Kişisel olsun toplumsal olsun olaylar, gelişmeler, değişimlere
yaklaşımımızın belirleyicisi, konuya ne kadar uzak ya da ne
kadar yakın olduğumuzdur. Gelişmenin bizi doğrudan ya da
dolaylı ilgilendirdiğidir. Değişimin olabilecek etkilerini
algılayıp algılayamadığımızdır. Sorumluluk duygusudur,
donamımızdır. Özetle paradigmamızdır.
Olaylar karşısındaki tutumlarımızın, neden bu denli farklı
olduğu da “Paradigma” olgusu kavranabildiği ölçüde
anlaşılabilecek, dolayısıyla da konuyu uzmanına danışmak
yerinde olacaktır:
Konunun uzmanı olduğundan kuşku duymadığımız sayın Doğan
Cüceloğlu, Yakup bey ile Timur beyin karşılıklı konuşmaları
üzerine kurguladığı “İyi Düşün Doğru Karar Ver” adlı kitabında
paradigmayı bakın ne güzel açıklamış:
“Paradigma, bireyin iç ve dış dünyasını algılayıp
yorumlamasında etkili olan tüm faktörleri kapsar. Algılama,
yorumlama, ve bilme süreçleriyle ilgili tüm etkenlerin
yarattığı, örgütlü ve dinamik düşünsel sisteme, algı düzeneği
yada paradigma adı verilir. Paradigma farkına varmadan
taktığımız bir psikolojik gözlüktür; iç dünyamızı olduğu kadar
dış dünyamızı da bu gözlük aracılığıyla görürüz.”
“Algılamayı etkileyen kişiye ait tüm iç etkenler bir araya
gelerek bir algı düzeneği oluşturduğu zaman bu sisteme
paradigma adı verilir. Paradigma dinamiktir ve çoğu kez kişi
kullandığı paradigmanın farkında değildir.”
“Paradigma bir harita olarak da düşünülebilir. Harita temsil
ettiği şeyi ne kadar gerçekçi olarak yansıtırsa o derecede
değer kazanır. Örneğin bir şehrin haritası, o şehrin kendi
değildir. O şehrin kağıt üzerine çizilmiş bir modelidir.
Şehri ne kadar gerçeğe uygun olarak temsil ediyorsa, harita o
derece kullanışlı ve işe yarar olacaktır.”
“Bursa şehrinin haritası üzerine yanlışlıkla, İzmir yazılmış
olsa ve bu harita kullanılarak İzmir’in bir noktasından diğer
noktasına gitmeye çalışılsa, ne kadar dikkat edilirse edilsin,
ne kadar hızlı gidilirse gidilsin, başarılı olunamaz. Çünkü
kullanılan paradigma, izlenen harita yanlıştır; temsil etmesi
gerektiği gerçeği, yani İzmir şehrini temsil etmemektedir. ”
İzmir’de adres bulmakta kullandığınız tutum, öğrendiğiniz
teknikler, araba kullanma hızınız ya da başka hiçbir şey
yanlış paradigmanın (haritanın) getirdiği zararı
önleyemeyecektir”.
İşte aynı olayı farklı değerlendiriş, farklı yorumlayışımızın
ve çıkarımlarımızın farklı oluşunun, olay karşısında
kimilerimiz bedel ödemeyi de gerektirebilecek eylemlerde
bulunurken kimilerimizin de sessiz kalışının nedeni
paradigmalarımızın farklılığıdır. Öyle ki, paradigma
bilindiğinde çıkarılabilecek sonucu, çıkarımdan hareketle de
paradigmayı tahmin edebilmek mümkündür. Dahası, paradigma
çıkarımın sağlıklı olup olamayacağı konusunda fikir
verebilecek en güvenilir yol göstericidir.
Evet, sayın Cüceloğlu’nun da dediği gibi çoğu zaman kişi,
paradigmasının farkında değildir. Farkında olmadığı için de
kendi özel konumu ile uyumlu öznel çıkarımlarını, bütün
benliği ile nesnel koşulların sonucu olduğunu sanır ve
savunur. Özel konumuyla uyumlu genel politika geliştirir.
Yazarımız böylelerinin düştüğü bu gülünç durumu, adını
andığımız kitapta şöyle vurgular:
“Tanıdığım bazı insanlar, paradigmalarına öylesine
bağlanmışlar, öylesine bir “paradigma tutkunluğu”
geliştirmişlerdir ki, ellerindeki Bursa haritasının İzmir’de
adres bulmaya yaramadığını yüzlerce defa gördükleri halde,
kabahati haritada değil, İzmir’de bulurlar.”
“Bir anlamda, ‘bu sokaklar ve evler yanlış yerlere konmuş,
yanlış isim verilmiş esasında bu haritada gösterildiği gibi
düzenlenmeliydi’ demektedirler.”
Bu bağlamda denebilir ki, Demokratik Açılım, Çerkes
paradigması ile tartışıldığında ancak, Çerkesler açısından
anlam kazanacak, önemli bulunacaktır. Çerkes paradigması da
Çerkesler için düşlenen gelecek kurgusunun oluşturduğu
paradigmadır. Paradigmayı oluşturan iç ve dış etkenler,
bileşenler sağlıklı algılanamadığında, gerçekçi
değerlendirmeler yapılamadığında, önemli bileşenlerinden
“dinamizm” göz ardı edildiğinde paradigma, üzerinde İzmir
yazan Bursa haritası örneği yanlış olacaktır. Yanlış paradigma
ile de doğru sonucu bulabilmek mümkün olamayacaktır. Öyle ki;
Çerkesler için düşlenen gelecek kurgusunun açıklanması, bir
olayı Çerkes kimliği ile tartışma hakkının ön koşuludur demek
yanlış olmayacaktır.
Olaylar, değişim ve gelişimlerin bizler için önemini, değerini
belirleyen de bunların kurgumuza olası etkileridir. Dahası,
sağlıklı bir paradigma ve sağlıklı bir çıkarıma karşın bireyin
davranışını asıl belirleyecek olan etken, bireyin kendisini
konumlandırdığı yerdir. Çerkes sorununun çözümü konusunda
kendisini ne kadar sorumlu saydığıdır. Sorunun çözüm sürecinde
üstlenebileceği görevleri de büyük ölçüde bu sorumluluk algısı
belirleyecektir.
Gerçekten de, gelecek kurgusu ve bu kurgunun
gerçekleştirilmesi sürecinde üstlendiğimiz sorumluluk,
bilincinde olmasak da, Çerkeslerin kimler olduğu sorusuna
verilecek yanıt dahil, sorunumuza ilişkin her söylemimizi, her
önerimizi, her eylemimizi etkilemekte, biçimlendirmektedir.
Dolayısı ile söylemleri ne denli Çerkesleri ilgilendirir
görünse de Çerkesler için gelecek kurgusu olmayanların
yaklaşımları, çözüm önerileri Çerkesler tarafından
önemsenmeyecektir. Yaklaşımları, önerileri gelecek kurguları
gerçekçi olduğu ölçüde değer kazanacak, Çerkes insanı bu
kurgunun gerçekleşmesine katkıları oranında kendilerini
benimseyecek, Çerkes Tarihi’nin önemseyeceği kişiler de bu
aydınlar olacaktır.
Ben; geleceğimizin Rusya Federasyonu ile birlikte kurgulamanın
gerçekçi olacağını düşünenlerdenim. Anavatana dönüşü, Çerkes
ulusal sorunumuzun tek çözüm yolu olarak görüyorum.
Karşılaştığımız her olayı olduğu gibi Demokratik Açılım’ı da
dönüş paradigması ile değerlendirdiğimin bilincinde olunmasını
diliyor, görüş belirtenlerin öncelikle paradigmalarının
sorgulanmasını da gerekli buluyorum.
Çerkes kimdir?
Bilimsel olarak ve anavatandaki kabule göre Çerkes, kendisini
Adige olarak adlandıran halkımıza, diğer halkların verdiği
addır. Türkiye ayrı tutulursa, diaspora ülkelerindeki anlayış
da anavatandaki ile tıpa tıp örtüşmektedir. İngilizce adı
“Circassian” sözcüğünü içeren Amerika’daki derneğimiz,
anadilde Adige derneği olarak bilinmektedir. Ürdün ve
Suriye’de de derneklerimizin Adigece adlarında geçen Adige
sözcüğü Arapça adlandırmada “Şerkes” olarak geçmektedir.
Çerkes sözcüğünün Kuzey Kafkasya’nın otokton halklarının
tümünün ortak adı olduğu tanımı ise sadece Türkiye kökenli az
sayıdaki Çerkes’in zorlama kabulüdür. Temelinde de
Türkiyelilik paradigması yatmaktadır. Özünde bu yaklaşımı
benimseyenlerin ya Çerkes halkı için gelecek kurguları hiç
yoktur ya da kurguyu biçimlendiren Türkiyelilik olgusudur.
Bir diğer bilimsel gerçek, Abaza Adige ve Wubıhların
kökenlerinin aynı olduğu, çok uzak geçmişte aynı dili
konuştuklarıdır. Ancak, köken birliği olan Wubıhların bir
bölümü Abazalarla bir bölümü de Adigelerle kaynaşmıştır. Bu
köken birliği sosyo-politik durum gerektirdiğinde, Çerkes,
Adige ve Abaza’dır tanımına olanak vermektedir. Nitekim kurucu
örgütlerin çoğu tarafından bir Adige birliği olarak
düşünülmüşken, halklarımızın politik çıkarları gerektirdiği
için Dünya Çerkes Birliği, Adige Abaza örgütü olarak
doğmuştur.
Ancak günümüzde iki kardeş halktan Abazalar bağımsız
Abhazya’ya kavuşmuştur. Adigelerin çoğunluğunun amacı ise
Dönüş ve Rusya Federasyonu bütünlüğü içinde daha özgür,
olanakları daha geniş bir halk olmak, uluslaşmaktır. Bu
durumda önceliği bağımsızlık olmayan Adigelerin, önceliği
Bağımsız Abhazya’nın daha çok ülke tarafından tanınması olan
Abazaları, Çerkes çatısını kabule zorlamaları gerçekçi
değildir, bir o kadar da anlamsızdır. Bu gerçekler karşısında
günümüzde Çerkes’i bilimsel anlamı ile Adige karşılığı
kullanmak, sosyo-politik açıdan da daha doğru bir yaklaşım
olmaktan öte bir gerekliliktir.
Çerkeslerin somut durumu, paradigmamızı oluşturan en önemli
bileşenlerden biridir. Bilindiği gibi Çerkesler geçmiş
yüzyıllarda kimi tarihçilere göre yüz elli yıl, kimilerine
göre de üç yüz yıl süren bağımsızlık savaşını Çarlık
Rusya’sına karşı kaybetmiş, soykırıma uğramış ve
sürülmüşlerdir. Çarlık Rusya’sının insansız bir Kuzey Batı
Kafkasya isteği ile dönemin bir diğer emperyalist ülkesi
Osmanlı İmparatorluğu'nun bu coğrafyadaki savaşkan ve Müslüman
insanlara olan ihtiyacı örtüşmüş ve Çerkes nüfusun % 90’ına
anavatanları terk ettirilmiştir. İngiltere ve Fransa da bunu
desteklemiş, Çerkeslerin nerelere yerleştirilmeleri konusunda
Çarlık Rusya’sı ile birlikte çıkarları ile uyumlu
müdahalelerde bulunmuşlardır.
Özellikle vurgulamak gerekir ki; Çerkesler, savaşlar boyunca
da yenilgiden sonra da ilgili ülkelerce hiçbir zaman özne
olarak görülmemiş, ülkelerinin sınırını çizen hiçbir anlaşmada
taraf kabul edilmemişlerdir. Osmanlı ile Rusya arasında
yapılmış göç anlaşmaları, 1862’de yardım talebi ile
İngiltere’ye giden Çerkes elçilere “yenildiklerinde
istedikleri ülkeye göçürülmeleri konusunda yardım” vaadi ise
Çerkeslerin hazin sonunun 1864’den çok önce planlandığını
kanıtlaması açısından ilginçtir.
Osmanlı Devleti Çerkesleri, artan Hıristiyan nüfusu dengelemek
yanında başka birçok çıkarını da gözeterek ama hiçbir bölgede
çoğunluk olmamalarına da özen göstererek bir plan dahilinde
yerleştirmiştir. Osmanlı Devleti'nin dağılması daha sonra da
nedenleri farklı göçlerle, yönetimleri ve baskın kültürleri
benzemez çok sayıda ülkeye dağılmışlardır. Nüfusun çok büyük
bir çoğunluğuna anavatanın kaybettirilmesi, uygulanan
kolonyalist politika Çerkesleri anavatanda parçalı ve azınlık
durumda bırakmıştır. Anavatandaki varlığımızı borçlu olduğumuz
sosyalist devrim sadece anavatan-diaspora kesimlerini değil,
aynı zamanda anavatanda kalanları da birbirine uzak
düşürmüştür.
Daha sonra perestroyka, dünya konjonktürünün değişmesi ve
Çerkeslerin birbirleri ile iletişim kurabilme diasporanın
anavatanına kavuşabilme hak ve olanakları…
Günümüzde, diasporada yaşayan Çerkes sayısı anavatanda
yaşayanın en az üç katı olarak tahmin edilmektedir. Anavatan
kesimi; Rusya Federasyonu üyesi Adigey, Kabardey-Balkar,
Karaçay-Çerkess ve Kuzey Osetya cumhuriyetleri, Krasnodar ve
Stavropol Krayları, federasyonun çeşitli kentleri, diasporada
da Türkiye (en yoğun nüfus) , Suriye, Ürdün, İsrail, Mısır,
Irak, Libya, Amerika, AB Ülkelerinde yaşamaktadır.
Çerkes Ulusal Sorunun Çözümü “Anavatana Dönüş”tür
Gerçekte, sadece halkımızın ülkelere dağılmışlığı ulusal sorun
çözümü konusunda samimi olanlara Dönüş’ten başka yol
bırakmamaktadır. Ayrıca hep vurguladığımız gibi, anavatana
dönüş düşüncesi sürgünün ilk günlerinde ortaya çıkmış,
girişimlerde bulunulmuştur. Ancak ne Çarlık Rusya’sının ne de
Osmanlı Devleti’nin engelleri aşılabilmiştir. Geri dönmek
isteyen Adigelerin din değiştirmeyi bile kabullenmeleri Çarlık
Rusya’sı tarafından göz önüne alınmamış, Osmanlı Devleti kimi
dönüş hareketlerini silah zoruyla bastırmıştır. Tüm bu
engellere karşın bireysel dönüşler de olabilmiştir.
Dönüş düşüncesini Çerkes Teavün Cemiyeti kuşağı, “Altın
Kuşak”, “Wızışışım k’ui xehaj / wilhepqıme afelaj / Wımılajew
sıd bğuetın / Çıle pçeuım wıuıtın. Dön kendinden olana karış /
Halkların için çalış / Çalışmazsan ne bulursun / El kapısında
durursun” diye kristalize edebilmiş olmasına karşın, dönemin
Rusya’sının iç karışıklıkları, devrim süreci, halkımızın ve
yaşanılan ülkelerin eğitim düzeyi, çok ileri düzeydeki aydın
hareketinin, halk hareketine dönüşmesini engellemiştir.
Evet, Dönüş:
Çünkü bizim olduğuna kendisine ait olduğumuza inandığımız,
sevdiğimiz anavatanımızdan uzak düşürüldüğümüzün
bilincindeyiz.
Çünkü, anavatanımızdan uzak kaldığımız ölçüde ulusal kültürel
değerlerimizden de uzaklaşıyor, yok oluşun acısını yaşıyoruz.
Çünkü, bu acının ancak anavatana kavuşmakla dinebileceğini,
ulusal kültürel değerlerimizi ancak anavatanda koruyup
geliştirebileceğimizi biliyoruz.
Çünkü, anavatanımıza sadece kavuşma çabasının mutluluk kaynağı
olabileceğini duyumsuyoruz.
Ancak, anavatana dönüşü ulusal sorunumuzun seçeneksiz çözüm
önerisi kılan sadece bu duygu ağırlıklı değerler değildir.
Halkımızın yukarıda özetlediğimiz trajik tarihi geçmişi,
günümüz somut koşulları, başta Rusya Federasyonu olmak üzere
halkımızın yaşadığı tüm ülkelerin konumu, dünya konjonktürü,
akla gelebilecek her parametre ulusal sorunumuzun çözümünün
anavatana dönüş olduğu gerçeğini beslemektedir.
Dönüş, diasporanın yeniden doğuşudur, anavatana taze güçtür.
Dönüş, tarihi haksızlığın giderilmesine yönelik bir adım,
yaraya merhemdir.
Dönüş diaspora Çerkeslerinin anavatanı ile bütünleşmesidir.
Dönüş, diaspora Adigelerinin ulusal sorununu temelden çözecek,
çok büyük bir bölümünü daha üst bir gelir seviyesine
yükseltecek, anavatan kesiminin nüfus azlığından kaynaklı
sorunlarını da en aza indirecektir
Dönüş halkımızın birliğidir. Dönüş dışındaki çözüm
önerilerinin hiç biri halkımızın parçalanmışlığına çare
değildir, dönüş dışındaki her öneri halkımızın anavatan dahil
diğer ülkelerdeki kesimini daha ilk adımda dışlamaktadır.
Özerk Çerkes Bölgesi, dahası Türkiye Federasyonu hayali
gerçekleşse bile, Türkiye’nin hiçbir bölgesinde çoğunluk halk
olmamaları nedeniyle Çerkeslerin en az % 80’inin dil ve
kültürlerini yaşatabilmek için bugün yaşadıkları yöreden
kalkıp, kendilerine ayrılan bölgeye göçmeleri gerekecektir.
Açıktır ki, Çerkes Özerk Bölgesi kurulması da salt Çerkes
olarak varlığını sürdürebilmek için halkımızın, toplumsal
hafızasında en küçük bir izi bile olmayan bir başka yöreye
yerleşebileceği beklentisi de düş bile olamayacak kadar gerçek
dışıdır.
Dönüş, dünyadaki büyük değişimlerin 1980 öncesi politikalar
içerisinde güçlendirdiği tek politikadır. Salt olabilirliği
değil olmazsa olmazlığı da en açık şekli ile ortaya çıkmıştır.
Rusya Federasyonu’nun çıkarları ile çıkarlarımızın örtüşür
olması, dönüşün gerçekleşmesi olasılığını büyütmektedir.
Çarlık Rusya’sı Kafkas savaşları sırasında Çerkeslere gelecek
yardımı engellemek için kıyıları abluka altına alan Rus
donanması bugün Abhazya’yı saldırılardan korumak için
nöbettedir.
Rusya Federasyonu’nun nüfus azlığı, şimdilik belirli bölgeleri
kapsayan Federal Dönüş programına uzak olmayan bir gelecekte
cumhuriyetlerimizin de uygulama alanına alınacakları umudunu
beslemektedir.
Türkiye Cumhuriyeti ile Rusya Federasyonu’nun ortak enerji
politikaları ticaret hacimlerinin büyümesi ilişkilerinin
alabildiğine gelişmesi uzak olmayan bir gelecekte vizenin
kalkabileceği ve çifte vatandaşlık anlaşmasının gündeme
gelebileceği umudunu büyütmektedir.
Federasyon üyesi cumhuriyetlerimizin çağrısı ve atalarımızı
vatanından eden, süren Çarlık Rusya’sının varisi Rusya
Federasyonu’nun onayı ile dönülebilmekte, vatandaşı olunan
ülkeden dönüş başvurusu yapılabilmektedir.
Dönüş artık yerel yönetimlerimizin resmi politikası olmuş,
Federasyonun resmi politikası olma umudu doğmuştur.
Türkiye’deki demokratik gelişim, ulusal sorunumuzun daha rahat
tartışılacağı bir ortam yaratacak, dönüş yapanların iki ülke
ilişkilerinin gelişmesine katkıları olacaktır.
Dönüşün ulusal getirisi ile elde etmek için ödenmesi gereken
bedelin büyüklüğü ters orantılıdır.
Dönüş bir ulusal kurtuluş mücadelesi olmakla birlikte, bizleri
kahramanlıklara zorlamayan basit, bulunulan ülke yönetimlerine
ters düşmeyi, gizli örgütler kurmayı, hapislerde çürüme,
sürülme, öldürülme gibi bedelleri göze almayı gerektirmeyen
doğal bir çizgidir.
Dönüş bir yönü ile daha iyi iş olanakları için, daha mutlu
olacakları bir kültür ortamında yaşamak için ülke değiştirmek
gibi çok sıradan bir nüfus hareketi olarak da algılanabilir.
Nitekim bugün Rusya Federasyonu’na yerleşmiş, çalışan, üreten,
geçinen, iş kuran, evlenen, Çerkes olmayan Türk vatandaşı
sayısı Çerkes Tük vatandaşı sayısından kat be kat fazladır.
Rusya Federasyonu’nun ekonomik gelişme potansiyeli de bu
sayının hızla artacağı umudunu vermektedir.
Her iki ülkenin değişen politikaları, Türkiye Cumhuriyeti’nin
komşuları ile sıfır sorun politikası Rusya karşıtı kişilerin
örgütlerin beslendiği zemini bitirecektir.
Yine dönüş, diaspora ülkeleriyle sorun yaşama olasılığı en
düşük, engellemek bir yana bu ülkelerin destekleyebilecekleri,
destekledikleri bir olgudur. Dönüşü savunmak, diaspora
ülkelerinde ulusal kültürel değerleri yaşatıp geliştirmenin,
Adige olarak varlığını sürdürmenin koşulu olan anadilde okulu,
ulusal özerk bölgeyi savunmaktan, sadece daha tehlikesiz
değil, aynı zamanda daha bütüncül, daha akılcı, daha
gerçekçidir.
Demokratik Açılıma Karşı Tutumumuz
Demokratik mücadeleyi destekliyorum. Çünkü demokrat olmak,
insan olmanın bir gereğidir. Ayrıca yıllarca dili yasaklanmış
kültürünü geliştirme olanakları kısıtlanmış, azınlık bir
halkın ulusal kültürel haklarını savunan, demokratik ortamın
dönüşe mutlaka olumlu katkısı olacağının bilincinde olan bir
dönüşçü olarak demokratik mücadeleyi desteklememek, karşı
durmak kendimi yadsımak olur.
Ancak hemen belirtmeliyim ki eylemlerde Çerkes kimliği ile yer
alınması son derece yanlıştır. Yanlıştır çünkü Çerkes kimliği
ile demokratik mücadeleye katkı girişimi antidemokratik
olacaktır. Oysa demokrasiyi benimseyen, demokratik mücadeleye
destek veren kişinin önce kendisinin demokrat olması gerekmez
mi? Demokrat olmanın birinci koşulu da adına eylemde bulunmayı
düşündüğünüz topluluğun oyuna, onayına saygı duymak değil
midir? Oysa, Çerkeslerin konumu gereği günümüzde
cumhuriyetlerimizin başkanları dahil tim Çerkesler adına
konuşma hakkı olan, halkımızın oyunu onayını almış yetkilimiz
de örgütümüz de yoktur. Somutumuz bu kadar açıkken halkı adına
konuştuğu izlenimi vermek kendimize, halkımıza, içinde
yaşadığımız topluma saygısızlık olacaktır.
Ayrıca, böylesi tahlili zor, ülke halkının kamplaştığı, ülke
yazarlarının ayrıştığı bir olayda Çerkesler adına konuşulsa
bile Çerkeslerin desteklemeyeceği bilinmelidir. “demokratik
yeniden yapılanma çağrısı'' yapan “Demokrasi İçin
Çerkes Girişimi” görüşlerimizi doğrulayan en yakın
örnektir. Girişimciler halkımızın oyu ve onayı yokken halkın
adını kullanarak girişimde bulunmuş, hem kendi halkımıza hem
de Türkiye halkına saygısızlık yapmışlardır. Halkımız da
kendilerinden desteğin en küçüğünü bile esirgemiştir.
Dahası, diasporada özellikle politik olaylarda, özellikle ülke
halkının belirgin olarak ayrıştığı konularda Çerkesler adına
yapılacak her girişimin hüsranla sonuçlanacağını bunun genetik
sosyal psikolojik nedenleri olduğunu düşünüyorum. Önce bir
tespit:
Sürgünden bu yana hiçbir diaspora ülkesinde, özellikle
diaspora devlet uygulamalarına karşı Çerkes toplumsal hareketi
olmamıştır. Hiçbir şekilde gasp edilen haklarını koruma
girişiminde bulunmamışlardır. Örneğin, meşrutiyet döneminde
kurduğumuz örgütler ve anadilde eğitim veren okullarımız
cumhuriyetin ilk yıllarında kapatılmış sineye çekmişiz. Köyler
sürülmüş karşı koymamışız. Dönem gelmiş dilimiz
yasaklanmış “peki” demişiz. Kendimizi bildik bileli
taşıdığımız soyadlarımızın Türkçeleri ile değiştirilmesini
benimsemişiz. Cumhuriyet dönemindeki ilk derneğimizi ancak
1946’da Çerkes’i hiç anımsatmayan bir ad vererek “Dosteli
Yardımlaşma Derneği adı ile açabilmişiz. Yıllardır Çerkes ile
hain sözcüklerinin birlikte kullanılmasına kendimizi
alıştırmışız. Demokratik açılım sürecinde bile iktidar
partisinin söylemlerinin sınırını aşamamışız. Çerkesler adına
Çerkes sözcüğünün bir kez bile geçmediği basın duyurusu
yapmışız… Madalyonun yalnız bu yüzü görüldüğünde Çerkeslerin
çok korkak, çok sünepe olduklarına hükmetmek hiç de Çerkeslere
haksızlık olmayacaktır.
Ancak, madalyonun bir de ikinci yüzü var. Diaspora ülke
genelini ilgilendiren, Çerkesler adına olmayan hemen her
harekette Çerkes en önde. Padişah yandaşı Aznavur da Çerkes,
Çerkes Ethem gibi. Talat Aydemir Fethi Gürcan da… On iki
Eylülün astığı üç gençten biri Yusuf Aslan da. Çerkes
Teşkilat-ı Mahsusa’da, Hamidiye Alayları’nda, Menderesin yanı
başında, Amasya’da Misak-ı Milli’de. Ordu üst kademelerinde,
Hariciye’de sanatta, sporda… On iki eylül öncesi sol
fraksiyonların hemen hepsinde ön safta… Sağda Türkeş’in
güvenilirleri… Hemen her dalda nüfusunun yoğunluğu ile
açıklanamayacak bir etkinlik…
Büyük bir çelişki değil mi?… İşte bizce, bu büyük çelişkinin
temelinde yatan şey Çerkeslerin kendilerini hala konuk
saymalarıdır. Evet Çerkesler birey olarak diaspora ülkelerini
vatan olarak benimsiyorlar. Uğruna her türlü tehlikeyi göze
alabiliyorlar. Kendilerini ülkenin ve halkın ayrılmaz parçası
sayıyorlar. Ancak ilginçtir, Çerkes halkı olarak bu ülke
topraklarında hakları olmadığı duygusunu da aynı yoğunlukta
yaşıyorlar. Büyük ölçüde bilinçaltı bir dürtü ile kendilerini
konuk saymakta, kendisini konuk eden evin düzenine karışmanın
töresine aykırı olduğunun bilinci ile Çerkes olarak
Türkiye’nin düzenine karışmayı yakışıksız bulmaktadır.
Politik olaylarda katılmada alabildiğine cesur olabilenler,
girişken olanlar ise aslında Çerkes olarak değil diaspora ülke
halkının bir bireyi olarak hareket edenlerdir, Halkımız için
bir gelecek kurgusu olmayanlardır, kendilerini diaspora ülke
ve halklarının ayrılmaz bir parçası olarak benimseyenlerdir.
Ne Çerkes Ethem ne Anzavur ne Atatürk’ün yanı başında
bağımsızlık savaşına katılanların, ne de çeşitli sol-sağ
politik gruplarda yer alanların birlikte oldukları gruplara
kişilere kabul ettirebildikleri bir Çerkes gelecek
kurgularının olmaması bu bilinçaltı dürtünün ürünüdür. Dahası
denebilir ki Çerkesler diaspora ülkeleri politik yaşamında
etkin, önde oldukları ölçüde Çerkes ulusal kaygısından
uzaklaşmaktadırlar.
Bir önemli nokta da Türkiye’deki çalkantının sadece Türkiye
ile sınırlı bir demokratikleşme mücadelesi ile
açıklanamayacağıdır. Yeniden yapılandırılan sadece Türkiye
değil dünyadır. Buna koşut Türkiye’de büyük bir iktidar savaşı
verilmektedir.
Sonuç:
Çerkes ulusal sorununun çözümü anavatana dönüştür.
Çerkeslerin geleceğinin Rusya Federasyonu ile birlikte
kurgulamak gerçekçi olacaktır.
Demokratik Açılım, dönüş paradigmasına göre
değerlendirilmiştir.
Günümüzde kendileri olarak istediği tarafta yer alma hakkı
olan hiçbir kişi grup ya da örgütün Çerkesler adına girişimde
bulunma hakkı yoktur.
Diaspora ülke coğrafyası ile sınırlı girişimler, bilinçaltı da
olsa kendisini konuk sayan Çerkeslerin desteğini
alamayacaktır.
Ülkede demokrasi olması dönüş düşüncesinin yararınadır.
Bireysel olarak desteklenmelidir.
Özetle Çerkes kimliği ile olaya yaklaşımın ilkesi Kaf-Fed’in
yaklaşımı ile Demokratik Açılıma ''Evet'', Toplumsal
Çatışmaya ''Hayır” olmalıdır. |