“Sana söylediğim yerdeyiz şimdi;
Akıl hazinelerini yitirdikleri için
Acı çekenleri göreceksin.”(2)
(Bu sunum, cemaatlerin asimetrik güç ilişkileri içerisine
yerleştiği Batı Avrupa’daki -özellikle göçmen işçilerin- etnik
cemaat oluşum süreçleri üzerine kimi gözlemlerden çıkarsanan
sonuçları tartışmayı hedeflemektedir.
Onların deneyimleri bizlere, gerçek durumlardaki toplumsal ve
iktisadi eşitsizlikleri görmezden gelen çokkültürcülük
söyleminin, bu cemaatlerin karşı karşıya olduğu toplumsal,
siyasal ve iktisadi haksızlıkları arttırabileceğini
göstermektedir. Sunumda samimî ve ilgili olma savındaki kimlik
söyleminin etnik cemaat ile içerisinde yer aldığı geniş toplum
arasındaki asimetrik iktisadi ve siyasal karşılaşmaları
sorunsallaştırması gerektiği öne sürülüyor. Pek çok Latin
Amerika ülkesinde görülen, kültürel grupları bir yandan kendi
kültürlerini sürdürüp geliştirmeye teşvik ederken aynı zamanda
kültürel gruplar arasında yoğun etkileşimi de destekleyen ve
geçim kaynaklarına erişim süreçlerini demokratikleştirerek en
zayıflara ses veren hareket tarzının geçerli bir seçenek
olduğu savunuluyor.)
Kagarlitsky’nin (2000) de dikkati çektiği üzere, günümüzün
“kimlik tartışmaları”nın pek azı, toplum içerisinde servet ve
iktidar gibi kritik kaynakların dağılımı sorunuyla
ilgileniyor, bir başka deyişle kimlik/etnisite ile sınıf
arasındaki ilişkileri sorgulamaya/kurmaya gönüllü gözüküyor.
Oysa kimlik/etnisitenin görünür olduğu (ya da az-çok gerilimli
bir bagaj oluşturduğu) her durum, aynı zamanda eşitsiz
iktisadî-siyasal ilişkilerin damgasını taşır. (“Kültürler
arasında ne zaman çelişkili ve eşitsiz bir karşı karşıya geliş
yer alsa, işgal, sömürgecilik veya iletişimin gelişkin
biçimleriyle de olsa, kültürel kimlik ortaya çıkar” diyor
Larrain (1995: 197)) Şu hâlde kültür ve kültürel kimliği,
bünyesinde biçimlendikleri iktisadî-siyasal ilişki ve
çatışkılardan yalıtlayarak, örneğin ayırt edici bir paylaşılan
gösterenler/simgeler dizini olarak ele alan kültüralist
yaklaşımlar, kaynakların paylaşımındaki eşitsizlik sorunu
üzerinden atlıyor, demektir.
Avrupa ulusları arasındaki rekabet ve çatışmalar ortamında
biçimlenen XIX. yüzyıl milliyetçiliği, kültür/ekonomi-politik
ilişkisinin üzerinden atlamaya elverişli ideolojik
geri-beslemeyi sağlamıştır; etnik kimliklerin, “dış”larıyla
kavgalı, ama kendi içlerinde çelişkisiz/çatışkısız olarak
tasarlanmaları ise, daha çok postmodernist “Elveda Proletarya”
hâlet-i ruhiyesiyle bağlantılı gözükmekte:
“Sınıf hareketlerinin hem erimi hem de siyasal kapsamı
konusunda giderek artan bir amnezi söz konusu; esas olarak
işyerinde ortaya çıkan ve günümüzün sınaî üretim sistemi
tarafından büyük ölçüde aşılmış olan iktisadî çıkarlara
ilişkin mücadeleler olarak anımsanıyorlar. Onların ölümü, kimi
analizcilere göre (Escobar; Touraine), enerjilerin siyasal
mücadelenin, özellikle etnik sorunlar etrafında (yoğunlaşan
-ç.) daha karmaşık ve farklılaşmış biçimlerine, ‘yeni
toplumsal hareketler’e yönelmesine olanak sağladı.” (Pratt
2003: 2).
Oysa vurguladığımız gibi; kültürel gruplar çelişkilerden arî,
uyumlu, vb. kendilikler değildir. Çünkü nihaî olarak bir
kültürün taşıyıcıları, aktarıcıları, tanımlayıcıları,
yorumcuları vb. - insanlardır, üretim-bölüşüm ilişkileri
içerisindeki, kaynaklara erişmeye, çıkarlarını yaşama
geçirmeye çalışan insanlar. Kapitalizm koşullarında insanlar
arasındaki ilişkilerde rekabet ve çatışma, normdur. Özellikle
“etnik/kültürel cemaatler” söz konusu olduğunda gözden kaçan,
bunların iktidar, iktisadî konum, otorite, toplumsal statü vb.
açısından farklılaşmış ve çatışmalı kendilikler olduğudur. Ve
“kimlik”in nasıl tanımlanacağı, içinin nasıl doldurulacağı,
grubun kendini nasıl “tahayyül etmesi” gerektiği, genellikle
grup içindeki elit(ler) tarafından çizilir.(3)
Azınlık grubunun içinde yer aldığı geniş toplum tarafından
dışlanması, tahakküm altında bulunması, yani eşitsiz
iktisadî-siyasal-toplumsal ilişkiler içerisinde konumlanması,
onun kendi içine kapanmasına, yani “geleneksel” iç
hiyerarşilerin pekiştiği bir mekân olarak etnik cemaatlerin
oluşmasına katkıda bulunmaktadır. Böylesi durumlarda
genellikle “dışarısı”, yani egemen/başat toplum ile
müzakereleri yürüten konumdaki (dinsel ya da seküler)
önderler, simsarlar (ki çoğunlukla ekonomik bir güce de
sahiptirler) otorite konumlarını pekiştirirken, cemaatin
“güçsüzleri”ni (kadınlar, gençler, çocuklar, yoksullar…)
bastırmanın zeminini oluşturmaktadır. “Dışarısı” ile gerilimli
ilişkiler, iktisadî-siyasal çelişkilerin “Medeniyetler/Dinler
çatışması” olarak serimlendiği çatışkı ortamları, “cemaat”in
en “özsel” özelliklerinin (genellikle dinsel referanslar) bu
simsarlar eliyle seçilip vurgulanması ve “dış”a karşı olduğu
kadar, “cemaat”in diğer üyeleri üzerinde bir baskı unsuru
olarak kullanılmasını getirir. İçerisinde yaşanan ülke tehlike
ve bilinmezliklerle dolu bir “düşman toprağı” olarak
algılandığı ve/veya temsil edildiği sürece, kadınların
çalışması, gençlerin eşlerini özgürce seçmesi, kız çocukların
sokağa çıkması vb. dışarıdan içeriye yönelik tehditler olarak
algılanır ve “cemaat” içeri doğru büzülerek muhafazakârlık
dozajını durmaksızın arttırır. Uluslar arasındaki gerilim ve
çatışmanın mantığı, etnik grup(lar) ile içerisinde yer aldığı
ulus-devlet arasında tekrarlanmaktadır.
Gerçekte, en azından göçmenler söz konusu olduğunda,
“cemaatleş(tir)me” süreçlerinin kapitalizm açısından
yararları, tartışmasızdır. Wallerstein (1995: 106-107),
göçmenlerin kendi kültürlerinde sosyalleştirilmelerini
sağlayan çokkültürcü uygulamaların, (talepkârlık düzeyi düşük,
uysal, düşük ücretlere ve elverişsiz çalışma koşullarına razı
bir işgücü biçimlendirmedeki ve bunun ülke içerisindeki
ücretlerini aşağıya çekmedeki rolüyle -b.n.) kapitalizmin
hiyerarşik gerçekliğinin meşrulaştırılmasına nasıl katkıda
bulunduğuna işaret eder.
Öte yandan, sosyal dayanışmada refah devletinin rollerinden
bazılarını üstlenebilen cemaat yapısının sosyal harcamaları
düşürücü rolü ve etniler arası rekabetin kapitalist sistemi
dinamize edici yönleri de vurgulanmalıdır. Etnisitenin yeniden
değer kazanmasının, neo-liberal yönelişin “sosyal/refah
devleti” kavramının aşındırarak yurttaşların sosyal
güvencelerini minimize ettiği (ya da bazı durumlarda toptan
ortadan kaldırdığı), kamusal hizmetleri özelleştirme yolunda
önemli mesafeler kat ettiği bir döneme denk düşmesi,(4) bir
rastlantı olmasa gerek. Sosyal devletin aşındırılması süreci,
sınıf temelli örgütlenmelerin (örneğin sendikalar) güçlerini
yitirmesi, ulus-devletler içerisinde sayıları hızla artan
yoksulları, etnik ve/veya dinsel cemaatler hâlinde
iç-dayanışmaya yöneltmektedir. Bunun yanı sıra, etnik
gösterenleri aracılığıyla (başörtüsü, etek altı pantolon,
kurban kesimi, sarık, mangal, bıyık, sakal…) sınırlarını
çizerek görünür hâle gelen “etnik cemaat” kriz durumlarında
öfkeli kitlelere hedef gösterilebilecek uygun bir “günah
tekesi” oluşturmaktadır…
Her durumda, bu saptamalar bizi etnisite ile sınıf, kültür ile
ekonomi-politik arasındaki ilişkiler üzerinde düşünmeye olduğu
kadar, kültürün dinamik, değişken, etkileşimsel özelliklerini
vurgulamaya da çağırmaktadır. Hiçbir kültürel grubun tecrit
bir yaşam sürdürmediği, her bir topluluk için bir ya da daha
fazla “öteki”nin varlığı, kültür bilimleriyle uğraşanlar
açısından bir kaziyedir. Küreselleşme süreçlerinin farklı
kültürlerin mensupları arasındaki doğrudan ya da dolaylı
temas, ilişki ve bağıntılılıkları şimdiye dek görülmemiş
ölçüde yoğunlaştırdığı da öyle… Bu nedenledir ki günümüzde
antropolojik ilgi, odağına sabitlerden çok değişkenlikleri,
“iç”lerden çok sınır alanlarını, tecritten çok etkileşimleri,
nüfuz edilmezliklerden çok geçirgenlikleri yerleştirmektedir.
Temas/etkileşim alanları, kültürler arası farklılıkların da
tanımlandığı, değerlendirildiği ve yeniden üretildiği
alanlardır. Mevcut ve/veya kışkırtılan önyargılar,
ayırımcılık, kişi ve grupları “farklılıklarını” aşırı
değerlendirmeye yöneltebileceği gibi (Bu bakımdan, örneğin AB
ülkelerinin göçmenlerine yurttaşlık statüsü tanırken, hatta
giderek oturma izinlerini uzatırken, onları ev sahibi
ulus-devletin tarihi, kültürel özellikleri konusunda bilgi
testlerine tabi tutup, kendi yurttaşlarının “göçmen”in
kültürü, tarihi, dünya görüşü vb. konusunda bilgilenmesini
beklememesi ile Kürtlere ‘Türkçe öğretemedik” diye hayıflanan
bir Türk’ün birkaç sözcük de olsa Kürtçe öğrenmemek
konusundaki ısrarcı tutumu arasında bir fark yoktur!); fark(lılıklar)ı
zenginlik olarak algılayan bir dünya görüşünden beslenen
tutumlar, onları bir gerilim kaynağı olmaktan çıkartır,
kültürler arasındaki alış-verişe değer katar, insanların
önlerindeki seçenekleri çoğaltır, onları donanım açısından
zenginleştirir. Bir başka deyişle kültürün(ün) mensupları
açısından tek-tipleştirici bir cendere mi, yoksa kişileri
tinsel açıdan zenginleştiren bir kaynak mı olacağı, büyük
ölçüde kültürler, daha doğrusu onların taşıyıcısı olan gruplar
arasındaki ilişkiler ve etkileşimin niteliğince
belirlenmektedir.
“Öztanım”ları farklı gruplar arasındaki ilişkiler ve
etkileşim ne ölçüde eşitlikçi ve paylaşımcı bir ethostan
beslenirse, sömürü ve tahakkümden ne denli uzaksa, hem
kültürel sınırlar da o denli geçirgenleşecek, hem de
“cemaat-içi”nde bastırılan, ezilenlerin sesi o denli güçlü ve
duyulur hâle gelecektir. Bir başka deyişle, “kültür”ün bir
grubu “öteki”lerden ayırt edici, ayrıştırıcı, giderek
“ötekileştirici”, karşıtlaştırıcı mı, yoksa grupları (giderek
insanları) kaynaştırıcı, zenginleştirici, çeşitlenmeyi,
yaratıcılığı teşvik eden bir kaynak mı olacağı, toplumun
bütününün sınıfsal yönelişinden bağımsız değildir ve
“kültür”ü, kim(ler)in tanımladığıyla bire bir bağlantılıdır.
Şu hâlde, insanlar ve/veya toplumlar arasında eşitlikçiliği,
sömürüsüzlük ve tahakkümsüzlüğü öngören bir toplumsallık
tahayyülüyle bağdaşık (daha doğru bir deyişle, iç içe),
kültürler arasında empatiyi, paylaşımı, anlamayı, etkileşimi,
birbirinden beslenmeyi öngören bir “kültürlerarasılık” (interculturalism)
perspektifinin, “kültüralizm”lerin tikelleştirici,
ayrıştırıcı, “ötekileştirici” giderek düşmanlaştırıcı
veçhelerinin panzehiri olacağının altı çizilmeli…
Buraya kadar söylediklerimi toparlamak gerekirse:
- Kültürün her bir (varsayımsal olarak) bütünleşik, korporat,
iç çelişkilerden arî topluluğun (XIX. yüzyıl sonlarında
“ulus”; XX. yüzyıl sonlarında “etnisite”) biricik, eşsiz,
ebedî, mutlak “ruhu” olarak kavranılışı, “milliyetçilik”
ideolojisinin anafikrini oluşturur.
- Bu fikir, XX. yüzyıl sonlarında, Batı kapitalizmini küresel
ölçekli bir “piyasa ekonomisi”ne dönüştürmeyi öngören neo-liberal
yönelişe eşlik eden “etnik diriliş” süreçlerinde “etnik
kendilikler” tarafından da benimsenmiştir.
- Tikel bir kültürün taşıyıcısı olarak “kültürel kendiliğin”
ezelden ebede yönelen tikel tarihsel seyr ü seferine mündemiç,
korporat, tutunumlu, türdeş, çelişkisiz bir tahayyülü olarak
kültüralizm, kültürün doğanın emek aracılığıyla
insanlaştırılması, sürünün toplumlaştırılmasındaki
etkinliğinin üzerinden atlamaktadır.
- Kültüralist kültür kurgusunun bir başka yanılsaması da,
kültürleri tümleşik, biricik, çelişkisiz ve değişimsiz olarak
tahayyül etmesidir. Oysa kültür(ler), taşıyıcıları olan
toplumların kaynaklara erişimi farklılaşmış kesimlerinin
farklı/çatışmalı yorumlarının, anlamlarının, dünya
görüşlerinin, değerlerinin vb. nizalı alanlarıdır. Her türlü
“türdeşlik” iddiası, hâkim unsurların kültüre dayattığı
“pseudo” (=sahte) bir türdeşliğin ötesine geçemeyecektir.
Kültürler (tıpkı toplumlar gibi) heterojen, çatışmalı ve
değişimseldir.
- Kültürel grupların kendilerini kültüralist terimlerle
tanımlama ve kültürlerin kendi içine kapanma eğilimleri, maddî
yaşamdaki eşitsizlik ve tahakküm ilişkileri içerisinde
belirginlik kazanır. Bütünleşik, homojen, özsel bir kültür (=
“biz”lik) kavrayışı, gruplar arası çatışmalarda grubun bütün
unsurlarını seferber etmede önemli bir ideolojik kaynaktır.
- Buna karşılık, eşitlikçi, tahakkümsüz bir toplumsallık
düşüncesi, kültürel sınırların çizilmesinden çok bu sınırların
geçirgenleştirilmesini destekleyecektir. Bir başka deyişle,
tikelleştirici/ayrıştırıcı “kültüralizm”, hâkim toplum
içerisinde farklı kültürlerin yan yana kendi varlıklarını
sürdürebileceğini ve sürdürmesi gerektiğini va’zeden bir
“çokkültürcülük” (multiculturalism) içerisinde değil, ancak
kültürel sınırların arızîliğini ve oynaklığını varsayan ve
empati, etkileşim, geçirgenlik ile karakterize olan bir
kültürlerarasılık” (interculturalism) anlayışıyla inkâra
uğratılabilir. “Ulusal” elitleri güçlendiren milliyetçi
kültüralizm ve etnik elitleri güçlendiren çokkültürcülük’ün
tersine, kültürlerarasılık, ezilenler, sömürülenler,
dışlananlar arasında bir diyalog ve etkileşim fikrine dayanır.
Böylelikle, kültür de ulusal/etnik elitlerin elinde bir silah
olmaktan, sıradan insanların, ezilenlerin, sömürülenlerin
elinde bir kardeşleşme aracına/ortamına dönüştürülebilir…
N O T L A R
1) Kıtasal Bolivarcı Hareket Kuruluş Kongresi
(Caracas-Venezüella, 7-8-9 Aralık) tartışmalarına sunulan
tebliğ.
2) Dante.
3) “Biri halkın kim olduğuna karar vermeden, halk kim
olduğuna karar veremez,” diyor Ivor Jennings. (Akt. Huntington
2004: 16.)
4) Ekvator’daki neoliberal çokkültürcü uygulamaların
yararlı bir analizi için bkz. Rodríguez (2003).
YARARLANILAN KAYNAKLAR
Huntington, S. P. (2004). Biz Kimiz? Amerika’nın Ulusal
Kimlik Arayışı. İstanbul: CSA Global yayın Ajansı.
Kagarlitsky, B. (2000). The Return of Radicalism:
Reshaping Left Institutions. Londra: Pluto.
Larrain, J. (1995). İdeoloji ve Kültürel Kimlik. İstanbul:
Sarmal.
Pratt, Jeff (2003). Class, Nation and Identity. The
Anthropology of Political Movements. Pluto Press.
Rodríguez, R. U. (2003). Educación indígena y proyecto
civilizatorio en Ecuador. Quito:
Universidad Andina Simon Bolivar, Abya Yala, Corporación
Editora Nacional.
Wallerstein, I. (1995). “Halklığın İnşası: Irkçılık,
Milliyetçilik ve Etniklik”. E. Balibar ve I. Wallerstein
(der.), Irk, Ulus, Sınıf - Belirsiz Kimlikler. İstanbul:
Metis, 91-108. |