Rusya Başkanı Medvedev’in ziyaretinde, başta bir nükleer
santral kurulması, iki ülke arasında vizenin kaldırılması
olmak ve beş yıl içinde ticaret hacmini 100 milyar dolara
yükseltmeyi hedefleyerek 17 anlaşma imzalanması beni 1960’lı
yılların başına götürdü. 27
Mayıs’tan sonra Milliyet’in diplomasi muhabirliğini yaparken,
bir yandan da Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde; Prof. Nermin
Abadan ve Prof. Mehmet Gönlübol yönetiminde ‘Uluslararası
İlişkiler’ konusunda doktora yapmaya çalışıyordum. Amacım, o
zamanki adıyla Sovyetler Birliği ile Türkiye ilişkilerine
odaklanmaktı. Hatta Prof. Gönlübol’un önerisiyle, daha sonra
Ankara Gazeteciler Cemiyeti yayınları arasında yer alacak
“Sovyetler Birliği Birleşmiş Milletler’de” başlıklı bir de
kitap yazmıştım.
Osmanlı İmparatorluğu döneminden sonra, Cumhuriyet’in
kuruluşundaki ilişkilerin yaşadığı safhaları öğrenmenin
verdiği ilgi özendiriciydi. Diğer yandan o günlerde ülke için
bir numaralı düşman addedilen Sovyetler Birliği ile
ilişkilerin adeta yok derecesinde olmasına da anlam
veremiyordum. Dünyanın ABD ile birlikte, iki kutbundan biri
olan dev komşumuzda olup bitenleri bile İngiliz, Fransız
uzmanların yazılarından izlemek gerekiyordu.
Bu düşüncelerle British Council’in bir bursuyla İngiltere’de
St. Anthony’s College’de ‘Türk-Sovyet ilişkileri’ konusunda
doktora yapmak için müracaat etmiş, çeşitli aşamaları
geçtikten sonra, nihai kararı verecek karma komisyonda, Milli
Eğitim Bakanlığı temsilcisinin vetosu ile reddedilmiştim.
Toplantıda Dışişleri Bakanlığı Temsilcisi Büyükelçi Şefik
Fenmen’in, sonradan öğrendiğim ısrarına karşın, Milli Eğitim
temsilcisi “Bu konuda uzmana ne gerek var? Komünizm ve
Sovyetlerle ilişkilerden başka inceleyecek yararlı konu mu
yok?” deyip başka önerileri desteklemişti. Oysa bana
yöneltilen sorular karşısında; amacımın bu Türkiye için çok
önemli ilişkileri inceleyerek gazetecilikte bu konuda
uzmanlaşmak, gerekirse üniversitede de ders vermek olduğunu
belirtmiştim.
Burs sağlayamadım. Doktorayı da tam gün gazetecilik
faaliyetleri içinde tamamlayamadım. Ama kitaplığımda kocaman
bir bölümü Sovyetler Birliği, Rusya hakkındaki kitaplarla
doldurdum, Moskova’da görev yapmış The New York Times’ın
Pulitzer ödüllü büro şeflerinin kitaplarından ve
gözlemlerinden yararlandım. Çeşitli vesileyle yaptığım Rusya
ziyaretlerinde, bilgi eksikliğini hep hissettim.
50 yıl önce ‘Türk-Rus ilişkilerini öğrenmeye ne gerek var?’
diyenler, eğer hâlâ hayatta iseler, bugün iki ülke arasındaki
ilişkilere bakıp herhalde çok şaşırıyorlardır.
Medvedev, gelişmelere bakıp; “Türkiye ile Rusya sözde değil,
gerçek birer stratejik partner olmuşlardır” derken, Erdoğan
“Nükleer enerjideki ilk yatırımımızı Rusya ile yapmamız
manidardır, anlamlıdır” demektedir.
Gerçekleştirilecek projelerden Samsun-Ceyhan petrol boru hattı
projesininse, Boğazlar’dan geçen yüzlerce tankerin yarattığı
tehdidi önlemesi bekleniyor. Bu bakımdan aynı zamanda ‘Bir
çevre projesi’ olduğu da düşünülüyor.
İmzalanan, ama TBMM’nin onayından geçmesi gereken bütün bu
anlaşmalar bir yana, bu yıl Türkiye’ye gelmesi beklenen 3
milyon kadar Rus turistini rahatlatacak ve bu sayının daha da
artmasını sağlayacak ‘vize serbestisi’nin yaratacağı boyut, bu
konuda sıkıntı çekmekte olan Türk iş adamlarının da işine
yarayacak.
Artık bir dönem çok korkulan komünizm tehdidi yok.
Türk-Rus yakınlaşmasının yaratacağı başka boyutların da
olacağını düşünüyorum.
Soğuk Savaş boyunca Sovyet tehdidi karşısında kalan, NATO’ya
katılmasıyla bir garanti sağlarken, diğer yandan da neredeyse
tüm savunma planlarını olası Sovyet saldırılarına karşı yapan
Türkiye’nin durumunda önemli rahatlık var.
Dünya koşulları karşısında atılan kimi adımlar Türkiye’nin,
sanıldığı gibi, kendisine farklı açıdan bakan Batı dünyasına,
kimsenin ‘cebinde keklik’ olmadığını da göstermekte.
Yine de kimi çevrede mevcut olan “Rusya ile yakınlaşmaya
ABD’nin bakışı, Rusya’ya enerjide olan bağımlılığın artmasının
sıkıntıları ve tüm bu anlaşmaların arka planında yer aldığı
ileri sürülen maddi ilişkiler” gibi konular, hâlâ üzerinde
durulacak kaygılar olarak mevcudiyetini koruyor. |