...................
...................
HİNDİSTAN DEMOKRASİSİ

Dr. MEŞFEŞŞÜ Necdet Hatam

                         
...................
 
...................
“Hindistan Demokrasisi” söylemi hep gündemde tutulsa da Hindistan’daki yönetim biçimine pek demokrasi denemeyeceğini daha önce de konu etmiştim. Dünya egemen güçlerinin olayları, ülkeleri oldukları gibi değil de kendi istedikleri gibi sundukları ve benimsettikleri bir gerçek. Ancak Sevgili Erhan gibi eski kulağı kesiklerin de bu oyuna gelmesini gerçekten çok yadırgamış biraz da takılmıştım. Ancak, ben kızacak olsam da demokrasi demeyi sürdürecekmiş. Ne yapalım varsın kimileri demokrasi desin ancak Hindistan’ın pek demokratik bir ülke olmadığını dile getirenler de yok değil. Doğrusu bilgi edinmek isteyenler için internet bulunmaz bir nimet…

İşte küçücük bir araştırmanın sonuçları… Hindistan demokrasisinin ne kadar demokratik olduğuna da kendiniz karar verin.



Derleyen: Sosyolog Ömer YILDIRIM
Kaynak: Sosyoloji, Anthony Giddens

Toplumsal Tabakalaşma: Kast Sistemi Nedir, Ne Demektir?

Kast, her şeyden önce genel bir kanı olarak Hindistan'la beraber düşünülmektedir. Buna karşın "kast" teriminin kendisi, Hintçe bir terim değil; Portekizce'de "ırk" ya da "saf soy" anlamına gelen "casta" sözcüğünden gelmektedir.

Hintliler, kast sistemini bir bütün olarak anlatmak için tek bir terimi değil, sistemin farklı yönlerine de göndermede bulunan "varna" ile "jati" gibi değişik sözcükler kullanmaktadırlar. Varna; her birisi toplumsal onur bakımından farklılaşan dört kategoriden oluşmaktadır. Bu dört kategorinin en altında "dokunulmazlar" yer alır. Jatiler ise kast sıralarının örgütlendiği toplumsal gruplardır.

Kast sistemi çok karmaşıktır ve bölgeden bölgeye farklılıklar gösterir. Bu farklılıklar o kadar büyüktür ki kast, gerçekte tek bir sistem oluşturmak yerine değişik inanç ve uygulamalar çeşitliliğinin gevşek bir biçimde birbirine bağlanmış olduğu bir bütün oluşturur.

Varna öğretisi tüm insanların doğuştan şu dört kasta ayrıldığını savunur:

- Brahmanlar (Din adamları),
- Kşatriyalar (Rütbeli askerler, zenginler, büyük tüccarlar, büyük toprak sahipleri),
- Vaysiyalar (Orta halli tüccarlar, orta büyüklükte toprak sahibi olanlar),
- Südralar (Köylüler)
- Bu dört kast'ın ardından bir de "Paryalar" sayılmaktadır. Paryalar, insanlığın en aşağı tabakası olarak görülürler. Paryalar, değer verilmeyen ve toplumdan tamamen dışlanan bir gruptur. Paryaların toplumsal hiçbir hakkı bulunmamaktadır.
- Bu tabakalaşma sisteminde, yukarıdaki kastlar arasında geçiş bulunmamaktadır. Yalnızca kast içinde geçişler mevcuttur ve bir üst sınıfa ulaşabilmek mümkün değildir. Hatta kastlar arasında evlilik dahil, hiçbir ilişkiye müsade edilmemektedir. Her kast üyesi, yalnızca kendi kastından bir başkasıyla evlenebilmektedir. Yani kast sistemi, bütün geçişlere karşı korumalıdır.

Kast sistemi, kendi içinde oluşturduğu bu "geçirmemezlik" duruşunun korunmasını, Hindu inancındaki "reenkarnasyon" düşüncesine borçludur.”

“Akif Beki Milli gazete 03 Aralık 2008

(…)

Tüm söylem şunu üzerine kurulu. Dünyanın en büyük demokrasisi İslamcı teröristlerin saldırısına uğradı. “Dünyanın en büyük demokrasisi” denilen yer Hindistan. (...) Fakat kimsenin aklına, dünyanın en katı kast sisteminin hâlâ geçerli olduğu bu ülkenin ne biçim demokrasi olduğunu sormak gelmiyor. Kast sistemi ve palazlanan kapitalizmin sınıflar arasında ortaya çıkardığı derin uçurumun ne anlama geldiğini de sormak işlerine gelmiyor.

(...) Fanatik Hinduizm’in yükselişe geçmesiyle birlikte gerçekleşen toplu Müslüman katliamların bu demokratik gelenekteki yerinin neresi olduğunu da …Kendisi de bu toprakların çocuğu olan Tarık Ali’nin işaret ettiği gibi, ülkedeki kastlar arası ekonomik uçurumun, yıllardır işgal altında tutuğu Keşmir’deki uygulamaların böylesi bir patlamaya neden olabileceği üzerinde neden durulmaz? (…)”



“Hindistan`da `kast` sistemi çözülüyor mu?

İLİŞKİLİ HABERLER

BBC- Plan uyarınca, devletten kaynak olan üniversitelerde kontenjanın neredeyse yarısı alt kast mensuplarına ve geleneksel olarak yetersiz imkanları bulunan topluluklara ayrılacak. İktidarın çoğunluğu dolayısıyla parlamentodan geçmesi beklenen karar 2007`de uygulamaya girecek. Ancak doktorlar, iş çevreleri ve bazı öğretim görevlileri eğitimde standartları düşüreceği gerekçesiyle karara karçı çıkıyorlar. Doktorlar ve sağlık çalışanlarının kararı protesto etmek için iki haftadır süren eylemleri pek çok kentte hizmetleri aksatıyor. Ancak nüfusun neredeyse yarısını oluşturan alt kastlardan Hintliler kararı destekliyor. Halihazırda üniversitelerde kontenjanın yüzde 22,5`i kast hiyerarşisinin en alt tabakasını oluşturan Dalitlere ve aşiret mensuplarına ayrılıyor. Yeni plana göre yüzde 27`lik bir dilim de Diğer Alt Kastlar olarak tanımlanan kastlar grubundan gelenlere ayrılıyor. Bu kontenjanın yüzde 50`sine yakın bir kısmının `rezerve` edilmiş olması demek. Üst kastların tepkisini gidermek amacıyla bir komisyon kurulması ve beceri ve eğitimleri temelinde rekabet eden öğrencilerin şansının artırılmasının yollarının araştırılması kararlaştırıldı. Üst kastlardan öğrenciler, kotanın kendileri açısından, notları yüksek olsa da tıp, mühendislik veya işletme gibi cazip bölümlere girme şansını azalttığını söylüyor. Hükümetin kararına rağmen eylemciler protestolarını sürdüreceklerini söylüyor. 1990`da da kamu memuriyetlerinde alt kastlara kontenjanın artırılması şiddetli gösterilere yol açmıştı. Ayrımcılığı yasaklayan yasalara rağmen Hindistan`da alt kastlar toplumun en alt kademesi kabul ediliyor ve belli başlı meslek gruplarında temsil edilmiyor.”



“Sefalet ve Çelişkiler Ummanı Hindistan
İlkay Meriç
1 Nisan 2009

Slumdog Millionaire (Milyoner Gecekondu İti) filminin 8 dalda Oscar ödülü kazanmasının ardından, Hindistan, yoksullukla zenginliğin en uç noktalarda yaşandığı bir ülke olarak daha bir dikkat çeker oldu. Film, Mumbai’nin gecekondu mahallelerinde öksüz olarak büyüyen, dilenci mafyasının eline düşen, başından bin bir felâket geçen ve bir çağrı merkezinde çaycı olarak çalışırken “Kim Milyoner Olmak İster” adlı yarışma programına katılan genç Cemal Malik’in hikâyesini anlatıyor. Ancak bu hikaye aynı zamanda yüz milyonlarca Hintlinin sefalet içindeki yaşam koşullarına da projeksiyon tutuyor. Tam da bu nedenle, film ilk başlarda Hintli egemenler tarafından “sefaletin sömürüsünü yapmak”la suçlanmıştı. Ancak Oscar ödülünü almasının ardından tepkiler tersine döndü ve Slumdog Millionaire övgülere mazhar oldu. Ne de olsa film sayesinde en az bir yıl boyunca Hindistan’ın bolca reklâmı yapılacak ve bu durum kâra endekslenebilecek pek çok olanak doğuracaktı.

Hint burjuvazisi milyonların yoksulluğunu paraya çevirmenin hesaplarını yaparken, hayatta kalma savaşı veren 450 milyon Hintli yoksulun payına ne yazık ki koca bir hiçten başkası düşmeyecek. Evet, Hindistan’da yoksulluk sınırının altında yaşayan 450 milyon emekçi bulunuyor. 1,1 milyar nüfusuyla dünyanın en kalabalık ikinci ülkesi olan bu ülkede açlık sınırının altında yaşayanların sayısı ise 260 milyonu geçiyor. Bir yanda dünyanın en zenginleri listesinin üst sıralarına konuşlanan dolar milyarderleri, diğer yanda sokaklarda aç yatan on milyonlarca insan.

Hindistan’da kapitalizmin ezenle ezilen, sömürenle sömürülen arasındaki derin çelişkisi alabildiğine gözler önünde. Örneğin finans ve eğlence merkezi başkent Mumbai, dev gökdelenlerin, en lüks konutların ve iş merkezlerinin yanı sıra, 1 milyon yoksulu barındıran Dhavari gecekondu mahallesine de ev sahipliği yapıyor. Slumdog Millionaire’e de konu olan Dhavari, Asya’nın en büyük gecekondu mahallesi olma özelliğini taşıyor. 1500 kişiye bir tuvaletin, 15 aileye bir çeşmenin düştüğü, çamurlu ve durgun nehir sularını aynı anda binlerce insanın hem çamaşır yıkamak, hem yıkanmak için kullandığı, lağımların sokaklarda aktığı, kolera, tifo, tifüs gibi salgın hastalıkların cirit attığı, dayanılmaz bir yoksulluğun hüküm sürdüğü bu mahalle, aslında Hindistan’daki yoksulluğun tüm çıplaklığıyla gözler önüne serildiği bir teşhir alanı gibi. Ama Dhavari tek değil.

Milyonlarca insanın sokaklarda yaşadığı Hindistan’da, 150 milyon insan, çoğu tek göz odadan ibaret, tenekeden, kontrplaktan vs. yapılmış derme çatma kulübelerde barınıyor. İnsanca yaşayabilecekleri konutlardan yoksun olanlarla, yanı başlarındaki lüks binaları, alışveriş merkezlerini, gökdelenleri inşa edenler aynı işçiler.

İlköğretim çağındaki 50 milyondan fazla çocuğun yoksulluktan dolayı okula gidemediği Hindistan’da, nüfusun üçte biri okuma-yazma bilmiyor. Her yıl 1 milyonun üzerinde kadın ve çocuk, sağlık hizmeti alamadıkları için hayatını kaybediyor. Çocuklarda yeterli beslenememe oranının yüksekliği bakımından en geri Afrika ülkeleriyle yarışır durumda olan bu ülkede, 14 yaşın altındaki 12 milyon çocuk, tarımda, ev işlerinde, fabrikalarda, atölyelerde, hizmet sektöründe köle gibi kullanılıyor.

Çoğu günde 12 saat çalışmalarına rağmen haftada 2-3 doların üzerinde ücret alamayan minik eller ve bedenler, sermaye için milyarlarca dolar üretiyor. Yoksul aileler, karın tokluğuna ya da çok düşük ücretlerle çocukları patronların insafına terk ediyor. Çünkü dünyanın pek çok bölgesinde olduğu gibi Hindistan’da da yoksulluk açlık demek. İnsan haklarına duyarlı bir Hintli kadın gazeteci olan Mari Marcel Thekaekara, Hindistan’da yoksulluğu şöyle özetliyor:
“Hindistan’da yoksulluk açlıktır. Gerçek açlık. Günde üç öğün yemeğe asla sahip olmamak. Yoksulluk, onlara verecek pirinç, bakliyat ya da bir parça ekmek olmadığı için uyumak isteyen çocuklarınızın ağlamasını duymaktır. Yoksulluk barınacak yerinizin olmamasıdır. (…) Yoksulluk hasta olup doktora gidecek parası olmamaktır. Yoksulluk çocuğunuzu okula gönderememek ve okuma yazma bilmemektir. Yoksulluk bir işinizin olmamasıdır, güvencesizlik ve gelecekten endişe etmektir. Yoksulluk günübirlik yaşamaktır. Yoksulluk çocuğunuzun yeterli beslenememekten ya da pis sulardan ishale yakalanmasından dolayı anlamsız, boşu boşuna ölmesini izlemektir. Yoksulluk güçsüzlüktür, temsil edilmemektir, özgür olmamaktır. Yoksulluk, sizi siz olduğunuz için aşağılayanlardan kaçmaktır.”

İşte bu yoksulluğun ortasında, Hindistan işçi sınıfı 450 milyonluk dev gövdesiyle sivriliyor. Nüfusun büyük bir bölümünün halen kırda yaşadığı bu ülkede, işçi sınıfının yaklaşık yüzde 60’ı da kır işçilerinden oluşuyor. Kentlerde çalışan işçiler ise sanayiden hizmet sektörüne, tekstilden inşaata, petrolden madenciliğe sayısız alanda yoğun bir sömürüye maruz kalıyor.

Bu devin en kötü koşullarda çalışmaya mahkûm edilebilmesinin temel nedeni elbette örgütsüzlük. İşçilerin %90 gibi devasa bir bölümünün küçük işyerlerinde ya da tarımda, kayıt dışı olarak çalıştığı Hindistan’da, sanayi işçilerinin sadece yüzde 1,3’ü sendikalarda örgütlü. Sendikaların bölünmüşlüğü ve toplam 12 sendika federasyonunun her birinin bir başka burjuva partinin uzantısı oluşu ise, kâğıt üzerinde toplam 20 milyon olarak görülen sendikalı işçilerin, örgütlülük kılıfı altındaki örgütsüzlüklerinin en büyük nedenlerinden biri.

En Derin Yoksulluk ve En Gelişmiş Teknoloji Bir Arada

Sefaletin diz boyu olduğu Hindistan, aynı zamanda modern teknolojinin en karmaşık alanlarında tüm dünyaya kalifiye işgücü ihraç eden ve bu alanda oldukça gelişmiş bir sektöre sahip olan bir ülke. Doğrudan ya da dolaylı olarak bilişim sektöründe çalışan işçilerin sayısı 10 milyonu geçiyor. Bu sektörde çalışan milyonlarca işçi, uluslararası tekeller için inanılmaz derecede ucuz bir kalifiye insan kaynağı anlamına geliyor. Büyük tekeller, ABD’deki bir teknik üniversiteden mezun bir bilgisayar mühendisine yılda 95 bin dolar ücret verirken, aynı eğitimi Hindistan’da almış bir mühendise 13 bin dolar ödüyor. Benzer şekilde bu firmalar Amerikalı bir lise mezunu bilgisayar operatörüne ödediklerinden birkaç kat düşük ücrete Hintli bir üniversite mezununu çalıştırabiliyorlar. Yılda 3 milyondan fazla üniversite mezunu üreten ve bunların yüzde sekseninin İngilizce konuşabildiği Hindistan, ucuz emek gücüyle doğal olarak uluslararası tekellerin gözdesi haline gelmiş bulunuyor.

Bu tekellerin ucuz işgücünü sömürdüğü bir diğer alansa çağrı merkezleri. Slumdog filminin baş karakteri Cemal, çağrı merkezinde çaycı olarak çalışıyor ve televizyonda katıldığı yarışma programını kazanınca hayatını değiştirme şansını yakalıyordu. Ancak Hindistan’da çağrı merkezlerinde çalışan 1,5 milyon işçinin gerçek dünyada böyle bir şansı bulunmuyor.
Denizaşırı hizmet veren çağrı merkezleri, genellikle, İngilizceyi anadili gibi konuşanların yoğun, ücretlerinse son derece düşük olduğu eski İngiliz sömürgelerinde üslenmiş bulunuyor. Hindistan ise bu ülkelerin en önde geleni. Neredeyse tamamı üniversite mezunu olan ve çok iyi derecede İngilizce konuşan yüz binlerce genç, 2-3 aylık bir eğitimin ardından, insan sağlığını hiçe sayan bir çalışma sistemine sahip olan bu merkezlerde çalışıyor.[*] Bu işçiler, hizmet verilecek işin teknik eğitimi dışında, hizmet verilecek ülkelerin kültürü ve dili konusunda da eğitimden geçiriliyorlar.
Dünyanın dört bir yanından büyük bir firmanın çağrı merkezini arayan insanlar, telefonu açan kişinin bir Hintli olduğunu bilmiyorlar. Örneğin iki sokak ötesindeki Pizza Hut’a pizza siparişi vermek isteyen bir Amerikalı, telefonda aslında farkında olmaksızın binlerce kilometre uzaktaki bir Hintliye siparişini iletiyor. Hintli işçiler kendilerini arayanların ülkesine bağlı olarak Amerikalı ya da İngiliz'miş ve o ülkeden yanıt veriyormuş gibi davranıyorlar. Çünkü arayan insanlar, kendilerine binlerce kilometre öteden yanıt veren kişilere ve kurumlara güven duymuyorlar.

Gerçek kimliklerini ve ülkelerini açıkladıklarında, ırkçı ya da milliyetçi yaklaşımlara maruz kalıp aşağılanabilen bu eğitimli işçilerin ortalama ücretleri aylık 300 dolar civarında. Asgari ücretin 30-40 dolarlarda seyrettiği ülkede, bu meblağ onlar için oldukça iyi bir ücret anlamına geliyor. Oysa, ABD’de ya da İngiltere’de bu işi yapan ve çoğu lise mezunu olan meslektaşları bu ücretin 7-8 katı ücretlerle çalıştırılıyorlar. Bu ücret farkı, bir yandan sermayeyi bu işi binlerce kilometre ötedeki işçilere yaptırmaya sevk ederken, öte yandan metropol ülkelerdeki işçi ücretleri üzerinde de muazzam bir baskı oluşturuyor.

Hindistan’daki çağrı merkezlerinde çalışan işçiler, İngiltere ya da ABD’deki bir doktorun sekreterlik hizmetini yürütmekten pizza zincirlerinin siparişlerini almaya, bankacılık işlemlerinden ünlü teknoloji firmalarının teknik hizmetini vermeye kadar çok geniş bir alanda hizmet veriyorlar. HSBC, IBM, Hewlett-Packard, Microsoft, DELL, American Express, British Airways, Pizza Hut gibi şirketler, ucuz Hint işgücünü sömürmek üzere Hindistan’a hücum etmiş büyük firmalardan sadece birkaçı.
Amerika ve Avrupa’yla saat dilimi farkının 12 saate yakın olması (yani oralarda gece iken Hindistan’da gündüz olması), vardiya işçiliğinin de bu ülke üzerinden çok daha ucuza getirilmesine olanak sağlıyor. Örneğin Amerika’daki bir hastane, çağrı merkezi için gece vardiyasında daha yüksek ücretle santral görevlisi, doktor ya da hemşire çalıştırmak yerine, aynı işi çok daha ucuza Hintli kalifiye işçilere yaptırabiliyor.

Çalışanların yaş ortalamasının 20-25 olduğu bu sektörde, işçilerin yarıya yakınını kadınlar oluşturuyor. Kadınların gece çalışmasının yasak olduğu Hindistan, 2003 yılında yapılan bir yasal değişiklikle, kadınların gece vardiyasında çalışmasının önündeki engelleri kaldırıp sermayeye istediği kolaylıkları sağladı. Benzer bir düzenlemenin aynı yıl Türkiye’de de yapıldığını hatırlatalım.



Hindistan, kapitalizmin bir avuç azınlık için akıl almaz bir zenginlik, yüz milyonlarca insan içinse korkunç bir sefalet ürettiğinin en çarpıcı örneklerinden biridir. Uzay teknolojisine sahip bir ülkede bin yıllık kast sistemi halen mevcudiyetini sürdürebiliyorsa, çileciliği ve sefaleti kutsayan ilkel bir din halen güçlü bir şekilde varlığını korumaya devam ediyorsa bunun temel nedeni kapitalizmdir. Bir tarafta dünyanın en karmaşık bilgisayar yazılımları üretilirken, hemen yanı başında 800 bin insan açıktan akan lağımları temizlemek için tuvalet temizleyiciliğiyle geçimini sağlıyorsa bunun nedeni kapitalizmdir. Bir tarafta yetişkin işçiler işsizliğe mahkûm edilirken, diğer tarafta 5-10 yaşlarındaki milyonlarca çocuk köle gibi çalıştırılıyorsa bunun nedeni kapitalizmdir. En modern gökdelenlerde, alışveriş merkezlerinde, son teknolojiyle donanmış konutlarda asalaklar takımı gününü gün ederken, bunun yanı başında 1 milyon kişilik bir gecekondu mahallesinde sefalet diz boyuysa bunun nedeni kapitalizmdir. Ve dünyanın tüm nimetlerini mülk sahipleri yararlansın diye üretip kendileri en ağır koşullarda kölece çalışmaya, işsizliğe, açlığa, hastalığa, ölüme mahkûm olan yüz milyonlarca insan, tüm bunların olmasına izin veriyorsa bunun nedeni örgütsüzlükleridir. Ancak o güç, örgütlendiğinde tüm dünyayı sarsacak bir volkan olduğunu tarihte sayısız kez göstermiştir. Ve bugün patronlar sınıfının bu volkanın bir kez daha patlayıp kapitalizm cürufunu bir daha geri dönememecesine silip süpürmesinden ödleri kopuyorsa bu boş bir korku değildir.


DİPNOT:
(*)
Türkiye’de de başta cep telefonu şirketleri olmak üzere pek çok firma, son yıllarda çağrı merkezi olarak Erzurum gibi doğu illerini üs olarak seçmiş durumda. Turkcell’in başlattığı furyaya kısa zamanda Avea ve diğerleri de katıldı. Bu firmalar, iş olanağının sınırlı olduğu doğu illerinde, çoğu üniversite mezunu olan işçileri metropol kentlere göre oldukça düşük ücretlerle çalıştırabiliyorlar. Üstelik sınıf bilincinin çok daha geri olduğu bu bölgelerde, işçinin sendikalaşma, hakkını arama, greve gitme vs. ihtimali de proletaryanın gelişmiş olduğu Batı illerine göre daha zayıf. Ayrıca, var olan asgari ücreti bile fazla bulan insanlık düşmanı asalaklar takımı, doğu kentlerine daha düşük bir asgari ücret belirlenmesi için canhıraş çalışmakta ve hükümet bu düzenlemeyi geçirmek üzere fırsat kollamakta. Doğuyu Türkiye’nin Çin’i ya da Hindistan’ı yapmaya niyetlenen Türk burjuvazisi, oradaki Türk ve Kürt işçileri daha fazla nasıl sömüreceğinin hesabını yapıyor.


KaynakURL: http://www.marksist.com/ilkay_meric/sefalet_ve_celiskiler_ummani_hindistan.htm