...................
...................
“NEF” İN TÜRKİYE GEZİSİ ARDINDAN:
BİRLİĞE DOĞRU UZANAN YOL   -1

DERBE Timur
Adige Mak, 29 Ağustos 2009
Çeviri: HAPİ Cevdet Yıldız

                         
...................
 
...................

I


İlk buluşmalar

Temmuz ayının en sıcak günler, sıcaktan yeryüzünün kavrulduğu, serinlik denilen şeylerin geride kaldığı bir zaman kesitinde Türkiye’ye ilk adımlarımızı  attık. Uçağımız inişe hazırlanmazdan önce,  tek tük ağaçların, yer yer yeşil otların yer aldığı geniş bir bozkır üzerinden uçtuğumuzu görüyordum. Soydaşlarımızın  çoğunluğunun sürüldüğü bu ülkenin topraklarına ayak basmadan önce, daha sonradan düşüncem değişecek olsa da, bir soğukluk duymadığımı söyleyemem. Hatkoko Doletçerıye’nin 1910 yılında “Müslüman” (Мусульманин) dergisinde yazdığı ve Prof. ŞHALAHO Abu tarafından bize ulaştırılan bir yazıyı yeniden anımsadım:

 

“…-Türkiye’ye giden Çerkes- muhacirler açlıktan kıvranıyorlar, anayurda dönmeyi istiyorlar ama boşuna; bu insanlar da mutluluk ve neşe içinde yaşamak, düğün eğlence içinde vakit geçirmek, dans etmek istiyorlardı, bütün bunları  anlıyorum…Değerli Adige kardeşlerim, Türkiye’ye göç etmekten kaçının, çoğunuzu orada bekleyen, soğuk birer mezar/kabirdir…Orada refaha kavuşmayı umanları büyük bir yanılgı bekliyor. Daha iyi bir yaşam için göç yoluna koyulmuş olanlar,  Boğaz kıyılarına/İstanbul’a ayak bastıkları ilk güne lanet okuyorlar…”

 

Hey gidi Adigeler,  hey, ne yapabiliriz ki şimdi, nasıl –bir sihirli değnek bulup- yeniden birleşebiliriz ki? Bilemiyorum. Bilemiyorum onun yanıtını, günler boyu düşünmüş olmama karşın. Dostlarımla az konuşmuş/tartışış da değilim bu konuyu. Yeryüzüne gelen her bir Adige, Adigelik duygusunu kalbine yerleştirerek, bir politik amaç gütmeden ve bir çıkar beklemeden, elden geldiğince ulusu için çalışsın istiyorum tek? Birliğe doğru uzanan yola böylece bir  adım atmamız olanaksız mıdır? Ç’ERMIT Muhdin gibi, gece gündüz demeden ulusunun geleceği için çırpınan Adige gençleri çoğalsalar, bir araya gelmeler, ziyaretler çoğalsa, birbirimizi daha yakından tanımış ve anlamış olsak, yaşam biçimimiz de değişmiş olmaz mı, yeniden birbirimizi bulmuş olmaz mıyız? ! Muhdin kendi cebinden ödediği paralarla çocuklarımızı dolaştırıyor, onları Adigelerin barındığı birçok ülkeye  götürdü ve oradaki soydaşları/kardeşleri ile tanıştırdı, biçok parçalanmış aile yeniden buluştu, onları yüzyıllık  bir kış uykusundan uyandırmış oldu. Şimdi de 46 kişiyi Türkiye’ye götürdü. Birliğe uzanan yolu Türkiye’den başlatmak en doğrusu, en uygunu olmaz mı? Beklediğimiz yanıt belki orada.  

 

Şimdiye değin Türkiye’de üç-beş milyon Adige bulunduğu yazılıyordu, ama bunun doğru olup olmadığını öğrenmemiz fırsatı doğmuştu. Türkiye’de yaşayan soydaşlarımız bir milyondan fazla, iyi Adigece bilenler de bir milyondan çok olmalıdır. Ankara’da yarım milyon, Samsun’da 250 bin nüfus olduktan, dört bin de Adige köyü bulunduktan sonra, o ülkede nasıl olur da 1 milyon insan olsun çıkmaz? Altı yıl önce, Ç’ermıt’ın kurduğu “Nef” dans topluluğunun çocukları sevinç ve coşku içinde, dünyayı dolaşmaya alışmışlardı, ülkeleri dolaşıp dursalar da, bozulmuyorlar, Adige anayurdunda almış oldukları eğitim ve terbiyeye uygun olarak hareket ediyorlardı,  “yeni Adige insanı örneği olarak yeryüzüne gelmişler” dedirtecek çocuklar idiler bunlar. Dans giysileri bulunan valizleri ellerinde İstanbul’da bir havalimanına indik.

 

AC  Devlet Konseyi-Xase’de, -Adige Parlamentosu’nda- milletvekili ve işadamı Ç’ERMIT Muhdin, dilbilimleri profesörü BIRSIR Batırbıy (*), ünlü Adige ses sanatçıları (орэды­Iохэу) KUŞ’EKO Sime (Къушъэкъо Симэ) ve VISTEKO Nuh, besteci ve yapımcı yönetmen L’IUJ Kaleş’av (ЛIыIужъу Къэлэшъау),  “Nef” yöneticileri YİNUH İnver ve ST’AŞU Safyet (СтIашъу Сафыет),  “Shapsugh” (Шапсыгъ) gazetesi Başyazarı NIBE Anzor, Adige Televizyonu görevlileri T’EŞU Svetlana (ТIэшъу Светланэ) ile YAHUL’E Medine (ЯхъулIэ Мэди­нэ), çocuk hekimi NEĞOY Muliet, enstrüman sanatçıları (pşınave) TIĞUJ Nurbıy, KALEKUTEKO İnver (Къэлэкъутэкъо Инвер), KIT’IJ Anzavır (КъытIыжъ Анзаур) ve bir de ben, Türkiye’de üç hafta kalmamıza olanak sağlayaCAK izin kağıtlarımızı havalimanı yetkililerinden alıyoruz.

 

Türkiye’ye gelmeden önce, bir yıl boyunca Ç’ermıt Muhdin, Türkiye programını olgunlaştırmıştı. Yirmi bir gün boyunca gün gün saat saat izleyeceğimiz yol, uğrayacağımız köyler, nerelerde kalacağımız, nerelerde yemek yiyeceğimiz,  “Nef”in kaç konser vereceği, bunların nerelerde verileceği gibi şeyler öncesinden belirlenmişti. Bu konuda gideceğimiz yerlerdeki soydaşlar ve soydaş kuruluşları başkanları bize yardımcı oldular. Ayrıca Çerkes dünyasının yakından  tanıdığı Meşfeşşu Necdet ile Yedıc Memet de bize yardımcı oldular.

 

İstanbul’daki  “Nart Tour” organizatörü Yaşar Nogay bize güzel bir otobüs tahsis etti. Temmuz sıcağında soydaşlarımızın bulunduğu topraklara adım attık, ama klimasıyla otobüs bize serin nefes aldırdı.

 

Program gereğince Sinop kentine doğru yola çıktık, ilk molayı 50 Adige köyü bulunduğu söylenen Düzce’de verdik. Adige köylerinden biri de Bırgehable (Бырджэхьаблэ/Akınlar) köyü. Köye ilk yerleşenler Bırgıler olduğu için bu adı taşıyor. Türkiye’de henüz iki saat geçirmiştik ki, soydaşlarımızla ilk buluşmamızı  L’ıuj Erol’un yazlığında gerçekleştirdik. Kucaklaştık, sevindik, Adigece konuştuk ve bir yabancı ülkede bulunduğumuzu adeta unutmuş  olduk. Geldiğimiz yerdeki ağaçlar ve otlar anayurdumuzdakilere benziyordu. Buraları ilk gördüğümüz kuru çıplak yerlere benzemiyordu, etrafı çevrili bahçeleri ve evleri ile, bu yerleri Kafkasya’da  Karadeniz kıyısında yaşayan Shapsughların ev ve bahçe düzenlerine benzetiyordum, tıpa tıp aynısı olmasalar da birbirlerine oldukça benziyorlardı.

 

L’ıuj Erol 71 yaşında, zayıf kuru bir yaşlı,  “derisi kemiğine sarılmış” biri gibiydi, ağzından ve burnundan tütün dumanları eksik olmuyordu. Rahat biriydi, ancak sert bir yönetici olduğu da, hizmet edenlere sertçe yan  bakışından anlaşılıyordu. Yemek yediğimiz yer de Erol’undu, orada  çalışanlar da eşi, kız kardeşi ve akrabaları idiler. Dinlenme yeri ve atlara bakılan yerleri de var, hepsi de  düzenliydi. Yirmi yıldan beri o gibi işlerle ilgileniyor. Bahçesinden Adige eğlentileri (джэгу) ve  müziği hiç eksilmemiş. Yaşlı soydaşlarımız haftanın her Pazar günü orada toplanır, muhabbet ve söyleşilerde bulunurlarmış. Büyük bir gup halinde bahçesine girmiştik, zorlanmadan  hepimize sofra kurmayı başardı, Düzce’de iyi Adige yemek ve yiyeceklerinin hala  yapıldığını da bize göstermiş oldu.

 

Erol’un iki oğlu ve bir kızı var. Büyük oğlu mekanikçi, kızı meteorolojide çalışıyor, küçük oğlu ise kendisine yardım ediyor.  “Adigey’e gitmedim, bundan sonra da gidemem, ama çocuklarım gitsinler, anayurdumuzu görsünler, işte onu istiyoru” diyor L’ıuj. “Benim iyi Adigece konuştuğumu görüyorsunuz ama çocuklarım Adigece konuşamıyorlar. Konuşursan söyleneni anlıyorlar, ama Türkçe konuşuyor ve karşılık veriyorlar”. Bu üzücü konuşmaya bizimle aynı sofrada oturan Guğejü Musa ile Bırsır Batırbıy da katılıyorlar.

 

“Yirmi yıl öncesine değin Adigece’yi bilmeyeni Adige’den saymıyor, Türk sayıyordum” diyor Guğejü Musa. “Şimdi soruna farklı yaklaşıyorum. Burada Adigece’yi çok iyi bilen, hali vakti yerinde, varlıklı ama ulusu adına hiçbir duyarlığı olmayan, Adige geleneklerinden uzak düşmüş, bir  Adigelik yanı bile kalmamış kişiler  var. Yine Adigece bilemeyen ama kalpleri Adigelik ve Adige ulusu için çarpan, ulusu için dur durak bilmeden uğraş veren, bir Adige gibi davranan  ve “Aferin onlara” diyebileceğimiz Adigeler de var. Bu ikisinden hanisini yeğleyebiliriz? ”

 

“Dil ulusun tanıtıcı işareti/damgası, gelenek de giysisidir (Бзэр лъэпкъым итхьабз,  хабзэр ишъуаш)” demişler Adigeler diyor Bırsır Batırbıy. “Kendi başına gezinen işaretsiz/damgasız inek kapanın elinde kalır, iyi giyinmemiş olarak toplum içine girersen sana değer vermezler, bu nedenle Adige geleneğini yitirmiş kişi, artık bir  Adige sayılamaz. Gelenek yok olursa ulus da yok olur”.

 

“Bana göre, dili sonradan öğrenebiliriz  ama geleneklerimizi yitirirsek bir daha onları yakalayamayız” diye sözlerini daha bir pekiştiriyor Musa.

 

Öğle yemeği için durakladığımı bu ilk yerde çok kişi birbirini tanıdı, konuştu ve karşılıklı telefon numaraları alındı.  “Vay sen L’ıuj musun? Ben de L’ıujlardanım! ” L’uj Kaleşav (ЛIыIу­жъу Къэлэшъаy) ile Erol aynı sülaleden (лIакъо). Kimbilir, üç dört kuşak önce,  onların dedeleri kardeş olup olmadıklarını? Bence kardeş çocukları oldukları bir gerçek, aynı ana babanın çocukları bile soykırımla sonuçlan bilindik  savaş (лъэпкъ­гъэкIод зао) nedeniyle ayrı düştüler. Şarkıcımız Vısteko Nuh ile yakındaki bir köy olan Hampıyhable (Hampinaz) köyünden,  Vısteko Alaattin de tanıştılar, sadece tanışmakla kalmadılar, kardeş çocukları olduklarını da öğrendiler.

 

“Pseytıku” (Псэйтыку) köyünden Vısteko Muhtar’ın dedesi ile benim dedem birlikte Türkiye’ye geldiler, ancak biri geri dönmüştü” diyerek ailesinin özgeçmişini anlattı.  “Üzerinden öyle çok uzun bir zaman geçmemişti. Muhtar’ın Türkiye’ye geldiğini, ağabeyimin yanında bulunduğunu duyunca, hemen oraya gittim, kapıdan adımımı atmıştım ki, “Bu gelen bir Vısteko, yüzü ve vücut yapısıyla tam bir Vısteko” dedi, çok sevindik, sıkı sıkıya kucaklaştık.

 

On sekiz gün sonra Düzce’ye dönecektik. Geleceğimizi bekleyemiyor, Vısteko Alaaddin telefon üzerine telefon ediyor, Nuh’un sağlığını soruyor, bizi de unutmuyor, selamlarını yolluyor, bir sorunla karşılaşacak olurlarsa hemen yetişeceğini söylüyordu. Düzce’ye döndüğümüzde bizi sevinçle karşılayacak, birçok köyü bizimle birlikte dolaşacaktı.

 

“İçime bir ateş düştü, o ateşi siz yaktınız, anayurdu görmezsem çatlarım” diyor bize Alaattin. “Ağabeyimin şansı varmış anayurdu gördü, ben de gideyim dedim ama babam ağır hastalandı, onunla ilgilendim, vefat edince de ilgilenmem  gerekti. Şimdi Tanrı izi verirse gelecek yıl anayurda gelirim…”

 

Alaattin’in her dediğini dediği gibi aynen yazdım, ancak onun kalp ağrısı (игууз) bütün bir Adige ulusunun da kalp ağrısı. Başımıza gelen felaketin büyüklüğü aklın alamayacağı bir boyutta, içine düştüğümüz derin çukurdan çıkışın ağırlığı katlanılır gibi değil. Birbirimizden ayrı, çok uzak yerlere düştük, ama birbirini yitirmiş ana ile bebeğinin özlemleri gibi birbirimizi de özlüyoruz. Bu buluşmanın ardından içimden bir şiir okumak geldi.


 

II
 

Sabah güneşinin doğuşunu görmeliyiz

 

“Bir zamanlar yaşça bizden büyük olanlar Adigece’yi çok iyi biliyorlardı, ancak çoğunluk Adigeliği terk etme ve Türklerle kaynaşma peşindeydi” diyor Ankara Kafkas Derneği aktif üyelerinden H’evseye Eyüp (Хэусэе Аюбэ).  “Yaşlıların yanlış dünya görüşleri bize çok zarar verdi. Bugünkü gençler Adigece bilmiyorlar, ancak başları dik olarak, “Ben bir Adigeyim” diyebiliyorlar.  “Burada doğmuş olsak bile, ülkemiz Kafkasya’da, anayurdumuz orası! ” diyorlar. Gençlerimiz böylesine sağlam bir dünya görüşüne kavuşmuş bulunuyorlar. Buna çok seviniyoruz, bunu yok olmayacağımızın, yaşayacağıızın  bir umudu olarak görüyor ve gençlerin Adigece’yi yeniden öğreneceklerine de inanıyorum”.

 

Eyüb’ün sözleri, Türkiye’deki gezimiz boyunca başkaları tarafından da doğrulandı. Doğrusunu söylememiz gerekirse gençler, yeniden bizi umutlandırdılar. Gençler İnternet aracılığıyla anayurtla sıkı bağlar kurdular, Adige bayrağını hararetle yukarılara kaldırıyorlar, gururla Adige işareti ya da Adige bayrağı taşıyan rozeti olmayanı  yok gibi. Diğer uluslardan daha kötü olmadığımızı, eğitim, bilim ve kültür yönünden hiçbir ulusun gerisinde kalmadığımızı çok iyi kavramış durumdalar. Bu da güzel yarınlarımız için birlik yoluna uzanan yolda hızlı adımlar atmamıza güç katıyor.

 

H’evseye Eyüp bir öğretmen, ilk sınıf öğrencilerini okutuyor. Dört yıl boyunca Samsun Kafkas/Çerkes Derneği Başkanlığını yaptı, şimdi de çalışıyor. Mefehable köyünde ev inşa ettiriyor, birkaç yıl içinde işlerini ilerletir, o süre içinde evi de bitirilirse anayurda dönmeye niyetli. Üç yıl önce bir grup çocuğu Adigey’in  Peneh’es (Пэнэхэс) köyüne götürmüştü. Kızının,  konuk olarak kaldığı evden övgüyle söz etmesi,  “Barik benim babam, hanımı da annem” (Барыч сэ сят,  ащ игуащэ сян) diyerek, kalmış olduğu o ailenin yanından  dönmüş olmasına çok sevindiğini bize anlatıyor. Çocuklar Adigey’de bulundukları sürece evlerde kaldılar, orada kurdukları arkadaşlıklar da hiç yok olmayacak, anayurda dönme düşüncesi de kalplerinde hep  yaşayacak. Kim bilir ki, hepsi dönmese bile, içlerinden Adigey’e dönecek olanlar çıkıp çıkmayacağını? ! Muhdin’in bu yaptığı da, ona benzer bir görevi yerine getirmek değil midir? Onun bu kurdurmuş olduğu dostluk  ilişkilerinin beş on yıl içinde meyvelerini vermeye başlayacağına kuşku yok, bizler de o günlere ulaşmayı umuyoruz. Evet, buluşmadan tanışmak, tanışmadan da birbirini sevmek olmaz. Annelerimiz, babalarımız kardeşse, bizler de kardeşsek ne diye bir araya gelmeyecek mişiz? İşte Eyüp her  yıl aksatmadan Adigey’e geliyor, çocukları da getiriyor, ata toprağını onlara gösteriyor. Herkes kendine düşeni böyle yerine getirecek olursa ulus da yaşar, gelişir ve yeniden çoğalır.

 

Türkiye’de Adige danslarını iyi oynayan çocukları gördükçe,  “Onu mutlaka Eyüp eğitmiştir, başkası değildir” diyorlardı, ama Baste Azmet’i Türkiye’ye çağırıp çocuklar onun tarafından  eğitilmeye başladıktan sonra,  “Baste eğitmiştir” demeye başladılar dedi şakayla karışık Eyüp. On beş yıl önce, (şimdi “Nalmes”in yönetmeni olan) Baste Azamet’in Türkiye’de bulunduğunu, onun eğittiği gençlerin Adige toplulukları oluşturmakta olduklarını söylüyor. Karlı köyü festivaline de böyle bir topluluk katılıyor.

 

“Toplanıp anayurda dönmek zor bir şey” diyorlar, diye anlatıyor Eyüp.  “Tabii yemek pişirmek, kaşığı kaldırıp o yemeği yemek de kolay değil”. Zorluk ile karşılaşılmayan bir  yaşam olabilir mi?