II
Dedelerimiz özgür kartallara benziyorlardı
Üç kardeş cumhuriyette, Adigey, Kabardey-Balkarya ve
Karaçay-Çerkesya’da yaşayan Adigelerin, Kabardeylerin ve
Çerkes/Şerceslerin tek bir ulusun parçaları olduğunu,
hepimizin temelde Adige olduğumuzu hala bilmeyenler vardır.
Ayrı düşmüş ve başka halklar arasında yaşıyor olmamız
nedeniyle, bir birleşmeyi oldukça zor görenler, Ruslar ve
Adigeler arasında da az değildir. Tarihten nasibi olanlar
geçmişimizi çok iyi bilirler, birileri bu üç cumhuriyetten
birine zarar vermeye kalkışırsa, diğerlerinin onu
destekleyecekleri analistler tarafından birçok kez ortaya
konmuştur. Adigelerin birbirinden ayrı üç regiona
(субъект/yönetim birimine/bölgeye) bölünmüş olmaları uzun
vadeli bir politik görüşe dayanıyor olmalı. Bir ulusun
parçalanmış, değişik yerlere savrulmuş olduğu görülüyor, bu
nedenle ulus bireylerinin sayısı durmadan azalıyor. Böylesine
kaygılı şeyleri düşünmemiz, Türkiye’nin sürdürdüğü
politikalar nedeniyle olmalı. Türkiyeli Adigeler, Türkiye’nin
değişik köşelerine dağılmışlar, birbirleriyle temas etmeleri,
dayanışmaları ve özerklik gibi şeyler elde etmeleri olanaksız.
Örneğin ziyaret ettiğimiz Sinop/Bektaşağa köyü ile İzmir
yakınındaki Ödemiş/İlkkurşun köyü arasında bin km gibi bir
mesafe var. Kuzeydeki İstanbul, Samsun ve Trabzon ile onlara
yakın olan köyler, güneyde Suriye/Şam sınırı yakınındaki
köyler, batıda İzmir, Adapazarı ve başka kent ve köyler
birbirine çok uzaklar, buralarda çok sayıda Adige bulunuyor.
Kentler dışında, Türkiye’de halen dört bin Adige
yerleşimi/köyü bulunuyor, ancak bu yerleşimlerin Adige nüfusu
her yıl azalıyor, eriyor.
Sinop/Gerze’deki bir restoranda öğle yemeğimizi yemek
üzere mola verdiğimizde, bizi karşılayan Adigeler mızıka (pşıne)
sesi duymak, güzel Adige danslarını görmek istediklerini
söylediler. “Nef” topluluğumuz çocukları
soydaşlarımızın bu isteklerini kıramadılar, restoran salonunda
danslarını sundular. Çocuklarımız dans figürleriyle,
dağlarımızın, ormanlarımızın, Adige dünyasının renklerini
oradaki soydaşlarımıza yansıtıyorlardı. Hemen oracıkta kalbim
atmaya başladı, çok çok yaşlanmış, ölüm çizgisine yaklaşmış
ulus ağacının yeni bir dal sürdüğünü görüyormuş gibi oldum.
Gök yüzünden süzülen kartallar gibi özgür olarak, aslanlar
gibi yüz küsur yıl önce yiğitçe çarpışırken can vermiş olan
kahramanlarımızı anımsadım, yurdumuzu savunurken can
verenlerle birlikte ulusumuzun da bitiş çizgisine
ilerlediğini, ancak şimdi önümüzde bir kurtuluş
çizgisinin/dönemecinin belirdiğini, ulusun geleceği konusunda
umutlanmak, başarıyı yakalamak için nedenler bulunduğunu
yeniden algılar gibi oldum. Oradan gittiğimiz Sinop/Bektaşağa
adlı bir küçük Adige köyü (2007’de 1.002 nüfuslu-ç.n.),
çocuklarımızın oyunlarının ardından, onların mızıkasının
çıkardığı “Tleperüş” (Лъэпэрышъy) havası ortalığı çınlattı,
bizim elle çaldığımız “pheç’ıç’”ler (пхъэкIыч/şak şaklar)
yerine, oradaki soydaşlarımız üst üste koydukları tahtaları
küçük sopalarla vurarak aynı sesleri çıkarmaya başladıklarında,
çok çok gerilere uzanan geçmişin görüntüleri karşımda yeniden
canlanmışlar gibi geldi bana. Evet, çok uzak bir geçmişten
gelen ve Adige yurdundan ayrılırlarken kendileriyle birlikte
götürmüş oldukları bu ulusal ezgiler, hala yaşıyorlar ve hala
kulaklarda çınlıyorlardı, soydaşlarımız bütün bu ulusal
ezgileri günümüze getirmeyi ve onları korumayı başarmışlardı.
Sabah serinliğinde ev sahibimiz Bleneğapts’elerin
(БлэнэгъапцIэ) bahçesine çıktım. Ortalıkta kavurucu bir
sıcağın bizi beklediğini anımsatır biçimde doğmak için
zorlanmakta olan güneş de ısırıcı olmaya başlamıştı.
Bleneğapts’elerin bitişik bahçesindeki meyve bahçesinde ev
sahibimiz ile BIRSIR Batırbıy gezinip duruyorlardı.
Evden çıktığımı gören Bırsır seslendi:
“Timur, bak, soydaşlarımız yüz küsur yıl önce yurdumuzdan
ayrıldılar ama hala bizim bahçe geleneğimizi unutmamışlar.
Çok eski dönemlerden beri atalarımızın yaptıkları gibi, asma
dallarını armut ağaçlarına (мэз къужъым) sardırmışlar, meyve
ağaçlarını da sıra düzeninde ve eşit mesafelerde dikmişler,
aralarından da ince patika/yaya yolları geçirmişler”.
Ev sahibimiz ve eşi, iyi Adigece biliyorlar, ama çocukları
anadillerini koruyamamışlardı. İçlerinde Adigey’i gören kimse
yoktu, ama çocuklarını üniversite eğitimi için
Adigey’e/Maykop’a göndermek istiyorlar… Köyde Adigece’yi
bilen insan sayısı da çok azalmış. Ancak dilini ve geleneğini
daha iyi korumuş olan köyler de var Türkiye’de. Şimdi
yolculuğumuzun sıra düzenini bir bozup İzmir’e yakın Ödemiş’in
Adige köyü İlkkurşun’un öyküsüne bir atlayalım. Türkçe
değiştirilmiş adı ile ‘İlkkurşun’ olan bu köyde
Adigece, ayakta kalmayı başarmış, geleneklerimiz de daha iyi
korunmuş.
“İzmir’e yapılan Adige göçü iki aşamada gerçekleşmiş”,
diyor köyünün tarihini iyi anlatan Mış’e Mahmud (Мышъэ
Махьмуд), “Kafkasya’dan gelen ilk göçmen kafilesi Samsun ve
Trabzon’a indirildi, bunlar çok telefat verdiler, salgın
hastalıklar ve açlık onları günden güne kemiriyordu. Bebeğini
yitiren anne sayısı o denli çoktu ki…artık umutlarını
yitirmiş, konuşamaz hale gelmişlerdi. Sağ kalanlar küçük bir
tekne kiralayıp İzmir’e geldiler, Adigeler İzmir’den yaya
olarak götürülüp civardaki Türk köylerine dağıtıldılar.
Meyekset (Меексет) adlı köye kırk hane, Söğütlü (Севетли)
köyüne on beş hane, Adegime (Адэгымэ) köyüne yirmi beş hane,
Kobezdi (Кобезди) köyüne de altı hane yerleştirildi (*). Bu
insanlar Türkler arasında eridiler, asimile oldular.
İçlerinden soy ailesini (l’ako/ЛIакъо) anımsayanlar birkaç
kişiyi geçmiyor, diğerleri Adige/Çerkes olduklarını
biliyorlar sadece. İlkkurşun köyü yakınındaki iki Adige köyü
halkı, Samsun’a değil, direkt Karadeniz’in Balkanlar’daki
limanlarına gönderilmişler, daha sonra Balkanlar’dan İzmir’e
gelmişler.
Bu Adigeler Balkan topraklarında on iki yıl kalmışlar, o
sıralar Hıristiyanlar ile Müslümanlar çarpışıyorlarmış, bu
hengameden kurtulmak için Türkiye’ye gelmişler (**). Önce
İzmir yakınlarındaki Fetiye (Фетые) köyüne yerleşmişler ama
bir yıl içinde yüzden çok kayıp vermişler. Bunun üzerine1879
yılında şimdiki İlkkurşun köyü yerine taşınıp oraya
yerleştiler. Köyün kıyısından geçen küçük ırmağın yamacındaki
korunun ağaçları içine küçük küçük evler yerleştirmişler,
damlarını da sazlarla örterek şirin bir köy oluşturmuşlar.
İlk yıl geçimlerini avcılıkla sağlamışlar, ardından tarla
tarımına ve hayvancılığa başlamışlar. Ts’emez’e
(ЦIэмэз;şimdiki Novorossiysk) uzak olmayan bir yerden gelmiş
olukları anlaşılıyor. Çünkü, dedelerinin anlattıklarına göre,
Kafkasya’da oturdukları yerlerin yakınlarındaki topraklar
turbalık imiş. Zaman zaman turbalığın tutuşup yandığını
gördüklerini anlatırlarmış. Kafkasya’da böyle bir yer sadece
Ts’emez yöresinde var. İlkurşunlu soydaşlarımız geldikleri
yerin, küçük ülkelerinin Ts’emez yöresi olabileceğini
düşünüyorlar. Tüm köy buraya topluca yerleşmişti ama çok
telefat vermişler, ölen insan sayısı 749 olarak belleklerde
kalmış. Sağ kalanlar altı yüz kişiyi geçmiyormuş. Köyün
yerleşimi işine öncülük eden en yaşlı kişi (тхьэматэ)
Mamıj Musejıyıko (Мамыжъ Мусэжъыикъо) imiş. Köyde iki
Abzegh ailesi de var, Hok’on (ХъокIон) ve Hatko
aileleri, gerisi Shapsugh. Köyde Tlepş’ıko
(Лъэпшъыкъохэр),
Natho (Натхъохэр), Ş’avko ( Шъаукъохэр), Hağur
(Хьагъурхэр), T’eşu (ТIэшъухэр), Ş’halaho
(Шъхьэлахъохэр), Ratıko (Ратыкъухэр), Thağuş’e
(Тхьагъушъэхэр), Bjaşşo (БжьашIохэр), Kuace
(Къуаджэхэр), Vış’ıy (Ушъыйхэр), L’ıhujıko
(ЛIыхъужъыкъохэр) ve diğer aileler bulunuyor. 1915’te (***)
Yunanlılar İzmir’i işgal edince, ilk karşı koyanlar arasında
İlkkurşun da bulunuyor. (29 Ağustos 2009).
BİLGİ NOTLARI:
(*) Köy adları iyi yazdırılmamış. Samsun’dan İzmir’e
yapılan göç de araştırılmaya
değer. -HCY
(**) Çerkesler Balkanlar’dan/Osmanlıların Avrupa
topraklarından Anadolu’ya çarpışmalardan kaçmak kurtulmak için
göç etmiş, İzmir’e, Asya ve Afrika topraklarına gelmiş
değiller, 1878 Berlin Antlaşması gereğince, zorunlu göçe tabi
tutuldukları için nakledilmişlerdir. Burada bir bilgi
yanlışlığı vardır. -HCY
(***) Yunan işgali 1915’te değil, 15 Mayıs 1919’da
başlamıştır. -HCY
II
Samsun tarihinden sayfalar
Türkiye’nin büyük kentlerinden Samsun, adı üstünde, Karadeniz
kıyısında bir kent. Burası ve yakın çevresi anayurdunu terk
etmek durumunda kalan Adigelerin gemilerden ilk indirildiği
yerler. Sinop’tan Samsun’a uzanan bir sahil şeridinde açlık ve
hastalıktan kurtulmak için çırpınan soydaşlarımızdan sağ
kalmış olan erkekler, sanki yok edilmek isteniyorlarmış gibi
Balkan Savaşı’na gönderildiler (*). Bir savaşın ateşinden
kurtulmayı başaranı ikinci bir savaş bekliyordu. Adigelere
Türk ağalarının beğenmediği topraklar veriliyormuş, ıssız
kırlarda (шъоф нэкIымэ) ya da balta girmemiş ormanlarda (мэз
зэхэкIыхьагъэмэ) yer gösteriliyormuş. Böylesine bir Adige
yıkımı yaşandığı bir sırada Samsun kasaba nüfusu sadece iki
bin idi, buralara yığılan Adigelerin sayısı ise milyonu
buluyordu. Eğer o sıralar bu soydaşlarımız bilinçli olup o
yerlerde tutunabilmiş olsalardı, kentlilerle kaynaşır, daha
sonra kendileri de özerklik elde edebilirlerdi. Ancak durum
öyle gelişmedi, geleceği çok iyi hesaplayan Osmanlı devlet
adamları Adigeleri ülkenin dört bir yanına dağıtarak
etkisizleştirdiler.
Yine de en güzel ve en büyük kıyı kentlerinden biri olan
Samsun’da hala 250 bin Adige yaşıyormuş. Samsun Belediye
Başkanı bir Adige, L’ışe (Л1ышэ) ailesinden,
-Yusuf Ziya Yılmaz (L’ışe)-, birinci
yardımcısı da bir Adige, belediye personelinin de üçte biri
Adige! Bir dış gezide olduğundan Belediye Başkanı ile
tanışamadık, ama birinci yardımcısı ile tanıştık, belediye
çalışanları ile de görüşmelerde bulunduk. Yine belediye
konusuna dönmek üzere, deniz kıyısında gördüğümüz ilginç
anıtlardan kısaca söz etmek istiyorum. Türkiye Cumhuriyeti’nin
kurucusu Mustafa Kemal’in 19 Mayıs 1919’da Samsun’a
gelişinde, gemiden inip kente girdiğinde, yanında Çerkesler
vardı, bunu gösteren anıt, kent sahilini süslüyor. Başındaki
Çerkes kalpağı (адыгэ паIо) ile Mustafa Kemal’i
kalabalık ve kalpaklı bir Çerkes topluluğu içinde vapurdan
inerken gösteren
heykeller gerçekten ilgi çekici. Mustafa Kemal’in seferine
katılan 20 kadar refakatçisinin (зекIо гъусэхэр) hepsi de
Çerkes’ti. Tarihsel belgelere göre, o sıralar dağlar eşkıya
ile doluydu, Mustafa Kemal’in düşmanları vardı ve onu
öldürmek istiyorlardı. Eşkıya, Çerkes kalpağı giymiş
olanlardan çekiniyor, Çerkeslerden uzak duruyordu. Adigelerin;
yapanın yanına kar
bırakmayan, kesinlikle öç alan insanlar olduklarını
biliyorlardı. Mustafa Kemal Samsun’dan ayrılıp
düzeni/güvenliği sağlama sorunu olan yerlere gideceğinde,
kendisi ile birlikte gelmek isteyenler olup olmadığını
sormuştu. Böyle bir yardımcı güç vardı-Adige birlik
komutanı/paşası (дзэ пащэу) Berzeg Cambulat-Ekler
(Бэрзэдж Джамбулат-Эклер). Berzeg’in hepsi Adige olmak üzere
200 silahlı atlısı vardı, Mustafa Kemal bu birliğin
korumasında Havza’ya gitti, oradan da Amasya’ya geçti. Burada
bir Kurul oluşturuldu, M. Kemal dışındaki kurul üyelerinin
hepsi Adige idi. Türkiye’nin nerelerine gidileceği, nerelerde
ne yapılacağı, kalınacağı, yiyecek ve giyim kuşam gibi işler
orada ele alınmıştı.
Berzeg Cambulat’ın
heykeli de (саугъэт) rıhtıma yakın bir yerde, yiğitlik
gösteren kişiler adına yan yana dikilmiş olan taş heykellerin en
başında duruyor. Vapuru ve taş anıtları yaptıran kişi de
Samsun Belediye Başkanı’dır. On bir yıldan beri başkan. Kenti
iyi yönettiği, temiz tuttuğu ve kent halkının yaşamını
kolaylaştırdığı için, art arda üç kez seçilmiş bulunuyor.
Adigece’yi iyi biliyor, L’ışe ailesinden. Halk,
Başkan’dan önce kent çevresinin bataklık olduğunu, kötü
kokular yaydığını, konuk geldiğinde utanmakta olduklarını
söylüyor. L’ışe, kenti güzel bir görünüme kavuşturmayı
başardı. Kentin güzelliğini ve temizliğini biz de çok
beğendik.
Türkiye’nin bağımsızlığının temelini atanlar arasında
Çerkes Ethem’in de bulunduğunu söylemeliyim. Mustafa
Kemal’in en güvendiği kişiler arasında o da vardı. Çerkes
Ethem’in komutasında hepsi Çerkes bin kişilik bir milis gücü
(ДзэкIолI нэбгырэ мин) vardı. Türkiye’nin kuruluşu aşamasında,
en zorlu işleri başaran, Mustafa Kemal’e karşı olanları yola
getiren kişi hep Çerkes Ethem olurdu, savaşta da ilk zaferleri
kazan da oydu. Yunanlıları ilk kez geri püskürtenlerin
içinde Çerkes Ethem de vardı, o olmasaydı başarıya
ulaşılamazdı diye yazan tarihçi sayısı az değildir. Ancak
düzen sağlandıktan sonra, üst düzey yetkililer, Çerkes Ethem’i
tehlikeli bulmaya, kendilerini devireceğinden korkmaya
başladılar, saldırıp defterini dürdüler. Birçok zorluğu ve
badireyi atlatan Çerkes Ethem, başını alıp ülkeden gitmek
zorunda kaldı, ardından sıkıntılı bir yaşam sürdürdü, mezarı
Ürdün’dedir. Onun bir Çerkes olduğunu gizlemek için ona ilkin
Ethem Bey diyorlardı, gerçeği gizlemek olanaksızdır, üzerinden
kuşaklar geçse de gerçek, bir gün günışığına çıkar. Çerkes
kimliğinden söz etmeseler bile, adının önüne bir “Çerkes”
sıfatını eklemişlerdi. Şimdi Türkiye televizyonları,
gazeteleri ve tarih kitapları onun bir Çerkes, bir Shapsugh
olduğunu çekinmeksizin yazabiliyorlar. Sadece o değil, bütün
bir Adige toplumu Türk sayılarak bugünlere dek gelindi, yeni
yeni Adigelerin sürüldükleri söylenmeye başlandı. Okumamış ve
iyi bir eğitim almamış Türkler de kendi tarihlerini doğru
dürüst bilmiyorlar. Adigelerin nereden gelmiş oldukları
konuları, demokrasi ve AB yanlısı gelişmeler, soydaşlarımızın
yeniden canlanmalarına yol açmaya başlamış gibi
görünüyor, gençler artık
bilinçlenmiş durumdalar. Bu bakımdan gelişmelerin
soydaşlarımıza da özgürlük getireceği ve yeni ufuklar açacağı
umutları içindeyiz.
Belediye Sarayı’nı ziyarete gittiğimizde, korumalardan bir
genç, temiz bir Adigece ile bizi karşıladı ve Başkan
yardımcısının odasına götürdü. Belediye Başkanı birinci
yardımcısı Nek’aho Kenan (НэкIахъо Кенан) bizi
karşıladı, kucakladı ve odasına aldı, yolculuğumuzu ve hal
hatırımızı sordu. Grubumuz adına AC Devlet Konseyi-XASE
milletvekili Ç’ERMIT Muhdin, Nek’aho’ya bizi kabul
ettiği, “Nef” çocuk dans topluluğunu Samsun Festivali
programına aldığı için teşekkürlerini bildirdi ve onu Adigey’e
davet etti. Bizim çocuklarımızı Türkiye’ye getirdiğimiz gibi,
kendilerinin de kendi çocuklarını Adigey Cumhuriyeti’ne
getirmelerini beklediğini söyledi. Nek’aho, Maykop’u görme
mutluluğuna erdiğini ama bununla yetinmeyeceğini, ulusun
tarihini anlatan kitapları yazacak kişiler çıkmasını
beklediğini, Kafkasya’daki eski köylerini derinliğine
araştırmak ve bulmak istediğini söyledi.
“Böyle bir araya gelmeye, görüşmeye, bundan yirmi beş yıl
önceleri rüyamızda görsek inanamazdık, başımızdaki şapka artık
bize dar geliyor, çok sevinçliyiz”
dedi Nek’aho Kenan. “Türkiye’nin en büyük festivallerinden
birini her yıl Samsun’da düzenliyoruz. Buraya önümüzdeki yıl,
daha sonraki yıllarda da gelmeniz için gerekli işlemleri
yerine getireceğiz, getirmişiz sayın” diye sözlerini
sürdürdü. Başkan yardımcısının söylediği gibi, “Nef” Samsun
festival programında yoktu, hemen programa kondu ve o akşamki
gösterilere alındı. Nek’aho da festivale geldi. Salon hınca
hınç dolmuştu, çocuklarımızın dans edişi, coşkulu
alkışlanışları anlatılmakla bitecek gibi değildi. Yirmi değişik
ülkeden gelmiş profesyonel ekiplerle Adigey’den gelen çocuk
ekibimiz “Nef”in bir yarışma çıkarması, ustalara taş çıkaran
dansları ve figürleri seyirciyi adeta büyüledi. Samsun’da iki
gece kaldık, bizden hiç para istenmedi, festival
etkinliklerinde serbestçe görev aldık. Bütün bu işlerde Samsun
Kafkas/Çerkes dernekleri (Адыгэ Хасэу къалэм дэтхэр) ve
belediye yönetimi bize yardımcı oldular ve masraflarımızı
üstlendiler. Onların sevgileriyle kucaklaşarak ve uğurlanarak,
onların gerçek kardeşlerimiz olduklarının bir kez daha
bilincine vararak ve iyi dileklerimizi sunarak yolumuza devam
ettik. (1 Eylül 2009).
BİLGİ NOTU:
(*) Burada da bir yanlışlık var, anayurttan ayrılışın 13.
yılında yapılan 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı ya da diğer
adıyla 93 Harbi, 1864 yılından 48 yıl sonra yapılan 1912-1913
Balkan Savaşı ile karıştırılmış ya da sayın Derbe Timur’a
yanlış bilgi verilmiş olmalı. -HCY
III
“Adigey’e uçmaya karar vermiştik”
Türkiye kentlerini ve Adige köylerini dolaşarak Tokat/Erbaa’ya
geldik. Erbaa’ya aynı sıralarda Ankara’dan “Oşhamafe/Elbrus”
çocuk topluluğu da gelmiş bulunuyordu. Elbrus/Oşhamafe ve Nef
ekiplerinin çocukları Erbaa Çerkes derneği binası yakınındaki
bir yerde birlikte bir gösteri (джэгу) sundular. Pşınaveler/akordeonistler
Tığuj Nurbıy ile Kalekuteko İnver, Adige şarkı
makamlarını çaldılar. “Nef”in sanat yönetmeni
Yınıhu İnver (Иныхъу Инвер) ortaya çıktı ve dansları
başlattı. Çocuklar da İnver’den öykünerek, en başarılı dansçıları
seçileceklermiş gibi peşi sıra dans etmeye başladılar. Türkiyeli
Adige gençleri ile Adigeyli gençlerinin aynı ortak Adige
ruhunu taşımakta oldukları davranışlarından anlaşılıyor,
gençlerin ulusları adına kıvanç ve gurur duydukları belli
oluyordu. Çocuklar boylarına bakmadan, sanki kanatlanmışlar da
gökyüzünde süzülüyorlarmış gibi dans ediyorlardı. Ankara’dan Erbaa’ya
gelen ekibi Tharkoho Demir getirmişti. Demir onbeş yıl
önce Adigey’deydi, onu Maykop’ta “Nalmes” çalışanları
olan Tharkoho Vyaçeslav ile eşi Aminet
ağırlamıştı. Demir, kendisinin candan karşılandığını,
Adigey’in güzel yerlerini, dağlarını, gür ırmaklarını
gördüğünü, ata toprağına olan sevgisinin bir kat daha
arttığını söyledi. 500 bin Adige’nin yaşamış olduğu Ankara’da
Kafkas Derneği’nin (Анкара Адыгэ Хасэм) üç binası bulunduğunu,
orada Adigece ve Kabardeyce dersler verildiğini bize anlattı.
“Anayurda dönmek isteyenlere yardımcı olmaya,
işlemleri kolaylaştırmaya çalışıyoruz” dedi
Tharkoho. “Şimdiye değin Adigey’e dönmek isteyen 50 kadar
kişi adına gerekli olan izin belgelerini (тхьапэхэp)
hazırlıyoruz, bunlar kesin karar vermiş olan kişilere ait,
başkalarına da yardımcı olmaya çalışıyoruz. Adige sorununa
ilişkin bilinçendirmelerde de bulunuyoruz, sırf dans etmekle
kimliğimizi koruyamayacağımızı, dayanışma ruhunu geliştirmemiz
gerektiğini anlatıyoruz. Adigece öğretmenlerine gereksinim
duyuyoruz, yeterli sayıda Adigece kitap ve malzememiz yok,
okutacağımız çocuklar da koca kentin dört bir yanına dağılmış
ailelerin çocukları, onları bir araya toplamak bir sorun, buna
rağmen umudumuzu yitirmiyoruz, çalışmalarımızı ilerletmekte de
kararlıyız. Öğretmen bulma ve ücret ödeme, öğretmenlere konut
temini gibi işleri başarmamız gerekiyor”.
“Nef” ile Oşhamafe/Elbrus ekiplerinin birlikte katılacakları
etkinlik akşama sunulacaktı. Erbaa’ya sabah varmıştık, bu
nedenle soydaşlarımızla görüşme olanağımız vardı. Bundan
yararlanarak biliminsanı BIRSIR Batırbıy ile birlikte
denizden üç bin metre irtifada/yükseklikte bulunan küçük bir
Adige köyüne doğru yola çıktık. Kozlu adındaki bu köyde
sadece seksen hane yaşıyor, bu nüfus azlığına karşın,
burasının katıksız bir Adige köyü olduğu ve Adige
geleneklerinin korunduğu bize söylenmişti. Kavisli dağ
yollarını tırmanarak köye giderken, köyün çok yüksek bir yerde
kurulmuş olduğunu anladık. Çevre, Adigey’in en güzel
köşelerini andırır bir güzellik içindeydi: Yol boyunca uzanan
ağaçların gerisi gür ormanlarla kaplıydı, ağaçların arasında,
yer yer kara topraklarla örtülmüş mezarlar ve mezarlıklar
görünüyordu, bizim Kafkasya’dakiler gibi tıpa tıp aynı
olmasalar da benzer yanlarımız vardı. Adigeler havadar bir yer
olduğu için böylesine bir dağ sırtına yerleşmeyi seçmiş
olmalılar, nitekim köylülerin bir çoğunun uzun ömürlü
olduklarına da tanık olduk.
.
Ev sahibimiz bir Abzegh genci olan Melgoş Basri (Мэлгощ
Басри) idi. Bize bu köyün kuruluşundan bu yana hiç yer
değiştirmediğini, Adige geleneklerinin korunduğunu ve köyde
karşılıklı saygı ve iyi bir dayanışma ruhunun bulunduğunu
söyledi.
“Okula gitmeden, henüz Türkçe öğrenmeden önce, köyde aramızda
oynarken, büyüdüğümüzde okuyacağımızı, uçaklara binip
dedelerimizin gelmiş olduğu ülkeye döneceğimizi, ardından
gelip anne ve babalarımızı da o ülkeye götüreceğimizi, bir gün
birbirimize anlatmış ve bir karar da almıştık”
diyor Melgoş Basri. “O ülke/Adigey, bizim için bir masal
ülkesi idi. Orasının çok büyük, yüce/yüksek, güzel ve Cennet
gibi bir yer olduğunu hep düşünürdük! Gerçekten de öyle bir
yer orası. Ancak okula başladığımızda, başımızdan öğretmen
şamarları eksilmemeye, tek geçerli dilin Türkçe olduğu, onun
dışındaki dillerde konuşamayacağımız, o dillerin yasak diller olduğu söylenmeye başlandı
ama Adigece dışında bir dil bilmeden,
nasıl olur da Türkçe konuşabilirdik? Zar zor da olsa üç yıl içinde
Türkçe’yi öğrendik, ancak çoğumuz Adigece’yi ihmal ettik,
konuşmaz olduk, özlemlerimiz de bir başka bahara kaldı, şimdi
o eski günleri bir şarkı imiş gibi anımsıyor ve yad ediyorum”:
Ины тыхъумэ къухьэбыбым титIысхьани,
Тихэкужъэу - тянэ дэжь тыбыбыжьын.
Ащ ыуж зэрэдунаеу къэткIухьани,
Зэрэлъэпкъэу тичIыналъэ тэ тщэжьын!
Büyüdüğümüzde uçan gemilere/uçaklara binip
Anayurdumuza uçacağız.
Ardından dünyayı dolaşıp
Halkımızın hepsini ülkemize götüreceğiz!
Melgoş Basri’nin
ilginç söz ve görüşlerinden, almış olduğu eğitim ve terbiyeden
asırlık Adige özlemleri (адыгэ гукIэгъур) yansıyordu. Sadece
bu özlemi dile getirmekle yetinmiyor, insanlara aynı özlemleri
duyurmayı, sırf Adige olana bile, bu özlemleri kavratmasını
başarıyordu. Tanışma mutluluğuna erdiğimiz 96 yaşındaki
annesine layık biriydi o. Birkaç yıl içinde yüz yaşını
devirecek (зыныбжь гъашIэм кIэхьанэу) biriydi annesi
Melgoş Hayriye. Tanrı ona sağlık ve esenlik versin, sıcak
kalpli, sevecen, güzel bir Adige ninesi (адыгэ ныо дах),
davranışlarından Adigelik onuru, zarafeti ve güzelliği
yansıyor. Üç oğul ve üç kız büyütmüş, kız ve oğlan torunları
olduğunu ve kendisini el üstünde tuttuklarını söylüyor. İster
istemez, dönüp dolaşıp sıra 145 yıl önce sona eren ve bizim
açımızdan soykırımla (лъэпсэкIод) noktalanan acımasız savaşa
geliyor, bu savaş değil miydi zaten böylesine darmadağın
olmamızın nedeni? Melgoş Hayriye, konuşurken, sık sık
“Sizin ülkeniz” (шъо шъуихэгъэгу) diyordu bilmeden. Biz de “Nine, orası sadece bizim ülkemiz değil, orası Adigey
Cumhuriyeti toprakları, nerede olurlarsa olsunlar
yeryüzündeki bütün Adigelerin ortak ülkesidir” diyoruz,
karşımızda bir zarafet timsali duran güzel ve saygın
ninemize. Sofraya güzel Adige yemek ve yiyecekleri konmuştu,
yoğurt, Adige peyniri, şeleme-halıjo (peynirli kızartılmış
börek), kundısıv (*), vb, hem yiyor, hem söyleşiyorduk.
Biliminsanı Bırsır Batırbıy, uzak bir geçmişte,
acımasız düşmana karşı yüz yıl direndiğimizi, bu kadar uzun
bir süre direnme gücü gösteren ulusumuz kişilerinin bunu
akıllı insanlar olmaları sayesinde başardıklarını, Adigelerin
birbirlerini tutmadıkları, dayanışma içinde olmadıkları
biçimindeki sözlerin de doğru olmadığını anlattı. “Rus
generalleri Adige topluluklarının (halklarının) kısa bir süre
içinde güçlerini bir araya getirip direnişe geçtiklerini
yazıyorlar” diyor Bırsır Batırbıy. “Bize uygulanan
politika, tek sözcükle söylemek gerekirse, başlıbaşına bir
felaket, ancak yeni yeni kendi kendimize gelmeye başladık,
geride kalan nüfusumuzu düşünmemiz ve kendimize güvenmemiz
gerekiyor”.
Kozlu’da görüştüğümüz kişiler arasında köy imamı Şevgen
Kadir de vardı. Şevgen Kadir, Adigey’de bulunduğunu,
Şevgen rayonu Cırakıye (Джыракъые) köyünde üç yıl
imamlık yaptığını, Türkiye’ye dönmeyi hiç istemediğini, ama
bazı sorunlar nedeniyle dönmek zorunda kaldığını söyledi.
Kadir yeni doğmuş bebeği ile, riskli de olsa yola düşmek,
Türkiye’ye dönmek zorunda kalmıştı. Cennet diye tanımladığı
anayurduna döndükten sonra birçok sorunla pençeleştiğini, en
çok da insan ilişkileri, bir araya gelmeler içinde karşılaşmış
olduğu ve katlanamadığı durumlarla karşılaştığını, yine de
Cırakıye’de dostlar edindiğini, okuttuğu küçük çocuklardan
son derece memnun olduğunu belirtti. “Ben Allah, iyilik ve
güzellik yolunda çalışan biriyim, çocuklara öğretmek, onlara
aşılamak istediğim de sadece buydu” diyor Şevgen Kadir. “Başka
bir amacım, gündemim yoktu, çocuklar beni sevdiler, ben de
onları sevdim, ancak beni çekemeyenler, benden hoşlanmayanlar
olmalı” dedi. Ne yapılabilir ki, düzen böyle, değişik
ülkelerde yaşayan Adigeler doğdukları, eğitimini aldıkları
ülkelere göre farklı davranış özellikleri almışlar. Bu
insanların anlaşamadıkları, birbirlerini anlayamadıkları
durumlar olabiliyor, acak bunları gerekçe/tutamak (IэубытыпIэ)
olarak ele alıp kullanmamalıyız. Eksik yanı olmayan kimse
yoktur: Türkiye’dekilerin, Adigey’dekilerin olsun, hiç
farketmez.
BİLGİ NOTU:
(*) Kundısıv (къундысыу)-Sütlü bir Adige içeceği. Ekşimiş
peynir suyu kaynatılır, bir gece bekletilmiş çiy süt ilave
edilerek hazırlanır. Daha çok, vücudu sıcak tutması için kışın
ya da soğuk havalarda içilir. -HCY |