...................
...................
“NEF” İN TÜRKİYE GEZİSİ ARDINDAN:
BİRLİĞE DOĞRU UZANAN YOL   -
4

DERBE Timur
Adige Mak, 8 Eylül 2009
Çeviri: HAPİ Cevdet Yıldız

                         
...................
 
...................

IV

TÜRKİYE’NİN NÜFUS YAPISI

Osmanlı İmparatorluğu 1923’de yıkıldı, yerini Türkiye Cumhuriyeti aldı. Cumhuriyetin kurucusu Mustafa Kemal oldu ve Atatürk (Türklerin babası) soyadını kendine uygun buldu, o olayla birlikte Mustafa Kemal, soyadı ile anılır oldu. Türkiye toprağının yüzde 97 kadarı Asya kıtasında, yüzde üçü de Avrupa’da. 1927 ilk nüfus sayımından bu yana nüfus dört kat üzeri arttı, 2005 yılında nüfus 73 milyon olarak belirlendi (1). Sayımlarda etnik adlara ve rakamlara yer verilmiyor. Bunun iki nedeni olabilir. İlki bütün Türkiye nüfusunun Türk sayılması, ki yasal düzenleme öyle. İkinci neden,  Türk sayısının aslında öyle çok olmaması, diğer etnik kimlikler karşısında çoğunluk olmadığının anlaşılacak olması (2). Türkiye’de 11 milyon üzeri bir  Kürt nüfusu bulunuyor. Türkleri en çok kaygılandıran da bu Kürt nüfusu. Ayrıca Müslümanlaşmış bir buçuk milyon Ermeni de var, iki milyon Arap nüfusu dışında, Yahudiler, Rumlar, Gürcüler, Azeriler, vb de söz konusu. Türkiye’de Kuzey Kafkasya kökenli Türkiyelilere “Çerkes” diyorlar, sayıları  13 milyonu buluyor, bunların çoğu  Adige!Bu verdiğim bilgileri Türkiye’deki Adigelerden ya da oradaki birilerinden almış değilim, tarih bilimcilerinin tarih kitaplarından derledim ve   gördüklerimle birleştirdim, altı bin kilometreye yakın bir yol katettik, o süre boyunca çok şey görmüş ve  gözlemiş olduğumuzu da söylemeliyim.  

 

Tokat/Erbaa Çerkesleri


Erbaa’da Adigelerin oturdukları sokaklara uğradık. Soydaşlarımız sofra kurmuş çay içip oturuyorlardı. Çay içme geleneğini Türklerden almışlar. Gün boyu çay içip oturuyor, şakalaşıyor, birbirlerine bir şeyler anlatıyor, gelen konukları da güler yüzle karşılıyorlar. Vardığım izlenime göre, karşılaşmış olduğum Türkiye Adigeleri doğru sözlü, merhametli, ahlaklı, yardımsever ve gönlü bol insanlar.

 

Türkiye’nin küçük bir kenti olan Erbaa, Samsun’dan güneye doğru biraz gidildiğinde karşılaşılan bir kent, 50 bin nüfuslu, bunun sekiz bini Adige. Bizi çay ikramı ile hane sahibi HUNEGO Necdet ve oğlu Yılmaz (Ермаз), komşuları ĞONEJIKO Necdet ve PŞIPIY Durmuş (Пщыпый Дуфмыщ) karşıladılar. Yirmi bir gün boyunca çayla yetindiğimizi söyleyemem. O kadar gün boyunca 46 kişiden bir tekimizin acıkmış olduğunu söyleyemem.

 

Arabamız durur durmaz soydaşlarımız bizi sofraya almak üzere karşılıyorlar, bizi ağırlamak için yarışıyorlardı. Bizimle ilgilenenlerin hepsinden memnunuz, hepsine teşekkür ediyoruz.

 

Uzun yıllar önce anayurdu terk etmişler  ama soydaşlarımız tarihlerini, dedelerinin kuşaktan kuşağa  aktararak Kafkasya’dan getirmiş oldukları haberleri ve öyküleri hala unutmamışlar. 1882’de, önce Balkanlara, orada bir süre kaldıktan sonra da, 1905’te Anadolu’ya gelmişler. Cemat (Джэмат коир),  Hacıköy (Хьаджэ коир), Kat (Къат коир), Kozlu (Козлы),Everne (Эвернер) gibi köylere yerleşen Adigelere, daha önce bu yerlere yerleşmiş olan Adigeler, sanki kendileri Türkiye’nin yerlisi olmuşlarmış gibi muhacir/göçmen demişler, bu durum içlerine işlemiş,  bugüne dek de unutamamışlar (3).  “Babasının dedeme anlattığına, bize de o kanaldan ulaştığına göre, Kafkasya’da gemiler kıyıya yanaşır yanaşmaz kıyıdaki halk apar topar gemilere bindiriliyorlar, Kafkasya ile olan bağlarını kökten koparmak için de her şeylerini ellerinden alıyorlardı” diye uzak bir geçmişten küçük bir anıyı bize aktardı HUNEGO Yılmaz.

 

Gece HUNEGO Yılmaz’ın evine konuk olduk, Adige sorunlarıyla yakından ilgilenen biri, gece gündüz anayurda dönmeyi düşündüğünü ve bunun uğraşıları içinde olduğunu bize söyledi. Adigey’de bulunduğunu, ailesini geçindirecek düzeyde bir işyeri kurmayı ya da yeterli bir gelir getirecek bir iş aradığını anlattı. “Bana gösterilen işyerleri, yeterli düzeyde gelir getirici, tatmin edici yerler değildiler. Oradaki kazanç, Türkiye’dekine göre düşük, beni düşündüren de bu oldu, yani geçinememe kaygısı. Benim uzmanı olduğum konut/mobilya işleri (ПсэолъэшI Iоф) Türkiye’de daha fazla para getiriyor, ancak Türkiye’deki kadar olmasa da geçinmemize yetecek düzeyde para kazanabileceğim bir iş bulursam, bir dakika bile durmaz, hemen Adigey’e yerleşirim. Düşüncelerimi paylaştığım buradaki Adige gençleri, bunları söylediğim için bana darılıyorlar, hatalı düşündüğümü (сшъхьэ зэкIо­кIыгъэу) söylüyorlar. Koşullar öyle de olsa, bir Dünya Cenneti olan anayurduma kavuşmak dışında bir özlemim de yok”.



Erbaa/İverönü köyü


Otobüsümüz Erbaa’dan sonra İverönü’de durdu. Burası üç gün sürecek bir festivalin verileceği Kahramanmaraş Afşin’e daha yakın olan bir yerdi. Burada adı Adige dünyasında ünlenmiş olan HATKO Sadi ile karşılaştık. Sadi birkaç gün bizi ağırlayacaktı, güzel ailesi, eşi, kız torunları ve kardeşiyle bizi tanıştırdı. Onların ilginç dünyasına katılmıştık ama hemen ortama alışamamış, sadece tanışmış, konuşmaya başlamıştık Sadi otuz yıldan fazla bir süreden beri Kafkas Derneği’nde görev almış. Bu süre boyunca Adige toplumunun Türkiye’de ayakta kalması, asimile olmaması için çırpındığını, VINEREKO Ray ve VINEROKO Mir’e (4) , Türkiye’ye geldiklerinde ev sahipliği yaptığını, MEŞFEŞŞU Necdet, YEDIC Memet ve ÇETAV İbrahim gibi Adigey’e yerleşmiş kişileri tanıdığını, onlarla arkadaş olduğunu söyledi.  “Nalmes” ve “İslamıy”ı gösterileri boyunca Türkiye’de gezdiren ve onlara rehberlik eden kişiler arasında Sadi’nin de bulunduğunu daha sonra öğreniyoruz. Ayrıca Adigey ve Kabardey-Balkarya’dan Türkiye’ye gelen birçok Adige’yi karşıladığını ve onlara ev sahipliği yapmış olduğunu da öğreniyoruz. Bunları diğer Adigelerden daha zengin olduğu için değil, Adige kalbi başka bir biçimde davranmasına izin vermediği için yapıyor. Şimdi de işlerimizde bize yardımcı oluyor, bizimle içten konuşuyor, bir şeylere gereksinim duyup duymadığımızı sık sık soruyor, bizimle birlikte dolaşıyordu.

  

İverönü’de Türkiye Adigelerinin başlıca ses sanatçılarından TAYMEZ Gülcan Altan ile karşılaştık. Gülcan Maykop’ta düzenlenen Dünya Festivaline de katılmıştı. Afşinli (5) de olsa, İstanbul’da oturuyor, konservatuar mezunu. Küçük orkestrası eşliğinde değişik dillerde şarkılar söylüyor. Mesleği bu. Önce Reyhanlı’ya gidecek, ardından Afşin festivaline katılarak şarkılar söyleyecekti. Onu dinleyenler, onun güzel ve güçlü bir sesi ve bir sanatsal yeteneği bulunduğunu hemen anlayabiliyorlar.



Hatay/Reyhanlı Çerkesleri


Sonunda, Suriye sınırına yakın, gümüşi ve kurşuni renkte çıplak dağların eteğindeki Adige köyü Reyhanlı’ya vardık (6). İsrail’deki Adige köyünün adına benzer biçimde köyün Adigeleri kendi köylerine Reyhaniye diyorlar. Çoğu iki katlı evleri olan köyde yüzden çok Adige ailesi barınıyor, ancak kentlere göç eden aile sayısı da az değilmiş. Reyhanlı,  çevre koşullarından etkilenmiş olmalı, yaşam yerleri Arap ülkelerindekileri andırıyor. Ağaçlar tek tük, göze görünenler de cüce ağaçlar. Yaz mevsimi çok sıcak geçiyor, geceleri de sıcak oluyor, söylediklerine göre üç dört ayda bir yağmur yağdığı olurmuş, köyün kenarından akan bir küçük ırmakları varmış, ancak uzun bir süre önce kurumuş. İçme suyunu satın alıyorlar, musluktan su akıyor ama içilmiyor. Türkiye’de içme suyu sorunu var,  gezimiz boyunca bunu gördük, temiz içme suyu olan birkaç yerle de karşılaştık, oralarda su parasız içiliyor. Ancak parayı pek umursamıyorlar, çünkü ekonomik durumları fena değil. Bage/Bace ve Koblı gibi birkaç Shapsugh ailesi dışında, köyün tamamı Abzegh. Köyde Apış, Hatko, Ğonejıko, K’uaş’ (К1уашъ), Cençat, Davır, Hapaç’e, Hok’o, Thağo (Тхъагъо), Meşfeşşu, Bıc, Abid, Ğış, Meretıko ve Psıblan aileleri bulunuyor.

 

Anayurda dönüş yapan ve Adige işleriyle yakından ilgilenen MEŞFEŞŞU Necdet de bu köyden. Köyünde onu çok seviyorlar, ondan güzel söz ediyor, saygı da duyuyorlar.

 

Abzegh ailesi APIŞ Memet’e konuk olduk. Eşi Mediha ile kendisinin küçük bir kızları var. Memet Suriye’de okudu, orada çok kaldı, sonra Almanya’da işçi olarak çalıştı. Adigece’yi iyi biliyor, Türkçe, Arapça ve Almanca da biliyor, kırk beş yaşında emekli oldu. Eski Türkiye mevzuatı o yaşta emekli olmaya olanak tanıyordu, şimdi emeklilik yaşı yükseltilmiş bulunuyor. Nedeni çalışan kişi sayısı ve işçi aile bireylerinin çoğalmış ve altından kalkılmaz bir yük getirmiş olması.



TĞUJ Nazmiye ile doyumsuz bir söyleşi


Eski Adige geleneklerine göre yetişmiş olan yaşlı başlı kişilerimiz azalıyorlar, onlarla karşılaştığımızda ve onların anlattıklarını dinlediğimizde, kendimizi bir başka dünyada imişiz gibi algılıyor, bilmediğimiz bir başka gezegene gitmişiz gibi oluyoruz. Bu köyde yaşayan yetmiş beş yaşındaki küçük Adige ninesinin konuşmalarını, güzelim Adigece’sini, yumuşacık ve sevecen şakalarını, nur akan yüzünü görüp dinlediğimizde,  ilginç bir geçmişin dünyasında yaşıyormuşuz gibi oluyoruz,  ninemiz de bize o dünyadan sıcak esintiler getirmekten geri kalmıyor. NAT Nazmiye’nin babası Tığuj, anası da Tseylerden. Üç kız ve iki de oğlan büyütmüş, hepsi dört bir yana dağılmışlar, evlenip gitmişler, yanında bir tek Ğış ailesinden gelini Aynur var. “Geldiğiniz yerde rahat mısınız” diye sordu önce Nazmiye nine.  “Herkes iyiyse siz de iyi olursunuz, Tanrı hepinize sağlık bağışlasın. Sizi gördüğüme çok sevindim.  ‘İkiye ayrılırsan bir, birsen yok sayılırsın” (УтIумэ уз,  узымэ ущымыIэ папкI) demişler eski Adigeler, daha çok bir araya gelir, bir olursak, çoğalmayı başarırsak Adigelik de ölmez. Ninem bana şöyle derdi:  “Türklerden uzak durun, onlara karışmayın, bir zaman gelir, kimlerdensiniz diye size sorarlar. Nereden geldiğinizi unutmuşsanız, artık Adige de sayılmazsınız”. İşte şimdi geliyorsunuz, kimlerden olduğumuzu soruyorsunuz, demek ki ninem uzak görüşlü biri imiş, bizse onu o zamanlar anlayamamıştık. Kafkasya’dan buraya geldiklerinde babam henüz yedi yaşındaymış. Adigeliği bana sevdiren, öğreten, beni Adige geleneklerine (шэн-хабзэмэ) göre yetiştiren de babamdır. Tığuj soyundan gelen biri, hele o kişi bir Tığuj, üstelik de baban olursa, elinden kurtulabilir misin? Sokağa çıktığımda bugüne değin  hiçbir erkeğin yolunu  kesmişliğim olmadı, isterse  çocuklarım yaşında olsunlar, erkekler yolda yürüyorlarsa önümden geçişleri sona erene değin yerimde durup bekliyorum. Onlar önümden geçtikten sonra yolun karşısına geçiyorum. Artık fazla bir yere de gidemiyorum ya, ama o geleneği de bırakmış değilim. Erkeklere saygı göstererek bu yaşıma geldim. Bahçedeki bankta otururken, biri geçiyorsa hemen ayağa kalkıyorum, ayağa kalkmazsam çatlarım. “A anne, yaşlandın sen, zararı yok, ayağa kalkmasan da olur” diyorlar bana, ama ayağa kalkmamayı kabullenemem. Çocuklarımı da öyle yetiştirdim, fırsat buldukça torunlarımı da öyle yetiştirmek için uğraşıyorum, şimdiye değin eğitici öyküler (гъэсэпэ­тхыдэхэр) anlata anlata bugünlere geldim.

 

Bizden sonrakilere bir şey bırakmayacaksak, neye yarar (хьаулые), boşuna yaşarsak yaşamış olur muyuz? A evladım, çok şeyimizi yitirdik. Bu gece eve getirilen gelin, ertesi sabah baba evine gitmeye kalkışıyor (Ны­чэпэ унэм къыращэгъэ нысэм,  пчэдыжьым тыщасэ зарегъащэ). O durumlara düştük. Bizim zamanımızda öyle şeyler yoktu. Girdiğin evde iki üç ay geçirdikten, artık dayanamaz (упкъ уфи­мыты зыхъукIэ) olduktan sonra, gelini baba evine/el öpmeye (тыщасэ) getirirlerdi. Ablam bize getirilmişti, iki gece bizde kalınca, annem ablama ‘artık evine dönme zamanın geldi’ demişti. Ablam da “Anne, hemen dönmemeyim, aranızda biraz daha kalayım, sizleri çok özledim” diye yanıt vermişti anneme. “Hayır, kızım, gitmen gerekiyor, yeter bizimle geçirdiğin iki gece” demişti annem de.  “Annem beni evimizden kovuyor, beni sevmiyor” diye ablam ağlamaya başlayınca, annemin söyledikleri aklımdan hiç gitmiyor: “A kızım, bu evde doğdun ama cenazen girdiğin o evden çıkacak. Bizi unut demiyorum, ama girdiğin evdekilere kendini sevdir, saydır diyorum, onlar benden daha çok sana göz kulak olurlar, her gün gelme, kendini sık sık getirtip küçük düşürme. Yakınlarını, kardeşlerini görmek isteyeceksin, çok da özleyeceksin. Ama baba evine gidip gelmeleri çoğaltırsan, kendi evinde sorun yaratmış olursun”.

 

“Senin gibi eskileri anlatan biriyle karşılaşmış değiliz bugüne değin” diyerek Nazmiye’nin sözlerini ilginç bulduğunu söylüyor biliminsanı Bırsır Batırbıy. “Kız baba evine/el öpmeye geldiğinde, yuvarlak taş bile gizlenir (Пхъур тыщасэ къызыкIокIэ, мыжъо хъураеми зегъэбылъыжьы)” Adige atasözü boşuna söylenmemiş olmalı, ne dersin?”

 

“Kız baba evine geldiğinde torba dolusu getirir,  çuval dolusu geri götürür derler” diye gülümseyerek, şakayla karışık bir yanıt verdi Tığujların kızı. “Bir gün babam tarladan gelip bahçeye girdiğinde anneme dönüp: “Bu küçük el değirmenini sakla, biri soracak olursa, yok de” dedi. “Yahu, bu yaşlılığında çıldırdın mı yoksa böyle bir huyun yoktu, niye böyle konuşuyorsun ki” diye annem babama çıkışmıştı. Annem babamın niye öyle konuşmuş olduğunu anlayamamıştı. “Yahu, kız baba evine el öpmeye (тыщасэ) gelecek, el değirmeni gözüne çarparsa alıp götürür” diye yanıt vermişti babam. Dediği gibi de oldu, ablam döneceğinde el değirmenini istedi. “Anlaşsınlar, geçinsinler tek, isterse her şeyi götürsün” diyerek annem küçük el değirmenini ablama vermişti. Annem babamın öngörüsüne şaşırmıştı. Eskiden güzel geleneklerimiz vardı, şimdi de bazı güzel özelliklerimiz var. Babam söylerdi, Türkiye’ye yeni geldiklerinde, kalacak bir ev bile bulamamışlar, kocaman bir kayanın altında barınmışlar. Küçük yaştaydı, daha önce söylediğim gibi, henüz yedi yaşındaydı. Dişi düştüğünde evin saçağına atmasını söylemişlerdi ama dişi atacak saçak yoktu ki, kocaman bir taşın altında/oyuğunda barınıyorlardı. Başını kaldırmış “ev saçağını” arayıp dururken ninem görmüş, saçak yoksa yukarı fırlatırsan da olur demişti. Çok geçmeden ev de yaptılar, yaşamları da daha iyi oldu. Çok zorluk çektiler ama dede ve ninelerimiz geldikleri bu yabancı diyarda pes etmediler, durumlarını düzelttiler ve giderek de güçlendiler.

 

“Peki Adige düğün ve gelinalmalarına ilişkin olarak anımsadığın bir şeyler yok mu?”

 

“Düğün eğlenceleri, oyunları çok güzel olurdu. Kız ve oğlan birbirlerini istiyorlar ama ana babalar bunu istemiyorlarsa, delikanlı kızı kaçırır (ыхьыщтыгъэ), akrabalarına götürürdü. Ardından, ana babalar da “geri getirmesi yakışık almaz” (къа­хьыжьыгъэ дахэ щыIэп) diyerek yola gelirlerdi, daha sona ellerinde Adige bayrakları olan Adige giysili atlılar, Adige mızıkası sesleri ve Adigece şarkılar eşliğinde gelini köye getirirlerdi. Yazık, öyle bir düğün ve eğlence artık kalmadı. Gelinin getirilişi sırasında, yağmur yağacak, yağmur sicimine sarılıp göğe tırmanacak gibi boşanırcasına bir yağmur olursa, ev mutfağındaki ya da atölye ocağındaki körük (кIыщ машIом зэрэ­кIэпщэхэрэ щыдыбжьыр) dışarı çıkarılır, yağmur selinin en derin olduğu yere atılırdı, bunu anımsıyorum. Böyle yapıldığında yağmurun dineceğini söylerlerdi, dindiği de olurdu, herhalde rastlantı sonucu öyle olmalıydı”.

 

“Geleneklerimiz arasında görünmeme de (зэлъэхэмыхьаныр) vardı, Adigeler kafasız oldukları için öyle yapıyorlardı diyemeyiz. Sadece Adigelerde değil, bazı başka uluslarda da benzeri gelenekler var. On yıl boyunca kayınpederime ve kayınvalideme görünmedim ve konuşmadım. Bu durum evdeki işleri yapmamı engellemedi. Evlendiğimde bir şeyler için eğitilmeme de gerek kalmamıştı, yeterli eğitimi baba evinde iken almıştım. Sofra hazırlama, dokuma (хъэн) ve diğer el işlerini severek yapmayı öğrenmiştim, kızlığımda bu gibi işleri biliyordum. Bizim zamanımızda yün eğirme (цыпх) işi vardı. Koyunlardan kırkılan yün önce yıkanır, kurutulur, taranır ve eğirmeye hazır hale getirilerek bize verilirdi. Komşu kızlarla bir araya gelir, yünü eğirir, çorap, gömlek ve pantolonlar dokur ya da dikerdik. Bir gece boyunca, gaz lambası ışığında ve gözlerimden uyku akarak babama pantolon diktiğim olurdu.  “A kızım, ne diye bütün bir gece boyunca böyle çalıştın, ne diye zahmet ettin” diye babam bana çıkıştığında, ‘Babacığım, otururum tabii, biraz zor olacak diye, senin üşümene göz yumabilir miyim’ diye karşılık verirdim”.

 

Sevimli Adige ninesi, geçmiş günlerine ilişkin tatlı konuşmasını sürdürüyor, tatlı diliyle anılarını bize aktarıyordu. Bu arada ben de, o sıra,  yirmi yıl kadar önce ninemin böyle şeyler anlattığını anımsamıştım. Tanrı mekanını Cennet etsin, ninem de Tığujların kızı idi. Nazmiye’yi gördüğümü ona anlatabilseydim, inanıyorum dünyalar onun olurdu. Ninemi Nendah’ (Нэндах; Güzel anne) diye çağırırdık, başka bir adının olabileceği aklımıza bile gelmezdi, bildik bileli o adla tanıyorduk.  Büyüdükten sonra adının Fatimet olduğunu öğrenmiştik. Babama, babamın erkek ve kız kardeşlerine, küçüklüklerinde, Nazmiye’nin anlattığı gibi, gaz lambası ışığında yün gömlek ve entariler dikmekte olduğunu da öğrenmiştik… Gün ışıdığında yatmaz,  ev işlerine başlar, 24 saat, gece ve gündüz demez, dur durak bilmez, çalışıp dururdu. İçlerinde gün yüzü göreni yoktu, gerek Türkiye’ye gidenler, gerekse anayurtta kalanlar, aynı sıkıntıları paylaşıyorlardı, ancak, yine de onlar acımasız dünyaya yenik düşmediler, bizim yarınlarımız için didinmiş ve sağlam temeller atmış oldular. Güneş ışığı karşısında ışıltılar saçan güzel bir geleceğin yolunu da açmış oldular bizim için.

 

BİLGİ NOTLARI:

1) Daha sonra nüfusun 70,5 milyon olduğu açıklandı. Şimdiki nüfusun da 71,5 milyon olduğu düşünülüyor. Nüfus artış hızı düşüyor, çok çocuklu aile sayısı da azalıyor. -HCY

2) Genetik araştırmalar için Bkz.  “Türkiye’nin Gen Haritası”, Google, internet. -HCY

3) Köy adları iyi yazdırılmamış. Ayrıca 1864’de Balkanlara yerleştirilen Çerkesler, 1878’de Avrupa topraklarından Asya ve Afrika topraklarına (Mısır, Libya ve Tunus) zorunlu olarak nakledildiklerine göre, Adigelerin 1882’de Balkanlara yerleşmeleri, 1905’te de oradan Tokat Erbaa’ya göç etmiş olmaları akla pek uygun düşmüyor. Sayın Derbe Timur yanlış bilgilendirilmiş olmalı. -HCY

4) Vınereko Mir, Vınereko Ray’dan çeviriler için Bkz.  “Adige Geleneği”,
CircassianCenter  Xabze Departmanı, ayrıca “Jıneps” gazetesi Eylül 2009 sayısı. -HCY

5) Taymez Gülcan Altan, Afşinli değil, Denizli Hayriye köyündendir. -HCY

6) Reyhanlı bir köy değil, 70 bin nüfuslu bir kenttir. Reyhanlı kenti içinde bir mahallede ve hemen yakınındaki bir köyde/Yenişehir’de Adigeler yaşıyorlar. Asıl Reyhanlı köyü, söylediğim gibi artık kentin içinde kalmış ve kentin bir mahallesine dönüşmüş
durumdadır. -HCY

NOT: Ara başlıklar çevirmene aittir. -HCY