Babil
Kulesi’nin yıkılıp dünya dillerinin ayrışmasının üzerinden kaç
bin yıl geçtikten sonra, Türkiye’de anadilini kullanmanın bir
hak olup olmadığını tartışıyoruz. Buna da şükür, demek lazım.
Çünkü aslına bakarsanız, Türklerin başka dillerle arası pek
iyi değil. Western filmlerindeki kasaba şerifi ağzıyla
söylersek: “Biz burada yabancı dilleri sevmeyiz, ahbap!” Gerçekten de toplum olarak
bize ‘yabancı’ olan dillerle ilişkimiz patolojik bir vaka
olarak incelenmeye değer. Bir kere ‘küreselleşen’ bir dünyada,
yabancı dil bilmeyen Başbakanlara, Cumhurbaşkanlarına sahip
bir ülkede yaşıyoruz. “Tek din, tek bayrak” hamasetinin
hezeyanı içinde “tek dil”e sahip olmayı da marifet saymış,
bunu slogan haline getirmiş siyasi önderlerin ülkesindeyiz.
(Hatta tek dilin bile bize fazla geldiği söylenebilir. Bu
slogana en çok sarılanların, sahip olduğu o biricik dili ne
kadar hor kullandığını hatırlatmaya gerek bile yok; internet
ortamında gramer kurallarını katleden, “de, da, ki” eklerinin
hatalı yazımından geçilmeyen fevri milliyetçi mesajlara bakmak
yeterli.)
‘Yabancı dil’ bir iletişim ihtiyacının karşılığı değil, daha
ziyade iş başvuru formlarını doldururken eksikliğini
hissettiğimiz bir şey, bir türlü halledemediğimiz bir karın
ağrısıdır. Kimimiz Almanya’da bir ömür tüketir, ama Almanca'yı
gündelik düzeyde bile öğrenme ihtiyacı duymayız. Bir dünya
kenti olmakla övünen İstanbul, eğitimli seçkinler dahil -küçük
bir azınlık dışında- sakinleri neredeyse hiç yabancı dil
bilmeyen bir metropoldür. Kısacası, Türkler dili daha çok rakı
sofrasında salata olarak seven bir millet.
TV’deki anlı şanlı 'stand-up’çıların eğlence programlarında,
nadiren de olsa stüdyoya bir yabancı konuk düşmeyegörsün
(diyelim Rus bir müzisyen, Yunanlı bir şarkıcı/oyuncu, vb.),
garibanın şaşkın bakışları arasında, Türkçe espriler
patlatılır peş peşe. Anlamış anlamamış pek umursanmaz, ona
tercüme etme gereği duyulmaz, daha kötüsü yeri gelir onun
konuştuğu dil taklit edilerek peşi sıra kahkahalar patlatılır.
Birtakım tuhaf sesleri ağzında geveleyerek yabancı dil
konuşuyormuş gibi yapmanın mizah sayıldığı ve seyircinin buna
katıla katıla gülebildiği bir kültürel atmosferde, sözgelimi
Çince ya da Japonca gibi ‘acayip’ diller ancak bir komedi
unsuru olabilir. Bir milyardan fazla kişinin konuştuğu dile, ‘çan-çin-çon’
der geçer, makaraları salıveririz.
Azerbaycan Türkçe'sine karşı beslediğimiz küçümseyici sempati,
bir yere kadar anlaşılabilir ama bize ‘bozuk’ gibi gelen bir
dilin, onu kullanan insanlar için en az bizimki kadar doğal
bir anadil olduğunu bazen en okumuşlarımız bile unutuverir.
Azeriler onca sözcüğü bizi eğlendirmek için uyduruyorlar ya da
İstanbul Türkçe'si konuşmaya çalışırken tökezleyip böyle komik
durumlara düşüyorlar sanki.
Dünyanın adına ‘olimpiyat’ düzenlenen tek dili herhalde
Türkçe'dir.
Toplantı, buluşma, zirve, festival gibi kavramların hiçbiri
kesmemiş, ‘olimpiyat’tan aşağısı kurtarmaz diye düşünmüşler.
Olimpiyat dediğimiz şey, çok uluslu, çok kültürlü bir etkinlik
değil miydi halbuki? Diyecekler ki, Sudan’dan Japonya’ya
dünyanın her yerinden insanlar, ortak bir spor dalı (Türkçe
konuşmak) etrafında buluşuyor. Ancak mesela Norveçlilerin
-Türkçe'yi öğrenmedikleri sürece- hiçbir şekilde
katılamayacağı bir ‘olimpiyat’ bu. (İşin kötüsü, Norveç
dışında Norveççe konuşulmadığı için onların kendi ‘öz
olimpiyat’ına sahip olma şansları da yok!) Böyle alkışlanası
bir etkinliğin varlığını, herhalde dillere olan aşkımıza
değil, kendi dilimizle kurduğumuz saplantılı ilişkiye
borçluyuz. Türkçe'nin tek hakim dil olduğu bir ülkeye sahip
olmak yetmez, dünyanın geri kalanını da Türkçe konuşturmak
lazım; ki, böylece yabancı dil öğrenme problemimizi kökten
halletmiş olalım!
Atalarımızın “bir lisan, bir insan” sözünü çoktan unuttuk; bir
dil neyimize yetmiyor! Türkçe dışındaki lisanlardan öcü görmüş
gibi kaçıyoruz. O nedenle, yüzyıllardır yan yana yaşadığı
insanların ‘yabancı’ bir dili konuşuyor olma ihtimali bile
ürkütücü geliyor. Hele o dilin bizimkinin deforme bir
versiyonu olmayabileceği gerçeği, tahammül edilir gibi değil.
Birkaç sene önce, Anadolu’da bir üniversite bahçesinde
aralarında Kürtçe konuşuyor diye bazı öğrenciler ülkücülerin
saldırısına uğramıştı. Sonradan çocukların aslında Arapça
konuştuğu anlaşılmıştı ama ne gam! O dil onlara
‘yabancı’ydı işte... Yine birkaç sene oldu, ama dün gibi
hatırlıyorum: Antalya Altın Portakal Film Festivali’nin
Aspendos Tiyatrosu’nda yapılan görkemli kapanış gecesinde
Aynur Doğan sahneye çıkıp birkaç türkü söylemişti. “Ahmedo”yu
söyleyişi öylesine muhteşemdi ki, antik tiyatroda taşlar bile
yerinden kıpırdamış, parça bittiğinde herkes Aynur’u ayakta
çılgınca alkışlamıştı. En ön sıra hariç: Törendeki her
konuşmayı şakşaklayan vali, kaymakam, vs.’den mürekkep ‘mülki
erkan’ bu sefer put kesilmişti, sözüm ona sessiz protesto
uygulayarak... Şarkı iyiydi güzeldi de, dilini
beğenmemişlerdi!
Kürtçe parça söyledi diye sahneden indirilen sanatçıları,
Ahmet Kaya’nın başına gelenleri hepimiz biliyoruz. Kimileri
diyebilir ki, bu ülkede “Kürtçe sadece Kürtçe değildir,” bazı
bünyelerde alerjik bir tepki yaratıyor. Peki, memleketin diğer
dillerle, örneğin Arapça ile ilişkisine ne demeli?
Türklerin Arapça'yla münasebeti, bu patolojik durum içinde
Kürtçe'den sonra semptomları en ağır olan vaka, belki de.
‘Bizi arkamızdan hançerleyen’ Arapları sevmediğimiz gibi,
Arapça'ya da kanımız ısınamamıştır bir türlü. Ümmü Gülsüm’ü
kendi dilinden ve o büyülü sesinden değil, uyduruk Türkçe
aranjmanlarından dinlemeyi tercih ederiz mesela. Şarkılarını
yağmaladığımız diğer tüm büyük Arap şarkıcıları gibi...
Lise yıllarımdan başlayarak, en yakın arkadaşlarıma anadilimin
Arapça olduğunu anlatmakta hep zorluk çektim; ya “hadi canım
sen de!” deyip inanmazlardı veya pek de ‘yabancıya’ -hele
kafalarındaki Arap’a- benzemediğim için bunu algılamakta
zorlanırlardı. Ne yani, Türkiye’de yaşayan Araplar mı var?
Evet, hem de tıpkı Kürt çocukları gibi, ilkokula başladığında
tek kelime Türkçe bilmeyen, bunun için ekstradan dayak yiyen,
daha Türkçe'yi sökemeden her sabah “Türk'üm, doğruyum”u su
gibi okuyan Arap çocuklar var bu ülkede. Çoğu asimile oldu
şimdi ama hala varlar. Üstelik bunlar göçmen falan değil,
bilebildikleri en eski kuşaklardan beri bu topraklarda
yaşıyorlar... Üniversite yaşına gelmiş insanlara bunu
anlatabilmek için, öncelikle Arapça'nın Kuran’dan ibaret
olmadığını, Türkçe, İngilizce, İspanyolca gibi normal bir dil
olduğunu kavratmanız gerekir.
Bir keresinde Arapça harflerle yazılmış “Stanley Kubrick”
ismini fotokopiyle büyütüp, gazetede çalıştığım köşenin
görünür bir yerine asmıştım. Gelen tepkileri tahmin edersiniz!
Üzerinde Arapça harflerle bir şey yazılı her kağıt
parçasını ya Tanrı kelamı ya da gericilik timsali sayan bir
kültür, orada ne yazdığını bile merak etmez. Geçenlerde
Faslı bir yazar, Türkiye’de bir edebiyat etkinliğine
katıldığında kendi romanından okuduğu pasajların dinleyiciler
tarafından kutsal bir metin gibi algılandığını, buna anlam
veremediğini anlatmıştı.
Bu ülkenin en köklü gazetesi, “Tehlikenin farkında mısınız?”
cümlesini Arapça harflere benzeterek soldan sağa doğru
yazdığında, ‘aydınlanma’ya çağrı yaptığını iddia eder. Olsa
olsa karanlık bir zihniyetin ürünü olabilecek böylesi bir
bakışın düpedüz kültür ırkçılığı anlamına geldiğini, dahası en
hafifinden bu ülkede yaşayan Arap azınlığın anadiline hakaret
olduğunu ne gazetenin kendisi ne de takipçileri aklına bile
getirmez. Bu reklam spotu bir ara beni öylesine provoke
etmişti ki, Arapça harflerle “Ne mutlu Türküm diyene!” yazılı
bir ışıklı tabela hazırlatıp binalarının cephesine asmaları
için gazete yönetimine hediye etmeyi bile düşünmüştüm.
Kuşkusuz, anlamını bile merak etmeden tez elden imha
ederlerdi, ‘tehlike’yi bertaraf etmek için. Doğrusu, böyle bir
cümle de Türkçe'den başka bir dile yakışmazdı zaten. (Sahi,
“Türkiye Türklerindir”in Zazaca, Lazca, Arapça versiyonlarını
çerçeveletip ‘büyük gazete’ye hediye edecek bir güncel sanat
projesi yapılsa, o grubun medya organlarında haber olarak yer
alır mı dersiniz? Alın size gelecek bienal için bir ‘politik
iş’ önerisi...)
Şimdi gelin sıkıysa, pek az Türkçe bilen ama Arapça'dan Victor
Hugo’yu bile okumuş olan babamın, sizin her gün okuduğunuz
gazetelerin bir benzerini kendi dilinde okuyabilme, komşu ülke
televizyonlarına muhtaç olmadan dünyadaki gelişmeleri TV’den
takip edebilme, arada çiziktirdiği şeyleri bir yerel dergide
yayımlama, bu dili çocuklarına da öğretme hakkını savunun.
Yaklaşan tehlikeyi görebiliyor musunuz? O meşhur tekerlemedeki
tedirginlik ne kadar da yerindeymiş meğer: “Kürtlere haklarını
verirsek, yarın Lazlar, Çerkesler, Araplar da aynı şeyi
isteyebilir; o zaman halimiz ne olur?” Buyurun bakalım, daha
Kürtçe'ye kulağımız alışamadan, anadilimiz Arapça'nın da
hakkını talep ediyoruz!
Pontus Rumca'sının, Lazca'nın, Megrelce'nin, Arapça'nın,
Süryanice'nin bu topraklarda artık giderek hiç konuşulamayacak
olması, size ciddi bir kayıp gibi görünmüyorsa; okyanuslarda
beyaz balinaların sayılarının giderek azalmasına, pek çok
bitki türünün dünya üzerinden silinip gitmesine, Amazonların
yok olmasına lütfen boşuna üzülmeyin: Samimi olamazsınız
çünkü! |