|
|
................... |
|
................... |
GÖZ AĞRISI ALENİ, GÖNÜL AĞRISI GİZLİDİR |
KELDI Sabri |
|
|
................... |
|
................... |
Topraklarımızdan az ya da çok bir
miktarı elimizde kaldı. Halkımızın bakiyesi olarak kalan
insanlar bu toprak üzerinde yaşadı, bu günlere ulaştılar.
Adige yurdunun tümden yitip gitmesine engel olanlara,
anadilimizi koruyup geliştirerek bu güne getirenlere,
cemiyetimizi koruyup muhafaza eden ve yarınlara taşıyanlara
tanrı uzun ömürler versin. Eduard Şevardnadze bir tarihte BBC
radyosuna verdiği demeçte şöyle demişti: “Dünyada Adigelerin
başına gelen felaketin bir benzerini yaşayan çok az sayıda
millet vardır.”
Her birimiz hiç tereddütsüz biliyoruz ki; evet biz Adige’yiz!
Pek çok haksızlığa uğramış, pek çok baskıyı yaşamış ve görmüş,
buna rağmen ayakta kalabilmiş güçlü bir milletiz.
Fakat bizim bu sözü söyleyebilmemiz için kaç soydaşımız can
feda (!) etti?
Bacılarım, kardeşlerim, halkımın çocukları: Binlerce yıl süre
ile dağlarda darmadağın Adigelerin bunca zaman zarfında
uğradıkları saldırıları şöyle bir gözünüzün önüne getirin
lütfen.
Yakılıp yıkılan dünyaları, öldürülen insanları, ortadan
kaldırılan geçmişimizi düşünün.
Ellerini semaya açmış tanrıya yakaran, ondan yardım dileyen
yaşlı anaları düşünün.
Feryat figan içerisinde açlıktan ölen çocukları, onların
üzerlerine kapanmış ağıtlar yakan, beddualar eden,
çocuklarının ölülerini vermek istemeyen anneleri düşünün.
Kocalarının uğruna can verdikleri vatana gözleri yaşlı bir
şekilde dönüp bakan dul kadınları, ne yapacaklarını bilmez bir
biçimde, başları önlerine eğik düşünceler içerisindeki çaresiz
dedeleri düşünün.
Bu insanlar senin annen ile benim annem; senin kardeşin ve
benim kardeşimdir.
Senin büyük annen ile benim büyük annemdir. Bu sensin! Belki
de benim.
Şöyle bir bakın, gelişme ve kalkınma imkanı olmayan, ulusal
sorunlarına çözüm arama hakkından yoksun olarak yabancı
halkların arasında, baskı altında yaşayan soydaşlarımıza.
Bu güne kadar devlet başkanına – devlet idaresine sahip olma
özgürlüğü olmayan anayurttaki kardeşlerimize.
Adige halkının başına gelen bu felaketi yüreğinin bir
köşesinde her daim taşıyan, dili, dini, yaşantısı paramparça
edilen ve geçmişinin acıları ile her zaman yüreği sızlayan
insanlara bakın.
İşte bu dur geçmişimiz, dün yaşadığımız, tarihimiz budur.
Bu dur yüreğimizdeki gizli sızıların nedeni.
Mısır’da bir yazar halkımızın tarihi hakkında bir kitap yazdı.
Bu kitabına “Nil’i Çaldırdım” adını verdi.
Irmağını çalan, toprağını da çalmıştı onun.
Tıpkı bizim vatanımızdan sürgün edildiğimiz zaman gibi
:yurdumuzu, tertemiz pınarlarımızı, ueşx’amahuemizi,
geleneklerimizi ve dilimizi çaldılar acımasızca.
Bizim yokoluşumuza neden olan üç ana etken var:
Birincisi, Rus Çarı’nın Kafkasya’ya hakim olmak için
yürüttüğü acımasız siyasettir.
İkincisi, Kafkaslardan geçen ipek yolunu kontrol etmek,
bir geçiş noktası olan bölgeyi kontrol etmek isteyen İngiliz
siyasetidir.
Üçüncüsü, hepsinden öte halkımızın yokoluşunu getiren
ise herkesin bildiği gibi Osmanlı İmparatorluğu’dur.
Bu gerçek bütün tarihlerde açıkça görülmektedir. Osmanlı,
savaşçı insanlarımızı vaatlerle kandırarak anayurttan koparttı
ve onları kendi topraklarında parça parça yerleştirdi.
Çaresiz, çocuklu genç kadınları da kendi askerleri ile
evlendirerek sağlıklı ve güzel bir nesil yaratmak için
uğraştı. Yaşlı erkek ve kadınlar ile çocuklar ise çeşitli
bölgelerde darmadağın ve sefil bir halde ortada bırakıldılar.
İşte bu dönemdir Adige halklarının uğradığı en büyük felaketin
yaşandığı zaman. Bu bir sel felaketi gibiydi bizleri adlı
götürdü yurdumuzdan uzaklara, pek çoğumuzu boğdu. Fakat
herkesi boğamadı bu sel hepimizi yok edemedi. Geriye kalanlar
bizleriz ve yaşıyoruz işte: Gerçeği tüm çıplaklığı ile ifade
edemeden, birleşerek el ele verip halkımızı savunamadan
yükseltip yüceltemeden, tıpkı uykudan yeni uyanmış yarı
uyuşuklar gibi yaşıyoruz.
Paranın ve mülkün üzerimizde hükümranlık kurmaya başladığı bu
zor döneme, bireysel kurtuluş kaygılarımız ile eşlik ederek
yaşıyoruz.
Bu günün Çerkesleri olarak biz kimiz? Gücü aklı yiğitliği ve
kültürü ile dünyaya nam salmış, bu ismi taşımış eski
Adigelerin devamıyız. Bunu kanıtlayan çok fazla sayıda kitap,
makale, araştırma ve benzer bilimsel çalışma mevcut.
Rus bilimadamı Prof. Turçaninov’un araştırmalarına konu olan
eski mezar taşlarında ve yazıtlarda anlaşıldığına göre;
Adigeler sadece yeryüzünün en eski halklarında olmayıp aynı
zamanda 4000 yıl öncesinde gelişmiş bir medeniyetin
temsilcisi, yazısı olan bir halktır.
Turçaninov araştırmalarını kitap haline getirdiğinde eski
Sovyetler Birliği’nde bu kitabı basmak istememişler ve kitap
Suriye’de Arapça olarak basılmıştı. Bu kitap bizim elimizdedir
bu gün, okuyor, muhafaza ediyoruz.
Halkımızın tarihine yönelik araştırmalar pek çok farklı
ülkeden farklı bilimadamı tarafından yapılmıştır, Fransız
bilimadamları da diğerleri de pek çok defa yazdılar ki
“Avrupalı beyaz insanın kökeni Kafkaslara dayanmaktadır”.
Suriye’den tarih araştırmacısı APEZAWU Cemal yaptığı
araştırmaları kitap haline getirerek yayınladı, bu kitapta
aynı bilgiler belgeler ile yer almaktadır.
Aynı şekilde Mısır televizyonunu izlerken bizzat ben kendim
Memluklardan bahseden bir programda bu konudan bahsedildiğine
“Avrupa’ya beyaz insanı veren Kafkaslardır” denildiğine şahit
oldum.
Ünlü Arap tarihçisi Rasim Rüşdü Kafkasya’dan Mısır’a gelen
Memlukların köle veya esir olarak değil yiğitlikleri ve
savaşçılıkları ile ün saldıkları için asker olarak
geldiklerini yazar.
Burada bir temsil anlatmak istiyorum bir Yunan ile bir Adige
tartışırlarken Yunan “siz Yunan değil Memluksunuz” demiş,
Adige buna cevaben “önemli değil demiş. Biz memluk olarak
gelip sizin başınıza padişah olduk, maazallah beylerimiz
prenslerimiz gelse kim bilir sonunuz ne olurmuş”.
Geçmiş medeniyetimize ve kültürümüze dair pek çok bilgi belge
kaynak bulmak mümkündür;yeter ki arayalım, yeter ki araştırmak
öğrenmek isteyelim.
Şimdi diğer halklar ile kendi halkımızı şöyle bir
kıyaslayalım. Geçtiğimiz yüzyılda onların gelişmelerine veya
yok olmalarına neden olan şeylere kısaca bir göz atalım.
Kafkasya halklarının anayurtlarını terk etmeleri 1864 yılında
başlar. Yukarıda da söylediğimiz gibi Osmanlı İmparatorluğu
Kafkas halklarını yanıltarak kendi istediği yola sokmuş ve
sonunda hepsini Türk topraklarında bir araya getirmiştir.
İstediği kadar asker ve savaşçı seçtikten sonra da kalanları
Balkanlara yerleştirmiştir. Aç ve çaresiz bir şekilde ortada
kalan Kafkasyalılar komşu köyleri basmaya, insanların
yiyeceklerine el koymaya, vermeyenleri öldürmeye başladılar.
Bunun üzerine Avrupa, Osmanlı’ya baskı yaparak “soyguncu
Çerkeslerin Balkanlardan çıkartılmasını, getirildikleri
yerlere geri gönderilmesini” talep etmeye başladı.
Bunun üzerine Kafkaslardan gelen bir grup Ürdün ve Suriye’ye
göçmen olarak gönderildi. 1885 yılında Suriye’ye gönderilen
göçmenler Munbic, Humus, Coulan bölgelerine yerleştirirler.
İkinci grup olarak 1905 yılında gelen kafileyi ise Osmanlı
İmparatorluğu sürerek Suriye’nin Anasir bölgesine gönderdi ve
bunlar 1910 yılında ayrı bir köy olara yerleştirilerek aile
başına 30 hektar toprak verildi. Yerleştirilen bu insanlara
tüfek dağıtılarak “kendilerini ve köylerini bedevilerden
korumaları” tavsiye edildi.
O dönemde bedeviler hacca gidenlerin yolunu keserek soyuyor,
paralarına eşyalarına ve yiyeceklerine el koyuyor binek
hayvanlarını da ellerinden alıyorlardı. Adigelerin bölgeye
yerleşmeleri ile hem hac kafilelerinin hem de Arapların
kendilerinin korunmaları sağlanmış oldu. Xkeust Nadya’nın
şiirlerinde bu tür olaylar sıklıkla anlatılır. Sonuç olarak
her ne kadar yok olmamışsak da anayurdumuzdan uzaklara
düşmekle çok büyük bir talihsizliğe uğramıştık.
Babamın büyüklerinden naklen anlattığına göre Anayurttan
ayrılmak üzere pasaportlarını mühürletmek için Nalçik’e giden
insanlara oradaki yetkili pasaportları mühürlemeyi reddederek
şöyle söylemiş: “Yanılmayın, yurdunuzu terk etmeyin. İnanın bu
benim kafamda saç biter de o sizin güvenip gittiğiniz
topraklarda ot bitmez, Türk topraklarında size düşecek olan
taş ve çakıl arazilerdir, toprağınızda ot bile bitmezse siz ne
yiyeceksiniz, hayvanlarınıza ne yedireceksiniz.”
Buna rağmen büyüklerimiz bu sözleri dinlememişler. Şerec
Qanıque ile Anzorların oğlunun Osmanlı elçileri ile el ele
yürüttükleri propaganda üstün geldi ve insanlar yurtlarından
ayrıldılar. Adige halkı olarak diğer milletler gibi bir arada
yaşamayı da başaramadık.
Bildiğiniz gibi Türklerin Anadolu’dan sürdükleri Ermeniler
Suriye’ye 1916 yılında geldiler. 1940 yılına gelindiğinde bu
halk ana dili ile eğitim verebilecek şekilde kendi okulunu
açmış, ünlü doktorlara tüccarlara, mühendislere ve sporculara
sahip olmuştu aradan geçen kısa süre içerisinde.
Oysa biz fakirdik, bilgisiz ve eğitimsizdik, üstelik bu
eksiklerimiz bizi hiç terk etmeyen bir kader gibi geliyordu
yaşamımızda. Ermeniler birlik olabiliyorlar, din adamlarının
ve idarecilerinin kararlarında birleşebiliyorlar, elele
vererek yaşayabiliyorlardı. Ermeniler başlarına gelen felaketi
tüm dünyaya anlatabildiler, filmler, belgeseller çektiler, bu
konuyu işleyen araştıran insanları yüceltti değer verdiler.
Bizim başımıza gelen felaketi çekecek bir belgeselci,
kitaplaştıracak bir tarih araştırmacısı neden yok?
İkinci bir örnek olarak medeniyet açısından hiç de gerisinde
olmadığımız Yahudileri alalım. Yahudilerden daha akılı bir
halk, Yahudilerden daha çok düşman sahibi bir halk,
Yahudilerden daha tutkun bir halk bulmak çok zordur şu
yeryüzünde. Onların dünyanın her tarafında faaliyet gösteren
bankaları, ticaret şirketleri, halkına hizmet eden örgütleri
dünyanın her ülkesine dağılmış durumda. Ortak karar almadaki
başarıları ve işbirliği içerisindeki sonuç getirici
çalışmaları ile bu başarılı sonuca ulaştılar.
Üçüncü olarak Kürtleri ele alalım. İngiliz işgalcileri tıpkı
bizde olduğu gibi Birinci Dünya Savaşı’nda onların yurtlarını
işgal ederek parçalayıp içinde yaşayan halkı da sürerek
toprakları bölgedeki ülkeler arasında paylaştırdılar. Buna
rağmen o halk bu güne kadar tek bir halk haline gelmenin
kavgasından vazgeçmedi. Bu gün Avrupa’da 8 ayrı televizyon
kanalına sahipler, hem ulusal sorunlarını dile getiriyor,
dünyayı bilgilendiriyorlar, hem de kültürlerini her nerede
olurlarsa olsunlar muhafaza edebiliyorlar.
Benim halkım yukarıda bahsettiğim halkların hiç birisinden
bilgi olarak, güç olarak, zeka olarak daha geri değil. O halde
geriye kalan tek neden var, biz daha tembeliz ki niçin böyle
olsun, hiç tahammül edemediğim şey budur.
Sizi temin ederim ne Türkiye’de ne Suriye’de ne Ürdün’de bir
devlet olmak idare kurmak gibi beklentim yok. Rusya ile
savaşmak veya ayrılmak da değil istediğim. Ben başka şey
istiyorum. İstiyorum ki, halkımız el ele birlik olsun,
insanlarımız mensup oldukları milleti sevsin, kültürümüzü
sanatımızı geliştirebilelim, dünya ortalamasının gerisine
düşmeden gelişebilelim, güçlenebilelim.
Suriye’de iyi bir arkadaşım var benim. Azam Muhammed adındaki
bu dostum aslen Filistinlidir, bu arkadaş hiç usanmadan bana
”Sen de ben de sürgünüz, bir gün anavatanlarımıza ulaşmak
nasip olursa birbirimize yazalım, haberleşelim dertleşelim
istediğine kavuşan çocuklar gibi sevinip oynayalım şarkılar
söyleyelim” derdi. Bir gün ben anayurda dönecek olunca bu
arkadaşım sıkı sıkı tembihlemişti bana “eğer buraya gelirsen
ilk önce bana uğrayacağına söz ver. Birlikte anavatan şerefine
kadeh kaldıralım konuşup görüşelim” demişti. Ne zaman gitsem
ilk önce ona uğrarım, ben anayurduma kavuştum ama o hala
sürgünde.
Anayurduna kavuşmanın mutluluğunu ben bu gün yaşıyorum.
Eskiden soydaşlarım bu gün ise yurttaşlarım olan insanlarımızı
gözlemliyorum, düşünüyorum. Halkımın her ferdinin onurlu bir
yaşam sürebilmesi için imreniyor, gelecek neslin güzel bir
dünya kurabilmesini ümit ediyorum. Bunları istiyor, ümit
ediyorum fakat gerçekte ne oluyor, ne işitiyorum, anayurtta ne
görüyorum, yaşamımız ne durumdadır?
Anadilimi ikiye böldüler de bana yetersiz geliyor. Başka
ülkede yaşayan benim başıma gelen anayurttakilerin de mi
başına geldi acaba? Adigeler en fazla sayıda
Kabardey-Balkar’da yaşamalarına rağmen ticarethanelerde,
okullarda, restoranlarda daha çok başka bir lisan konuşuluyor.
Dil ile edebiyat ile ilgili her kime sorduysam Adige sözü olan
“Ğuable-taze, diri” kelimesinin anlamını söyleyebilen
çıkmadığı gibi bunun Adige sözü olmadığını iddia eden bile
çıktı, oysa bu babalarımızın bize öğrettikleri gerçek Adige
sözüdür.
Dil üzerine çalışan biliminsanlarımız gücenseler de bu günkü
ulusal yazı dilimiz de insanı tatmin edebilecek düzeyde
değildir. Bilim dilimiz de aynı durumdadır. Niçin Adigece
olarak dilimizde “propaganda, bakteri, nötron” ve bunlar gibi
pek çok sözcüğün karşılığı olmasın? Adigelerin yaşadığı her üç
cumhuriyette de Adige dili devlet dili olarak kabul edildiğine
göre biliminsanlarımızın dilimizdeki yabancı sözcüklerin
yerine kendi kelimelerimizi koyacak güçleri yok mudur?
Halkının güzel dilini kullanabiliyor olması insana gurur
vermez mi, örnek olmaz mı, güzel olmaz mı?
Edebiyat dilimiz? Halkımıza coşku verecek güzel ideallerle
donanmış ve uyuyanları da uyandıracak şiirler, şarkılar ne
kadar da az bizim dilimizde. Üzülerek söylemeliyim ki,
destanlardaki romanlardaki kahramanların isimleri çocuklarına
veriyorlar. Niçin yazarlarımız maharetlerini ve
yaratıcılıklarını göstermiyorlar bu gün?
Burada çıkan kitaplarda bulabileceğiniz şeyler, Mısır ile,
komsomol ile, kolhoz ile ilgili sınırlı konulardan ibaret.
Tamam bu da tarihtir, bunu da kabul ediyorum fakat çok kısa
süre önce şöyle bir örnekle karşılaştım: Seçkin yazarlardan
kabul ettiğim bir isim Fransa’da bir süre kalmış ve geri
dönmüştü, onun bu seyahati ile ilgili yazdıkları “nasıl
dinlendiği, nasıl ağırlandığı, Paris’te gördükleri” idi. Ben
beklerdim ki, o yazarımızdan Jan Dark’ın kahramanlığına mekan
olmuş bu ülkeden tarihe ve vatan sevgisine dair bir ses
ulaşsın yeni neslimize. Her Adige yazarından da beklentim bu
yöndedir.
300 yıl süren Rus-Kafkas savaşları konusunda, Adigelerin
ortaya koydukları sanatsal veya bilimsel eser bulabilmek çok
zordur. Halkımızın edebiyatçılarından çocuklarımız için
yazanların sayısı da yok denecek kadar azdır. Selman el İsa
adında büyük bir şair yaşadı bir dönem. 1967 yılında İsrail
Ürdün, Suriye ve Mısır’a saldırarak topraklarından bir bölümü
işgal etmişti. Bu üç ülkenin nüfusu 80 milyon, İsrail’in
nüfusu ise 3 milyondu, fakat üç devletin insanları da uykuda
oldukları için İsrail’e direnen bile çıkmamıştı bu saldırıda.
Bu olaya çok içerleyen Selman El İsa şöyle söylemiş: “Yurdumun
büyüklerinden ümidi kesmek gerek, fakat yurdumun çocuklarını
uyandırmak gerekiyor, o nedenle ben bu günden itibaren
yurdumun çocukları için yazacağım.” İsa verdiği sözü yerine
getirerek o günden sonra çocuklar için yazdı ne yazdıysa.
Bizim de ne yazacaksak çocuklarımız için yazmamız gerekiyor.
Çocuk ne şekilde eğitim verirseniz onu alır. Yurdunu halkını
seven bir nesil yetiştirmeyi ihmal edersek artık
güvenebileceğimiz hiç bir şey kalmamış demektir. Yine başımdan
geçen bir örnek vermek istiyorum. Türkiye’de yaşayan torunum
Nalçik’e gelmiş bizde kalıyordu, çocuk resim yaparken bir
bayrak resmi çizdi ve sevinçle içeriye koşup ninesine
göstererek ”nine nine bak bayrağımızı yaptım” dedi. Ninesinin
bayrağa bakınca yüzünün değiştiğini gören çocuk mahzun bir
edayla sordu “ne oldu nine, güzel olmadı mı?”. Ninesi çocuğa
sarılarak “benim güzel bebeğim çok güzel yaptın ama bu bizim
bayrağımız değil” dedi, çocuğu yanına oturtarak Adige
bayrağını anlattı uzun uzun. Bunun üzerine gördüğünden
başkasına inanmayan çocuğa 7 yaşındaki çocuk çocuk gösterin o
zaman Adige bayrağını bana diyerek dikildi karşımıza.
Aynı gün halası çarşıya çıkarak bir Adige bayrağı aldı getirdi
çocuğa. O andan sonra çocuk Adige bayrağının resmini yapmaya
başladı. Bu örneği anlatmamın nedenine gelince: Yurduna ve
halkına sevgiyi, aidiyeti her şeyden önce yetişen neslimize
aşılamak gibi bir görevimiz var, bu gün yazarlarımız da bu
görevi ihmal etmeden yetişen nesil için çok daha fazla
çalışmalı yazmalı üretmeliler, ancak o zaman güzel günler ümit
edebiliriz.
Sanatçılarımızı ve onların idarecilerini gücendirmek istemem
ama onların görevleri halkları için çalışmak olmasına rağmen
çalışmalarının halkımıza yönelik olduğunu söyleyemeyeceğim bu
hali ile.
Adige tiyatromuz var ve pek çok halkın imrendiği bir nimettir
bu halkımız için. Kabardey Devlet Tiyatrosu adı ile tüm
dünyadaki tek tiyatrodur bu. Fakat halk tiyatromuza sırtını
dönmüş durumda insanlarımız, bir kaç samimi insanın çabalarına
rağmen durum budur maalesef.
Fakat öte yandan ulusal kültürümüze, geleneklerimize,
tarihimize, neslimizin eğitimine yönelik vatan sevgisine
yönelik bir çalışma göremiyoruz ne yazık ki sahnelerimizde.
Tiyatromuz halkımızın yazarlarının bu yöndeki eserlerini niçin
bize izletemiyor, bunu engelleyen nedir, bu günkü rejisörler
ile oyuncuların faaliyetleri niçin organize değil? Bakış
açıları niçin birbirine hiç olmazsa yakın değil ?Halkımıza
yönelik konuları niçin öne çıkartıp işleyemiyorlar, buna engel
olan nedir?
Bilim adamları, kültür adamları, sanatçılar edebiyatçılar
değil midir tüm yaşamları boyunca halk için çalışmakla yükümlü
olanlar? Vatan ve millet sahibi olmak isteyenlerin görevi
değil midir onlara yardım etmek? Bütün bu konuları çözümleyip
ayağa kalkamazsak yarın gelecek neslimiz için yapılacak ne
kalıyor geriye?
Yarın yankıları neslimize dönecek olan bizim bu günkü
sesimizdir. |
|
|
|
|
|
|
|