...................
...................
“NEF” İN TÜRKİYE GEZİSİ ARDINDAN:
BİRLİĞE DOĞRU UZANAN YOL   -2

DERBE Timur
Adige Mak, 29 Ağustos 2009
Çeviri: HAPİ Cevdet Yıldız

                         
...................
 
...................

II



Dedelerimiz özgür kartallara benziyorlardı


Üç kardeş cumhuriyette, Adigey, Kabardey-Balkarya  ve Karaçay-Çerkesya’da yaşayan Adigelerin, Kabardeylerin ve Çerkes/Şerceslerin tek bir ulusun parçaları olduğunu, hepimizin temelde Adige olduğumuzu hala bilmeyenler vardır. Ayrı düşmüş  ve başka halklar arasında yaşıyor olmamız nedeniyle, bir birleşmeyi oldukça zor görenler, Ruslar ve Adigeler arasında da az değildir. Tarihten nasibi olanlar  geçmişimizi çok iyi bilirler, birileri bu üç cumhuriyetten birine zarar vermeye kalkışırsa, diğerlerinin onu destekleyecekleri analistler tarafından birçok kez ortaya konmuştur. Adigelerin birbirinden ayrı üç regiona (субъект/yönetim birimine/bölgeye) bölünmüş olmaları uzun vadeli bir politik  görüşe dayanıyor olmalı. Bir ulusun parçalanmış, değişik yerlere savrulmuş olduğu görülüyor, bu nedenle ulus bireylerinin sayısı durmadan azalıyor. Böylesine kaygılı şeyleri düşünmemiz, Türkiye’nin sürdürdüğü  politikalar nedeniyle olmalı. Türkiyeli Adigeler, Türkiye’nin  değişik köşelerine  dağılmışlar, birbirleriyle temas etmeleri, dayanışmaları ve özerklik gibi şeyler elde etmeleri olanaksız. Örneğin ziyaret ettiğimiz Sinop/Bektaşağa köyü ile İzmir yakınındaki Ödemiş/İlkkurşun köyü arasında bin km gibi bir mesafe var. Kuzeydeki İstanbul, Samsun ve Trabzon ile onlara yakın olan köyler, güneyde Suriye/Şam sınırı yakınındaki köyler, batıda İzmir, Adapazarı ve başka kent ve köyler birbirine çok uzaklar, buralarda çok sayıda Adige bulunuyor. Kentler dışında, Türkiye’de halen dört bin Adige yerleşimi/köyü bulunuyor, ancak bu yerleşimlerin Adige nüfusu her yıl azalıyor, eriyor.

 

Sinop/Gerze’deki bir restoranda öğle yemeğimizi yemek üzere mola verdiğimizde, bizi karşılayan Adigeler mızıka (pşıne) sesi duymak, güzel Adige danslarını görmek  istediklerini söylediler.  “Nef” topluluğumuz çocukları soydaşlarımızın bu isteklerini kıramadılar, restoran salonunda danslarını sundular. Çocuklarımız dans figürleriyle, dağlarımızın, ormanlarımızın, Adige dünyasının renklerini oradaki soydaşlarımıza yansıtıyorlardı. Hemen oracıkta kalbim atmaya başladı, çok çok  yaşlanmış, ölüm çizgisine yaklaşmış  ulus ağacının yeni bir  dal sürdüğünü görüyormuş gibi oldum. Gök yüzünden süzülen kartallar gibi özgür olarak, aslanlar gibi  yüz küsur yıl önce yiğitçe çarpışırken can vermiş olan kahramanlarımızı anımsadım, yurdumuzu savunurken can verenlerle birlikte ulusumuzun da bitiş çizgisine ilerlediğini, ancak şimdi önümüzde bir kurtuluş çizgisinin/dönemecinin belirdiğini, ulusun geleceği konusunda  umutlanmak, başarıyı  yakalamak  için nedenler bulunduğunu   yeniden algılar gibi oldum. Oradan  gittiğimiz Sinop/Bektaşağa adlı bir küçük Adige köyü (2007’de 1.002 nüfuslu-ç.n.), çocuklarımızın oyunlarının ardından, onların  mızıkasının çıkardığı “Tleperüş” (Лъэ­­пэрышъy)  havası ortalığı çınlattı, bizim elle çaldığımız “pheç’ıç’”ler (пхъэкIыч/şak şaklar) yerine, oradaki soydaşlarımız üst üste koydukları tahtaları küçük sopalarla vurarak aynı sesleri çıkarmaya başladıklarında, çok çok gerilere uzanan geçmişin görüntüleri karşımda yeniden canlanmışlar gibi geldi bana. Evet, çok uzak bir geçmişten gelen ve Adige yurdundan ayrılırlarken kendileriyle birlikte götürmüş oldukları bu ulusal ezgiler, hala yaşıyorlar ve hala kulaklarda çınlıyorlardı, soydaşlarımız bütün bu ulusal ezgileri günümüze getirmeyi ve onları korumayı  başarmışlardı.

 

Sabah serinliğinde ev sahibimiz Bleneğapts’elerin (Блэнэ­гъап­цIэ)  bahçesine çıktım. Ortalıkta kavurucu bir sıcağın bizi beklediğini anımsatır biçimde doğmak için zorlanmakta olan güneş de  ısırıcı olmaya başlamıştı. Bleneğapts’elerin bitişik bahçesindeki meyve bahçesinde ev sahibimiz ile BIRSIR Batırbıy gezinip duruyorlardı. Evden çıktığımı gören Bırsır seslendi:

 

“Timur, bak, soydaşlarımız yüz küsur yıl önce yurdumuzdan ayrıldılar ama hala bizim bahçe geleneğimizi  unutmamışlar. Çok eski dönemlerden beri atalarımızın yaptıkları  gibi,  asma dallarını  armut ağaçlarına (мэз къужъым) sardırmışlar, meyve ağaçlarını da  sıra düzeninde ve eşit mesafelerde dikmişler, aralarından da   ince patika/yaya yolları  geçirmişler”.

 

Ev sahibimiz ve eşi, iyi Adigece biliyorlar, ama çocukları anadillerini koruyamamışlardı. İçlerinde Adigey’i gören kimse yoktu, ama çocuklarını üniversite eğitimi için Adigey’e/Maykop’a göndermek istiyorlar… Köyde  Adigece’yi bilen insan sayısı da çok azalmış. Ancak dilini ve geleneğini daha iyi korumuş olan köyler de var Türkiye’de. Şimdi yolculuğumuzun sıra düzenini bir bozup İzmir’e yakın Ödemiş’in Adige köyü İlkkurşun’un öyküsüne bir atlayalım. Türkçe değiştirilmiş  adı ile ‘İlkkurşun’ olan bu köyde Adigece, ayakta kalmayı başarmış, geleneklerimiz de daha iyi korunmuş.

 

“İzmir’e yapılan Adige göçü iki aşamada gerçekleşmiş”, diyor köyünün tarihini iyi anlatan Mış’e Mahmud (Мышъэ Махьмуд),  “Kafkasya’dan gelen ilk göçmen kafilesi Samsun ve Trabzon’a indirildi, bunlar çok telefat verdiler, salgın hastalıklar ve açlık onları günden güne kemiriyordu. Bebeğini yitiren anne  sayısı  o  denli çoktu ki…artık umutlarını yitirmiş, konuşamaz hale gelmişlerdi. Sağ kalanlar küçük bir tekne kiralayıp İzmir’e geldiler, Adigeler İzmir’den yaya olarak götürülüp civardaki Türk köylerine dağıtıldılar. Meyekset (Меексет) adlı köye kırk hane, Söğütlü (Севетли) köyüne on beş hane, Adegime (Адэгымэ) köyüne yirmi beş hane, Kobezdi (Кобезди) köyüne de altı hane yerleştirildi (*). Bu insanlar Türkler arasında eridiler, asimile oldular. İçlerinden soy ailesini (l’ako/ЛIа­къо) anımsayanlar birkaç kişiyi geçmiyor, diğerleri  Adige/Çerkes olduklarını biliyorlar sadece. İlkkurşun köyü yakınındaki  iki Adige köyü halkı, Samsun’a değil, direkt Karadeniz’in Balkanlar’daki limanlarına gönderilmişler, daha sonra Balkanlar’dan  İzmir’e gelmişler.

 

Bu Adigeler Balkan topraklarında on iki yıl kalmışlar, o sıralar Hıristiyanlar ile Müslümanlar   çarpışıyorlarmış, bu hengameden kurtulmak için Türkiye’ye gelmişler (**). Önce İzmir yakınlarındaki Fetiye (Фетые) köyüne yerleşmişler ama bir yıl içinde yüzden çok kayıp vermişler. Bunun üzerine1879 yılında  şimdiki İlkkurşun köyü yerine taşınıp oraya yerleştiler. Köyün kıyısından geçen küçük ırmağın  yamacındaki korunun ağaçları içine küçük küçük evler yerleştirmişler, damlarını da sazlarla örterek şirin  bir köy oluşturmuşlar. İlk yıl   geçimlerini avcılıkla sağlamışlar, ardından tarla tarımına ve hayvancılığa başlamışlar. Ts’emez’e (ЦIэмэз;şimdiki Novorossiysk) uzak olmayan bir yerden gelmiş olukları anlaşılıyor. Çünkü,  dedelerinin anlattıklarına göre, Kafkasya’da oturdukları yerlerin yakınlarındaki topraklar turbalık imiş. Zaman zaman turbalığın tutuşup yandığını gördüklerini anlatırlarmış. Kafkasya’da böyle bir  yer  sadece Ts’emez yöresinde  var. İlkurşunlu soydaşlarımız geldikleri yerin, küçük ülkelerinin Ts’emez yöresi olabileceğini düşünüyorlar. Tüm köy buraya topluca yerleşmişti ama çok telefat vermişler, ölen insan sayısı 749 olarak belleklerde kalmış. Sağ kalanlar  altı yüz kişiyi geçmiyormuş.  Köyün yerleşimi işine öncülük eden en yaşlı kişi (тхьэматэ)  Mamıj Musejıyıko (Мамыжъ Мусэжъыи­къо) imiş. Köyde iki Abzegh ailesi de var, Hok’on (ХъокIон) ve Hatko aileleri,  gerisi Shapsugh. Köyde Tlepş’ıko (Лъэпшъыкъохэр),  Natho (Натхъохэр), Ş’avko ( Шъау­къохэр),  Hağur (Хьагъурхэр),  T’eşu (ТIэшъухэр),  Ş’halaho (Шъхьэлахъохэр),  Ratıko (Ратыкъухэр),  Thağuş’e (Тхьагъушъэхэр),  Bjaşşo (БжьашIохэр),  Kuace (Къуаджэхэр),  Vış’ıy (Ушъыйхэр), L’ıhujıko (ЛIы­хъужъыкъохэр) ve diğer aileler bulunuyor. 1915’te (***) Yunanlılar İzmir’i işgal edince, ilk karşı koyanlar arasında İlkkurşun da bulunuyor. (29 Ağustos 2009).

 

BİLGİ NOTLARI:

(*) Köy adları iyi yazdırılmamış. Samsun’dan İzmir’e yapılan  göç de araştırılmaya
değer. -HCY

(**) Çerkesler Balkanlar’dan/Osmanlıların Avrupa topraklarından Anadolu’ya çarpışmalardan kaçmak kurtulmak için göç etmiş, İzmir’e, Asya ve Afrika topraklarına  gelmiş değiller, 1878 Berlin Antlaşması gereğince, zorunlu göçe tabi tutuldukları için nakledilmişlerdir. Burada bir bilgi yanlışlığı vardır. -HCY

(***) Yunan işgali 1915’te değil, 15 Mayıs 1919’da başlamıştır. -HCY

 

 

 

II

 

Samsun tarihinden sayfalar

 

Türkiye’nin büyük kentlerinden Samsun, adı üstünde, Karadeniz kıyısında bir kent. Burası ve yakın çevresi  anayurdunu terk etmek durumunda kalan Adigelerin gemilerden ilk indirildiği yerler. Sinop’tan Samsun’a uzanan bir sahil şeridinde açlık ve hastalıktan kurtulmak için çırpınan soydaşlarımızdan sağ kalmış olan erkekler, sanki yok edilmek isteniyorlarmış gibi Balkan Savaşı’na gönderildiler (*). Bir savaşın ateşinden kurtulmayı başaranı ikinci bir savaş bekliyordu. Adigelere Türk ağalarının beğenmediği  topraklar   veriliyormuş,  ıssız kırlarda (шъоф нэкIымэ) ya da  balta girmemiş ormanlarda (мэз зэ­хэкIыхьагъэмэ)   yer gösteriliyormuş. Böylesine bir  Adige yıkımı yaşandığı bir sırada Samsun kasaba nüfusu sadece iki bin idi, buralara yığılan Adigelerin sayısı ise milyonu buluyordu. Eğer o sıralar bu soydaşlarımız bilinçli olup o yerlerde  tutunabilmiş  olsalardı, kentlilerle kaynaşır, daha sonra kendileri de  özerklik elde edebilirlerdi. Ancak durum öyle gelişmedi, geleceği çok iyi hesaplayan  Osmanlı devlet adamları Adigeleri ülkenin dört bir yanına dağıtarak etkisizleştirdiler.

 

Yine de en güzel ve en büyük kıyı kentlerinden biri olan Samsun’da hala 250 bin Adige yaşıyormuş. Samsun Belediye Başkanı  bir Adige, L’ışe (Л1ышэ) ailesinden, -Yusuf Ziya Yılmaz (L’ışe)-, birinci yardımcısı da bir Adige, belediye personelinin de üçte biri Adige! Bir dış gezide olduğundan Belediye Başkanı ile tanışamadık, ama birinci yardımcısı ile tanıştık, belediye çalışanları ile de görüşmelerde  bulunduk. Yine belediye konusuna dönmek üzere, deniz kıyısında gördüğümüz ilginç anıtlardan kısaca söz etmek istiyorum. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal’in 19 Mayıs 1919’da Samsun’a gelişinde, gemiden inip kente girdiğinde,  yanında  Çerkesler vardı,  bunu gösteren anıt, kent sahilini süslüyor. Başındaki Çerkes kalpağı (адыгэ паIо) ile Mustafa Kemal’i kalabalık ve kalpaklı bir Çerkes topluluğu içinde vapurdan inerken gösteren heykeller gerçekten ilgi çekici. Mustafa Kemal’in seferine katılan 20 kadar refakatçisinin (зе­кIо гъусэхэр) hepsi de Çerkes’ti.  Tarihsel belgelere göre, o sıralar dağlar eşkıya ile doluydu, Mustafa Kemal’in  düşmanları vardı ve onu öldürmek istiyorlardı. Eşkıya, Çerkes kalpağı giymiş olanlardan çekiniyor, Çerkeslerden uzak duruyordu. Adigelerin; yapanın yanına kar bırakmayan, kesinlikle öç alan insanlar olduklarını biliyorlardı. Mustafa Kemal Samsun’dan ayrılıp düzeni/güvenliği sağlama sorunu olan yerlere gideceğinde, kendisi ile birlikte gelmek isteyenler olup olmadığını sormuştu. Böyle bir yardımcı güç vardı-Adige birlik komutanı/paşası (дзэ пащэу) Berzeg Cambulat-Ekler (Бэрзэдж Джамбулат-Эклер). Berzeg’in hepsi Adige olmak üzere 200 silahlı atlısı vardı, Mustafa Kemal bu birliğin korumasında Havza’ya gitti, oradan da Amasya’ya geçti. Burada bir Kurul oluşturuldu, M. Kemal dışındaki kurul üyelerinin hepsi Adige idi. Türkiye’nin nerelerine gidileceği, nerelerde ne yapılacağı, kalınacağı, yiyecek ve giyim kuşam gibi işler orada ele alınmıştı.

 

Berzeg Cambulat’ın heykeli de (сау­гъэт) rıhtıma yakın bir yerde, yiğitlik gösteren kişiler adına yan yana dikilmiş olan taş heykellerin en başında duruyor. Vapuru ve taş anıtları yaptıran kişi de Samsun Belediye Başkanı’dır. On bir yıldan beri başkan. Kenti iyi yönettiği, temiz tuttuğu ve kent halkının yaşamını kolaylaştırdığı için, art arda üç  kez seçilmiş bulunuyor. Adigece’yi iyi biliyor, L’ışe ailesinden. Halk, Başkan’dan önce kent çevresinin bataklık olduğunu, kötü kokular yaydığını, konuk geldiğinde utanmakta olduklarını söylüyor. L’ışe, kenti güzel bir görünüme kavuşturmayı başardı. Kentin güzelliğini ve temizliğini biz de çok beğendik.

 

Türkiye’nin bağımsızlığının temelini atanlar arasında Çerkes Ethem’in de bulunduğunu söylemeliyim. Mustafa Kemal’in en güvendiği kişiler arasında o da vardı. Çerkes Ethem’in komutasında hepsi Çerkes bin kişilik bir milis gücü (ДзэкIолI нэбгырэ мин) vardı. Türkiye’nin kuruluşu aşamasında, en zorlu işleri başaran, Mustafa Kemal’e karşı olanları yola getiren kişi hep Çerkes Ethem olurdu, savaşta da ilk zaferleri kazan da oydu. Yunanlıları ilk kez  geri püskürtenlerin  içinde Çerkes Ethem de vardı, o olmasaydı başarıya ulaşılamazdı diye yazan  tarihçi sayısı az değildir. Ancak düzen sağlandıktan sonra, üst düzey yetkililer, Çerkes Ethem’i tehlikeli bulmaya, kendilerini devireceğinden korkmaya başladılar, saldırıp defterini dürdüler. Birçok zorluğu ve badireyi atlatan Çerkes Ethem,  başını alıp ülkeden gitmek zorunda kaldı, ardından sıkıntılı bir yaşam sürdürdü, mezarı Ürdün’dedir. Onun bir Çerkes olduğunu gizlemek için ona ilkin Ethem Bey diyorlardı, gerçeği gizlemek olanaksızdır, üzerinden kuşaklar geçse de gerçek, bir gün günışığına çıkar. Çerkes kimliğinden söz etmeseler bile, adının önüne bir “Çerkes” sıfatını eklemişlerdi. Şimdi Türkiye televizyonları, gazeteleri ve tarih kitapları onun bir Çerkes, bir Shapsugh olduğunu çekinmeksizin yazabiliyorlar. Sadece o değil, bütün bir Adige toplumu Türk sayılarak bugünlere dek gelindi, yeni yeni Adigelerin sürüldükleri söylenmeye başlandı. Okumamış ve iyi bir eğitim almamış Türkler de kendi tarihlerini doğru dürüst bilmiyorlar. Adigelerin nereden gelmiş oldukları konuları, demokrasi ve AB yanlısı gelişmeler, soydaşlarımızın yeniden canlanmalarına  yol açmaya başlamış gibi görünüyor, gençler artık  bilinçlenmiş durumdalar. Bu bakımdan gelişmelerin soydaşlarımıza da özgürlük getireceği ve yeni ufuklar açacağı umutları içindeyiz.

 

Belediye Sarayı’nı ziyarete gittiğimizde, korumalardan bir genç,  temiz bir Adigece ile bizi karşıladı ve Başkan yardımcısının odasına götürdü. Belediye Başkanı birinci  yardımcısı Nek’aho Kenan (НэкIахъо Кенан) bizi karşıladı, kucakladı ve odasına aldı, yolculuğumuzu ve hal hatırımızı sordu. Grubumuz adına AC Devlet Konseyi-XASE milletvekili Ç’ERMIT Muhdin, Nek’aho’ya bizi kabul ettiği,  “Nef” çocuk dans topluluğunu Samsun Festivali programına aldığı için teşekkürlerini bildirdi ve onu Adigey’e davet etti. Bizim çocuklarımızı Türkiye’ye getirdiğimiz gibi, kendilerinin de kendi çocuklarını Adigey Cumhuriyeti’ne getirmelerini beklediğini söyledi. Nek’aho, Maykop’u görme mutluluğuna erdiğini ama bununla yetinmeyeceğini, ulusun tarihini anlatan kitapları yazacak kişiler çıkmasını beklediğini, Kafkasya’daki eski köylerini derinliğine araştırmak ve bulmak istediğini söyledi.

 

“Böyle bir araya gelmeye, görüşmeye,  bundan yirmi beş yıl önceleri rüyamızda görsek inanamazdık, başımızdaki şapka artık bize dar geliyor, çok sevinçliyiz” dedi Nek’aho Kenan. “Türkiye’nin en büyük festivallerinden birini her yıl Samsun’da düzenliyoruz. Buraya önümüzdeki yıl, daha sonraki yıllarda da gelmeniz için gerekli işlemleri yerine getireceğiz, getirmişiz sayın” diye sözlerini sürdürdü. Başkan yardımcısının söylediği gibi, “Nef” Samsun festival programında yoktu, hemen programa kondu ve o akşamki gösterilere alındı. Nek’aho da festivale geldi. Salon hınca hınç dolmuştu, çocuklarımızın  dans edişi, coşkulu alkışlanışları anlatılmakla bitecek gibi değildi. Yirmi değişik ülkeden gelmiş profesyonel ekiplerle Adigey’den gelen çocuk ekibimiz “Nef”in bir yarışma çıkarması, ustalara taş çıkaran dansları ve figürleri seyirciyi adeta büyüledi. Samsun’da iki gece kaldık, bizden hiç para istenmedi, festival etkinliklerinde serbestçe görev aldık. Bütün bu işlerde Samsun Kafkas/Çerkes dernekleri  (Адыгэ Хасэу къалэм дэтхэр) ve belediye yönetimi bize yardımcı oldular ve masraflarımızı üstlendiler. Onların sevgileriyle kucaklaşarak ve uğurlanarak, onların gerçek kardeşlerimiz olduklarının bir kez daha bilincine vararak ve iyi dileklerimizi sunarak yolumuza devam ettik. (1 Eylül 2009).


BİLGİ NOTU:

(*) Burada da bir yanlışlık  var, anayurttan ayrılışın 13. yılında yapılan 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı ya da diğer adıyla 93 Harbi, 1864 yılından 48 yıl sonra yapılan 1912-1913  Balkan Savaşı ile karıştırılmış  ya da sayın Derbe Timur’a yanlış bilgi verilmiş olmalı. -HCY

 


III
 

“Adigey’e uçmaya karar vermiştik”

 

Türkiye kentlerini ve Adige köylerini dolaşarak Tokat/Erbaa’ya geldik. Erbaa’ya aynı sıralarda Ankara’dan “Oşhamafe/Elbrus”  çocuk topluluğu da gelmiş bulunuyordu. Elbrus/Oşhamafe ve Nef ekiplerinin çocukları Erbaa Çerkes derneği binası yakınındaki bir yerde birlikte bir gösteri (джэгу) sundular. Pşınaveler/akordeonistler Tığuj Nurbıy ile Kalekuteko İnver, Adige şarkı makamlarını  çaldılar. “Nef”in sanat yönetmeni Yınıhu İnver (Иныхъу Инвер) ortaya çıktı ve dansları başlattı. Çocuklar da İnver’den öykünerek, en başarılı dansçıları seçileceklermiş gibi peşi sıra dans etmeye başladılar. Türkiyeli  Adige gençleri ile Adigeyli gençlerinin aynı ortak Adige ruhunu  taşımakta oldukları davranışlarından anlaşılıyor, gençlerin ulusları adına kıvanç  ve gurur duydukları belli oluyordu. Çocuklar boylarına bakmadan, sanki kanatlanmışlar da gökyüzünde süzülüyorlarmış gibi dans ediyorlardı. Ankara’dan Erbaa’ya gelen ekibi Tharkoho Demir getirmişti. Demir onbeş yıl önce Adigey’deydi, onu Maykop’ta “Nalmes” çalışanları olan Tharkoho Vyaçeslav ile eşi Aminet ağırlamıştı. Demir, kendisinin candan karşılandığını, Adigey’in güzel yerlerini, dağlarını, gür ırmaklarını gördüğünü, ata toprağına olan sevgisinin bir kat daha arttığını söyledi. 500 bin Adige’nin yaşamış olduğu Ankara’da  Kafkas Derneği’nin (Анкара Адыгэ Хасэм) üç binası bulunduğunu, orada Adigece ve Kabardeyce dersler verildiğini bize anlattı.  “Anayurda dönmek isteyenlere yardımcı olmaya, işlemleri kolaylaştırmaya çalışıyoruz” dedi Tharkoho.  “Şimdiye değin Adigey’e dönmek isteyen 50 kadar kişi adına gerekli  olan izin belgelerini (тхьапэхэp) hazırlıyoruz, bunlar kesin karar vermiş olan kişilere ait, başkalarına da yardımcı olmaya çalışıyoruz. Adige sorununa ilişkin bilinçendirmelerde de bulunuyoruz, sırf dans etmekle kimliğimizi koruyamayacağımızı, dayanışma ruhunu geliştirmemiz gerektiğini anlatıyoruz. Adigece öğretmenlerine gereksinim duyuyoruz, yeterli sayıda Adigece kitap ve malzememiz yok, okutacağımız çocuklar da koca kentin dört bir yanına dağılmış ailelerin çocukları, onları bir araya toplamak bir sorun, buna rağmen umudumuzu yitirmiyoruz, çalışmalarımızı ilerletmekte de kararlıyız. Öğretmen bulma ve  ücret ödeme, öğretmenlere konut temini gibi işleri başarmamız gerekiyor”.

 

“Nef” ile Oşhamafe/Elbrus ekiplerinin birlikte katılacakları etkinlik akşama sunulacaktı. Erbaa’ya sabah varmıştık, bu nedenle soydaşlarımızla görüşme olanağımız vardı. Bundan yararlanarak biliminsanı BIRSIR Batırbıy ile birlikte denizden üç bin metre irtifada/yükseklikte bulunan küçük bir Adige köyüne doğru yola çıktık. Kozlu adındaki bu köyde sadece seksen hane yaşıyor,  bu nüfus azlığına karşın, burasının katıksız bir Adige köyü olduğu ve Adige geleneklerinin korunduğu bize  söylenmişti. Kavisli dağ yollarını tırmanarak köye giderken, köyün çok yüksek bir yerde kurulmuş olduğunu anladık. Çevre, Adigey’in en güzel köşelerini andırır bir güzellik içindeydi: Yol boyunca uzanan ağaçların gerisi gür ormanlarla kaplıydı, ağaçların  arasında,  yer yer kara topraklarla örtülmüş mezarlar ve mezarlıklar görünüyordu, bizim Kafkasya’dakiler gibi tıpa tıp aynı olmasalar da benzer yanlarımız vardı. Adigeler havadar bir yer olduğu için böylesine bir dağ sırtına yerleşmeyi seçmiş olmalılar, nitekim köylülerin bir çoğunun uzun ömürlü olduklarına da  tanık olduk.

 .

Ev sahibimiz bir Abzegh genci olan Melgoş Basri (Мэлгощ Басри) idi. Bize bu köyün kuruluşundan bu yana hiç yer değiştirmediğini, Adige geleneklerinin korunduğunu ve köyde karşılıklı saygı ve  iyi bir dayanışma ruhunun  bulunduğunu söyledi.

 

“Okula gitmeden, henüz Türkçe öğrenmeden önce, köyde aramızda oynarken, büyüdüğümüzde okuyacağımızı, uçaklara binip dedelerimizin gelmiş olduğu ülkeye döneceğimizi, ardından gelip anne ve babalarımızı da o ülkeye götüreceğimizi, bir gün birbirimize anlatmış ve bir karar da almıştık” diyor Melgoş Basri. “O ülke/Adigey, bizim için bir masal ülkesi idi. Orasının çok büyük, yüce/yüksek, güzel ve Cennet gibi bir yer olduğunu hep düşünürdük! Gerçekten de  öyle bir yer orası. Ancak okula başladığımızda,  başımızdan öğretmen şamarları eksilmemeye, tek geçerli dilin Türkçe olduğu, onun dışındaki dillerde konuşamayacağımız, o dillerin yasak diller olduğu söylenmeye başlandı ama Adigece dışında bir dil bilmeden, nasıl olur da Türkçe konuşabilirdik? Zar zor da olsa üç yıl içinde Türkçe’yi öğrendik, ancak  çoğumuz  Adigece’yi ihmal ettik, konuşmaz olduk, özlemlerimiz de bir başka bahara kaldı, şimdi o eski günleri bir şarkı imiş gibi anımsıyor ve yad ediyorum”:
 

Ины тыхъумэ къухьэбыбым титIысхьани,

Тихэкужъэу - тянэ дэжь тыбыбыжьын.

Ащ ыуж зэрэдунаеу къэткIу­хьани,

Зэрэлъэпкъэу тичIыналъэ тэ тщэжьын!

Büyüdüğümüzde uçan gemilere/uçaklara binip

Anayurdumuza  uçacağız.

Ardından dünyayı dolaşıp

Halkımızın hepsini ülkemize götüreceğiz!

 

Melgoş Basri’nin ilginç söz ve görüşlerinden, almış olduğu eğitim ve terbiyeden asırlık Adige özlemleri (адыгэ гу­кIэгъур) yansıyordu. Sadece bu özlemi dile getirmekle yetinmiyor, insanlara aynı özlemleri duyurmayı, sırf Adige olana bile, bu özlemleri kavratmasını başarıyordu. Tanışma mutluluğuna erdiğimiz 96 yaşındaki annesine layık biriydi o. Birkaç yıl içinde  yüz yaşını  devirecek  (зыныбжь гъа­шIэм кIэхьанэу) biriydi annesi Melgoş Hayriye. Tanrı ona sağlık ve esenlik  versin, sıcak kalpli, sevecen, güzel bir Adige ninesi (адыгэ ныо дах), davranışlarından Adigelik onuru, zarafeti ve güzelliği yansıyor. Üç oğul ve üç kız büyütmüş, kız ve oğlan torunları olduğunu ve kendisini el üstünde tuttuklarını söylüyor. İster istemez, dönüp dolaşıp sıra  145 yıl önce sona eren ve bizim açımızdan soykırımla  (лъэпсэкIод)  noktalanan acımasız savaşa geliyor, bu savaş değil miydi zaten böylesine darmadağın olmamızın nedeni? Melgoş Hayriye, konuşurken, sık sık “Sizin ülkeniz” (шъо шъуихэгъэгу) diyordu bilmeden. Biz de “Nine, orası sadece bizim ülkemiz değil, orası Adigey Cumhuriyeti toprakları,  nerede olurlarsa olsunlar yeryüzündeki bütün Adigelerin ortak ülkesidir” diyoruz,  karşımızda bir zarafet timsali duran  güzel ve saygın ninemize. Sofraya güzel Adige yemek ve yiyecekleri konmuştu, yoğurt, Adige peyniri, şeleme-halıjo (peynirli kızartılmış börek), kundısıv (*), vb, hem yiyor, hem söyleşiyorduk. Biliminsanı Bırsır Batırbıy, uzak bir geçmişte, acımasız düşmana karşı yüz yıl direndiğimizi, bu kadar uzun bir süre direnme gücü gösteren ulusumuz kişilerinin bunu akıllı insanlar olmaları sayesinde başardıklarını, Adigelerin birbirlerini tutmadıkları, dayanışma içinde olmadıkları biçimindeki sözlerin de doğru olmadığını anlattı. “Rus generalleri Adige topluluklarının (halklarının) kısa bir süre içinde güçlerini bir araya getirip direnişe geçtiklerini yazıyorlar” diyor Bırsır Batırbıy.  “Bize uygulanan politika, tek sözcükle söylemek gerekirse, başlıbaşına bir felaket, ancak yeni yeni kendi kendimize gelmeye başladık, geride kalan nüfusumuzu düşünmemiz ve kendimize güvenmemiz gerekiyor”.  

 

Kozlu’da görüştüğümüz kişiler arasında köy imamı Şevgen Kadir de vardı. Şevgen Kadir, Adigey’de bulunduğunu, Şevgen rayonu Cırakıye (Джыракъые) köyünde üç yıl imamlık yaptığını, Türkiye’ye dönmeyi hiç istemediğini, ama bazı sorunlar nedeniyle dönmek zorunda kaldığını söyledi. Kadir yeni doğmuş bebeği ile, riskli de olsa yola düşmek, Türkiye’ye dönmek  zorunda kalmıştı. Cennet diye tanımladığı anayurduna döndükten sonra birçok sorunla pençeleştiğini, en çok da insan ilişkileri, bir araya gelmeler içinde karşılaşmış olduğu ve katlanamadığı  durumlarla karşılaştığını, yine de Cırakıye’de   dostlar edindiğini, okuttuğu küçük çocuklardan son derece memnun olduğunu belirtti.  “Ben Allah, iyilik ve güzellik yolunda çalışan biriyim, çocuklara öğretmek, onlara aşılamak istediğim de sadece buydu” diyor Şevgen Kadir.  “Başka bir amacım, gündemim yoktu, çocuklar beni sevdiler, ben de onları sevdim, ancak beni çekemeyenler, benden hoşlanmayanlar olmalı” dedi. Ne yapılabilir ki, düzen  böyle, değişik ülkelerde yaşayan Adigeler doğdukları, eğitimini aldıkları ülkelere göre farklı davranış özellikleri almışlar. Bu insanların anlaşamadıkları, birbirlerini anlayamadıkları durumlar olabiliyor, acak bunları gerekçe/tutamak (IэубытыпIэ) olarak ele alıp kullanmamalıyız. Eksik yanı olmayan kimse yoktur: Türkiye’dekilerin, Adigey’dekilerin olsun, hiç farketmez.
 

BİLGİ NOTU:

(*) Kundısıv (къундысыу)-Sütlü bir Adige içeceği. Ekşimiş peynir suyu kaynatılır, bir gece bekletilmiş çiy süt ilave edilerek hazırlanır. Daha çok, vücudu sıcak tutması için kışın ya da soğuk havalarda içilir. -HCY