IV
TÜRKİYE’NİN NÜFUS YAPISI
Osmanlı
İmparatorluğu 1923’de yıkıldı, yerini Türkiye Cumhuriyeti
aldı. Cumhuriyetin kurucusu Mustafa Kemal oldu ve Atatürk
(Türklerin babası) soyadını kendine uygun buldu, o olayla
birlikte Mustafa Kemal, soyadı ile anılır oldu. Türkiye
toprağının yüzde 97 kadarı Asya kıtasında, yüzde üçü de
Avrupa’da. 1927 ilk nüfus sayımından bu yana nüfus dört kat
üzeri arttı, 2005 yılında nüfus 73 milyon olarak belirlendi
(1). Sayımlarda etnik adlara ve rakamlara yer
verilmiyor. Bunun iki nedeni olabilir. İlki bütün Türkiye
nüfusunun Türk sayılması, ki yasal düzenleme öyle. İkinci
neden, Türk sayısının aslında öyle çok olmaması, diğer etnik
kimlikler karşısında çoğunluk olmadığının anlaşılacak olması
(2). Türkiye’de 11 milyon üzeri bir Kürt nüfusu
bulunuyor. Türkleri en çok kaygılandıran da bu Kürt nüfusu.
Ayrıca Müslümanlaşmış bir buçuk milyon Ermeni de var, iki
milyon Arap nüfusu dışında, Yahudiler, Rumlar, Gürcüler,
Azeriler, vb de söz konusu. Türkiye’de Kuzey Kafkasya kökenli
Türkiyelilere “Çerkes” diyorlar, sayıları 13 milyonu buluyor,
bunların çoğu Adige!Bu verdiğim bilgileri Türkiye’deki
Adigelerden ya da oradaki birilerinden almış değilim, tarih
bilimcilerinin tarih kitaplarından derledim ve gördüklerimle
birleştirdim, altı bin kilometreye yakın bir yol katettik, o
süre boyunca çok şey görmüş ve gözlemiş olduğumuzu da
söylemeliyim.
Tokat/Erbaa Çerkesleri
Erbaa’da Adigelerin oturdukları sokaklara uğradık.
Soydaşlarımız sofra kurmuş çay içip oturuyorlardı. Çay içme
geleneğini Türklerden almışlar. Gün boyu çay içip oturuyor,
şakalaşıyor, birbirlerine bir şeyler anlatıyor, gelen
konukları da güler yüzle karşılıyorlar. Vardığım izlenime
göre, karşılaşmış olduğum Türkiye Adigeleri doğru sözlü,
merhametli, ahlaklı, yardımsever ve gönlü bol insanlar.
Türkiye’nin küçük bir kenti olan Erbaa, Samsun’dan güneye
doğru biraz gidildiğinde karşılaşılan bir kent, 50 bin
nüfuslu, bunun sekiz bini Adige. Bizi çay ikramı ile hane
sahibi HUNEGO Necdet ve oğlu Yılmaz (Ермаз), komşuları
ĞONEJIKO Necdet ve PŞIPIY Durmuş (Пщыпый Дуфмыщ) karşıladılar.
Yirmi bir gün boyunca çayla yetindiğimizi söyleyemem. O kadar
gün boyunca 46 kişiden bir tekimizin acıkmış olduğunu
söyleyemem.
Arabamız
durur durmaz soydaşlarımız bizi sofraya almak üzere
karşılıyorlar, bizi ağırlamak için yarışıyorlardı. Bizimle
ilgilenenlerin hepsinden memnunuz, hepsine teşekkür ediyoruz.
Uzun
yıllar önce anayurdu terk etmişler ama soydaşlarımız
tarihlerini, dedelerinin kuşaktan kuşağa aktararak
Kafkasya’dan getirmiş oldukları haberleri ve öyküleri hala
unutmamışlar. 1882’de, önce Balkanlara, orada bir süre
kaldıktan sonra da, 1905’te Anadolu’ya gelmişler. Cemat (Джэмат
коир), Hacıköy (Хьаджэ коир), Kat (Къат коир), Kozlu (Козлы),Everne
(Эвернер) gibi köylere yerleşen Adigelere, daha önce bu
yerlere yerleşmiş olan Adigeler, sanki kendileri Türkiye’nin
yerlisi olmuşlarmış gibi muhacir/göçmen demişler, bu durum
içlerine işlemiş, bugüne dek de unutamamışlar (3).
“Babasının dedeme anlattığına, bize de o kanaldan ulaştığına
göre, Kafkasya’da gemiler kıyıya yanaşır yanaşmaz kıyıdaki
halk apar topar gemilere bindiriliyorlar, Kafkasya ile olan
bağlarını kökten koparmak için de her şeylerini ellerinden
alıyorlardı” diye uzak bir geçmişten küçük bir anıyı bize
aktardı HUNEGO Yılmaz.
Gece
HUNEGO Yılmaz’ın evine konuk olduk, Adige sorunlarıyla
yakından ilgilenen biri, gece gündüz anayurda dönmeyi
düşündüğünü ve bunun uğraşıları içinde olduğunu bize söyledi.
Adigey’de bulunduğunu, ailesini geçindirecek düzeyde bir
işyeri kurmayı ya da yeterli bir gelir getirecek bir iş
aradığını anlattı. “Bana gösterilen işyerleri, yeterli düzeyde
gelir getirici, tatmin edici yerler değildiler. Oradaki
kazanç, Türkiye’dekine göre düşük, beni düşündüren de bu oldu,
yani geçinememe kaygısı. Benim uzmanı olduğum konut/mobilya
işleri (ПсэолъэшI Iоф) Türkiye’de daha fazla para getiriyor,
ancak Türkiye’deki kadar olmasa da geçinmemize yetecek düzeyde
para kazanabileceğim bir iş bulursam, bir dakika bile durmaz,
hemen Adigey’e yerleşirim. Düşüncelerimi paylaştığım buradaki
Adige gençleri, bunları söylediğim için bana darılıyorlar,
hatalı düşündüğümü (сшъхьэ зэкIокIыгъэу) söylüyorlar.
Koşullar öyle de olsa, bir Dünya Cenneti olan anayurduma
kavuşmak dışında bir özlemim de yok”.
Erbaa/İverönü köyü
Otobüsümüz Erbaa’dan sonra İverönü’de durdu. Burası üç gün
sürecek bir festivalin verileceği Kahramanmaraş Afşin’e
daha yakın olan bir yerdi. Burada adı Adige dünyasında
ünlenmiş olan HATKO Sadi ile karşılaştık. Sadi birkaç gün bizi
ağırlayacaktı, güzel ailesi, eşi, kız torunları ve kardeşiyle
bizi tanıştırdı. Onların ilginç dünyasına katılmıştık ama
hemen ortama alışamamış, sadece tanışmış, konuşmaya
başlamıştık Sadi otuz yıldan fazla bir süreden beri Kafkas
Derneği’nde görev almış. Bu süre boyunca Adige toplumunun
Türkiye’de ayakta kalması, asimile olmaması için çırpındığını,
VINEREKO Ray ve VINEROKO Mir’e (4) , Türkiye’ye
geldiklerinde ev sahipliği yaptığını, MEŞFEŞŞU Necdet, YEDIC
Memet ve ÇETAV İbrahim gibi Adigey’e yerleşmiş kişileri
tanıdığını, onlarla arkadaş olduğunu söyledi. “Nalmes” ve
“İslamıy”ı gösterileri boyunca Türkiye’de gezdiren ve onlara
rehberlik eden kişiler arasında Sadi’nin de bulunduğunu daha
sonra öğreniyoruz. Ayrıca Adigey ve Kabardey-Balkarya’dan
Türkiye’ye gelen birçok Adige’yi karşıladığını ve onlara ev
sahipliği yapmış olduğunu da öğreniyoruz. Bunları diğer
Adigelerden daha zengin olduğu için değil, Adige kalbi başka
bir biçimde davranmasına izin vermediği için yapıyor. Şimdi de
işlerimizde bize yardımcı oluyor, bizimle içten konuşuyor, bir
şeylere gereksinim duyup duymadığımızı sık sık soruyor,
bizimle birlikte dolaşıyordu.
İverönü’de
Türkiye Adigelerinin başlıca ses sanatçılarından TAYMEZ Gülcan
Altan ile karşılaştık. Gülcan Maykop’ta düzenlenen Dünya
Festivaline de katılmıştı. Afşinli (5) de olsa,
İstanbul’da oturuyor, konservatuar mezunu. Küçük orkestrası
eşliğinde değişik dillerde şarkılar söylüyor. Mesleği bu. Önce
Reyhanlı’ya gidecek, ardından Afşin festivaline katılarak
şarkılar söyleyecekti. Onu dinleyenler, onun güzel ve güçlü
bir sesi ve bir sanatsal yeteneği bulunduğunu hemen
anlayabiliyorlar.
Hatay/Reyhanlı Çerkesleri
Sonunda, Suriye sınırına yakın, gümüşi ve kurşuni renkte
çıplak dağların eteğindeki Adige köyü Reyhanlı’ya vardık (6).
İsrail’deki Adige köyünün adına benzer biçimde köyün Adigeleri
kendi köylerine Reyhaniye diyorlar. Çoğu iki katlı evleri olan
köyde yüzden çok Adige ailesi barınıyor, ancak kentlere göç
eden aile sayısı da az değilmiş. Reyhanlı, çevre
koşullarından etkilenmiş olmalı, yaşam yerleri Arap
ülkelerindekileri andırıyor. Ağaçlar tek tük, göze görünenler
de cüce ağaçlar. Yaz mevsimi çok sıcak geçiyor, geceleri de
sıcak oluyor, söylediklerine göre üç dört ayda bir yağmur
yağdığı olurmuş, köyün kenarından akan bir küçük ırmakları
varmış, ancak uzun bir süre önce kurumuş. İçme suyunu satın
alıyorlar, musluktan su akıyor ama içilmiyor. Türkiye’de içme
suyu sorunu var, gezimiz boyunca bunu gördük, temiz içme suyu
olan birkaç yerle de karşılaştık, oralarda su parasız
içiliyor. Ancak parayı pek umursamıyorlar, çünkü ekonomik
durumları fena değil. Bage/Bace ve Koblı gibi birkaç Shapsugh
ailesi dışında, köyün tamamı Abzegh. Köyde Apış, Hatko,
Ğonejıko, K’uaş’ (К1уашъ), Cençat, Davır, Hapaç’e, Hok’o,
Thağo (Тхъагъо), Meşfeşşu, Bıc, Abid, Ğış, Meretıko ve Psıblan
aileleri bulunuyor.
Anayurda
dönüş yapan ve Adige işleriyle yakından ilgilenen MEŞFEŞŞU
Necdet de bu köyden. Köyünde onu çok seviyorlar, ondan güzel
söz ediyor, saygı da duyuyorlar.
Abzegh
ailesi APIŞ Memet’e konuk olduk. Eşi Mediha ile kendisinin
küçük bir kızları var. Memet Suriye’de okudu, orada çok kaldı,
sonra Almanya’da işçi olarak çalıştı. Adigece’yi iyi biliyor,
Türkçe, Arapça ve Almanca da biliyor, kırk beş yaşında emekli
oldu. Eski Türkiye mevzuatı o yaşta emekli olmaya olanak
tanıyordu, şimdi emeklilik yaşı yükseltilmiş bulunuyor. Nedeni
çalışan kişi sayısı ve işçi aile bireylerinin çoğalmış ve
altından kalkılmaz bir yük getirmiş olması.
TĞUJ Nazmiye ile doyumsuz bir söyleşi
Eski Adige geleneklerine göre yetişmiş olan yaşlı başlı
kişilerimiz azalıyorlar, onlarla karşılaştığımızda ve onların
anlattıklarını dinlediğimizde, kendimizi bir başka dünyada
imişiz gibi algılıyor, bilmediğimiz bir başka gezegene
gitmişiz gibi oluyoruz. Bu köyde yaşayan yetmiş beş yaşındaki
küçük Adige ninesinin konuşmalarını, güzelim Adigece’sini,
yumuşacık ve sevecen şakalarını, nur akan yüzünü görüp
dinlediğimizde, ilginç bir geçmişin dünyasında yaşıyormuşuz
gibi oluyoruz, ninemiz de bize o dünyadan sıcak esintiler
getirmekten geri kalmıyor. NAT Nazmiye’nin babası Tığuj, anası
da Tseylerden. Üç kız ve iki de oğlan büyütmüş, hepsi dört bir
yana dağılmışlar, evlenip gitmişler, yanında bir tek Ğış
ailesinden gelini Aynur var. “Geldiğiniz yerde rahat mısınız”
diye sordu önce Nazmiye nine. “Herkes iyiyse siz de iyi
olursunuz, Tanrı hepinize sağlık bağışlasın. Sizi gördüğüme
çok sevindim. ‘İkiye ayrılırsan bir, birsen yok sayılırsın” (УтIумэ
уз, узымэ ущымыIэ папкI) demişler eski Adigeler, daha çok bir
araya gelir, bir olursak, çoğalmayı başarırsak Adigelik de
ölmez. Ninem bana şöyle derdi: “Türklerden uzak durun, onlara
karışmayın, bir zaman gelir, kimlerdensiniz diye size
sorarlar. Nereden geldiğinizi unutmuşsanız, artık Adige de
sayılmazsınız”. İşte şimdi geliyorsunuz, kimlerden olduğumuzu
soruyorsunuz, demek ki ninem uzak görüşlü biri imiş, bizse onu
o zamanlar anlayamamıştık. Kafkasya’dan buraya geldiklerinde
babam henüz yedi yaşındaymış. Adigeliği bana sevdiren,
öğreten, beni Adige geleneklerine (шэн-хабзэмэ) göre
yetiştiren de babamdır. Tığuj soyundan gelen biri, hele o kişi
bir Tığuj, üstelik de baban olursa, elinden kurtulabilir
misin? Sokağa çıktığımda bugüne değin hiçbir erkeğin yolunu
kesmişliğim olmadı, isterse çocuklarım yaşında olsunlar,
erkekler yolda yürüyorlarsa önümden geçişleri sona erene değin
yerimde durup bekliyorum. Onlar önümden geçtikten sonra yolun
karşısına geçiyorum. Artık fazla bir yere de gidemiyorum ya,
ama o geleneği de bırakmış değilim. Erkeklere saygı göstererek
bu yaşıma geldim. Bahçedeki bankta otururken, biri geçiyorsa
hemen ayağa kalkıyorum, ayağa kalkmazsam çatlarım. “A anne,
yaşlandın sen, zararı yok, ayağa kalkmasan da olur” diyorlar
bana, ama ayağa kalkmamayı kabullenemem. Çocuklarımı da öyle
yetiştirdim, fırsat buldukça torunlarımı da öyle yetiştirmek
için uğraşıyorum, şimdiye değin eğitici öyküler (гъэсэпэтхыдэхэр)
anlata anlata bugünlere geldim.
Bizden
sonrakilere bir şey bırakmayacaksak, neye yarar (хьаулые),
boşuna yaşarsak yaşamış olur muyuz? A evladım, çok şeyimizi
yitirdik. Bu gece eve getirilen gelin, ertesi sabah baba evine
gitmeye kalkışıyor (Нычэпэ унэм къыращэгъэ нысэм, пчэдыжьым
тыщасэ зарегъащэ). O durumlara düştük. Bizim zamanımızda öyle
şeyler yoktu. Girdiğin evde iki üç ay geçirdikten, artık
dayanamaz (упкъ уфимыты зыхъукIэ) olduktan sonra, gelini baba
evine/el öpmeye (тыщасэ) getirirlerdi. Ablam bize
getirilmişti, iki gece bizde kalınca, annem ablama ‘artık
evine dönme zamanın geldi’ demişti. Ablam da “Anne, hemen
dönmemeyim, aranızda biraz daha kalayım, sizleri çok özledim”
diye yanıt vermişti anneme. “Hayır, kızım, gitmen gerekiyor,
yeter bizimle geçirdiğin iki gece” demişti annem de. “Annem
beni evimizden kovuyor, beni sevmiyor” diye ablam ağlamaya
başlayınca, annemin söyledikleri aklımdan hiç gitmiyor: “A
kızım, bu evde doğdun ama cenazen girdiğin o evden çıkacak.
Bizi unut demiyorum, ama girdiğin evdekilere kendini sevdir,
saydır diyorum, onlar benden daha çok sana göz kulak olurlar,
her gün gelme, kendini sık sık getirtip küçük düşürme.
Yakınlarını, kardeşlerini görmek isteyeceksin, çok da
özleyeceksin. Ama baba evine gidip gelmeleri çoğaltırsan,
kendi evinde sorun yaratmış olursun”.
“Senin
gibi eskileri anlatan biriyle karşılaşmış değiliz bugüne
değin” diyerek Nazmiye’nin sözlerini ilginç bulduğunu söylüyor
biliminsanı Bırsır Batırbıy. “Kız baba evine/el öpmeye
geldiğinde, yuvarlak taş bile gizlenir (Пхъур тыщасэ
къызыкIокIэ, мыжъо хъураеми зегъэбылъыжьы)” Adige atasözü
boşuna söylenmemiş olmalı, ne dersin?”
“Kız baba
evine geldiğinde torba dolusu getirir, çuval dolusu geri
götürür derler” diye gülümseyerek, şakayla karışık bir yanıt
verdi Tığujların kızı. “Bir gün babam tarladan gelip bahçeye
girdiğinde anneme dönüp: “Bu küçük el değirmenini sakla, biri
soracak olursa, yok de” dedi. “Yahu, bu yaşlılığında çıldırdın
mı yoksa böyle bir huyun yoktu, niye böyle konuşuyorsun ki”
diye annem babama çıkışmıştı. Annem babamın niye öyle konuşmuş
olduğunu anlayamamıştı. “Yahu, kız baba evine el öpmeye (тыщасэ)
gelecek, el değirmeni gözüne çarparsa alıp götürür” diye yanıt
vermişti babam. Dediği gibi de oldu, ablam döneceğinde el
değirmenini istedi. “Anlaşsınlar, geçinsinler tek, isterse her
şeyi götürsün” diyerek annem küçük el değirmenini ablama
vermişti. Annem babamın öngörüsüne şaşırmıştı. Eskiden güzel
geleneklerimiz vardı, şimdi de bazı güzel özelliklerimiz var.
Babam söylerdi, Türkiye’ye yeni geldiklerinde, kalacak bir ev
bile bulamamışlar, kocaman bir kayanın altında barınmışlar.
Küçük yaştaydı, daha önce söylediğim gibi, henüz yedi
yaşındaydı. Dişi düştüğünde evin saçağına atmasını
söylemişlerdi ama dişi atacak saçak yoktu ki, kocaman bir
taşın altında/oyuğunda barınıyorlardı. Başını kaldırmış “ev
saçağını” arayıp dururken ninem görmüş, saçak yoksa yukarı
fırlatırsan da olur demişti. Çok geçmeden ev de yaptılar,
yaşamları da daha iyi oldu. Çok zorluk çektiler ama dede ve
ninelerimiz geldikleri bu yabancı diyarda pes etmediler,
durumlarını düzelttiler ve giderek de güçlendiler.
“Peki
Adige düğün ve gelinalmalarına ilişkin olarak anımsadığın bir
şeyler yok mu?”
“Düğün
eğlenceleri, oyunları çok güzel olurdu. Kız ve oğlan
birbirlerini istiyorlar ama ana babalar bunu istemiyorlarsa,
delikanlı kızı kaçırır (ыхьыщтыгъэ), akrabalarına götürürdü.
Ardından, ana babalar da “geri getirmesi yakışık almaz” (къахьыжьыгъэ
дахэ щыIэп) diyerek yola gelirlerdi, daha sona ellerinde Adige
bayrakları olan Adige giysili atlılar, Adige mızıkası sesleri
ve Adigece şarkılar eşliğinde gelini köye getirirlerdi. Yazık,
öyle bir düğün ve eğlence artık kalmadı. Gelinin getirilişi
sırasında, yağmur yağacak, yağmur sicimine sarılıp göğe
tırmanacak gibi boşanırcasına bir yağmur olursa, ev
mutfağındaki ya da atölye ocağındaki körük (кIыщ машIом
зэрэкIэпщэхэрэ щыдыбжьыр) dışarı çıkarılır, yağmur selinin en
derin olduğu yere atılırdı, bunu anımsıyorum. Böyle
yapıldığında yağmurun dineceğini söylerlerdi, dindiği de
olurdu, herhalde rastlantı sonucu öyle olmalıydı”.
“Geleneklerimiz arasında görünmeme de (зэлъэхэмыхьаныр) vardı,
Adigeler kafasız oldukları için öyle yapıyorlardı diyemeyiz.
Sadece Adigelerde değil, bazı başka uluslarda da benzeri
gelenekler var. On yıl boyunca kayınpederime ve kayınvalideme
görünmedim ve konuşmadım. Bu durum evdeki işleri yapmamı
engellemedi. Evlendiğimde bir şeyler için eğitilmeme de gerek
kalmamıştı, yeterli eğitimi baba evinde iken almıştım. Sofra
hazırlama, dokuma (хъэн) ve diğer el işlerini severek yapmayı
öğrenmiştim, kızlığımda bu gibi işleri biliyordum. Bizim
zamanımızda yün eğirme (цыпх) işi vardı. Koyunlardan kırkılan
yün önce yıkanır, kurutulur, taranır ve eğirmeye hazır hale
getirilerek bize verilirdi. Komşu kızlarla bir araya gelir,
yünü eğirir, çorap, gömlek ve pantolonlar dokur ya da
dikerdik. Bir gece boyunca, gaz lambası ışığında ve
gözlerimden uyku akarak babama pantolon diktiğim olurdu. “A
kızım, ne diye bütün bir gece boyunca böyle çalıştın, ne diye
zahmet ettin” diye babam bana çıkıştığında, ‘Babacığım,
otururum tabii, biraz zor olacak diye, senin üşümene göz
yumabilir miyim’ diye karşılık verirdim”.
Sevimli
Adige ninesi, geçmiş günlerine ilişkin tatlı konuşmasını
sürdürüyor, tatlı diliyle anılarını bize aktarıyordu. Bu arada
ben de, o sıra, yirmi yıl kadar önce ninemin böyle şeyler
anlattığını anımsamıştım. Tanrı mekanını Cennet etsin, ninem
de Tığujların kızı idi. Nazmiye’yi gördüğümü ona
anlatabilseydim, inanıyorum dünyalar onun olurdu. Ninemi
Nendah’ (Нэндах; Güzel anne) diye çağırırdık, başka bir adının
olabileceği aklımıza bile gelmezdi, bildik bileli o adla
tanıyorduk. Büyüdükten sonra adının Fatimet olduğunu
öğrenmiştik. Babama, babamın erkek ve kız kardeşlerine,
küçüklüklerinde, Nazmiye’nin anlattığı gibi, gaz lambası
ışığında yün gömlek ve entariler dikmekte olduğunu da
öğrenmiştik… Gün ışıdığında yatmaz, ev işlerine başlar, 24
saat, gece ve gündüz demez, dur durak bilmez, çalışıp dururdu.
İçlerinde gün yüzü göreni yoktu, gerek Türkiye’ye gidenler,
gerekse anayurtta kalanlar, aynı sıkıntıları paylaşıyorlardı,
ancak, yine de onlar acımasız dünyaya yenik düşmediler, bizim
yarınlarımız için didinmiş ve sağlam temeller atmış oldular.
Güneş ışığı karşısında ışıltılar saçan güzel bir geleceğin
yolunu da açmış oldular bizim için.
BİLGİ
NOTLARI:
1)
Daha sonra nüfusun 70,5 milyon olduğu açıklandı. Şimdiki
nüfusun da 71,5 milyon olduğu düşünülüyor. Nüfus artış hızı
düşüyor, çok çocuklu aile sayısı da azalıyor. -HCY
2)
Genetik araştırmalar için Bkz. “Türkiye’nin Gen Haritası”,
Google, internet. -HCY
3) Köy
adları iyi yazdırılmamış. Ayrıca 1864’de Balkanlara
yerleştirilen Çerkesler, 1878’de Avrupa topraklarından Asya ve
Afrika topraklarına (Mısır, Libya ve Tunus) zorunlu olarak
nakledildiklerine göre, Adigelerin 1882’de Balkanlara
yerleşmeleri, 1905’te de oradan Tokat Erbaa’ya göç etmiş
olmaları akla pek uygun düşmüyor. Sayın Derbe Timur yanlış
bilgilendirilmiş olmalı. -HCY
4)
Vınereko Mir, Vınereko Ray’dan çeviriler için Bkz. “Adige
Geleneği”,
CircassianCenter Xabze Departmanı, ayrıca “Jıneps” gazetesi
Eylül 2009 sayısı. -HCY
5)
Taymez Gülcan Altan, Afşinli değil, Denizli Hayriye
köyündendir. -HCY
6)
Reyhanlı bir köy değil, 70 bin nüfuslu bir kenttir. Reyhanlı
kenti içinde bir mahallede ve hemen yakınındaki bir
köyde/Yenişehir’de Adigeler yaşıyorlar. Asıl Reyhanlı köyü,
söylediğim gibi artık kentin içinde kalmış ve kentin bir
mahallesine dönüşmüş
durumdadır. -HCY
NOT: Ara
başlıklar çevirmene aittir. -HCY |