|
|
................... |
|
................... |
TALİHSİZ
ÇERKESLERE İNGİLİZ PEKSİMETİ -1
İNGİLİZ ARŞİV BELGELERİNDE BÜYÜK ÇERKES GÖÇÜ
(ŞUBAT 1864-MAYIS 1865) |
Dr. Nazan Çiçek
Ankara
Üniversitesi
Siyasal Bilgiler Fakültesi |
|
|
................... |
|
................... |
Özet
Bu çalışma Rusya’nın on dokuzuncu yüzyılda Kafkaslardaki
ilerleyişinin bir sonucu olarak ortaya çıkan ve 1864-1865
yılları arasında yüz binlerce Çerkes’i Osmanlı ülkesine
savuran “Büyük Çerkes Göçü”nü, konuya ilişkin İngiliz arşiv
belgelerine dayanarak ve “Şark Meselesi” çerçevesine
yerleştirerek ele almaktadır.
Büyük Çerkes Göçü “Şark
Meselesi”nin ifadesini bulduğu alanlardan biridir ve İngiliz
ve Rus imparatorluklarının on dokuzuncu yüzyıl boyunca Doğu
Akdeniz’de hegemonya kurma mücadelesi içinde birbirlerine
karşı yürüttükleri rekabetin dinamiklerini yansıtan bir
niteliğe sahiptir. Tam da aynı nedenle Osmanlı Devleti’nin
Çerkes göçü dolayımıyla ifadesini bulan finansal, yönetsel ve
hatta diplomatik yetersizlikleri aslında imparatorluğun 19.
yüzyıl boyunca Batılı Büyük Devletlerin nüfuz mücadelesine
konu olmasına yani “Şark Meselesi”nin nesnesi ve eylem alanı
haline gelmesine neden olan yapısal problemlerinin de bir
ifadesidir. Bu bağlamda elinizdeki çalışma bir yandan bir
sürgünün trajik hikayesine öte yandan da bu sürgünün “Şark
Meselesi”nin reel-politiği çerçevesinde ne anlama geldiğine
ilişkin bir anlatı olarak okunmalıdır.
Giriş
Batılı literatürde “Şark Meselesi” olarak anılan ve on
dokuzuncu yüzyılın başından yirminci yüzyılın ilk çeyreğine
kadar olan dönemde çeşitli biçimlerde ifadesini bulan olgu,
Osmanlı, İngiliz ve Rus imparatorluklarının binlerce
diplomatik belgede adlarının yan yana zikredilmesine, onlarca
barış ve uzlaştırma konferansında aynı müzakere masasına
oturmasına ve bir çok savaşta aynı ya da karşıt cephelerde
vuruşmasına yol açtı. Her ne kadar “Şark Meselesi”ne Fransa,
Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, Prusya (daha sonra
Almanya), Piemonte (daha sonra İtalya) gibi diğer bazı batılı
güçler ve Osmanlı İmparatorluğu’ndan ayrılarak kurulan
Yunanistan, Sırbistan gibi ulus devletler değişen düzeylerde
etkinlik gösteren özneler olarak dahil olmuşlarsa da; Viktorya
çağı İngiliz entelektüellerinin zihinsel süreçlerine damgasını
vuran Radikalizm’in “Büyük Komplo” (Great Conspiracy)
tezlerinden beslenen ve on dokuzuncu yüzyılda çok popüler
olmuş bir ifadeyle söyleyecek olursak, aslında “Doğuda Oynanan
Büyük Oyun”da (Great Game in the East) başrolleri Osmanlı,
İngiliz ve Rus imparatorlukları paylaşmıştı. (1) “Şark
Meselesi” tamlamasının bizatihi kendisinden çıkarsanabileceği
gibi, “Şark Meselesi” özelinde Osmanlı İmparatorluğu
tarafından temsil edilen Doğu’yu, bir sorun olarak adlandıran,
tanımlayan ve söylemsel olarak “sorunsallaştıran” (2) Batı
idi.
Yine “Şark Meselesi” özelinde İngiltere (ve onun on dokuzuncu
yüzyıldaki gönülsüz müttefiki Fransa) ile Rusya tarafından
temsil edilmekte olan Batı için “Şark Meselesi”, en özet
ifadeyle, “şu Türkleri (ya da şu Türklerle) ne yapmalı?”
sorusuna aranan cevaptı. (3) Türkler reformlar yoluyla
Batılılaş(tırıl)malı, “uygarlaş(tırıl)malı” ve hatta mümkünse
Hıristiyanlaş(tırıl)malı mıydılar yoksa mevcut
“barbarlıkları”, “geri kalmışlıkları” ve Müslümanlıkları
içinde kaçınılmaz olan bir yok oluşa sürüklenmelerine seyirci
mi kalınmalıydı?
Osmanlı İmparatorluğu desteklenmeli, korunup kollanmalı,
çözülüp dağılması en azından belli bir süreliğine engellenmeli
miydi yoksa kaderine mi terk edilmeliydi? Bu sorular aslında
İngiltere ve Rusya’daki politik karar vericilerin kafalarını
meşgul eden daha makro düzeydeki soruların türevi olarak
ortaya çıktılar: Osmanlı İmparatorluğu’nun her an
gerçekleşebileceği düşünülen çöküşünün bölgede yaratacağı
iktidar boşluğunu kim dolduracak, Doğu Akdeniz’de kim
hegemonik güç haline gelecek, Viyana Kongresi sonrası ortaya
çıkan kırılgan Avrupa Güçler Dengesi ve Avrupa Uyumu kimin
lehine ve kimlerin aleyhine bozulacaktı?
Merkantilizmin rehberliğinde giderek daha hegemonik hale gelen
İngiliz kapitalizminin, Hindistan başta olmak üzere Doğu
Akdeniz’den erişim sağlanabilecek sömürgelerini kaybetmeyi ya
da daha açık bir deyişle Rusya’ya kaptırmayı asla göze
alamayacağı bir tarihsel konjonktürde Osmanlı
İmparatorluğu’nun varlığının devamı İngiltere için yeni bir
anlam kazandı. Üstelik Roma-Bizans uygarlığından miras aldığı
provizyonist ekonomi anlayışı ile Osmanlı İmparatorluğu,
“dünyanın atölyesi, tersanesi ve bankası” (Briggs, 1955: 10).
haline gelmiş olan İngiltere için, kitlesel üretim mallarını,
koruyucu gümrük duvarlarının engellemesi olmaksızın
satabileceği, gerektiğinde finans-kapital transferinde
bulunabileceği bu bakımdan da kontrol altında tutulmasında
büyük fayda bulunan bir cazibe merkezi oluşturuyordu.
Fakat İngiltere’yi Doğu Akdeniz ve Osmanlı İmparatorluğu
konusunda kıskanç davranmaya iten bütün sebepler Rusya’nın
bölgeye ilişkin planları açısından Rusya için de aynı ölçüde
kıskançlık sebebiydi ve en yalın ifadeyle bu iki
imparatorluğun bölgedeki çıkarları en azından on dokuzuncu
yüzyılın son çeyreğine değin antagonist bir nitelik arz
etmekteydi. Bu çerçevede İngiltere, “evrensel bir Rus
krallığı” kurma motivasyonu ile hareket ettiğine (Kohn, 1955:
17) ve Yakın Doğu’daki İngiliz çıkarlarına açık bir tehdit
oluşturduğuna inandığı Rusya’nın Osmanlı egemenlik alanına
yönelik saldırılarına karşı Osmanlı İmparatorluğu’nu tahkim
etme stratejisini bir devlet politikası olarak benimsedi.
Böylece “Osmanlı’nın siyasi bağımsızlığının ve toprak
bütünlüğünün korunması” biçiminde ifadesini bulan ve daha
sonraları İngiltere’nin “Şark Meselesi”ne dair geleneksel
politikası olarak adlandırılacak olan Palmerstonizm, İngiliz
dış politikasının kırmızı çizgilerinden biri olarak hem
Toryler hem de Whigler tarafından bir yüzyıla yakın uygulandı.
İngiltere, Osmanlı İmparatorluğu’nun hayatta kalması
konusundaki kararlılığını Kırım Savaşı’nda Rusya’ya karşı
Osmanlı ile birlikte savaşarak ispatladı. Savaşın
önlenebileceğini düşündüğü durumlarda ise baskı, tehdit ve
psikolojik şiddet de dahil olmak üzere her türlü diplomatik ve
siyasi yöntemi kullanarak Osmanlı ile Rusya’yı karşı karşıya
getiren sorunun yuvarlak masada çözülebilmesi için müdahalede
bulundu.
Öte yandan etnik, dinsel, dilsel ve kültürel olarak son derece
parçalı bir görünüm arz eden Osmanlı tebasının en azından
belli ölçülerde iç bütünlüğünü koruyabilmesi için geleneksel
Osmanlı yönetim ve siyaset felsefesinde bir liberalleşme
sağlamak, gerek Sultan’ın tebasıyla olan ilişkilerinde gerekse
Saray ve Bab-ı Ali arası ilişkilerde modern devlet (4)
normlarını asgari düzeyde uygulanır kılmak, yani Osmanlı
devletinin altyapısal iktidarını güçlendirmek için yerel
yönetici elitler ile zaman zaman baskıcı formlara da bürünen
bir “işbirliği”ne gitti.
Palmerstonizmin kurucusu ve zamanın İngiliz Dışişleri Bakanı
Palmerston’un dediği gibi “bir imparatorluk, bir ağaç ya da
bina değildi(r) ki hiç bir parçası değişmeden kalsın ve ömrünü
tamamladığında yıkılıp gitsin. Kurumlarının ve kurallarının
değişen dünya koşullarına (abç) uyum sağlaması koşuluyla bir
imparatorluğu sonsuza değin sağlam ve dinç tutmak
mümkündü(r).” (5) Dönemin İngiliz basınında Palmerstonizmle eş
anlamlı olarak kullanılan bir ifadeye başvurarak söyleyecek
olursa, İngiltere’nin Türk’ü kurtarma (saving the Turk)
projesi işte bu ana hatlar üzerinde işliyordu ve Osmanlı’yı
serbest ticarete açmaktan gayrimüslimlerin memuriyete alınma
ve askere gitme haklarına kavuşturulmasına, asi Mısır Valisi
Mehmed Ali Paşa’ya gözdağı vermekten Slav-Ortodoks Eflak ve
Boğdan’ın birleşmesine karşı çıkmaya, Osmanlı devletini Avrupa
para piyasalarıyla tanıştırmaktan Yunanistan’ı Girit
isyanından desteğini çekmeye “ikna” etmeye, Kırım Savaşı’nda
savaşmaktan Ayestefanos Antlaşmasını bozmaya kadar bir dizi
olayı içine alıyordu. Bir “Şark Meselesi” tarihçisinin
söylediği gibi “Şark Meselesi bir dans ise dans edilecek
müziği çalan İngiltere idi” (Rautsi, 1993: 12).
Bu çalışma Rusya’nın on dokuzuncu yüzyılda Kafkaslardaki
ilerleyişinin bir sonucu olarak ortaya çıkan ve 1864-1866
yılları arasında yüz binlerce Çerkes'i Osmanlı ülkesine
savuran “Büyük Çerkes Göçü”nü yukarıda ana hatları çizilen
“Şark Meselesi” çerçevesine yerleştirerek ele almaktadır. Bu
bağlamda bir yandan, 1864 yılının Şubat ayından itibaren söz
konusu göç dalgasının Osmanlı’nın Karadeniz sahillerindeki
yerleşim birimlerine sürüklediği Çerkeslerin, geldikleri bu
yeni “vatanda” yani Müslümanların Halifesi’nin ülkesinde nasıl
karşılandıkları ve nelerle karşılaştıkları anlatılmaktadır.
Aynı zamanda Bab-ı Ali’nin Çerkes göçünün yarattığı sorunların
çözümünde nasıl yalnız ve yetersiz kaldığı ve İngiltere’nin
son ana kadar insani yardım bile yapmaktan imtina ettiği
Çerkesleri yakın gelecekte Doğu Anadolu’ya sıçramasını
muhtemel gördüğü Rus saldırganlığı karşısında Doğu
Akdeniz’deki stratejik çıkarlarını koruyacak bir bariyer
olarak nasıl işlevselleştirmeye çalıştığı tartışılmaktadır.
Bir diğer deyişle bu çalışma bir yandan bir sürgünün trajik
hikayesine, öte yandan da bu sürgünün “Şark Meselesi”nin reel-politiği
çerçevesinde ne anlama geldiğine ilişkin bir anlatıdır ve
İngiltere’nin Trabzon, Samsun, Bursa, Larnaka ve Kerç gibi
şehirlerdeki konsolosluklarının ve İstanbul ve St.Petersburg’daki
elçiliklerinin İngiliz Dışişleri Bakanlığı ile Şubat 1864 -
Mayıs 1865 tarihleri arasında yaptıkları orijinal yazışma
belgelerinin analizine dayanmaktadır. Anlatı içerisinde
Osmanlı, İngiliz ve Rus imparatorluklarını Çerkes göçü
özelinde yan yana ya da karşı karşıya getiren durumlar “Şark
Meselesi”nin dinamiklerine referanslarla açımlanmaktadır.
Çerkesler, Osmanlı İmparatorluğu, Rusya ve İngiltere Osmanlı
İmparatorluğu için İran’la olan mücadelesinde her zaman
stratejik önemi haiz olmuş olan Güney Kafkasya’nın aksine,
Kuzey Kafkasya, Küçük Kaynarca (1774) Antlaşması’na gelinceye
kadar Osmanlılar için
neredeyse hiç bir dönemde ilgi odağı olmamıştı. Kırım ve
Kuban’ın bu antlaşmayla Rusya’ya verilmesi (6) Kuzey Kafkasya
yani Batı Çerkesya olarak bilinen bölgeyi Osmanlı’nın Rusya
karşısındaki birincil savunma hattına, dolayısıyla da
ilgilenilmesi gereken bir coğrafyaya dönüştürdü. Bu doğrultuda
Osmanlı İmparatorluğu bölgedeki savunma mevzilerini
güçlendirmeye ve Çerkesler (7) arasında Osmanlı sempatisi ve
taraftarlığını arttıracağını düşündüğü propaganda faaliyetleri
yürütmeye girişti. Diğer yandan da Çerkeslerle yapılan
ticaretin daha etkin ve kesintisiz biçimde sürdürülmesi için
gerekli tedbirler alındı.
Rusya’nın Kafkasya’da ilerleyişinin ve bu ilerleyiş karşısında
Çerkes direnişinin başladığı 1830’lu yıllarda Osmanlı
İmparatorluğu da uzun zamandan beri olmadığı kadar çok sorunla
boğuşmaktaydı. 1804’deki Sırp isyanı ile açılan, 1812’deki Rus
savaşı, 1821’deki Mora isyanı ve Osmanlı ve Mısır
donanmalarının İngiliz, Fransız ve Rus birleşik kuvvetlerince
1827’de Navarin’de yakılması ile devam eden 19. yüzyıl,
Osmanlı İmparatorluğu için aydınlık günler vaat etmekten
uzaktı. Navarin baskınından sadece bir yıl önce Sultan II.
Mahmud, Yunan isyanını beş yıl boyunca bastıramamış olan
Yeniçeri ordusunu kırıma uğratmış, böylece düzenli ve iyi
örgütlenmiş bir kara ordusundan mahrum kalan Osmanlı devleti
Navarin olayı ile de donanmasız ve tümüyle savunmasız bir hale
düşmüştü. Görünürdeki gerekçesi Yunan bağımsızlığının Osmanlı
devleti tarafından resmen tanınmasının sağlanması olan fakat
aslında Rusya’nın Balkanlardaki nüfuz arttırma mücadelesinin
bir parçası olarak hayata geçirilmiş bulunan 1828-1829 Rus
savaşına Osmanlı devleti ordusuz ve donanmasız, dolayısıyla
umutsuz bir şekilde dahil olmuştu.
Başka bir deyişle savaşmaksızın Yunan bağımsızlığını kabul
etmenin imparatorluk içindeki diğer ulusal-etnik grupların
ayrılıkçı eğilimlerini körükleyeceği düşünüldüğünden henüz
başlamadan kaybedilmiş bir savaşa girilmişti. 1828-1829
Osmanlı-Rus savaşının ardından gelen Edirne Barışı (1829)
Rusya karşısında Osmanlı İmparatorluğunun toprak ve prestij
kaybına yol açmışsa da Osmanlı’nın Rusya ile olan
ilişkilerinde son derece temkinli davranmasına neden olacak
asıl olay bir iç meseleden kaynaklanacaktı. 1832’de başlayan
Mısır Valisi Mehmed Ali Paşa isyanını kontrol altına alamayan
Sultan II. Mahmud’un Rusya’nın yardım teklifini kabul edip
ardından yardımın karşılığı olarak Hünkar İskelesi
Antlaşmasını (1833) imzalaması tarihinde ilk defa İstanbul’a
hem de Osmanlı sultanının davetiyle giren Rusya’yı
imparatorluk üzerindeki en prestijli güç haline getirdi. Zaten
bu antlaşmanın İngiliz Dışişleri’nde yarattığı bomba etkisi
kısa bir süre sonra “Şark Meselesi”nin yeni bir dönemece
girmesine yol açacak ve Osmanlı tarihinde Tanzimat dönemi
olarak bilinen reorganizasyon sürecinin başlamasında bir
katalizör olarak devreye girecektir.
Böylesi bir konjonktürde Osmanlı İmparatorluğu’nun Kuzey
Kafkasya’daki Rus ilerleyişi ve Çerkeslerle girilen çatışmalar
karşısında Rusya’yı protesto ya da tehdit edip uyaracak ve
Çerkes davasına sahip çıkacak şekilde aktif bir politika
izlemesini beklemek mümkün görünmüyordu. Osmanlı İmparatorluğu
“Şark Meselesi”nin çizdiği çerçevede adım adım Avrupalı büyük
devletlerin üzerinde rekabet edip güçlerini deneyebilecekleri
bir müdahale ve mücadele alanı haline gelirken kendi içine
kapanmakta ve özellikle Rusya’ya karşı “dostane ilişkiler”
çerçevesinin dışına taşabilecek herhangi bir tavır içine
girmemeye özen göstermekteydi.
Rusya, Kuzey Kafkasya'nın yerli halkı olan Çerkesleri dize
getirilmesi ve bir an önce Rus egemenliğine tabi kılınması
gereken başıboş ve ilkel bir topluluk olarak görüyor ve
Çerkeslere karşı yürütülen savaşın Rusya’nın bir iç meselesi
olduğunu ileri sürüyordu. Rusların Batı Çerkesya’yı “dize
getirme” politikasının aktif olarak yaşama geçirilmeye
başlandığı dönemde İngiltere, Viyana Kongresi’nde (1815) ana
hatları çizilmiş olan ve İngiltere’nin bayraktarlığını yaptığı
serbest ticaret ile Metternich’in ülke sınırlarının ihlal
edilmemesine ilişkin ilkelerinin uzlaştırılmasının bir ürünü
olan Avrupa Uyumu ve Avrupa’da güç dengesinin korunması
siyasasının Rusya tarafından pek de isteklice
yürütülmeyeceğini çoktan anlamış bulunmaktaydı. Rusya’nın
Yakın Doğu’da hegemonya kurma çabalarının bölgedeki İngiliz
ticari ve siyasi çıkarlarını tehdit ettiğine inanan İngiliz
Dışişleri, daha sonraları İngiltere’nin “Şark Meselesi”ne dair
geleneksel politikası olarak adlandırılacak olan
Palmerstonizm’i yani “Osmanlı İmparatorluğunun siyasi
bağımsızlığını ve toprak bütünlüğünü koruma ve Rusya
karşısında Osmanlı İmparatorluğunu tahkim etme” stratejisini
izliyorsa da; ne Çerkesler ne de Kuzey Kafkasya Boğazların
egemenliğini ve dolayısıyla Doğu Akdeniz’e ve Hindistan
sömürgelerine açılan kapıların anahtarını elinde tutan Türkler
ve Osmanlı İmparatorluğu kadar İngiliz Dışişleri’nin öncelikli
gündemi haline gelemeyeceklerdi.
Her ne kadar İngiliz diplomatik servisinin kimi “Rusofobik”
mensupları ve bir grup entelijansiya Çerkes davasına sahip
çıkmış, İngiliz kamuoyunu Çerkeslere destek vermeye ikna etmek
için uğraşmış ve belli ölçülerde başarılı olmuşlarsa da Kuzey
Kafkasya’daki Rus ilerleyişi karşısında İngiliz devleti hep
mesafeli bir duruş sergileyecek ve Rusya ile bu konuda açıktan
bir çatışma içine girmekten kaçınacaktır. İngiltere’nin Çerkes
meselesine doğrudan müdahil olması ancak büyük göçün Osmanlı
ülkesinde yarattığı kaos ve göçmenlerin Doğu Anadolu’da
Rusya’ya karşı bir tampon şeridi oluşturacak şekilde koloniler
halinde iskan edilmesi bağlamlarında ortaya çıkabilecektir.
Çerkesler ise yaklaşık 35 yıl sürecek olan direnişleri boyunca
hep Osmanlı’nın ama özellikle de “Şark Meselesi”nin baş aktörü
konumundaki İngiltere’nin duruma kendileri lehine doğrudan
müdahalede bulunmasını ve Rusya’yı Çerkesya’nın bağımsızlığını
tanımaya “ikna” etmesini bekleyecekler fakat beklenilen aktif
destek Kırım Savaşı dönemi hariçte tutulmak üzere hiç bir
zaman gelmeyecektir. Burada ayrıntılarına girilemeyecek olan
ve on yıllar süren Çerkes direnişi, Batı Çerkesya halklarını
Rusya’ya karşı mücadelede belli ölçülerde birleştirmiş olan
Müridizm hareketinin başını çeken efsanevi lider İmam Şamil’in
1859’da Rus kuvvetlerince yakalanmasıyla dramatik şekilde
zayıflatılmıştır.
1861’de Çerkes Meclisi’nden bir delegasyon Rus yetkilileriyle
ve Çar II. Alexander ile görüşmelerde bulunmuş ve Çar bu
görüşmelerde dağlarda yaşayan Çerkeslere bir ay içerisinde ya
daha kolay kontrol edilebilir olan Kuban bölgesindeki
düzlüklere yerleşmeyi kabul etmek ya da Osmanlı
İmparatorluğu’na doğru geri dönmemek üzere yola çıkmak
şeklinde iki seçenek sunmuştur. Aradan geçen üç yıl boyunca
Çerkesler bu dayatmayı diplomatik ve askeri yollardan aşmanın
yollarını aramışlarsa da sonuçta Ruslar Çerkes direnişini
kırmayı başarmış ve Çar’ın kardeşi Grand Duke Mikhail 21 Mayıs
1864’de Çar’ın taleplerini tekrarlayarak Çerkeslere eğer bir
ay içinde dağlardaki yerleşim alanlarını terk edip gösterilen
mevkilerde yerleşmezlerse Osmanlı İmparatorluğuna göç etmek
zorunda olduklarını, bu ultimatoma uymayanların savaş esiri
muamelesi göreceklerini bildirmiştir.
İşte Çerkeslerin yüz binlerce kişilik büyük kafileler halinde
kara ve deniz yoluyla aylar sürecek bir yolculuk sonunda
Osmanlı İmparatorluğu topraklarına göç etmesi serüveni böylece
başlamıştır. (8) Yeni Vatanda İlk Duraklar: Trabzon ve Samsun
Trabzon’daki İngiliz Konsolosu Stevens, İngiliz Dışişleri
Bakanı Lord John Russell’a yazdığı 19 Şubat 1864 tarihli
raporda (9) Trabzon’a “akın akın gelmekte olan Çerkes
göçmenlerin” halk sağlığı açısından son derece ciddi bir sorun
arz etmeye başladıklarını ve Bab-ı Ali’ye duruma derhal el
koyması için telkinde bulunulması gerektiğini yalın ama
ürkütücü bir üslupla bildiriyordu: “Geçtiğimiz üç gün boyunca
üç bin civarında Çerkes şehrimize varmış bulunuyor. Bunların
yüzlercesi hastalıktan ve açlıktan ölmek üzere…Trabzon Valisi
Emin Paşa bu talihsiz insanların içinde bulundukları koşulları
iyileştirebilmek için elinden geleni yapıyorsa da onun
elindeki imkanların da son derece kısıtlı olduğu görülüyor.”
Stevens salgın hastalıkların özellikle de tifonun hem
Çerkesler hem de Trabzon’un yerli halkı arasında korkunç bir
hızla yayılmakta olduğunu, şehirdeki üç Avrupalı doktordan
Fransız olanının o gün tifodan öldüğünü ve Emin Paşa’nın
maiyetinde çalışan pek çok görevlinin Çerkeslerle temasta
bulundukları için ya ağır hasta ya da hayatını kaybetmiş
bulunduğunu anlattıktan sonra “Osmanlı idari memurları
arasında sıklıkla görülmekte olan yiyicilik ve sahteciliğin”
Çerkes meselesinin çözümünü de zora soktuğunu ileri sürüyordu.
Buna göre Bab-ı Ali bir süre önce Trabzon’a Çerkes göçmenlere
verilmek üzere eski askeri kıyafetler ve bir kısım ilaçlar
yollamış, bunlardan ilki epey işe yaramışsa da ikincisinin hiç
bir faydası görülmemişti. Çünkü, “ilaçların sağlanması ve
gönderilmesi işini yapanlar her zaman olduğu gibi hükümetin
değil kendilerinin çıkarlarını önde tuttuklarından o sırada en
çok gereksinim duyulan ucuz ve basit ilaçlar yerine komisyon
bedeli elbette hükümet bütçesinden karşılanmak üzere son
derece pahalı ve Avrupa’dan ithal ama mevcut salgınla
mücadelede işlevsiz ilaçlar göndermişler”di. Stevens’in raporu
Trabzon şehrinin Çerkes göçleri sonrası aldığı görünüme dair
son derece karanlık bir tablo çizmekteydi. Mezarlıklarda
ölüleri defnedecek yer bulunamıyor, şehrin içme suyu
ihtiyacını karşılayan ana su kaynağında yüzen Çerkes cesetleri
bulunduğu için temiz su bulmakta güçlük çekiliyor, sokaklar
pislikten geçilmiyor, erzak ve yakıt giderek tükeniyor, tüm
bunlar da salgın hastalıkların yayılmasında önemli rol
oynuyordu.
Stevens, “ulaşılabilecek en güvenilir ve sağlıklı bilgilere
göre” ibaresini eklemeyi ihmal etmeyerek Aralık 1863’den
raporun yazıldığı 19 Şubat 1864’e değin Trabzon’da ölenlerin
sayısının 3 bin 500’ü bulduğunu endişeli ifadelerle
bildirmekteydi. Bunlardan “3 bini Çerkes göçmeni, 470’i Türk,
36’sı Rum, 17’si Ermeni, 9’u Katolik ve 6’sı Avrupa’lı” idi.
İstanbul’daki İngiliz elçisi Bulwer’in Dışişleri Bakanı Lord
John Russell’a gönderdiği 12 Nisan 1864 tarihli rapor, (10)
Konsolos Stevens’ın yazdıklarının üzerinden iki ay geçmiş
olmasına rağmen Çerkes göçünün yarattığı sorunların çözümünde
hemen hiç yol katedilemeyip tersine daha
keskin bir dönemece girildiğini açıkça ortaya koymaktaydı.
Bulwer’e göre Rusların Çerkesya’da devam eden ilerleyişi ve
Çerkeslerin maruz kaldığı kötü muamele nedeniyle neredeyse
bütün Çerkes ülkesi boşalmıştı. Geçen zaman içinde 25 bin
Çerkes göçmen Trabzon’a ulaşmıştı, halen karşı kıyıda kalanlar
ise küçük teknelerle hayatlarını riske atarak Osmanlı
topraklarına varmaya çalışmaktaydılar.
Bulwer bir yandan “Çerkeslerin Ruslardan kaçmak için
giriştikleri tehlikeli yolculuğun insanlık için utanç verici
bir manzara oluşturduğu”na işaret ederken öte yandan da
“kentsel bir yaşam tarzına alışkın olmayan bu insan
kitlelerinin göçünün vardıkları yerdeki kamu sağlığını ve
huzuru ciddi şekilde tehdit etmekte” olduğunun altını
çizmekteydi. Bulwer, Çerkes göçünün başkentteki hükümet ve
saray çevrelerinde yarattığı kaygı ve tedirginliği de yansıtan
satırlarında “Bab-ı Ali’nin bir yandan Çerkes göçmenleri
Trabzon’dan alıp imparatorluğun farklı bölgelerine
yerleştirmek için şehre gemiler göndermeye hazırlandığını,
diğer yandan da İstanbul’daki Rus elçisiyle müzakerelerde
bulunarak “Rus hükümetini, doğdukları toprakları kahramanca
savunmuş olan Çerkeslerin vatanlarını daha insani koşullarda
terk edebilmeleri için gerekli tedbirleri almaya ikna etmeye
çalıştığını” haber vermekteydi. Bulwer’in sözü geçen raporuna
“Çerkeslerin Kraliçe Victoria’ya iletilmek üzere verdikleri 29
Şevval 1280/9 Nisan 1864 tarihli dilekçedir” ibaresini taşıyan
bir de not iliştirilmişti. Kimler tarafından imzalandığına ve
İngiliz elçiliğine nasıl sunulduğuna ilişkin herhangi bir
bilgi verilmeyen bu dilekçe şöyle demekteydi: “Rusya 80 yılı
aşkın bir süredir dünya yaratıldığından beri bizim evimiz ve
yurdumuz olan Çerkesya’yı işgal etmek ve bizleri kendisine
tabi kılmak için her türlü gayrimeşru yola başvurmaktadır.
O Rusya'dır ki, çocuklarımızı, çaresiz kadınlarımızı ve
yaşlılarımızı mezbahalık koyunlar gibi kesmekte, kafalarını
süngülerle kavun doğrar gibi doğramaktadır. İnsanlık ve
medeniyet tarihinde Çerkeslere reva görülen bu zulmün ve
baskının bir eşine daha rastlamak mümkün değildir. Bu yüzden
bizler, Rusya’nın vahşetine son verebilmek, vatanımızı ve
halkımızı kurtarabilmek için insanlığın ve adaletin yılmaz
savunucusu olan İngiliz hükümeti ve halkının çok değerli
yardımlarını ve aracılığını talep ediyoruz. Eğer bu türden bir
yardım mümkün olmayacaksa o zaman da Rus mezalimi altında
inleyen çocuklarımızın ve kadınlarımızın güvenli bir yere
gönderilmesi için yardım eli uzatılmasını istiyoruz ama bu
taleplerimizden hiç birisi dikkate alınmaz ve biz Çerkesler
dünya yüzeyinden silinirsek bilinsin ki kainatın yaratıcısının
huzurunda dahi biz gaspedilen haklarımızı aramaktan
vazgeçmeyeğiz.” (11)
İngiliz elçisi Bulwer yukarıdaki raporunu Londra’ya
gönderdikten kısa bir süre sonra Trabzon konsolosu Stevens’tan
yeni ve öncekilerden daha fazla endişe verici bir rapor
alacaktı. (12) 15 Nisan 1864 tarihinde kaleme alınmış olan
raporda Stevens, İstanbul’daki amirine Trabzon’da işlerin
hızla kötüye gittiğini ve sonuçları kestirilemeyecek kadar
büyük bir felaketin kapıda olduğunu bildirmekteydi. Stevens’a
göre Rusların nisan ayının dördünde Vardan’a girmesinin ve
oradaki Çerkes kabilelerine mensup 100 bin civarında insanı
sahil şeridine doğru sürmesinin ardından Çerkes sorunu yeni
bir boyut kazanmak üzereydi. İngiliz konsolosu, Osmanlı
ülkesine göç etmek için karşı sahilde bekleşmekte olan bu
insanların da Trabzon’a intikali halinde (Trabzon’da 127 bin
civarında göçmen toplanmış olacağından) şehrin “iflas
etmesi”nden korkmaktaydı. Stevens Trabzon’un nüfuzlu
ailelerinin Çerkes göçü başladıktan sonra şehri
terkettiklerinden, halen evlerinde kalmaya devam eden yerli
halkın önemli bir bölümünün salgın hastalıktan kırıldığından
ve şehrin temizlenmesi yönünde aylardır bir girişimde
bulunulmadığından bahsetmekteydi. Şehirde kalan tek doktor
olan Doktor Banozzi salgının önünün alınması için yetersiz
kalmaktaydı. Göçmenlerden hastalık bulaşacağı korkusu şehirde
ticareti felce uğrattığı gibi buğday ambarları da hızla
boşalıyordu.
“Aldığımız duyumlara göre” diyordu Stevens, “şehrin sadece
yirmi günlük ekmek ihtiyacını karşılayacak kadar un stoku
kalmış.” Konsolos raporunu sözkonusu 100 bin kişilik yeni
Çerkes grubu gelirse Trabzon’un kıtlıkla karşı karşıya
kalacağını ve Bab-ı Ali’nin bir an önce radikal tedbirler
almak zorunda olduğunu söyleyerek bitiriyordu.
1864 yılının Mayıs ayına gelindiğinde Çerkes meselesinin artık
akut bir hal aldığı ve Osmanlı hükümetinin göçün ortaya
çıkardığı sorunlarla baş etmekte yetersiz kaldığı bütün
açıklığıyla ortaya çıkmıştı. İstanbul’daki İngiliz elçisi
Bulwer’in 3 Mayıs 1864’de Dışişleri Bakanı Russell’a yazdığı
rapor (13) bir yandan Bab-ı Ali’nin çaresizliğinin öte yandan
da Çerkeslerin içine düştüğü “insanlık dışı” durumun
betimlemesini yapmaktaydı. Bu raporda Bulwer’in Çerkeslerden
bahsederken adeta Çerkeslerin ünlü İngiliz hamisi ve Çerkes
bağımsızlığının tutkulu savunucusu David Urquhart (14)
konuşuyormuş izlenimini veren ve İngiliz diplomatik
belgelerinin mesafeli üslubuyla bağdaşmayan ifadelere yer
verdiği dikkat çekiyordu: “Rus hükümeti, o cesur ve savaşkan
ırkın topraklarını tamamen ele geçirmiş bulunuyor. Çerkeslerin
bugüne değin uğrunda mücadele ettikleri tek bir şey vardı:
vatanlarında özgürce yaşamak! Şimdi ise on yıllardır
kahramanca savundukları sahillerde komşu bir imparatorluğa göç
edebilmek için bekliyorlar. Evet, Çerkesya elden gitti ama en
azından Çerkesler kurtarılamaz mı?” Bu sorunun ardından Bulwer,
Osmanlı İmparatorluğu’nun Çerkeslere kucak açmasının meselenin
çözülmesi anlamına gelmediğini, “İngiliz hükümetinin de çok
iyi bildiği gibi” Osmanlı’nın ekonomik gücü ve olanaklarının
son derece sınırlı olduğunu, Bab-ı Ali’nin o güne değin
yaptığı harcamaların 200 bin Sterlin’i aştığını ve Osmanlı
hazinesi için çok büyük fedakarlık gerektiren bu meblağın dahi
maalesef Çerkeslerin ihtiyaçlarını karşılamakta yetersiz
kaldığını anlatmaktaydı.
Bulwer’e göre Rusya göçe zorladığı Çerkeslerin masraflarının
karşılanmasına katkıda bulunmak için Bab-ı Ali’ye maddi yardım
yapmalıydı. Gerçekten de hem Bulwer hem de Lord John Russell
Osmanlı İmparatorluğu’nun nasıl bir malî bunalım içinde
olduğunu çok yakından
bilmekteydiler. Osmanlı devleti uzun zaman sadık kaldığı
yabancı para piyasalarından borçlanmama ilkesini (15) Kırım
Savaşı’nın zor günlerinde, İngiliz ve Fransız müttefiklerinin
de teşvikiyle terk etmiş ve 1854’de alınan 75 milyon Franklık
ilk dış borcu (16) bir dizi yeni borçlanma izlemişti. Yeni ve
yüksek faiz getirecek pazarlar arayışı içinde olan Avrupa
finans kapitali (17) Osmanlı İmparatorluğu’nun, beklentisinden
bile daha karlı bir yatırım alanı olduğunu fark etmekte
gecikmemiş ve Bab-ı Ali bir süreliğine de olsa fazla sorun
yaşamadan dışarıdan borçlanmayı başarmıştı. Ancak çok geçmeden
Osmanlı İmparatorluğu’nun bu borçları olağan vergi
gelirleriyle karşılanamayacak büyüklükte bir takım uzun vadeli
yatırımları finanse etmek için değil ama kısa vadeli bütçe
açıklarını kapatmak ve verimsiz kimi yatırımlarla bazı ihtiyaç
dışı tüketimi gerçekleştirmek için almakta olduğu ve daha önce
alınmış borçların anapara ve faizlerini ödemek için de yeni
borç alma yoluna gittiği anlaşılacaktı. (18) Osmanlı
maliyesinin içine düştüğü bu kısır döngü hem Bab-ı Ali’nin
Avrupa para piyasalarında borç verecek yatırımcı bulmasını
zorlaştırmış hem de giderek yükselen oranlarda faiz ve
komisyon bedeli ödemeye razı olmasına yol açmıştı. Çerkes
göçünün başlamasından sadece bir kaç yıl önce, 1860’da Lübnan
krizi patlak verdiğinde, Fuad Paşa Osmanlı hazinesinin
ertelenemez hale gelmiş olan nakit ihtiyacını karşılamak için
Londra ve Paris’te Avrupalı bankerlerin kapısını çalıp borç
istemiş ve Osmanlı’ya borç vermekte isteksiz davranan
bankerleri ikna etmek için “eski dostlar”ından garantörlük
yapmalarını boş yere beklemişti. İşte İngiliz elçisi Bulwer o
günlerde İngiliz Dışişleri Bakanı Russell’a yazdığı bir
raporda Sadrazam Ali Paşa’nın bir süredir kendisine dert
yandığını ve eğer acilen borç alınamazsa memur maaşlarının
bile ödenemeyeceğini söylediğini bildirmişti.
Bulwer, ekonomik kriz yüzünden İstanbul’da da Lübnan’dakine
benzer bir karışıklığın çıkmasının an meselesi olduğunu
söyleyerek dolaylı şekilde hükümetinden Fuad Paşa’ya borç
bulma arayışında yardım edilmesini istemiş, bunun Osmanlı
devleti ve onun müttefikleri için en azından şimdilik hayırlı
olacağını ima etmişti. (19) İngiliz hükümeti ise “işin sonunu
düşünmeksizin” sürekli borçlanan Osmanlı devletine artık bu
konuda yardımcı olmayacağını bildirmişti. (20) Kısacası bütün
mal varlığını Çerkesya’da bırakarak parasız, aç, çıplak ve
hasta bir halde Osmanlı topraklarına sığınan yüz binlerce
Çerkes acil insani yardım ihtiyacı içindeyken Osmanlı maliyesi
artan borç yükü ve azalan devlet gelirleri yüzünden idarenin
en olağan harcamalarını bile karşılamaktan aciz bir durumdaydı
ve Bab-ı Ali ülkenin en verimli vergi kaynaklarını teminat
gösterip fahiş miktarlarda faiz oranlarıyla Avrupalı
bankerlerden borçlanmaya devam etmekteydi. Bir başka deyişle
Osmanlı devleti ve Müslüman Osmanlı tebaası kendi başının
çaresine bile bakamazken şimdi bir de Çerkes mültecilerin
yaralarını sarmak durumunda kalmıştı.
Bulwer aynı raporda Osmanlı hükümetinin Çerkeslerin bir an
önce karınlarının doyurulması için bulduğu “en ucuz yol”un
onları çeşitli Türk köyleri arasında her dört Türk ailesine
bir Çerkes aile düşecek şekilde taksim etmek olduğunu ama
“zaten acınacak halde olan Türk köylüleri”nin tüm
misafirperverliklerine rağmen bir de Çerkeslere bakmasını
beklemenin pek akıllıca olmadığını da sözlerine eklemekteydi.
İngiltere’nin St. Petersburg’daki büyükelçisi Napier’in
Russell’a gönderdiği 1 Haziran 1864 tarihli rapordan
anlaşıldığı üzere Çerkes göçünün Bab-ı Ali’ye yüklediği malî
külfetin Rus hükümetince paylaşılması gerektiği konusunda
Fransa’nın İstanbul büyükelçisi M. de Moustier de İngiliz
meslektaşlarıyla aynı görüşü paylaşmaktaydı. M. de Moustier
ile İstanbul’daki Rus Büyükelçisi arasında geçen bir görüşmede
Fransız diplomat Rus otoritelerinin yüz binlerce Çerkes'in
Osmanlı topraklarına göç ettirilmesi sürecinde Bab-ı Ali’yi
son derece zora sokan bir tutum içinde bulunmasından şikayet
etmiş ve Rusya’nın Osmanlı hükümetine bir tür tazminat ödemesi
ya da para yardımında bulunmasının şart olduğunu sözlerine
eklemişti. Ancak Rusya hükümetinin Osmanlı’nın Çerkes göçü
nedeniyle yüklenmek durumunda kaldığı mali külfete ilişkin
yaklaşımı İngiliz ve Fransız diplomatlarınınkinden bir hayli
farklıydı. Rusya’nın İstanbul büyükelçisinin M. de Moustier’e
verdiği cevap benzer talepleri St. Petersburg’da Prens
Gortchakoff’a ileten Napier’in aldığı cevapla aynıydı: Buna
göre Rus hükümetinin Bab-ı Ali’nin masraflarına ortak olması
gerektiği düşüncesinin hiç bir mesnedi yoktu.
Çerkeslerin göçü herhangi bir zorlama sonucu gerçekleşmemekte,
kendi arzularıyla göç eden bu insanları ülkeye kabul etme ve
onlara yeni bir yaşam sağlama konusunda Bab-ı Ali son derece
istekli davranmakta, dolayısıyla Rusya hükümetinin Osmanlı
hükümetinin masraflarına katılma ya da tazminat ödeme gibi bir
yükümlülüğü bulunmamaktaydı. Gortchakoff’a göre “Türkler şu
anda belli bir masraf yapmak zorunda kalsalar bile Çerkesler
sayesinde imparatorluğun Müslüman nüfusunu dikkate değer bir
şekilde arttıracaklar”dı. Bu da “şüphesiz Osmanlı ordusuna
taze kan sağlayacağından bu işten asıl karlı çıkan Bab-ı Ali
olacaktı.” (21) Görüldüğü gibi Rus hükümeti Osmanlı’ya,
Çerkeslere yaptığı masrafı ileriye dönük karlı bir yatırım
olarak görmesi gerektiğini söyleyerek bir de iktisat dersi
vermeyi ihmal etmiyordu.
En az Ruslar kadar iktisat bilen İngilizler ise Gortchakoff’un
aksine, “neredeyse hiç bir sınai ve zirai üretkenliği olmayan
150 bin kadar dağlı”nın bakımını üstlenen Osmanlı devletinin
bu işten kısa vadede muhakkak zararlı çıkacağına, uzun vadeli
kar ihtimalinin son derece düşük olduğuna, asıl kar edenin ise
Çerkesleri dağlardan söküp attıktan sonra Osmanlı ülkesine
göçe zorlayarak hem son derece inatçı bir düşmandan hem de
onları vadilere yerleştirmenin getireceği masraftan kurtulmayı
başaran Ruslar olduğuna inanıyorlardı. (22) Şark Meselesinin
dayatmaları sonucunda Osmanlı’nın gönülsüz müttefiki ve hamisi
konumunu benimsemek durumunda kalan İngiltere ile Şark
Meselesi sahnesine Osmanlı’nın ezeli düşmanı rolünde çıkan
Rusya, Çerkes göçüne dairkar-zarar hesapları yaparken
Çerkeslerin Osmanlı ülkesine akını aralıksız devam etmekteydi.
Trabzon’daki İngiliz Konsolosu Stevens’in 19 Mayıs 1864
tarihli raporundan anlaşıldığı üzere Akçakale ve Sarıdere’de
yeni kamplar kurulmuş ve buralara 25 bin civarında göçmen
yerleştirilmişti. Aynı sıralarda Samsun’a da 40 bin kadar
göçmen intikal etmiş ve bu iki liman şehrinde günde ortalama
meydana gelen ölüm sayısı üç yüzü bulmuştu. Trabzon’da
fırıncılar korkularından dükkanlarını kapatıp şehri terk
ettiklerinden açlık tehlikesi baş göstermişti. Stevens’a göre
Çerkeslerin hepsi “çok fakir, tembel ve temizlik
alışkanlıkları gelişmemiş” insanlar oldukları için yaşadıkları
kamplarda salgın hastalığın önü alınamamaktaydı. “Çadırlara
balık istifi düzeninde yerleştirildikleri için birbirlerine
hastalık bulaştırıp duruyorlar, kendilerine Osmanlı idaresince
dağıtılan tayını ve giysileri hatta kendi çocuklarını bile bir
kaç kuruşa satıyorlar, geceleri ölülerini gömüldükleri yerden
çıkarıp üzerlerindeki kefen bezini çalıyor, sonra da cesetleri
tarlalara atıp gidiyorlar”dı. Stevens, göçmenlerin
geliştirdiği hayatta kalma stratejilerine ilişkin korkunç
ayrıntılara yer verdiği raporunda çadır başına dağıtılan
tayında eksilme olmaması için yetkililere rapor edilmeyen ve
bu yüzden günlerce çadırlarda tutulup kokan
cesetlerden bahsediyordu.
Eğer Bab-ı Ali bir an önce durumu iyileştirecek tedbirler
almazsa ticari açıdan son derece önemli iki liman şehri olan
Trabzon ve Samsun’u kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya
kalacaktı. (23) İngiltere’den Çerkeslere Peksimet İanesi Daha
önceki zamanlarda yurtlarından sürülen ya da kaçmak zorunda
bırakılan ve içlerinde Yahudilerin ve Polonyalıların da
bulunduğu çeşitli etnik ve dinsel gruplara sığınma sağlamış
olan atalarının izinden giden Sultan Abdülaziz, Rusların göçe
zorladığı Çerkes Müslümanlara kucak açmıştı açmasına ama
Osmanlı hükümeti Sultan’ın cömert vaadinin gereklerini yerine
getirecek finansal olanaklara sahip olmaktan uzaktı. Yukarıda
da değinildiği üzere Bab-ı Ali, İngiliz büyükelçisi Bulwer
aracılığıyla İngiliz hükümetinden göçmenlerin ulaşım, barınma
ve iaşe masraflarını karşılamak üzere Osmanlı hükümetine borç
para verilmesi talebinde bulunmuş ancak bu girişimleri
sonuçsuz kalmıştı. Trabzon’da Çerkes göçmenler ölülerinin
kefenlerini satarak hayatta kalmaya çalışırken Bab-ı Ali de
Karadeniz’in her iki kıyısındaki
göçmenlerin karnını doyurmak ve nihai yerleşim alanlarına
transferlerini
gerçekleştirmek için kullanabileceği bir kaynak arayışı
içindeydi. Sadrazam Ali Paşa 25 Mayıs 1864’de Bulwer ile bir
araya gelerek yardım çağrısını tekrarladı.
Bulwer, Ali Paşa’nın sözlerini alıntılayarak “bütün çabalarına
rağmen Bab-ı Ali hükümetinin Karadeniz’in karşı kıyısında
birikmiş ve göç etmeyi bekleyen insan yığınlarını Osmanlı
topraklarına güvenli şekilde taşımak için gerekli ulaşım
araçlarını temin etmeyi başaramadığını” rapor etmekteydi.
Sadrazam, İngiliz hükümetinin Bab-ı Ali’ye göçmenlerin
ihtiyaçlarını karşılamak için borç vereceğini umut ediyordu
ama eğer bu gerçekleşmezse İngilizler hiç değilse iki ya da üc
İngiliz yolcu ya da ticaret gemisini geçici bir süre için Bab-ı
Ali’ninemrine tahsis edemezler miydi? Böyle bir yardımın
gelmemesi halinde Bab-ı Ali bulabildiği her türlü deniz
aracına olabildiğince çok sayıda göçmeni doldurarak ve elbette
yanlarında bulunan ve hayatta kalmaları için elzem olan
hayvanları karşı kıyıda bırakmak zorunda kalarak transfer
işini kendi olanaklarıyla gerçekleştirecekti. Böyle bir
yolculuğun sonucunda göçmenler
arasında ölüm oranının çok yüksek olacağını tahmin etmek güç
olmasa
gerekti. (24) Ali Paşa’nın İngiliz hükümetinin hümanistik
duygularına seslenerek para ya da ayni yardım sağlama çabası
katı İngiliz merkantilizminin soğuk duvarına çarparak geri
döndü.
İngiliz Hazinesi, Majesteleri hükümetinin Çerkeslerin
transferine sponsor olamayacağını, İngiliz hükümetine ait
gemilerin Karadeniz’e gönderilmesinin hiç bir meşruiyetinin
bulunmadığını ama Bab-ı
Ali’nin İngiliz bandıralı ticari gemilerle ücreti karşılığında
anlaşma yapmasına bir engel bulunmadığını bildirdi. (25)
Hazine’ye göre İngiliz bandıralı ticari gemilerin bu iş için
kullanılması “tamamıyle bir para sorunu(ydu) ve Türk
hükümetinin parası İngiliz hükümetinin parasından daha az
geçerli değil”di. (26)
İngiliz Donanma Bakanlığı da konuyla ilgili görüş bildiren
raporunda
“Türklerin gemi kiralamak için paraları varsa bakanlığımız
kendilerine her türlü tavsiyede bulunmaya hazırdır”
demekteydi. (27) Bu “tavsiye”lerle bezeli nazik geri
çevrilişin ardından Bab-ı Ali İngiliz yardımından ümidi kesmiş
görünmektedir. Çünkü Bulwer, 8 Haziran’da kaleme aldığı
raporunda Osmanlı hükümetinin kendisiyle yeniden temasa
geçtiğini ve acilen beş ya da altı büyük gemiye ihtiyacı
olduğunu, bunların parasını ödeyeceğini ve gerek kiralama
işleri gerekse taşıma bedelinin ödenmesi konularıyla
ilgilenmek üzere İngiliz Elçiliği bünyesinde bir komisyon
kurulmasını talep ettiğini bildiriyordu. (28)İngiliz hükümeti
Çerkes göçmenlere yardım için gemi tahsisine yanaşmamıştı ama
Karadeniz’in her iki kıyısındaki İngiliz mercilerinden
Londra’ya akan haberler çok yakında açlıktan kaynaklanan toplu
Çerkes ölümlerinin gerçekleşeceğini kesin ve endişeli bir
dille ifade etmekteydi. Ali Paşa’nın muhtemelen çok masraflı
olacağı ve üstelik diplomatik komplikasyon yaratabileceği
düşünülen talebini geri çeviren İngiliz hükümetinin
hümanistikduygularını Samsun’daki Sağlık Kurulunda görev yapan
bir İngiliz sağlık müfettişinin açlık tehlikesine dikkat çeken
raporu harekete geçirdi.
Söz konusu raporunda sağlık müfettişi Samsun’da kendisini
karşılayan “tüyler ürpertici manzarayı tarif edecek söz
bulamadığını” belirttikten sonra binlerce insanın açlıktan
kıvrandığını, şehirde yeterli miktarda un olmuş olsaydı bile
yeterli fırın bulunmadığı için açlık tehlikesinin yine
önlenemeyeceğini, anlatıyor ve “belkibu insanlar için peksimet
(İngilizce metinlerde biscuit-bisküvi) gönderilmesi sorunu bir
nebze de olsa çözebilir” (29) diyordu. Bu peksimet önerisi,
yüzyılın başından beri uygarlığın en üstün temsilcisi ve
insanlığın hamisi rolüne soyunmuş olan İngiltere’nin Çerkes
göçünün yarattığı insanlık trajedisine kayıtsız kalmadığını
göstermek için aradığı “risksiz” yöntemi sağlamış
görünmektedir.
Bir başka deyişle, açlıktan ölmek üzere olan “bu masum ve
talihsiz” insanlara peksimet gönderilmesi, Çerkes göçü
sorununun etkin bir parçası olmaktan gerek finansal gerekse de
siyasi-diplomatik saiklerle kaçınan İngiliz hükümetinin
dünyanın “süper gücü” olarak üstüne düşen insani yardım
misyonunu ucuz ve meşru şekilde yerine getirebilmesinin bir
aracı olarak gündeme gelmiştir. Çünkü Bab-ı Ali’nin gemi
yardımı talebinin reddedilmesinin üstünden henüz bir kaç gün
geçmişken İngiliz Dışişleri Bakanlığı’nın, pay-i tahttaki
elçisi Bulwer’e beş bin Sterlin tutarındaki peksimetin Malta
üzerinden İstanbul’a en kısa zamanda gönderilmesi için gerekli
düzenlemelerin yapılması talimatını verdiği görülmektedir.
Gönderilen talimatta yanlış anlamaya mahal vermemek için
İngiliz yardımının sadece peksimetleri kapsadığı ve Bab-ı
Ali’nin peksimetlerin ulaşım bedelini kendi cebinden
ödemesinin beklendiği de özellikle vurgulanmıştır. (30) Benzer
şekilde İngiliz Hazine’sinin konuya ilişkin yazısında da
Bulwer’e “Türk hükümetinin peksimetlerin yerine ulaştırılması
için kullanılacak gemilerin parasını ödemeye yanaşıp
yanaşmayacağını iyice araştırma” görevi verilmiştir. (31)
Görüldüğü üzere İngiliz hükümeti Çerkes meselesindeki dahlini
sadece beş bin Sterlin tutarındaki peksimet ile sınırlı
tutmakta kararlı görünmektedir. İşte Vak’anüvis Ahmet Lütfi
Efendi’nin Tarih’inde “O esnada peyderpey memalik-i mahrusaya
hicret etmekte olan Çerkes muhacirlerin ianeten Londra’dan üç
yüz kıyye mikdarı peksimet itasına karar verildiği alem-i
İslamiyetce memnuniyeti mucip oldu” (Aktepe, 1988: 123)
sözleriyle anlattığı İngiliz yardımının arkaplanı budur.
Peksimetlerin gönderilmesi kararının çıkmasından sonra
İngilizlerin son derece hızlı ve etkin çalışarak Malta’dan
İstanbul’a sevkiyata başladıkları anlaşılmaktadır. İngiliz
hükümetine ton başına yirmi şiline mal olan otuz ton
civarındaki ilk parti peksimeti taşıyan La Plata adlı kuru yük
gemisi 22 Haziran
1864’de akşam saat altıda Malta’dan İstanbul’a doğru yola
çıkmıştır. (32) Onu 23 Haziran’da her biri yirmi beş ton
peksimet taşıyan diğer iki İngiliz bandıralı yük gemisi, Milan
ve Arcadia takip etmiştir. La Plata’nın taşıdığı 210 çuval
peksimet 28 Haziran 1864’e İstanbul’a varmıştır. Bulwer’in
raporuna göre peksimetler Sepetçi Kasrı’nda bir depoya
konulmuş ve Bab-ı Ali hiç vakit kaybetmeden peksimetlerin bir
kısmını Trabzon’a doğru yola çıkan ve oradan alacağı Çerkes
göçmenleri Köstence’ye transfer edecek olan gemiye
yükletmiştir. (33) Beş bin Sterlin değerindeki peksimetlerin
tümünün Malta’dan İstanbul’a sevkiyatının ağustos ayı
başlarında tamamlanmış olduğu görülmektedir. Buna göre La
Plata adlı gemi ile 210 çuval, Arcadia ile 500 çuval, Milan
ile 500 çuval, Baltic ile 140 çuval, Breuda ile 450 çuval,
Rhore ile 1700 çuval, Egyptian ile 560 çuval ve Belçika
bandıralı Gustavo Pastör ile 900 çuval olmak üzere toplam
4,960 çuval peksimet Çerkeslere dağıtılmak üzere İstanbul’a
ulaştırılmış (34), çuvallar için harcanan 620 Sterlin ile
ulaşım bedeli olarak ödenen 664 Sterlin önce İngiliz hükümeti
tarafından ödenip daha sonra Londra’daki Osmanlı elçiliği
aracılığıyla Bab-ı Ali’den tahsil edilmiştir. (35)
İngiliz peksimetlerinin Çerkeslere hangi ölçütlere göre ve ne
şekilde
dağıtıldığına dair, muhtemelen bu iş Osmanlı makamlarınca
yapıldığından,
İngiliz arşiv belgelerinde bir bilgiye rastlanmamaktadır. Aynı
şekilde
peksimetlerin Çerkeslerin yaşam kalitesini ne düzeyde
iyileştirdiğini ve kaç Çerkesin hayatını kurtardığını bu
belgelere dayanarak anlamak mümkün değildir. Tartışmasız olan
tek şey ise Bab-ı Ali’nin Samsun ve Trabzon’da yığılmış
bulunan Çerkes göçmenlerin karınlarını doyurabilecek finansal
kaynağa ve örgütlenme düzeyine sahip olmadığıdır. Yukarıda da
değinildiği gibi Osmanlı hükümeti sorunu Çerkes aileleri
imparatorluğun dört bir yanındaki Müslüman Türk köylerine
dağıtarak çözmeyi planlamış ancak aynı kaynak ve organizasyon
yetersizliği yüzünden göçmenlerin Karadeniz sahillerinden
transferi gecikmiş, binlerce göçmen kendileri için öngörülen
nihai yerleşim bölgesine doğru yola çıkamadan açlık, soğuk ve
salgın hastalıklardan hayatını kaybetmiştir.
Bab-ı Ali ancak 1864 yılının yaz ve sonbahar aylarında yani
kitlesel Çerkes göçünün başlamasından uzunca bir süre sonra
göçmenleri Trabzon ve Samsun’dan alıp imparatorluğun çeşitli
bölgelerine yerleştirmeyi başarmıştır. İstanbul’daki Sağlık
Kurulu’nda görev yapan İngiliz doktor Dickson’ın İstanbul’daki
elçilik görevini Bulwer’den teslim almış bulunan Stuart’a ekim
ayı başlarında yazdığı bir rapora göre Erzurum, Batum ve
Anadolu içlerindeki çeşitli şehirlere yerleştirilen göçmenler
hariç tutulmak üzere, 20 Eylül 1864 tarihine gelindiğinde
Trabzon ve Samsun’daki kamplarda aylardır yaşam mücadelesi
vermekte olan 74 bin 206 Çerkes göçmen nihai yerleşim
mevkilerine gitmek üzere Boğazlardan geçmiştir. Bu sayının
içerisinde İstanbul’da yerleştirilen 3 bin 494 köle, 449 öksüz
–yetim ve 1568 asker de bulunmaktadır. Son durağı İstanbul
olan bu 5 bin 511 kişinin 1, 393’u yolculuk sırasında
ölmüştür. İstanbul’da kalanlar dışındakilerin gönderildikleri
yerler ve kafileleri oluşturan göçmen sayılarına ilişkin
Sağlık Kuruluna ulaşan veriler şöyledir: Pandirma (Bandırma):
13 bin 630 kişi; Mudania (Mudanya) : 10 bin 498 kişi;
Gallipoli (Gelibolu): 4 bin 463 kişi; Gemlik: 2, 377 kişi;
Rodosto (Rodos): 13, 188 kişi; Chanderli (Çandarlı); 2 bin 881
kişi; Salonica (Selanik): 2 bin 134 kişi; Silivria (Silivri):
bin 600 kişi; Chai-aghzy (Çayağzı): 3 bin 981 kişi; Ismid
(İzmit): 6 bin 034 kişi; Smyrna (İzmir): 4 bin 895 kişi;
Dardanelles (Çanakkale): bin 300 kişi olmak üzere toplam 66
bin 981 kişi. Bunlara İstanbul’da kalan 5 bin 511 kişi ile
yolda ölen bin 393 kişi ve bir de kayıtlardaki
tutarsızlıklardan doğan 321 kişilik grup eklendiğinde 74 bin
206 göçmenin 1864 yılının yaz aylarında İstanbul’a ve Batı
Anadolu’ya transfer edildiği anlaşılmaktadır. Aynı rapora göre
bu transferler sırasında gerçekleşen ölümlerin toplam göçmen
nüfusunun yüzde ikisini kapsadığı görülmektedir. Örneğin
Hüdaverdi adlı Osmanlı bandıralı gemiyle Samsun’dan Selanik’e
giden 600 kişilik göçmen kafilesinin 180’i gemide ölmüştür.
İstanbul Handan Paşa’da Çerkeslerin öksüz-yetim ve köleleri
için kurulmuş ve yaz boyunca faaliyet gösteren kamp kışın
yaklaşmasıyla birlikte dağıtılmış ve kimsesiz çocuklar
Kilithane’de bir binaya taşınırken kölelerin de bundan böyle
kamplarda tutulmaksızın gemiden iner inmez doğrudan
alıcılarına teslim edilmesi uygulamasına geçilmiştir. |
|
|
|
|
|
|
|