktadır. Bu konuda tarihi derslere başvurmak
yararlıdır.
Lenin, Bolşevik Parti’nin Rusya’da Sovyet iktidarını güvence
altına almak için verdiği mücadelenin kazandırdığı deneyimi
inceledi ve bundan, emekçilerin kapitalistleri ve toprak
sahipleri yenerek fethettiği vatanın savunmasının, nesnel bir
tarihsel yasa olduğu sonucunu çıkardı:
“Egemen sınıf, yani proletarya, yönetmek istiyorsa, bunu aynı
zamanda askeri örgütlenmesiyle de kanıtlamak zorundadır.”
Lenin’in, emekçi halk zafer kazandığında ülkenin savunması
konusundaki tartışma ve yazılarındaki sebat, dikkat ve
kesinlik (doğruluk), diğer sorunlar arasında askeri sorunların
kesin bir biçimde çözüldüğü (kesilip atıldığı) Merkez
Komite’nin onun yönetimi altında yaptığı ve sadece 1919
yılındaki sayısı 14’ü bulan toplantılarda ve yine Sovyetler
Birliği Komünist (Bolşevik) Partisi Merkez Komitesi
Politbürosu’nun 40 toplantısında kanıtlanmıştır.
Bu sebeple, sınıf mücadelesinin en çok kızıştığı dönemde,
toplumun askeri durumu bir ölçüttür. Başka birçok kimse gibi,
J. V. Stalin’de iç savaş koşularında ülkenin olağanüstü
yöntemlerle yönetilmesi gereğini kavrıyordu ama başka bir çok
kimseden farklı olarak askerlik sanatını derinlemesine
inceliyor ve aynı zamanda askerlik biliminin ilkelerini devlet
ve politika sorunlarına da uyguluyordu. Orduda hiç hizmet
vermemiş ve askeri bir eğitime sahip olmayan bir kimse olarak
Stalin, askeri akademinin uygulamalı derslerini izlemişti. Bu,
aynı derecede akıllıca bir hareketti, çünkü burada sıklıkla,
sadece askeri etkenleri değil ama aynı zamanda toplumsal ve
politik etkenleri incelemek de zorunlu oluyordu. Gelecekteki
strateji uzmanı kişiliğinin temelleri tam da o yıllarda
atılmıştı.
29 Mayıs 1918’de, Beyaz Ordular doğu ve güneyden Volga’ya
doğru ilerleyerek Rusya’nın merkeziyle tahıl üretilen bölgeler
arasındaki bağlantıyı tehdit ettiklerinde, hükümet, Stalin’i
Rusya’nın güneyinin iaşesinden sorumlu genel yönetici tayin
etti. 4 Haziran’da Stalin Çaritzin’e geldi. Raskolnikov
anılarında şöyle yazıyor: “Stalin, Çaritzin’de her şeydi:
Merkez komite yetkilisi, devrimci askeri konsey üyesi, Sovyet
ve Parti işlerinin yöneticisi… Tüm sorunları -her zamana
olduğu gibi- ortaklaşa bir çalışmayla, yerel kurumlarla yakın
ilişki içinde çözdü. Bu da bu kurumları etkiledi ve onun
tartışmasız otoritesini daha da güçlendirdi.”
Stalin’in yetenekleri ve askeri sorunları çözmedeki becerisi,
30 Kasım 1918’de, yeni kurulan İşçilerin ve Köylülerin Savunma
Konseyi’ne başkan vekili olarak atandığında ortaya çıktı.
Başkanlığını yapan Lenin’le birlikte bu yeni yönetim organı,
iç savaş döneminde başlıca askeri, ekonomik idare ve planlama
merkezi haline geldi ve Troçki’nin Devrimci Askeri Konseyi’ni
kuşatarak kendi kontrolü altına aldı.
5 Ocak 1919’da, Stalin, Cerjinski ile Kolçak’ın saldırdığı
Doğu Cephesi’ne gönderildi. Komisyon’un tavsiyeleri “çok iyi
disiplinli düzenli bir ordunun” oluşturulmasına temel teşkil
etmiştir. Stalin partinin 8. kongresinde bundan bahsediyordu.
Beş gün sonra, 30 Mart’ta, Merkez Yürütme Komitesi’nin
onayıyla Devlet Denetim Komiseri tayin edildi.
17 Mayıs’ta, Parti’nin Merkez Komitesi ve Savunma Konseyi,
Stalin’i Udeniç’in yenmesi için Petrograd cephesine
yolluyordu. 3 Temmuz’da, Petrograd’ın düşmesi tehdidi bertaraf
edilince, Stalin Moskova’ya geri döndü ama üzerinden fazla
zaman geçmeden 9 Temmuz’da Batı Cephesi’ne ve 26 Eylül’de de
Denikin’in Moskova üzerine yürümeye başladığı Merkez
Cephesi’ne gönderildi. 27 Kasım’da, Merkez Yürütme Komitesi
Prezidyumu tarafından, Petrograd’ın savunulması ve Güney
Cephesi’ndeki saldırının örgütlenmesindeki hizmetlerinden
dolayı Stalin’e Askeri Kızıl Bayrak Nişanı verildi.
Stalin, Leninizm’in İlkeleri’nde yer alan politik strateji ve
taktikler konusundaki temel tezlerini, hiç kuşku yok ki, iç
savaş sırasında geliştirmiştir: Büyük güçlerin belirleyici
anda düşmanın en zayıf noktasında yoğunlaştırılması, kesin
sonuçlu saldırının yapılacağı anın seçilmesi, tüm güçlüklere
rağmen kararlaştırılan hareketin sarsılmaz bir biçimde
yürütülmesi, “düşman çok güçlü ve geri çekilme kaçınılmaz
olduğunda, doğru bir geri çekilme temelinde hesaplanmış”
ihtiyat manevrası, bu savaş ve örgütlenme biçimlerinden
öncelikle somut duruma uyanlarının ileri sürülmesi, “olayların
gelişme zinciri içinde yer alan ve kavranmasıyla tüm zincire
hakim olmayı ve stratejik başarıya ulaşmanın koşullarını
hazırlamayı sağlayacak nitelikli halkanın her verili anda
keşfedilebilmesi.”
İç savaş bittikten sonra, tarımsal üretim 1913’tekinin % 65’i,
ağır sanayi üretimi ise %10’u kadardı. Demir Yollarının 70 bin
kilometreden fazla kısmı ve şebekenin neredeyse yarısı hizmet
dışıydı. Tarım ürünlerinin toplanması ve dağıtımı yetersizdi.
Tsiouroupa şöyle yazıyordu: “Moral bozukluğu (ya da
ahlaksızlık), kargaşa ve makinemizin yok oluşu her yerde
görülüyor. Erzak sağlama işlerinin sadece Ukrayna Cephesi’nde,
tarımı düzenlemekle görevlendirilen bin 700 kişi öldürüldü.”
Bu sebepledir ki, Pazar ilişkilerine ve ayni vergiye geçme
kararı, partinin 10. kongresinde neredeyse hiç tartışma
yapılmadan alındı.
Stalin NEP’i zorunlu bir ara dinlenme olarak görüyordu. Bir
yandan ülkenin uluslararası durumunun hafifletilmesi için
tedbirler önerirken, diğer yandan Batıdaki ulusal kurtuluş
güçlerinin desteklenmesinde özel bir dikkat gösterdi. İlk
önce, “Batı’da proleter devrimine destek verilmesi”ni değil,
güçlü kapitalist devletler arasındaki çelişkilerden
yararlanılmasını öneriyordu. Bu da “Batı’daki birbirine düşman
kapitalist gruplarla ekonomik işbirliği şekillerinin ve
yöntemlerinin araştırılması”nı gerektiriyordu. Ancak
imtiyazlar (tavizler) üzerine (kurulu) anlaşmalar ve bir dizi
kapitalist ülkeyle yapılan ticaret, bu ülkelerin
proletaryasına açık destek vermeyi dışlıyordu.
1926’da Hitler’in “Kavgam” kitabının ikinci bölümü Münih’te
yayınlanıyordu. Geleceğin Führer’i açıkça söylüyordu: “Güneye
ve batıya yönelik yüz yıllık Germen hamlesini durduruyoruz ve
bakışlarımızı doğuya çeviriyoruz… Bu gün Avrupa arazisinden
bahsederken, hepsinden önce Rusya’yı ve ona tabi olan komşu
ülkeleri kastediyoruz.” Uluslar arası sermaye, onu dikkate
alıyor ve beğeniyordu. Altı ay içinde Nasyonal Sosyalistler
ülkede etkili bir politik güç haline geliverdiler.
New York Valisi ve geleceğin Birleşik Devletler Başkanı
Roosevelt 1930’da şöyle yazıyordu: “Demokrasinin eski
ideallerini korumayı başaramazsak, hiç şüphe yok ki, komünist
fikirler bizim ülkemizde de güç kazanacaklardır.” Amacı
komünizmin bozguna uğratılmasıydı. Komünizmin ve Sovyetler
Birliği’nin amansız düşmanı Churchill, mevzilerini
hazırlıyordu.
Komünist partinin ve ülkemizin geleceği için zorluk teşkil
eden bu koşullar karşısında gelişmek için doğru yolu,
yöneticilerin hepsi anlayabilmiş değildi. Goşizmin aldatıcı
parıltısı sayesinde kendine taraftar toplayan Troçki, dünya
sermayesiyle çok yakın bir gelecekte yapılacak olan savaşta
SSCB’nin bozgununun engellenemez olduğu kehanetinde bulunuyor,
aşırı ve delice bir inatla “sürekli” dünya devriminin
yayılması çağrısında bulunuyordu. Bunu söyleyen Troçki’nin,
günümüzün, “yeni küresel devrim” çağrısı yapan Goşistlerinden
yada “demokrasi”nin güzelliklerinin zor yoluyla -aslında
imkansız olan- ihracını savunan aşırı sağcılardan farkı nedir?
Buharin gibi eskiden “Goşist” olan sağdaki “komünistler”,
tarım üretiminin ve hafif sanayinin gelişiminin birincil
önceliğe sahip olduğunu sanıyorlardı. “Zenginleşin” sloganını
kullanıyorlardı. Onların kendini komünist olarak adlandırmayı
seven ama fiiliyatta oportünist olan bugünkü mirasçıları da
onlarla aynı niteliklere sahiptirler. Sosyalizme geçişin,
burjuva toplumunun reformla değiştirilmesi ve “Pazar
ekonomisinin bilimsel temelde düzenlenmesi”nden başka bir
yolla gerçekleşebileceğini düşünemiyorlardı.
Yine 1929’da Stalin, Buharin’in “diyalektik yoksunu bir
kuramcı”, “skolastik düşünceli bir kuramcı” olduğunu açıkça
söylüyordu. Sorunu şu şekilde ortaya koyuyordu: “Bir tarafta
Marx’ın sınıf mücadelesi teorisi, diğer tarafta kapitalizmin
sosyalizme entegrasyonu; Bir tarafta sınıfların çıkarlarının
birbirine karşı uzlaşmaz zıtlığı, diğer tarafta sınıf
çıkarlarının uyumu (ahengi).” (Bu son “teori”, hala komünist
olarak adlandırılan, Duma başkanın yeni kurduğu partinin
programının temelini oluşturdu.)
Demek ki ülkenin ayakta kalmasının ve bağımsızlığı korunmanın
tek yolunu, sadece başlarında Stalin’in bulunduğu gerçek
Leninistlerin bulabilmesi bir tesadüf değildi. Bu yol,
sosyalizmin en kısa sürede tek ülkede kurulmasının yoluydu.
Sosyalizmin ve onun maddi temelinin inşasına giden yol, yeni
insanın, yani sosyalist toplum insanının, sosyalizmin
kurulduğu ilk ülkedeki kazanımlarının tam ve eksiksiz
savunulması fikriyle uyuşan sosyalizm ve enternasyonalizm
fikirlerine sadık insanın yaratılmasıydı. Stalin tarafından
yönetilen komünist partinin çabaları tam da bu noktaya
yoğunlaşmıştı. İşte tüm nüfusun kültüründe gerçekleşen muazzam
başarıların, Sovyet sanat ve edebiyatının dünya çapında
hayranlık uyandıran itibarının kökeninde yatan şey.
Hitler’in iktidara gelişi Stalin tarafından, “burjuvazinin,
mevcut duruma barışçıl bir dış politika temelinde bir çıkış
yolu bulmasının imkansızlığının ve savaş politikasına
başvurmak zorunda kalmasının bir işareti” olarak görülüyordu.
1933’ten sonra, Alman tekellerinin uzun vadeli kredilerinin %
78’i Birleşik Devletlerce sağlandı. 1934’le 1938 arası, askeri
harcamaların Japonya’nın bütçesindeki oranı, % 43’ten % 70’e,
İtalya’nın % 20’den 52’ye, Almanya’nınki ise % 21’den % 61’e
yükseldi. Faşizm bile bile ve derece derece güçlendirildi. Bu
sebepledir ki Stalin “Volga üzerinde bir üretim üssü”
kurulması fikrini ortaya attı. Bu sebepledir ki, savaş
sanayinin de temeli olan, ağır sanayiye büyük önem verildi.
Sovyet tarihinin tahrifatçıları, içlerinde askeri kadroların
da bulunduğu savaş öncesi komplo hareketinin kurbanlarından
bahsederek timsah gözyaşları dökerler. Bugün, Tukaçevski’nin,
Yakir’in ve diğerlerinin Alman ajanı olduklarının ortaya
çıktığı kanıtlanmıştır. Kruşçev’in 1956’da buna tek kelime
etmeye cesaret edememesi tesadüf değildir. Hiç hatasız olmasa
da, silahlı kuvvetler, komploculardan ve hainlerden temizlendi
ve yabancı ajanlarından kurtarıldı. Bu, Sovyet yönetiminin
büyük başarısıydı. Bu yapılmadan ülkeyi savaşa hazırlamak
imkansızdı. Bu yapılmasaydı, savaş sırasında çok daha fazla
Vlassov olurdu.
İkinci beş yıllık kalkınma planının sonuçları, Sovyet
sanayinin bilim ve teknik alanındaki silahlanmasını gözler
önüne sermektedir. 50 yaşın altındaki insanların arasında okur
yazarlık giderek arttı ve 10 milyon kişi düşünsel faaliyet
gerektiren işlere katıldı. Stahanov hareketi, emeğin
üretkenliğinde % 82’lere varan bir artış sağladı. Komünist
ideolojinin amansız düşmanı, jeopolitik uzmanı Huntington,
Rusların “Avrasya’nın kuzeyindeki sert doğa koşulları
üzerindeki” zaferine büyük saygı duymakta ve SSCB’nin ulusal
ekonomisinin 1929’dan 1941’e kadarki modernizasyonunu
“atalarımızın ateşi bulması” ile karşılaştırmaktadır.
Ancak silahlanmanın önemli ölçütleri açısından, SSCB,
özellikle de hava gücü söz konusu olduğunda, Almanya’nın
gerisinde kalıyordu. Bu İspanya’da açıkça görülmüştü. J. V.
Stalin, karmaşık bir durumda, emperyalistler arası
çelişkilerden azami şekilde faydalanmayı başardı. Öncelikle,
İngiltere ve Fransa’nın arkası kesilmeyen oyalama
taktiklerinden sonra çok yerinde bir hareketle Almanya ile 23
Ağustos 1939’da Saldırmazlık Anlaşması imzalandı. Bu anlaşma
sadece savaşı ertelemekle kalmadı, SSCB’nin batı sınırlarını
genişleterek, Ukrayna’nın ve Beyaz Rusya’nın batısında ve
Besarabya’da, 1920’de kaybedilen toprakların geri alınmasını
sağladı.
V. M. Molotov’un anılarından aktarıyoruz: “Stalin Hitler’i,
Saldırmazlık Anlaşmasını Japon müttefikiyle hiçbir istişarede
bulunmadan imzalamaya zorladı. Bu da öngördüğümüz gibi
Tokyo’nun öfkelenmesine sebep oldu. Bu durum, Japon Dış işleri
bakanı Matsuoka ile 1941 Nisan’ında Moskova’da yapılacak
görüşmelerin başarısını önceden haber veriyordu.”
Bu şekildedir ki, önceden imzaladıkları Anti-Komintern Paktta
karşılıklı taahhütte bulundukları halde, Japonların Almanlarla
önceden istişare etmeleri gerçekleşmeksizin, Molotov ve
Matsuoka bir Saldırmazlık Anlaşması imzalamışlardır. 13 Nisan
1941’de, Stalin, daha önce asla yapmadığı bir biçimde, Japon
bakana tren garında eşlik etmeye bizzat kendisi geldi. Molotov
bu günü şöyle anlatıyor: “Tren bir saat gecikmeli geldi.
Stalin’le biz, ona cömertçe içki ikram ettik ve onu neredeyse
vagona kadar taşımak zorunda kaldık. Japonya’nın bizimle
savaşa tutuşmaya kalkmaması, böyle uğurlama törenlerine
değiyordu.”
1939 Eylül ve Ekim aylarında Estonya, Litvanya ve Letonya ile
Sovyetler Birliği arasında karşılıklı yardım anlaşmaları
imzalandı. Bu anlaşmalarla, bu Baltık cumhuriyetlerinin
“Sovyetizasyon”u söz konusu değildi. Ama Finlandiya
hükümetiyle 7 ay yapılan görüşmeler sonuç vermedi ve 30
Kasım’da savaş patladı. Bu savaş, SSCB’ye sadece büyük
kayıplara değil, Milletler Cemiyeti’nden dışlanmaya da mal
oldu. Leningrad’daki sınır, kuzeye taşındı.
Baltık ülkelerinin sovyetizasyonu, Hitler’in Hollanda, Belçika
ve Lüksembourg’a saldırmasından, Fransa’nın işgal edilmesinden
ve bu Baltık ülkelerinde devrimci bir durumun ortaya
çıkmasından sonra gerçekleşti. 14 ve 15 Temmuz 1940’da yapılan
seçimler, emekçi halkın örgütlerinin mutlak zaferiyle
sonuçlandın (Estonya’da oyların % 93’ünü, Litvanya’da % 99’unu
aldılar). Bu ülkelerde yeni yeni palazlanan burjuvazi,
seçimleri “yasadışı” olarak göstermeye çalıştıysa da, hiç
kimse hile yapıldığını ispatlayamadı. 3, 5 ve 6 Ağustos 1940
tarihlerinde, SSCB Yüksek Sovyeti, bu üç yeni cumhuriyetin
birliğe katılmasını öngören bir kararı kabul etti. 2
Ağustos’ta, Moldavya’nın SSCB’ye iltihakı onaylandı. Başından
beri, Besarabya ve Moldavya otonom cumhuriyeti, bugünkü
Pridniester, Sovyetler Birliği’nin bu yeni cumhuriyetinin
parçalarıydılar.
Saldırmazlık paktı sayesinde kazanılan zaman zarfında, savaş
hazırlıkları hiçbir zaman olmadığı kadar yoğun bir şekilde
devam ediyordu. Dünya seviyesini ve doğal olarak
Almanlarınkini aşan, savaş meydanlarında faşist Alman
birlikleri için kötü birer sürpriz teşkil eden tüm modern
silah türleri, bu zaman aralığında geliştirilmiş ve üretime
sokulmuştur.
5 Mayıs 1941’de, askeri akademilerin ödül kazanan
öğrencileriyle yapılan bir toplantıda, Stalin Almanya’yla
savaşın kaçınılmaz olduğunu ifade ediyordu: “Biz komünistler,
pasifist değiliz, adaletsiz savaşlara, dünyanın paylaşılması
için yapılan emperyalist savaşlara, emekçilerin
köleleştirilmesi ve sömürülmesi için yapılan savaşlara her
zaman karşı çıktık. Her zaman haklı savaşları, halkların
özgürlüğü ve bağımsızlığı için yapılan, halkların kapitalist
sömürüden kurtarılması için yapılan savaşları, sosyalist
anavatanın savunulması için yapılan en haklı savaşı savunduk.”
1941 Mayıs sonlarında, Hitlerci istilacıların SSCB’ye
saldırmalarından bir ay önce, Sovyetler Birliği Komünist
Partisi (Bolşevik) Merkez Komitesi Politbürosu bünyesinde,
dışarıdaki politik ve askeri durumun gözden geçirildiği geniş
kapsamlı bir toplantı gerçekleştirildi. Ülke, yeniden
hareketlenen faşist Alman ordusuna karşı güçlü bir biçimde
karşı koymak için henüz hazır değildi. Alman ordusu, Batı
Avrupa’ya boyun eğdirmiş, Avrupa ülkelerinin tüm kaynaklarını
Alman emperyalizminin hizmetine sokarak Almanya’nın gücüne güç
katmıştı. Bu dönemde faşist ordu, Avrupa’da modern savaş
deneyimi kazanmıştı. SSCB sınırlarında, dişten tırnağa silahlı
üç yüzden fazla tümen, saldırıya hazır bekliyordu.
SBK(B)P MK Politbürosu’nun bu toplantısının değerlendiren
Stalin, şu tespitleri yapıyordu:
“1939-1941 dönemi, ülkenin her yoldan savunmaya hazırlanması
için parti tarafından tutulan yolun doğruluğunu ortaya
koyuyordu. Saldırıya karşı koymak için güçlü bir ekonomik
temel yarattık. Esas olan budur.
“İkinci olarak, silahlı kuvvetlerle her gün meşgul olup, güçlü
ve savaşçı bir ordu eğittik ve onu vatanın savunmasına
hazırladık.
“Tarihin bize öğrettiği şudur: Orduya özen gösterilmediği
zaman, ona moral desteği verilmediği zaman, ordunun moralini
bozan başka bir moral oluşur. Ordu kendine has bir özenle
korunmalı, halkın ve yönetimin sevgisine sahip olmalıdır. İşte
ordunun yüksek moral gücünün kaynağı buradadır. Orduya özenle
bakmak gerekir. Zaferin ve başarının teminatı buradadır.”
Stalin orduya özenle eğildi ve bunu tüm Sovyet halkına
öğretti. Kızıl ordu -ardından Sovyet ordusu- Sovyet halkının
özenle büyütülmüş çocuğu oldu ve yenilmez hale geldi!
“İdeal olan, politikacı ve generalin tek bir kişilikte
birleşmesidir. Uluslar arası politikayı zorunlu olarak bilen
politikacı-strateji uzmanı, ülkenin içindeki durumu da açık
bir şekilde gözünde canlandırmak ve dikkate almak zorundadır.
Ekonomik imkanlarını, ülkenin içindeki politik koşulları ve
halkın ruhunu bilmelidir.” (Clausewitz)
Stalin, Alman askeri tarihçisi ve kuramcısının bu tespitine
tamamıyla denk düşüyordu.
Ülkenin savunmaya hazırlanması sırasında, Politbüro, Sovyet
silahlı kuvvetleri üzerindeki parti etkisini güçlendirmek için
bir dizi önemli karar aldı. Bunlardan bazıları şöyleydi:
Komünist askerlerin partiye kabul edilmesi, Kızıl ordudaki
genç komünistler arasında faaliyetlerde bulunulması, 4 bin
komünistin Kızıl orduda politik çalışma yapmak üzere
görevlendirilmesi.
Bununla birlikte, 22 Haziran 1941’de Hitler Almanya’sı
ülkemize kalleşçe saldırdığında ve saldırmazlık paktını
alçakça çiğnediğinde, Kızıl ordu, zorlu bir biçimde
direnmesine rağmen, ilk önce geri çekilmek zorunda kaldı. 24
Haziran’da Tahliye Konseyi kuruldu ve başına L. M. Kaganoviç
getirildi. Temmuz-Ağustos 1941’de, savunma bakanlığının
etkinliğinden tatmin olmayan Stalin, ülkenin tüm silahlı
kuvvetlerinin yönetimini üzerine aldı. 10 Temmuz’da, büyük
Genel Karargah haline gelen Yüksek Komutanlık’ta yapılan
değişiklikle, Stalin Timoşenko’nun yerine geçti. 19 Temmuz’da
Stalin savunma bakanı, 8 Ağustos’ta başkomutan oldu …
Ekim ayında, korumalarının tanıklığına göre en zor günlerde,
Stalin düzenli olarak Moskova sokaklarında kendini
gösteriyordu: İnsanlar liderlerinin onlarla birlikte olduğunu
görmeliydiler.
(…)
1941’de, tam da Hitler’in SSCB’ye saldırısından sonra, Bay
Roosevelt ve Bay Churchill, ülkemize yardıma hazır olduklarını
bildirdiler. Bununla birlikte bu ülkelerin askerleri,
Sovyetler Birliği’nin kazanma şansı konusunda şüpheliydiler.
Amerikalılar üç ayda, Britanyalılar ise altı haftada Hitler’in
SSCB’yi ezeceğini umuyorlardı. Kimse onun uzun süre
dayanabilme yeteneği olduğuna inanmıyordu.
Stalin’le Hopkins arasında 30 Temmuz’da gerçekleşen ilk
görüşmeden sonra, batılı politikacıların düşünceleri değişti.
Stalin, Kızıl Ordu’nun uzun bir savaşa dayanabileceği ve büyük
amaçları gerçekleştirebileceği fikrini müttefiklerin kafasına
sokmayı başardı. Roosevelt’e doğrudan doğruya “Rus cephesinin
hangi bölümünde olursa olsun tamamen Amerikan komutasındaki
Amerikan birliklerinin görev yapmasını memnuniyetle
karşılayacağını” iletti. 3 Eylül’de, Britanya başbakanı
Churchill’e yazdığı mektupta, “hemen bu yıl (1941’de)
Balkanlarda veya Fransa’da ikinci bir cephe açmayı”
öneriyordu. 13 Temmuz’da Churchill’e şöyle yazıyordu: “Bana
öyle geliyor ki Büyük Britanya hiç tehlikeye girmeden
Arhangelsk’e 25-30 tümenlik bir güç çıkarabilir yada onları,
İran yoluyla, Rus birlikleriyle ortak bir askeri harekat
yapmak üzere SSCB’nin güney bölgelerine nakledebilir…” Ancak
müttefikler, cevap vermekte acele etmediler.
28 Eylül’de, Harriman ve Beaverbrook ile yapılan görüşmeler
sırasında, Stalin, ikinci cephenin sözünü etmedi, ancak
Britanyalılardan Ukrayna’da yardım etmelerini istedi. Lord
Beaverbrook, Britanyalıların çıkarlarının Kafkasya’ya asker
yollamada olduğunu anımsattığında, Stalin “Savaşın Kafkasya’da
değil, Ukrayna’da” olduğunu hatırlattı. Uysal bir memur gibi
değil, otoriter bir yönetici gibi davrandı. Yardım
dilenmiyordu, tam tersine yardım edilmesini inatla ve sert bir
şekilde emrediyordu, silah ve stratejik araç gerecin
teslimatındaki en küçük azalma belirtisini dahi kabul
etmiyordu. Ne ilginçtir ki, müttefiklerin o kadar övündükleri,
savaş sırasında SSCB’ye yapılan askeri yardım miktarı, onun
savaş zamanındaki kendi öz kaynaklarına dayalı askeri
üretiminin sadece % 3’ü kadardı. Bununla birlikte bu yardımın,
savaş sanayimizin henüz tam kapasite çalışmadığı savaşın en
zor geçen ilk yıllarında, dikkate değer şekilde daha yüksek
olduğu bir gerçektir.
Kurmay heyeti, bu yada şu harekatı hazırlarken, genel karargah
subaylarını birbiri ardına çağırıyor ve onlarla birkaç saat
çalışıyordu. Bu sayede, cephe komutanlarıyla toplantı
yaptığında, tamamen bilgilenmiş ve karar almaya hazır bir
durumda oluyordu. Stalin insanlarla kişisel olarak ilişki
kurmayı yeğliyordu. Bu da onun, sorunun özünü daha iyi
kavramasını, işlerin yürütümünü denetlemesini ve düşüncelerini
belli başlı uzmanlara kabul ettirmesini ama aynı zamanda
onlardan da bir şey öğrenmesini sağlıyordu. Neredeyse tüm
kararlar, ortaklaşa yapılan tetkiklerden sonra, en yetkili ve
sorumlu mevkilerdeki kişilerin katılımıyla alınmıştı.
6 Kasım 1942’de törenle yapılan toplantıda, Stalin şöyle
diyordu: “Kızıl ordu, Hitler Almanya’sına ve suç ortaklarına
karşı savaşın tüm yükünü üzerinde taşımaktadır. Başka hiçbir
ülke ve başka hiçbir ordu, germano-faşist katillerden
müteşekkil böyle bir vahşi sürüsüne direnemezdi… Ve sadece
direnmeyi değil yenmeyi de kastediyorum… Düşmanın, Kızıl
ordunun indireceği yeni darbeleri tadacağı gün, uzak değildir
ve o gün, biz de sokaklarımızda bayram edeceğiz!”
Stalin sürekli olarak, Sovyet devletinin, moral ve maneviyat
bakımından –ki onlar olmadan zaferi kazanmak imkansızdı-,
düşman üzerindeki üstünlüğünü vurguluyordu.
Moskova’da 1942 Ağustos’unda yapılan görüşmelerden sonra,
Churchill, Stalin’in kendisine “hoş olmayan birçok şey”
söylediğini, özellikle de “Almanlarla savaşmaktan çok
korktuğumuzu, Rusya’ya verilecek araç gereçler ve ikinci
cephenin açılması konusunda verdiğimiz sözleri tutmadığımızı”
söylediğini yazıyordu. Aynı zamanda Stalin, “Dostmuş gibi
davrananlardansa, açıkça düşmanlığını ilan eden düşmanları
tercih ederiz” dediğinde, muhatabının dürüstlüğünü
beğendiğinin de anlaşılmasını sağlıyordu.
En sonunda SSCB, Germano-faşist sürülerini, inanılmaz kayıplar
ve yoksunluklar pahasına, tek başına ezmeye başladığında,
Stalin bundan aldığı güçle, müttefiklerle anlaşarak onlara
kendi şartlarını, dünyanın inşasında yeni bir mimari kurmayı,
dikte edebildi. Sovyetler Birliği’nin Milletler Cemiyetinden
atılmasının üzerinden dört yıl geçmeden, Roosevelt ve
Churchill, gezegenin her yerine birlik gönderme gücüyle
donatılmış dünya çapında yeni bir uluslararası örgütün
kurulması için, SSCB’den destek arıyorlardı. Stalin, kusursuz
bir şekilde ve hiç geri adım atmadan, Sovyet sınırlarının
güvenliği için ısrar etti. Tahran Konferansında, Eden’a daha
önce 1941 Aralık’ında söylediklerini tekrar etti: “Ruslar,
Baltık denizinde buz tutmayan limanlardan yoksunlar. Bu
sebepledir ki, Ruslar için buz tutma tehlikesinden uzak
Kömigsberg ve Memel limanları ve Doğu Prusya’nın buna karşılık
gelen arazisi gereklidir. Üstelik tarihsel bakımdan, bu yerler
hep Slav’dır.” Rusya’nın 1940’taki batı sınırlarının tanınması
sorununu, Stalingrad ve Kursk zaferlerinden önce incelemeyi
bile reddeden Churchill, “Bu üzerinde muhakkak çalışacağım
ilginç bir öneri” diye cevap vermeye mecbur oldu.
Bugünkü aşağılık Rus politikacıları, o kadar zahmetle alınmış
olan Kaliningrad’ı bırakmaya hazırlar. Daha açık bir şekilde
ifade etmek gerekirse, onu Almanya’nın tabağına koyup servis
yapmaya hazırlar. Stalin tarafından kazanılmış bu Litvanya ve
Klapeida (Memel) arazisini, üstelik de Litvanyalı resmi
makamlar Rusya vatandaşlarının geçişi için küçük düşürücü
sınırlamalar getirirken, kendilerine hiç mi hiç dert
edinmiyorlar.
Burjuvazi, 1940 Nisanında İç İşleri Bakanlığı’na bağlı
askerlerce Smolensk yakınlarında Katyn ormanında 10.000
Polonyalı subayın öldürüldüğü iddiasını ortaya atarak,
hastalıklı bir inatla, ortak bilinçteki “Stalin zulmü”
masalını doğrulamaya çalışıyor. 1993’te, ateşli bir
anti-komünizmle gözü kör edilmiş olan Yeltsin rejimi, politik
çıkar gereği, bu çarpıtmayı, bu devasa provokasyonu tanıdı.
Bununla birlikte, Smolensk’in Kızıl ordu tarafından
kurtarılmasından önce, Almanlar tarafından Katyn ormanına
gönderilen uluslararası komisyonun uzmanları, cesetlerdeki
kurşunların, Alman GEZO marka, D serisi 7,65 kalibrelik
kurşunlar olduğunu tespit ettiler. 8 Mayıs 1943’te, yalan
müptelası Goebbels bile günlüğüne “Maalesef, Katyn’deki toplu
mezarlarda Alman kurşunları bulundu… Düşman bunu öğrenirse,
Katyn’le ilgili her şeyi inkar etmek gerekecek…” diye
yazıyordu. Polonya göçmenleri ve Sikorsky’nin “sürgünde
hükümeti” ise özellikle diğer hikaye üzerinde ısrar ettiler.
Stalin hiç geri adım atmadan şunu ifade etmiştir: “Polonya’yı
göçmen hükümetinden kurtaracağız.” Stalin “Sovyet Ukrayna,
Sovyet Beyaz Rusya ve Sovyet Litvanya çıkarları için, Sovyet
hükümeti üzerinde ondan toprak koparmak için kurulan baskıyı”
kesin olarak reddetmiştir. Roosevelt ise, özel bir görüşme
sırasında, seçmenlerinin önemli bir kısmının Baltık ve Polonya
kökenli olduğunu ve “kişisel olarak Rusya-Polonya sınırının
batıya doğru değiştirilmesi konusunda hem fikir olmakla
beraber, mevcut durumda böyle bir anlaşmayı kamuya açık bir
biçimde destekleyemeyeceğini” söylemiştir.
Harriman’ın anılarına göre, Roosevelt, Stalin’e Estonya,
Litvanya ve Letonya’ya kendi kaderlerini tayin hakkı tanımak
gerekmez mi, şeklinde bir soru sormuştur. Stalin buna,
geçmişte, Birleşik Devletler ve Büyük Britanya çarlık
Rusya’sının müttefikiyken ve Baltık halkları hiçbir otonomiye
sahip değilken, hiç kimsenin bunu kamuoyu sorunu haline
getirmediğini söyleyerek cevap verdi. Stalin, Roosevelt’e,
Baltık cumhuriyetlerinin Sovyet anayasası çerçevesinde kendi
istemlerini dile getirmek için bir çok imkanlarının olacağına
dair güvence verdi ama istemlerinin böyle bir dile getirilişi
üzerinde uluslararası bir denetim kurulması fikrini şiddetle
reddetti.
Harriman, yeni uluslar arası örgütün, Birleşmiş Milletler’in
kurulması için Stalin’in desteğini kazanmaya ihtiyacı olan
Roosevelt’in “ılımlılığı”ndan bahsetmiştir. Stalin Roosevelt’e
B.M. hakkında bir çok soru yöneltmişti ama aslında bu öneriyi
destekliyordu. Bütün bunlar, uluslararası güç ilişkilerinin
gözle görülür bir şekilde SSCB yararına değiştiğinin
gösteriyordu.
Stalin bu küçük ortaklıkta, açıkça, gayri resmi lider
koltuğunu işgal ediyordu. Stalin, savaşan bir gücün lideri
olduğu için, baş komutan sıfatıyla katılması gereken bir
konferansta bulunuyordu. Bu sebeple katılımcılara Çin ve
Fransa’nın eklenmesine yönelik her türlü girişime karşı
çıkmıştı. Sonuç olarak Roosevelt ve Churchill, Stalin’in,
kendilerinin 1944’deki askeri seferlerinin önceliği hakkındaki
ısrarlı taleplerini kabul ettiler. Onun, “Overlord”
harekatının ve sefere çıkacak birliklerin komutasını belirleme
isteklerini kabul ettiler. Tahran konferansının 60. yıl
dönümünde bunu hatırlatmakta fayda var.
Yatla Konferansı, 4 ve 11 Şubat 1945 tarihleri arasında
gerçekleştirildi. Konferans boyunca müttefiklerin, Sovyetlerin
etki alanının genişlemesini bir şekilde engelleme yönündeki
ayak diremeleri boşa çıkarıldı. Her ne kadar Polonya ve
Yugoslavya ile ilgili kararlarda, bu ülkelerin hükümetlerine
batıya yakın güçlerin temsilcilerinin de katılımının
zorunluluğu belirtilse de, sonuç olarak bunların komünist ve
sol temelleri ile, bu ülkelerin devletlerinin ve savaş sonrası
politikalarının bu temellere uyan yapısı tanınıyordu.
Yalta’da imzalanan gizli bir anlaşmayla, SSCB, Almanya’nın
teslim olmasından 2 ila 3 ay sonra, Japonya’ya karşı diğer iki
müttefikiyle birlikte savaşa girme yükümlülüğü altına
giriyordu. Bunun karşılığında, Moğolistan Halk Cumhuriyeti’nin
bağımsızlığı tanınacak, Sahalin’in güney kısmı, çevredeki
adalar ve Kuril Adaları ile birlikte SSCB’ye geri verilecekti.
Port Arthur’un SSCB tarafından kiralanması, Dalni (Dairen)
limanındaki tercihli haklar, aynı şekilde Sovyetler
Birliği’nin Mançurya’nın güneyi ve Çin’in doğusunda bulunan
demiryolları üzerindeki hakları devam ettirildi.
B.M. anlaşması taslağının gözden geçirilmesi sırasında,
Stalin, Sovyet cumhuriyetlerinin B.M.’ye alınması sorununu
yeniden gündeme getirdi. Başlangıçta sadece Ukrayna, beyaz
Rusya ve Litvanya söz konusuydu. SSCB için önemli olan, B.M.’nin
üç büyük gücün ortak çalışma aracı haline gelmesiydi.
Ülkemizin bin yıllık tarihi boyunca, ilk defa Yalta sistemi,
neredeyse yürürlükte olduğu tüm süre boyunca, ülkemize güvenli
bir batı sınırı sağlamıştır. Orta Avrupa’daki güçlü Sovyet
birlikleri, potansiyel (muhtemel) saldırgana karşı engel
oluşturuyorlardı. Uzak doğuda da güvenli sınırların çizilmesi
için gerekli koşular sağlanmıştı. Sovyet filosu, güney doğu
Avrupa ülkelerinin limanlarında üs edinme imkanına sahip
olmuştu. SSCB’nin güvenliği, sağlam bir şekilde ve uzun zaman
için güvence altına alınmıştı.
Bir buçuk yıl sonraki Potsdam Konferansında durum değişmişti.
Bununla birlikte Stalin’in otoritesi olağanüstü bir biçimde
büyümüştü. Örneğin, Büyük Britanya Kralı VI. George’u,
Churchill’in isteğine rağmen, kabul etmeyi reddetmekte sakınca
görmüyordu. Stalin, önceden yüklenilmesi kararlaştırılan
taahhütleri, SSCB lehine anlaşmalara dönüştürebilmişti.
Muzaffer Sovyet ordusu, savaştan, moral bakımından güçlenmiş,
örgütlenmesi sağlamlaşmış ve askeri bakımdan yenilmez bir
şekilde çıktı. SBKP(b)’nin doğru politikası ve Stalin’in
kararlı ve becerikli yönetimi, halkın ve ordunun birliğini
sağlıyordu. Sovyet toplumunun moral ve politik (birliği)
bütünlüğü, zaferde belirleyici bir rol oynamıştır.
Ülke yaralarını çabucak, şaşırtıcı kısalıktaki bir zaman
diliminde sarmıştır ama bu yaralar çok ağırdı. Hitler’ciler,
bin 710 şehir ve kasabayı yıkıp yağmalamıştı. 70 bin köy ve
komu yakmışlardı. Yaklaşık 32 bin işyerini (işletmeyi) yok
etmiş, 65 bin kilometre uzunluğunda demiryolunu yıkmış, 98 bin
kolhozu, 5 bin sovhozu ve makine ve traktör istasyonlarını
talan etmişlerdi. On binlerce hastane, okul, teknik enstitü ve
kütüphaneyi yıkmış, yüzlerce müzeyi içlerindeki muhteşem sanat
ve kültür hazinelerini çalarak yağmalamışlardı.
Savaştaki en büyük kaybımız, 27 milyon yurttaşımızın ölümüydü.
Özellikle de çocuk ve gençlerle kadın ve erkeklerimizin ölümü.
İnsanlarımızın büyük çoğunluğu Hitler’in toplama kamplarında
ve işgal altındaki topraklarda yok edilmişti. SSCB’nin asker
kaybı ise, Alman faşistlerininkiyle karşılaştırılabilir
miktardaydı: 8 milyon 640 bin 500’e karşı 8 milyon 668 bin 400
kişi.
Parti, savaş alanında onarılmaz gibi görünen kayıplar verdi.
Stalin bunu 1946’da şöyle açıklıyordu: “Savaşın sadece ilk
altı ayında 500 bin, tüm savaş boyunca üç milyondan fazla
komünist cephelerde can verdi. Bunlar, sosyalizm ve halkın
mutluluğu için savaşan, içleri özveri dolu ve hiçbir karşılık
beklemeyen savaşçılardı, saf ve cömerttiler ve aramızda en iyi
onlardı. Şimdi aramızda yoklar… Hayatta olsalardı, şimdi
mevcut bir çok güçlük, çoktan aşılmış olurdu.”
Ama burada tarihten çıkarılan asıl önemli ders, yeni ve genç
bir toplumsal yapının emperyalizmin vurucu gücünü yenmiş
olmasıdır. Sahte tarihçiler, sermayenin dalkavuk uşakları, bu
gerçeği gizlemek ve saptırmak için boşuna çabalıyorlar. Zafer
aynı anda askeri, politik ve ideolojik bir zaferdi.
İkinci dünya savaşının sonunda, Birleşik Devletler, Japon
şehirleri Hiroşima ve Nagazaki’ye karşı atom bombası kullandı.
Bu, onların anti-Hitlerci koalisyondaki diğer müttefikleri
olan SSCB’ye karşı nükleer şantajlarının başlangıcıydı. Askeri
açıdan mutlak bir biçimde anlamsız olan Hiroşima ve
Nagazaki’ye atom bombası atılması, Sovyetler Birliği’ne karşı
yapılan açık bir uyarıydı: Bundan böyle, Amerika iradesini tüm
dünyaya zorla kabul ettirecektir. Böylece “Soğuk savaş”
başlamıştır.
Churchill’in Fulton’daki konuşmasından sonra, uluslararası
durumun kötüleşmesini önlemek için Sovyet yönetiminin
başlattığı girişimler başarılı olmadı. Ulusal güvenlik
konseyinin 8 Ağustos 1948 tarihli ve 20/1 sayılı emrine göre
“Birleşik Devletlerin Rusya konusundaki amaçları… özünde şuna
indirgenir: a) Moskova’nın gücünü ve etkisini en aza indirmek;
b) Rusya’da iktidarda bulunan hükümet tarafından izlenen dış
politikanın teori ve pratiğini kökünden değiştirmek.”
SSCB buna gerektiği gibi karşılık verdi. Füze teknolojisinde
ve atom enerjisi üzerine yapılan araştırmaların sonucunda, J.
V. Stalin hala hayattayken atom ablukasını kırdı ve ülkemizi
uzay ve atom çağına taşıdı. Stalin, aynı zamanda, ülkede
tepkime motorlu havacılığın (jetlerin) gelişmesi için de çok
gayret sarf etti. 1946’da kurulmasından bahsettiği yeni bilim
ve sanayi enstitüleri, her şeyden önce ülkenin savunmasına
yapacakları potansiyel katkı için kuruldular. Hava üsleri
kuruldu ve bunlardan her biri kendi uçak modellerini
geliştirdiler. Bu modeller, başta Mig-15’ler olmak üzere,
1947’de ortaya çıktılar. Birleşik Devletler, ilk önce 1 Eylül
1948’de kabul edilen ve SSCB’ye karşı savaşın 1 Nisan 1949’dan
önce başlamasını öngören “Fleetwood” planından, ardından da 1
Ocak 1950’den itibaren 100 Sovyet şehrine karşı 300 atom
bombasının kullanılmasıyla başlatılacak askeri eylemleri
öngören “Trojan” planından, bu sebepledir ki vazgeçti.
Mücadele cephesi, Kore’nin bölünmesinin işin içine girdiği ve
Çin devriminin başarıya ulaştığı Uzak Doğuya kaymıştı. Kore
yarım adasındaki askeri çatışmalar, 25 Haziran 1950’de
başlamıştı. Bugün Irak, B.M.’nin onayı alınmadan yapılan bir
haydut saldırısına uğramıştır. O dönemde ise, Birleşik
Devletler, Birleşmiş Milletler’den Kore Demokratik Halk
Cumhuriyeti’ni saldırgan ilan eden bir karar çıkarmayı
başarmış ve Kore’ye Amerikalı general MacArthur komutasında
birlikler göndermişti. General, 1 Ekim’de mareşal Kim İl
Sung’dan kayıtsız şartsız teslim olmasını istemiş, 23 Ekim’de
Pyongyang’ı ele geçirmişti.
Ancak tam da burada, bugün bizde eksik olan sosyalist
kardeşlik dayanışması ve proletarya enternasyonalizmi kendini
gösterdi. 15 Ekim 1950’de Stalin, elçi Shtykov’a şifreli bir
mesaj gönderdi:
“Pyongyang… yoldaş Kim İl Sung'a iletilmek üzere.
Tereddütlerden ve bir dizi geçici karardan sonra, Çinli
yoldaşlar nihayet Kore’ye askeri birliklerle yardım etmeye
karar verdiler. Kore için yararlı ve belirleyici olan bu
kararın sonunda alınmış olmasından memnunum. Size başarılar
diliyorum. Phin Si.” (“Phin Si” batı rüzgarı anlamına
gelmektedir.)
25 Kasım’da, Kuzey Kore ve Çin zırhlı birlikleri, saldırıya
geçtiler ve düşmanı güneye doğru sürmeye başladılar.
B.M. kalkanındaki Amerikan birliklerinin bozguna uğraması, tüm
“uygar” dünyayı şaşkına çevirdi. 30 Kasım’da, başkan Truman,
Çin ve Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti birliklerine karşı
atom bombası kullanmaya hazır olduğunu açıkladı ama kendi
müttefiklerinin şiddetli muhalefetiyle karşılaştı. Yerinden
ilk fırlayanlar, Britanyalılar oldu. Başbakan Attlee, derhal
Washington’a gitti ve orada, bu gidişin intihar yürüyüşü
olduğunu söyledi.
Ama şahinler sakinleşmediler. 7 Şubat 1951’de, MacArthur, Çan
Kay-Şek’in ordularını yardıma çağırdı ve Asya’da komünizme
karşı savaşın başladığını ilan etti. 24 Mart’ta, atom bombası
kullanmak için yetki istedi ama tüm elde edebildiği, B.M.
Birlikleri Yüksek Komutanlığı görevinden alınmaktı. Sosyalist
blok ise kaynak eksikliğinden etkilendi ve düşmanlıklar 38.
paralelde dengelendi.
10 Temmuz 1951’de iki yıl süren görüşmeler başladı. Atom
silahı kullanmaya cesaret edemeyen Amerikalılar, Kore
Demokratik Halk Cumhuriyeti topraklarına yoğun bombardıman
akınları düzenleyerek, ağırlığı kendi taraflarına çekmeye
çalıştılar ama Sovyet hava kuvvetlerinden gelen kararlı bir
direnişle karşılaşarak yeni uçaklarından birkaç yüzünü
kaybettiler.
Kruşçev’in 20. Kongre’de ilan ettiği barış içinde birlikte
yaşama masalına karşı, burada Stalin’e başvurmak gereklidir. 2
Nisan 1952’de, Amerikan yerel gazetelerinin yazarlarından
oluşan bir grup gazetecinin kendisiyle yaptığı röportajda,
Jozef Visariyonoviç Stalin şunları söylüyordu:
“Komünizm ve kapitalizmin barış içinde birlikte yaşaması,
birlikte ortak hareket etmek için karşılıklı bir istek varsa,
üstlenilen taahhütleri yerine getirmeye hazır olunduğunda,
eşitlik ilkesine saygı gösterildiğinde ve başkalarının iç
işlerine karışılmadığında mümkündür.”
17 Ağustos 1952’de, Çin Halk Cumhuriyeti’nden gelen bir
heyetle yaptığı bir dizi görüşmede, Stalin durum
değerlendirmesi yapıyordu: “Amerika, büyük bir savaşı
yürütmeye yetenekli değildir. Tüm gücü hava akınlarında, atom
bombasındadır… Amerikalılar tüccardır. Almanlar Fransa’yı
yirmi günde işgal ettiler. Amerikalılar küçük Kore’nin bir
ucuna iki yılda gelemediler. Bu ne demektir? Savaş atom
bombasıyla kazanılmaz.”
Bugün, Stalin’in yetenekli bir diyalektikçi olduğunu
anlıyoruz. Zor bir durumun tüm özelliklerinden yararlanmayı
biliyordu ve savaş sonrasında, Sovyetler Birliği için büyük
bir güce yakışan konumunu ve güvenliğini garantileyen, uzun
süreli bir barışın temellerini atmayı başarmıştı. Kapitalist
kuşatmayı kırmış, sosyalizmin dünya sistemi olarak gelişimini
başlatmıştı.
Büyük Marksist kuramcı ve uygulamacı J. V. Stalin, 29 Temmuz
1953’te Kore’de, yarım adanın bugüne kadar süregelen barışının
temeli olan silah bırakışmanın imzalanmasına kadar
yaşayabildi. Bunun üzerinden yarım yüzyıl geçti. Dünya
değişti. Emperyalizm, büyük ölçüde öç almayı başardı ve şimdi
de sermayenin tüm gezegende mutlak egemenliğini sağlamaya
çalışıyor.
Dünyanın jandarması, Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti’ni “şer
ekseni”ne dahil ülkeler arasına kaydetti ve onu bir dahaki
hedefleri arasında gösteriyor. Yarım yüzyıl önceki durumdan
farklı olarak, sosyalizmin bu adası, birleşmiş uluslararası
sermayeye neredeyse tek başına karşı koyuyor. Cesur Kore
halkıyla olan proleter sınıf dayanışmamızı ispatlamak zorunda
olduğumuza inanıyorum. Çünkü bugün, Kore, zincirinden boşanmış
saldırgana etkili askeri direnç gösterebilecek tek devlettir.
Ortadoğu’daki durum biraz daha farklıdır. Olayların gelişimi,
emperyalizmi ulusal ve dini etkenleri ön plana almaya ve
saldırısını kamu oyuna “demokratik” ve Hıristiyan Batı’nın,
totaliter Müslüman köktendinciliğine karşı savaşı olarak
“tanıtmaya” zorluyor. Ama burjuvazinin çeşitli katmanları
arasındaki karşıtlıklar -somut durumda Anglo-amerikan ve
Müslüman burjuvazisinin çatışması- ne olursa olsun, en fazla
zararı daima proletarya görür, yaşlılar ve çocuklar görür.
Rusya devlet başkanın açıklaması, tıpkı ABD ile anlaşamayan
diğer kapitalist liderlerin açıklamaları gibi, görünüşte sert
fakat içerik olarak boştu ve Irak’ın işgalini engelleyemedi.
Saldırıyı ister desteklesin ister protesto etsin, tüm bu
liderler, avın paylaşılması sırasında kendi payını
kaptırmaktan korkan sırtlanlara benziyorlar. Çağrıda
bulunarak, davetlerle bulunarak, yatıştırmaya çalışarak, aynen
1938’de olduğu gibi, saldırganı alt etmek imkansızdır. O
sadece kuvvetten anlar.
“Sermaye, tüm ülkelerin kapitalistlerinin birliğinin
emekçilere karşı savunulmasını, toplumun, halkın ve
diğerlerinin çıkarlarının savunulmasından daha yüksekte
tutar.”
Lenin’in bu basit düşüncesini, kitlelere her yoldan yaymak
gerekir. Savaşı, sadece etkin mücadele yöntemleri, tüm dünya
halklarının geniş ve örgütlü eylemleri durdurabilir, hem onun
hem de emperyalizmin işini bitirebilir.
Kapitalizmin eşitsiz gelişimi, tıpkı 85 yıl önce olduğu gibi,
cephesinin bir yada birkaç ülkede parçalanabileceğini
göstermektedir. Kelimenin gerçek anlamıyla kopma, bir güney
Amerika ülkesinde gerçekleşebilir. Rusya ve SSCB’de olanlar
için, kapitalizmin restorasyonunun kesintiye uğramasından söz
etmek daha doğru olur.
Beyaz Rusya’da, sosyalizmin parçalarını sosyal alanda ve
tarımda muhafaza eden bir devlet kapitalizmi hakimdir. Başkan
Lukaşenko’nun, büyük Rus sermayesi karşısında geri adım
atmasına rağmen, Beyaz Rusya’da toplumun
kapitalistleştirilmesi ve devlet işletmelerinin
özelleştirilmesi, güçlükle ilerlemektedir. Bu da,
emperyalizmin Rusya ve Beyaz Rusya arasında kurulacak
hakkaniyetli bir birliğe ve hepsinden öte Beyaz Rus
cumhuriyetinin yöneticilerine kudurmuşçasına saldırmasını
açıklamaktadır. Emekçilerin toplumsal hafızası son derece
tazedir ve onlar, enerjileri ve yaptıkları baskı ile, tam da
bu dar alanda sosyalizme ve bağımsızlığa dönüşü daha muhtemel
kılıyorlar. Komünist partiler ve işçi partileri, bu iki kardeş
cumhuriyetin proletaryasıyla olan sınıf dayanışmalarını ifade
etselerdi, minnettar kalacaktık.
Rusya’da, Forbes dergisinin bir haberi, büyük yankı yaptı. Bu
haberde yayınlanan milyarderler listesinde, devlet bütçesinin
yarısına eşit sermayeleriyle üç ulusal kodaman da yer
alıyordu. Halbuki üç yıl önce yayınlanan listede hiç birinin
ismi geçmiyordu. Bu sayıyla Rusya İngiltere, Fransa ve Suudi
Arabistan’ı geride bırakmaktadır ve önüne sadece Birleşik
Devletler, Japonya ve Almanya geçebilmektedir.
Bu 5 Mayıs, Karl Marx’ın doğumunun 185. yıl dönümü olacak.
Onun “Zenginliklerin bir kutupta birikmesi, aynı zamanda
yoksulluğun, emeğin sıkıntılarının, köleliğin, cehaletin,
duyarsızlaşmanın ve ahlaki çöküntünün diğer kutupta
birikmesidir. Sermayeyi bu üretir.” Şeklindeki çıkarımı belki
de Rusya’ya uygulanabilir. Bir örgüt içinde birleşebilirsek,
güçlü bir sol cephe kurabilirsek ve aynı zamanda oportünizme
karşı sarsılmaz mücadelemizi devam ettirirsek bir şansımız
olabilir.
Bu ve diğer sorulara, her parti, mevcut politik durumu
değerlendirerek kendi cevap vermek zorundadır. Daha önce
olduğu gibi şimdi de, uluslar arası komünist hareketin ve işçi
hareketinin esas görevinin sağlam bir ideolojik ve politik
temelde örgütsel birliği sağlamak, buna uygun olarak yeni bir
Komintern kurmak ve ekonomik bağımsızlık ve otonomi
sorunlarını çözmek olduğunu düşünüyoruz. Dünyanın tüm
anti-emperyalist güçlerini birleştirmeyi sadece bu yolla
isteyebiliriz. Bugünkü derin krizde, en büyük tehlike
parçalanmada ve en büyük gücümüz birlik olmakta yatmaktadır. |
|
|
|
|
|
|
|