|
|
................... |
|
................... |
LİBERAL
İKTİSATÇILAR VE EKONOMİ POLİTİĞİN KURBANLARI |
Ahmet İnsel
Radikal İki, 29 Ocak 2006
|
|
|
................... |
|
................... |
Ricardo’nun 19. yüzyıl başında,
İngiliz parlamentosunu buğday ithalatını serbest bırakmaya
ikna etmek için geliştirdiği “karşılıklı yararlar yasası”,
iktisatçılar korporasyonunun önde gelenleri için evrensel bir
doğruyu ifade eder. Dünyada toplam iktisadi etkenliğin
artışının kaynağının, her ülkenin en fazla verimli olduğu
konuda uzmanlaşarak, diğer faaliyetleri başkalarına
bırakmasından geçtiğini iddia eden bu “yasa”, liberalizmin
“bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” öğretisine temel
oluşturur. Korumacılık mı serbest ticaretçilik mi
tartışmasında, gümrük duvarları ve benzeri koruma
önlemlerinin, herkese ve en fazla bu korumaları getiren
ülkelere zarar verdiğini liberal iktisatçılar iki yüzyıla
yakın bir zamandır iddia ederler.
Bugün kalkınmış ülkeler, geçmişte korumacı önlemlere pek sık
başvurmuş olmalarına rağmen, 2. Dünya Savaşı sonrasında ve
1970’lerin sonundan itibaren daha da artan bir baskıyla,
dünyaya serbest ticaret ilkesini dayatmaktan geri kalmadılar.
1950’lerde Ricardo’nun önerisini geliştirerek dünyaca şöhrete
sahip olan ve ilk iktisat Nobellerinden birini kazanan Paul
Samuelson, bundan 20 yıl önce, “karşılıklı yararlar yasası”nı
iktisadi yasalar arasında düzenlenecek bir güzellik
yarışmasında tartışmasız birinci geleceğini iddia ediyordu.
Korporasyonun kanaat önderlerinin ezici çoğunluğu için, iki
yüzyıldan beri kendisine karşı yöneltilmiş eleştirilere rağmen
dimdik ayakta durduğu için, serbest ticaretin üstünlüğü
tezinin bilimsel sağlamlığı bütünüyle kanıtlanmıştı.
İktisatçılar korporasyonunun liberal kanadı için kurucu dogma
konumunda olan bu tez, liberal siyasetçilerin politika
tercihlerini meşru kılmakta başvurdukları en güçlü kalkan
oldu. Örneğin 1847’de, İrlanda’da açlığın zirveye ulaştığı ve
İrlanda nüfusunun beşte birinin kıtlık yüzünden öldüğü bir
dönemde (bu nedenle Kara 47 diye anılır), hükümetin
İrlanda’daki temsilcisi Lord Clarendon, başbakana yolladığı
mektupta durumu şöye özetliyordu:
“Ne yaparsak yapalım, eleştiriye muhatap olacağız. Bu
insanların yaşaması için müdahale etsek iktisatçılar bizi
eleştirecek, onları ölmeye bıraksak, bu kez hayırseverler.”
Buna yanıt içişleri bakanı George Gray’den gelmişti:
“İnsanları ölmeye bıraktığı için hükümet ağır biçimde
suçlanabilir ama kamu kaynaklarını bu amaçla kullanırsak, çok
daha ağır biçimde suçlanacağız”.
Buğdayda serbest ticareti sınırlama, insanlara açlıktan
ölmemeleri için yardım etme gibi tasasrruflarda bulunmaktan
imtina eden İngiliz hükümeti, katı Malthusçu bir politikayı
bilinçli biçimde benimsedi ve üç yıl zarfında, 8.2 milyonla
Avrupa’nın en büyük nüfus yoğunluğuna sahip olan İrlanda’nın
nüfusunun yarı yarıya azalmasına yol açtı. Bu kasıtlı kıyım
politikasını eleştiren ender seslerden biri olan Anglikan
rahip Townsend, durumu şöyle özetliyordu:
“İrlanda halkı, ekonomi politik ilkelerinin canice bir
aşırılıkla uygulanmasına dayanan, olabilecek en yanlış
politikanın kurbanı oldu.”
Ekonomi politik ilkelerinden kastedilen “bırakınız yapısnlar,
bırakınız geçsinler” ilkeleriydi. Ne var ki, aradan geçen
zamanda yaşanan bunun gibi bir dizi meşum tecrübe,
iktisatçılar korporasyonunun imanını sarsmaya yeterli olmadı.
Makbul iktisatçı, “bilimsel iktisatçı” bu serbest ticaret
ilkeleri üzerinde oynayan, onu daha karmaşıklaştırarak hayatın
gelişmelerine adapte eden iktisatçı olmaya devam etti.
Korporasyonun saygın bulduğu isimlerin birkaçı, arada bir bu
konuda çatlak sesler çıkardılar. Ama bu seslerin dikkat
çektiği durum, ya “anormallik” olarak damgalanıp, bir kenara
kondu ya da yasanın çalışması için gerekli tüm koşulların
eksiksiz yerine getirilmemiş olmasına bağlandı. Anormalliğin
düzeltilmesi için serbestleşmenin daha fazla alana yayılması
ve kusursuz uygulanması gereği vurgulandı.
1990 başlarında Paul Krugman, bazı sektörlerde kamu
yardımlarının, uluslarası rekabeti engellememesi koşuluyla,
daha büyük bir verimlilik sağlayabileceğini iddia ettiğinde,
dönemin en fazla gelecek vaat eden egemen akım
iktisatçılarından biriydi. Krugman temel yasayı kökten
reddetmiyor, serbest ticaretin genel olarak yararlı olduğunu
vurgularken, sektör içi özelikler nedeniyle birkaç istisnanın
olabileceğini söylüyordu. Dogmanın bekçilerinden Bhagwati, o
zaman 40 yaşından genç olan Krugman’ı “irrasyonel gençlik
taşkınlığıyla” suçlamakta gecikmedi.
Ama aradan geçen on yıl zarfında yaşanan gelişmeler, serbest
ticaret dogmasının sanki biraz gözden düşmesine yol açıyor.
Son Hong-Kong zirvesinde varılan içi boş anlaşmada olduğu
gibi, DTÖ serbest ticaretin hizmetler sektörünü kapsayacak
şekilde dünyada genişletilmesi konusunda tökezlemeye devam
ediyor. ABD’nin kendisi, 2000’lerin başında, Bush yönetiminde
çelik üretiminde sübvansiyonlar ve koruyucu gümrük duvarlarına
başvurmaktan geri kalmadı. Başkan Bush, uluslararası
terörizmin önemli bir kaynağının iktisadi ve sosyal olduğunu
vurgularken, Katrina kasırgası sonrasında, “iktisadi
serbestiyetin” kendiliğinden toplumsal ilerleme yaratmadığını
ABD’liler kendi ülkelerinde gördüler. Bunu, Birleşmiş
Milletlerin Afrika İktisadi Kalkınma Raporunda, kalkınmanın ön
koşulu olarak dışa açılmayı empoze etmenin nasıl bağnaz ve
kolaycı bir yaklaşım olduğunun altının çizilmesi izledi. Buna
ilaveten, yabancı yatırımların hikmetinden sual edilmez yararı
raporda sorgulandı ve kalkınmada ön koşul olarak kamu
kurumlarının rollerinin güçlendirilmesinin esas olduğunun
önerilmemesine hayret edilmesi gerektiği belirtildi.
Ama serbest ticaret ilkesinin tartışılmaz üstünlüğü dogmasına
öldürücü darbe, Çin, Hindistan ve Brezilya’nın, serbest
ticaret yoluyla başta ABD olmak üzere, gelişmiş ülke
pazarlarını istila etmesi ve hizmet sektöründe bile istihdamın
gelişmiş ülkeleri terk etmeye başlamasıyla geldi. Daha önce
“karşılıklı yararlar yasasına” güzellemeler dile getiren
Samuelson, 2004 yazında yayımlanan makalesinde, “egemen akımı
içinde yer alan iktisatçıların” (bilimci iktisatçılar bu
egemen akım tabirini sevmezler, çünkü iktisat bilimi tektir)
iyimserliğini yersiz bulup, “uluslararası ticarete bağlı
yararların toplamının kayıpların toplamından kaçınılmaz olarak
yüksek olmayabileceğini” belirtti. Çünkü artık karşıda Çin
vardı ve Çin hem ucuz işgücü üstünlüğe dayalı harcıalem
üretimi hem de yüksek teknolojik ürünlerini aynı zamanda
gerçekleştirecek büyüklüğe sahipti. Çin veya Hindistan, küçük
bir ülkenin karşılaştığı göreli kaynak kıtlığı sorunuyla, ne
emek ne sermaye konusunda karşılaşıyordu. Bu durumda, Fransız
iktisatçı Patrick Artus’un son çalışmasına koyduğu başlık,
Batı kamuoylarının aklından geçeni ifade ediyordu: “Çin
hepimizi yok edecek mi?”.
Saygın iktisatçı korporasyonunun da üyesi olduğu gelişmiş Batı
toplumu orta sınıfını birdenbire kendi gelecekleri korkusu
sardı. Çünkü bu rekabet, sadece kol emeği istihdamının
gelişmiş ülkelerden göçmesine değil, beyaz yakalı istihdamın,
yüksek vasıflı emek isteyen işlerin de göçmesine yol açıyor.
Uluslararası rekabet emekçiler ve alt sınıflar üzerinde baskı
yaptıkça ellerini oğuşturanlar, şimdi sıra kendilerine
gelince, “acaba iktisat biliminde egemen yaklaşımı benimseyen
iktisatçılar fazla iyimser mi” ya da dogmatik mi diye
mırıldanmaya başlıyorlar. Bütün bunlara ilaveten, serbest
ticaretin yarattığı global çevre kirliliği ve fosil enerji
kaynaklarının hızla tüketilmesi sorunları da işin cabası.
İşin düşündürücü yanı, serbest ticaretin yaygınlaşması,
yaratılan yeni gelir kaynaklarının gelişmekte olan ülkelerde
de dar bir kesimin elinde toplanmasına yol açtığı için, mutlak
yoksulluğu bir ölçüde azaltsa da, gelir dağılımı eşitsizliğine
bağlı göreli yoksulluğu hızla arttırıyor. Bu da, uluslararası
serbest rekabet ve serbest dolaşım ilkelerinin herkes için
göreli bir yarar ifade ettiği iddiasını bir kez daha sarsıyor.
Ama bu rejimin bir kesime, hem Kuzey’de hem Güney’de
tartışmasız yarar sağladığı kesin: sermayedarlar. Her ne kadar
sonunda talep duvarına çarpacağına bazı iktisatçılar dikkate
çekse de, yatırımların ortalama kârlılık oranı başdöndürücü
biçimde artmaya devam ediyor.
İngiliz hükümetinin eleştirilerinden ürküp, İrlanda halkında
açlık yoluyla büyük kırım politikası uyguladığı ekonomi
politik ilkeleri, o gün olduğu gibi bugün de mülklüler
sınıfının yasalarını dile getiriyor. Bu nedenle, bu
iktisatçıları önümüzdeki dönemde himayecilik yasalarını
savunurken görürseniz, sakın kanmayın. Himayeciliği de aynı
sınıf gözlüğünden savunuyor olacaklardır. |
|
|
|
|
|
|
|