I
İlk buluşmalar
Temmuz ayının en sıcak günler,
sıcaktan yeryüzünün kavrulduğu, serinlik denilen şeylerin
geride kaldığı bir zaman kesitinde Türkiye’ye ilk
adımlarımızı attık. Uçağımız inişe hazırlanmazdan
önce, tek tük ağaçların, yer yer yeşil otların yer aldığı
geniş bir bozkır üzerinden uçtuğumuzu görüyordum.
Soydaşlarımızın çoğunluğunun sürüldüğü bu ülkenin
topraklarına ayak basmadan önce, daha sonradan düşüncem
değişecek olsa da, bir soğukluk duymadığımı söyleyemem.
Hatkoko Doletçerıye’nin 1910 yılında “Müslüman”
(Мусульманин) dergisinde yazdığı ve Prof. ŞHALAHO Abu
tarafından bize ulaştırılan bir yazıyı yeniden anımsadım:
“…-Türkiye’ye giden Çerkes- muhacirler açlıktan kıvranıyorlar,
anayurda dönmeyi istiyorlar ama boşuna; bu insanlar da
mutluluk ve neşe içinde yaşamak, düğün eğlence içinde vakit
geçirmek, dans etmek istiyorlardı, bütün bunları
anlıyorum…Değerli Adige kardeşlerim, Türkiye’ye göç etmekten
kaçının, çoğunuzu orada bekleyen, soğuk birer
mezar/kabirdir…Orada refaha kavuşmayı umanları büyük bir
yanılgı bekliyor. Daha iyi bir yaşam için göç yoluna koyulmuş
olanlar, Boğaz kıyılarına/İstanbul’a ayak bastıkları ilk güne
lanet okuyorlar…”
Hey gidi Adigeler, hey, ne
yapabiliriz ki şimdi, nasıl –bir sihirli değnek bulup- yeniden
birleşebiliriz ki? Bilemiyorum. Bilemiyorum onun yanıtını,
günler boyu düşünmüş olmama karşın. Dostlarımla az
konuşmuş/tartışış da değilim bu konuyu. Yeryüzüne gelen her
bir Adige, Adigelik duygusunu kalbine yerleştirerek, bir
politik amaç gütmeden ve bir çıkar beklemeden, elden
geldiğince ulusu için çalışsın istiyorum tek? Birliğe doğru
uzanan yola böylece bir adım atmamız olanaksız mıdır? Ç’ERMIT
Muhdin gibi, gece gündüz demeden ulusunun geleceği için
çırpınan Adige gençleri çoğalsalar, bir araya gelmeler,
ziyaretler çoğalsa, birbirimizi daha yakından tanımış ve
anlamış olsak, yaşam biçimimiz de değişmiş olmaz mı, yeniden
birbirimizi bulmuş olmaz mıyız? ! Muhdin kendi cebinden
ödediği paralarla çocuklarımızı dolaştırıyor, onları
Adigelerin barındığı birçok ülkeye götürdü ve oradaki
soydaşları/kardeşleri ile tanıştırdı, biçok parçalanmış aile
yeniden buluştu, onları yüzyıllık bir kış uykusundan
uyandırmış oldu. Şimdi de 46 kişiyi Türkiye’ye götürdü.
Birliğe uzanan yolu Türkiye’den başlatmak en doğrusu, en
uygunu olmaz mı? Beklediğimiz yanıt belki orada.
Şimdiye değin Türkiye’de üç-beş
milyon Adige bulunduğu yazılıyordu, ama bunun doğru olup
olmadığını öğrenmemiz fırsatı doğmuştu. Türkiye’de yaşayan
soydaşlarımız bir milyondan fazla, iyi Adigece bilenler de bir
milyondan çok olmalıdır. Ankara’da yarım milyon, Samsun’da 250
bin nüfus olduktan, dört bin de Adige köyü bulunduktan sonra,
o ülkede nasıl olur da 1 milyon insan olsun çıkmaz? Altı yıl
önce, Ç’ermıt’ın kurduğu “Nef” dans topluluğunun
çocukları sevinç ve coşku içinde, dünyayı dolaşmaya
alışmışlardı, ülkeleri dolaşıp dursalar da, bozulmuyorlar,
Adige anayurdunda almış oldukları eğitim ve terbiyeye uygun
olarak hareket ediyorlardı, “yeni Adige insanı örneği olarak
yeryüzüne gelmişler” dedirtecek çocuklar idiler bunlar. Dans
giysileri bulunan valizleri ellerinde İstanbul’da bir
havalimanına indik.
AC Devlet Konseyi-Xase’de, -Adige
Parlamentosu’nda- milletvekili ve işadamı Ç’ERMIT Muhdin,
dilbilimleri profesörü BIRSIR Batırbıy (*), ünlü Adige ses
sanatçıları (орэдыIохэу) KUŞ’EKO Sime (Къушъэкъо Симэ) ve
VISTEKO Nuh, besteci ve yapımcı yönetmen L’IUJ Kaleş’av
(ЛIыIужъу Къэлэшъау), “Nef” yöneticileri YİNUH İnver ve
ST’AŞU Safyet (СтIашъу Сафыет), “Shapsugh” (Шапсыгъ) gazetesi
Başyazarı NIBE Anzor, Adige Televizyonu görevlileri T’EŞU
Svetlana (ТIэшъу Светланэ) ile YAHUL’E Medine (ЯхъулIэ
Мэдинэ), çocuk hekimi NEĞOY Muliet, enstrüman sanatçıları (pşınave)
TIĞUJ Nurbıy, KALEKUTEKO İnver (Къэлэкъутэкъо Инвер), KIT’IJ
Anzavır (КъытIыжъ Анзаур) ve bir de ben, Türkiye’de üç hafta
kalmamıza olanak sağlayaCAK izin kağıtlarımızı havalimanı
yetkililerinden alıyoruz.
Türkiye’ye gelmeden önce, bir yıl
boyunca Ç’ermıt Muhdin, Türkiye programını olgunlaştırmıştı.
Yirmi bir gün boyunca gün gün saat saat izleyeceğimiz yol,
uğrayacağımız köyler, nerelerde kalacağımız, nerelerde yemek
yiyeceğimiz, “Nef”in kaç konser vereceği, bunların nerelerde
verileceği gibi şeyler öncesinden belirlenmişti. Bu konuda
gideceğimiz yerlerdeki soydaşlar ve soydaş kuruluşları
başkanları bize yardımcı oldular. Ayrıca Çerkes dünyasının
yakından tanıdığı Meşfeşşu Necdet ile Yedıc Memet de bize
yardımcı oldular.
İstanbul’daki “Nart Tour” organizatörü Yaşar Nogay bize güzel
bir otobüs tahsis etti. Temmuz sıcağında soydaşlarımızın
bulunduğu topraklara adım attık, ama klimasıyla otobüs bize
serin nefes aldırdı.
Program gereğince Sinop
kentine doğru yola çıktık, ilk molayı 50 Adige köyü bulunduğu
söylenen Düzce’de verdik. Adige köylerinden biri de
Bırgehable (Бырджэхьаблэ/Akınlar) köyü. Köye ilk
yerleşenler Bırgıler olduğu için bu adı taşıyor. Türkiye’de
henüz iki saat geçirmiştik ki, soydaşlarımızla ilk
buluşmamızı L’ıuj Erol’un yazlığında gerçekleştirdik.
Kucaklaştık, sevindik, Adigece konuştuk ve bir yabancı ülkede
bulunduğumuzu adeta unutmuş olduk. Geldiğimiz yerdeki ağaçlar
ve otlar anayurdumuzdakilere benziyordu. Buraları ilk
gördüğümüz kuru çıplak yerlere benzemiyordu, etrafı çevrili
bahçeleri ve evleri ile, bu yerleri Kafkasya’da Karadeniz
kıyısında yaşayan Shapsughların ev ve bahçe düzenlerine
benzetiyordum, tıpa tıp aynısı olmasalar da birbirlerine
oldukça benziyorlardı.
L’ıuj Erol 71 yaşında, zayıf kuru
bir yaşlı, “derisi kemiğine sarılmış” biri gibiydi, ağzından
ve burnundan tütün dumanları eksik olmuyordu. Rahat biriydi,
ancak sert bir yönetici olduğu da, hizmet edenlere sertçe yan
bakışından anlaşılıyordu. Yemek yediğimiz yer de Erol’undu,
orada çalışanlar da eşi, kız kardeşi ve akrabaları idiler.
Dinlenme yeri ve atlara bakılan yerleri de var, hepsi de
düzenliydi. Yirmi yıldan beri o gibi işlerle ilgileniyor.
Bahçesinden Adige eğlentileri (джэгу) ve müziği hiç
eksilmemiş. Yaşlı soydaşlarımız haftanın her Pazar günü orada
toplanır, muhabbet ve söyleşilerde bulunurlarmış. Büyük bir
gup halinde bahçesine girmiştik, zorlanmadan hepimize sofra
kurmayı başardı, Düzce’de iyi Adige yemek ve yiyeceklerinin
hala yapıldığını da bize göstermiş oldu.
Erol’un iki oğlu ve bir kızı var.
Büyük oğlu mekanikçi, kızı meteorolojide çalışıyor, küçük oğlu
ise kendisine yardım ediyor. “Adigey’e gitmedim, bundan sonra
da gidemem, ama çocuklarım gitsinler, anayurdumuzu görsünler,
işte onu istiyoru” diyor L’ıuj. “Benim iyi Adigece konuştuğumu
görüyorsunuz ama çocuklarım Adigece konuşamıyorlar. Konuşursan
söyleneni anlıyorlar, ama Türkçe konuşuyor ve karşılık
veriyorlar”. Bu üzücü konuşmaya bizimle aynı sofrada oturan
Guğejü Musa ile Bırsır Batırbıy da katılıyorlar.
“Yirmi yıl öncesine değin
Adigece’yi bilmeyeni Adige’den saymıyor, Türk sayıyordum”
diyor Guğejü Musa. “Şimdi soruna farklı yaklaşıyorum. Burada
Adigece’yi çok iyi bilen, hali vakti yerinde, varlıklı ama
ulusu adına hiçbir duyarlığı olmayan, Adige geleneklerinden
uzak düşmüş, bir Adigelik yanı bile kalmamış kişiler var.
Yine Adigece bilemeyen ama kalpleri Adigelik ve Adige ulusu
için çarpan, ulusu için dur durak bilmeden uğraş veren, bir
Adige gibi davranan ve “Aferin onlara” diyebileceğimiz
Adigeler de var. Bu ikisinden hanisini yeğleyebiliriz? ”
“Dil
ulusun tanıtıcı işareti/damgası, gelenek de giysisidir
(Бзэр лъэпкъым итхьабз, хабзэр ишъуаш)” demişler Adigeler
diyor Bırsır Batırbıy. “Kendi başına gezinen
işaretsiz/damgasız inek kapanın elinde kalır, iyi giyinmemiş
olarak toplum içine girersen sana değer vermezler, bu nedenle
Adige geleneğini yitirmiş kişi, artık bir Adige sayılamaz.
Gelenek yok olursa ulus da yok olur”.
“Bana
göre, dili sonradan öğrenebiliriz ama geleneklerimizi
yitirirsek bir daha onları yakalayamayız”
diye sözlerini daha bir pekiştiriyor Musa.
Öğle yemeği için durakladığımı bu
ilk yerde çok kişi birbirini tanıdı, konuştu ve karşılıklı
telefon numaraları alındı. “Vay sen L’ıuj musun? Ben de
L’ıujlardanım! ” L’uj Kaleşav (ЛIыIужъу Къэлэшъаy) ile Erol
aynı sülaleden (лIакъо). Kimbilir, üç dört kuşak önce,
onların dedeleri kardeş olup olmadıklarını? Bence kardeş
çocukları oldukları bir gerçek, aynı ana babanın çocukları
bile soykırımla sonuçlan bilindik savaş (лъэпкъгъэкIод зао)
nedeniyle ayrı düştüler. Şarkıcımız Vısteko Nuh ile yakındaki
bir köy olan Hampıyhable (Hampinaz) köyünden, Vısteko
Alaattin de tanıştılar, sadece tanışmakla kalmadılar, kardeş
çocukları olduklarını da öğrendiler.
“Pseytıku”
(Псэйтыку) köyünden Vısteko Muhtar’ın dedesi ile benim dedem
birlikte Türkiye’ye geldiler, ancak biri geri dönmüştü”
diyerek ailesinin özgeçmişini anlattı. “Üzerinden öyle çok
uzun bir zaman geçmemişti. Muhtar’ın Türkiye’ye geldiğini,
ağabeyimin yanında bulunduğunu duyunca, hemen oraya gittim,
kapıdan adımımı atmıştım ki, “Bu gelen bir Vısteko, yüzü ve
vücut yapısıyla tam bir Vısteko” dedi, çok sevindik, sıkı
sıkıya kucaklaştık.
On sekiz gün sonra Düzce’ye
dönecektik. Geleceğimizi bekleyemiyor, Vısteko Alaaddin
telefon üzerine telefon ediyor, Nuh’un sağlığını soruyor, bizi
de unutmuyor, selamlarını yolluyor, bir sorunla karşılaşacak
olurlarsa hemen yetişeceğini söylüyordu. Düzce’ye döndüğümüzde
bizi sevinçle karşılayacak, birçok köyü bizimle birlikte
dolaşacaktı.
“İçime bir
ateş düştü, o ateşi siz yaktınız, anayurdu görmezsem çatlarım”
diyor bize Alaattin. “Ağabeyimin şansı varmış anayurdu
gördü, ben de gideyim dedim ama babam ağır hastalandı, onunla
ilgilendim, vefat edince de ilgilenmem gerekti. Şimdi Tanrı
izi verirse gelecek yıl anayurda gelirim…”
Alaattin’in her dediğini dediği gibi aynen yazdım, ancak onun
kalp ağrısı (игууз) bütün bir Adige ulusunun da kalp ağrısı.
Başımıza gelen felaketin büyüklüğü aklın alamayacağı bir
boyutta, içine düştüğümüz derin çukurdan çıkışın ağırlığı
katlanılır gibi değil. Birbirimizden ayrı, çok uzak yerlere
düştük, ama birbirini yitirmiş ana ile bebeğinin özlemleri
gibi birbirimizi de özlüyoruz. Bu buluşmanın ardından içimden
bir şiir okumak geldi.
II
Sabah güneşinin doğuşunu
görmeliyiz
“Bir
zamanlar yaşça bizden büyük olanlar Adigece’yi çok iyi
biliyorlardı, ancak çoğunluk Adigeliği terk etme ve Türklerle
kaynaşma peşindeydi”
diyor Ankara Kafkas Derneği aktif üyelerinden H’evseye Eyüp
(Хэусэе Аюбэ). “Yaşlıların yanlış dünya görüşleri bize çok
zarar verdi. Bugünkü gençler Adigece bilmiyorlar, ancak
başları dik olarak, “Ben bir Adigeyim” diyebiliyorlar.
“Burada doğmuş olsak bile, ülkemiz Kafkasya’da, anayurdumuz
orası! ” diyorlar. Gençlerimiz böylesine sağlam bir
dünya görüşüne kavuşmuş bulunuyorlar. Buna çok seviniyoruz,
bunu yok olmayacağımızın, yaşayacağıızın bir umudu olarak
görüyor ve gençlerin Adigece’yi yeniden öğreneceklerine de
inanıyorum”.
Eyüb’ün sözleri, Türkiye’deki
gezimiz boyunca başkaları tarafından da doğrulandı. Doğrusunu
söylememiz gerekirse gençler, yeniden bizi umutlandırdılar.
Gençler İnternet aracılığıyla anayurtla sıkı bağlar kurdular,
Adige bayrağını hararetle yukarılara kaldırıyorlar, gururla
Adige işareti ya da Adige bayrağı taşıyan rozeti olmayanı yok
gibi. Diğer uluslardan daha kötü olmadığımızı, eğitim, bilim
ve kültür yönünden hiçbir ulusun gerisinde kalmadığımızı çok
iyi kavramış durumdalar. Bu da güzel yarınlarımız için birlik
yoluna uzanan yolda hızlı adımlar atmamıza güç katıyor.
H’evseye Eyüp bir öğretmen, ilk
sınıf öğrencilerini okutuyor. Dört yıl boyunca Samsun
Kafkas/Çerkes Derneği Başkanlığını yaptı, şimdi de çalışıyor.
Mefehable köyünde ev inşa ettiriyor, birkaç yıl içinde
işlerini ilerletir, o süre içinde evi de bitirilirse anayurda
dönmeye niyetli. Üç yıl önce bir grup çocuğu Adigey’in Peneh’es
(Пэнэхэс) köyüne götürmüştü. Kızının, konuk olarak kaldığı
evden övgüyle söz etmesi, “Barik benim babam, hanımı da
annem” (Барыч сэ сят, ащ игуащэ сян) diyerek, kalmış
olduğu o ailenin yanından dönmüş olmasına çok sevindiğini
bize anlatıyor. Çocuklar Adigey’de bulundukları sürece evlerde
kaldılar, orada kurdukları arkadaşlıklar da hiç yok olmayacak,
anayurda dönme düşüncesi de kalplerinde hep yaşayacak. Kim
bilir ki, hepsi dönmese bile, içlerinden Adigey’e dönecek
olanlar çıkıp çıkmayacağını? ! Muhdin’in bu yaptığı da, ona
benzer bir görevi yerine getirmek değil midir? Onun bu
kurdurmuş olduğu dostluk ilişkilerinin beş on yıl içinde
meyvelerini vermeye başlayacağına kuşku yok, bizler de o
günlere ulaşmayı umuyoruz. Evet, buluşmadan tanışmak,
tanışmadan da birbirini sevmek olmaz. Annelerimiz, babalarımız
kardeşse, bizler de kardeşsek ne diye bir araya gelmeyecek
mişiz? İşte Eyüp her yıl aksatmadan Adigey’e geliyor,
çocukları da getiriyor, ata toprağını onlara gösteriyor.
Herkes kendine düşeni böyle yerine getirecek olursa ulus da
yaşar, gelişir ve yeniden çoğalır.
Türkiye’de Adige danslarını iyi
oynayan çocukları gördükçe, “Onu mutlaka Eyüp eğitmiştir,
başkası değildir” diyorlardı, ama Baste Azmet’i Türkiye’ye
çağırıp çocuklar onun tarafından eğitilmeye başladıktan
sonra, “Baste eğitmiştir” demeye başladılar dedi şakayla
karışık Eyüp. On beş yıl önce, (şimdi “Nalmes”in yönetmeni
olan) Baste Azamet’in Türkiye’de bulunduğunu, onun eğittiği
gençlerin Adige toplulukları oluşturmakta olduklarını
söylüyor. Karlı köyü festivaline de böyle bir topluluk
katılıyor.
“Toplanıp
anayurda dönmek zor bir şey” diyorlar, diye anlatıyor Eyüp.
“Tabii yemek pişirmek, kaşığı kaldırıp o yemeği yemek de
kolay değil”.
Zorluk ile
karşılaşılmayan bir yaşam olabilir mi? |