|
|
................... |
|
................... |
AÇILIM ÜZERİNE |
Hulusi Üstün |
|
|
................... |
|
................... |
Aslında 2009’un son aylarında
geldiğimiz ve adına “Açılım” dediğimiz durak 1808’de Sened-i
İttifak olayı ile başlayan Türk anayasal gelişmesinin önemli
bir kilometre taşıdır. Bu noktayı Türkiye’yi yıllardır kana
bulayan terör belasının kazandırdığı bir mevzi olarak
algılamak yanlış bir teşhis olacaktır her şeyden önce. Terörün
bu topraklara kazandırdığı tek şey nifaktır, nefrettir,
gözyaşıdır. Avrupa ile Asya’nın birbirine el
verdiği bir coğrafyada yaşıyoruz, bir yanımızla batıya, bir
yanımızla doğuya aidiz ve bir imparatorluğun bakiyesiyiz.
Tarihin yanlış tanımlanmasından, tarihin iyi okunamamasından
kaynaklanan sancılar çekiyoruz, hepsi bu. Aslında imparatorluk
geçmişimiz ile batıya, imparatorluk öncemiz ile doğuya aidiz.
Daha iyisi olmadığına göre demokrasi treni ile yolumuza devam
edeceğiz. Yolcular iyi niyetli olmalı. Çünkü kompartımanlar
arasında fark olsa da tren bizi aynı yere götürüyor.
Tarihsel bir zorunluluğun neticesi olarak Sened-i İttifak’tan
tam iki yüz yıl sonra Türkiye dönülmez bir sürece girdi. Bu
süreci Gülhane Hattı Hümayunu ile Tanzimat'la, Meşrutiyet'le,
31 Mart ile, Cumhuriyet'le, tek parti uygulaması ve çok
partili demokrasi denemesi ile ihtilaller ve anayasa
tecrübeleri ile birlikte okumak gerek. Bu tarihi gelişmeler
okunmadan süreç sağlıklı değerlendirilemez.
Her şeyden önce içinde ne olduğu söylenmeyen ve bir demokrasi
paketi olarak sunulan tuhaf ambalajlı kutunun adına Kürt
Açılımı demek affedilmez bir hata idi. Ülkemizde yaşayan tüm
etnik gruplar, dinsel inanışlar, mezhepler ve cemaatler trajik
bir geçmişin kırık dökük hatıralarını taşıyordu. Trajedinin
boyutlarını esas alarak bir hiyerarşi kurulacak olsa belki en
yaralı grup Rumeli ve Kafkas Göçmenleri idi. İki grup da
yaşanılan korkunç bir mağlubiyetin ardından yerinden yurdundan
edilmişti, hem aidiyet hissi, hem tarihsel hafıza çok ciddi
bir aşınmaya uğramıştı. Eşit olmayan güçler arasında cereyan
eden ve kuşaklar boyu süren bir savaşın mağlupları olarak
yığıldıkları yeni yaşam alanlarında savrulurken Cumhuriyet
kuruldu ve bu gruplar yeni bir yaşam tarzı ile karşılaştılar.
Cumhuriyet reddedilemez nitelikte ve çok büyük bir kazanımdı.
Baştan başa harabeye dönmüş bir imparatorluğun küllerinden
yeni bir devlet doğdu. Tarihi misyonunu tamamlamış saltanat,
artık Müslümanları temsil etme kabiliyeti kalmamış hilafet
kaldırıldı. Bununla birlikte 1829’da başlayan ve dönem dönem
korkunç boyutlara ulaşan bir geri çekilme ile sığınılan bu
küçücük vatan coğrafyasında reddi miras etmenin sancıları ilk
günden itibaren hissedilmeye başlandı. Tarihte eşine az
rastlanır bir idealist kadro ile kurulan cumhuriyet binasının
temelinde yüz yıldır acı çeken, yerinden edilen, yok sayılan
bir halklar halitası var idi. Bu gelişmeler olup biterken
dünyanın içinde bulunduğu kaos çağından ister istemez
etkilenildi. Belki şanslı idik bile. II. Dünya Savaşı tüm
dünyada 72 milyon insanın canına mal olmuştu. Avrupa ve
Rusya’nın tarihsel birikimi yıkıntıların arasında görülmüyordu
bile.
Biz bir imparatorluğun ardılı olma iddiamızdan çoktan
vazgeçmiş, kendi içimizdeki farklılıkları birbiriyle
barıştırmaya çalışıyorduk. Ömer Seyfettin 1912 Balkan Harbi
yıllarında tuttuğu günlükte Osmanlı rütbelisinin verdiği emrin
ordu tarafından anlaşılması için on yedi dile çevrildiğini
yazıyordu. Cumhuriyet ile birlikte birbirini anlamayan etnik
gruplar tek dille anlaşır hale gelmişti. Ankara, Anadolu
bozkırının ortasında yükseliyordu. Birbirini reddeden dini
akımlar Tanrı Kelamı ile yüzleştirilmeye çalışılıyordu.
Eğitim, ulaşım, barınma, üretim, sanat, edebiyat… Bunların hiç
biri kolay gerçekleşecek işler değildi.
Tüm bunlar olup biterken doğu, Türkiye Cumhuriyeti'nin
idealist kadrosu için bir yığın bilinmezlik ve mahrumiyetin
yurdu idi. Şevket Süreyya’nın hatıralarında yazdığı gibi
Anadolu ve doğusu, yılların yüzyılların ihmali ile bir
karanlık kuyu halinde idi. 1915’te yaşanan talihsiz tehcir ile
doğuda şehir hayatı ve üretim bitme noktasına gelmişti. Boş
Anadolu kırsalında devlet Kürtlerle, Kürtler devletle
karşılaşmıştı. Yerinden çıkartılan Teba-i Sadıka’nın yerini
onlar dolduracaktı artık.
Dersim olayı ve Şeyh Said isyanı bu karşılaşmanın ilk krizi
oldu. Doğu, Türkiye’nin yumuşak karnı idi ve hep yumuşak
kalmalı idi. Bir tarafta Rusya, diğer tarafta Avrupa ve
Amerika olmak üzere, Kürtler Türkiye devleti ile entegre
olmadıkça bu halkın eli ile Ortadoğu’da istedikleri formu
uygulayabileceklerini biliyorlardı. Bu sebeple doğunun
yarasına tuz ekildi. Bu sebeple doğu hiç iyileşmeyen bir yara
olarak kalsın istendi.
İşin halka dönük tarafı hiç de öyle olmadı. Ne doğuda yaşayan
Türklerle Kürtler arasında, ne de batıya gelen Kürtler ile
batıdaki halk arasında bir çatışma ortaya çıkmadı. Hiçbir
terör olayından sonra batıda Kürtlere yönelik bir şiddet
gerçekleşmedi. Doğuda şehit olan çocukların cenazelerinde
Türkler ve Kürtler birlikte ağladı. Hiçbir terör eyleminden
sonra Kürt ailelerin kapıların işaret konmadı. Bu durum
Kürtlerin, Türkiye Cumhuriyeti'nde azınlık olarak
görülmediğinin en önemli belirtisi idi. Her şeye rağmen zayi
edilen otuz bin can bu ülkede kan davası başlatmaya yetmedi.
Olmayacaktır da. Bu ülkede kardeş kavgasının zemini yoktur,
hiçbir şekilde kardeş kanı dökülmeyecektir. Çünkü bugün terör
belası ile birbirine düşürülen insanlar bin beş yüz yıldır
ortak inanca sahip olan, birlikte yaşama kültürünü geliştiren,
karışan, birbiri içinde eriyen iki kardeş kitledir.
Demokratik yeniden yapılanma sürecine “Kürt Açılımı” demek
öncelikle bu noktada ciddi bir yanlıştır. Demokrasi salt
Kürtler için değil, bu ülkenin tüm sakinleri için gereklidir.
Özgürce kendini ifade edebilecek bir ortamda kültürlerin
sentezini oluşturmak daha kolaydır. Tarih bize kaos çağında
onursuzların, huzur çağında onurluların sesinin yükseldiğini
göstermektedir.
Kürt halkı demokrasinin gelişeceğini vaat eden devlete PKK
denilen kan içici örgütün dışında bir muhatap göstermek
zorundadır. Bunun şimdiye dek yapılmamış olması ne kadar acı
vericidir. Yazık ki, binlerce silahlı militan çıkartabilen
Kürt halkının kendilerini doğru bir şekilde ifade edecek on
tane aydını yoktur. Konuşma sırası geldiğinde hala silahtan
bahseden, hala kuvvet kullanmaktan bahseden, hala dağdan
bahseden bir zihniyet halkına mutluluk sağlayabilir mi?
Kürt halkı her şeyden önce bu topraklarda birlikte yaşadığı
Kürt olmayan insanlarla birlikte bir gelecek tesis etmek
zorunda olduğunu idrak etmelidir. Otuz yıldır yaşanan kaos
çağının kendilerine hiçbir şey kazandırmadığını fark
etmelidir. Bu durumda bir siyasi kimlikle, yahut silahlı yapı
ile değil sivil ve iyi niyetli bir aydın hareketiyle
çıkmalıdır devletin karşısına. Zira Kürtlerin de Türklerin de
daha fazla acı çekmeye tahammülü yoktur.
Bırakalım zenginliklerimiz göz önüne çıksın. Birbirimizde alıp
vereceğimiz o kadar çok şey var ki. Bunu, birbiriyle akrabalık
kurmuş milyonların hatırına yapalım, bin yıllık ortak geçmişin
adına yapalım, döndüğümüz kıblenin, yan yana durduğumuz namaz
saflarının, çocuklarımızın ve üzerinde yaşadığımız toprakların
hatırına yapalım. Hiçbir bayrak bu topraklarda yaşayan
insanlara ay yıldızlı bayrağın sağladığı konforu
sağlayamayacaktır.
Bunu yurtsuzluğun, yenilmişliğin acısını Kürtlerden çok daha
fazlasıyla çekmiş bir halkın mensubu olarak, bunu bir Çerkes
olarak dile getiriyorum.
İşte bu kaygılarla İstanbul’da faaliyet gösteren çeşitli
Çerkes cemiyetlerinin mensupları bir araya gelerek bir bildiri
hazırladı. İki asırdır iliklerimize kadar hissettiğimiz
mağlubiyet psikolojisinden çıkmak için bir ortak akıl
oluşturmaya soyunduk. Hiçbir etnik grubun adını anmadan
“Tarihimizle yüzleşelim, kendimizi açıklıkla ifade edelim,
birbirimize karşı mevzi kazanmak için değil, birlikte daha
huzurlu yaşamak için demokrasiye sırt verelim” dedik.
Özgürlük ise hepimiz için… |
|
|
|
|
|
|
|
|