|
|
................... |
|
................... |
DİRİ DİRİ
GÖMÜLEN MEDİNE YA DA MEDENİYET |
Derviş
Aydın Akkoç |
|
|
................... |
|
................... |
Birkaç ay önce Adıyaman’ın Kahta
ilçesinde on altı yaşında bir genç kız, ailesi tarafından
(babası ve dedesi) katledilir. Genç kız Medine Memi, derme
çatma evlerinin avlusundaki bir kümesin altına gömülür
öldürüldükten sonra. Cesedi iki ay süreyle evin avlusundadır.
Gündelik hayatın rutini, o bir ölüyken de sürer. Ekmekler alınır, sabah olunca
yüzler yıkanır, gece yatağa girilir, yastığa baş konulur…
Vicdan paramparça zaten, istif bozulmaz. İnsan her şeye alışır
derler. Ev ahalisi de bir cesetle yaşamaya alışır. Soranlara
‘evden kaçtı’ denilir. Oysa evde. Orada. O kümesin altında.
Kolları bağlanmış genç kızın zamanla kırkı çıkar, etleri
kemiklerinden sıyrılır… Evdekiler hala sükunet içinde.
İhbar üzerine avluda kazı yapılır. İki metrelik bir karanlık
çukurdur Medine’nin mezarı. Gömüldükten sonra üzeri betonla
örülür. Görevliler, beton altında oturur bir vaziyette
bulurlar Medine’nin çürümeye yüz tutmuş cesedini. Ölü
çıkarıcılar, eldivenleri, steril kıyafetleriyle…
Soğukkanlılar. Her zamanki gibi…
Kefen yok, bir eşarp var sadece boynunda… Gömülmez aslında,
öylece toprağa bırakılır Medine. Ailesini çok ama çok
kızdırmış olmalı ki, böylesi bir ölümle karşılaşmış. Semtinin
civan delikanlılarıyla mütemadiyen muhabbet ediyormuş
rivayetlere göre. Ağır bir suç işlemiş. İlk cezası kaba
dayakmış. Sürekli dayak yiyormuş ebeveynlerinden. Şikayette
dahi bulunmuş bunun için. Ne var ki, şikayetleri beyhude,
dinleyen, anlayan yok… Az şey değil Kahta gibi Müslüman bir
semtte bir delikanlıyla temaşa etmek, iki çift lafla gönül
eğlendirmek… Toplum böyle gevşeklikleri kaldırmaz. Zira pek
muhkemdir kendisi. Namus var, gelenek var, saygısızlık var,
alınlara leke sürmek var, hülasa erkek var… Suçunun cezası mı?
Toprağa kefensiz atılmak...
Ölü gömme ritüellerinin hiçbirisi uygulanmaz. Bir leş
parçasına ne yapılırsa Medine’nin günahkar bedenine de onu
yaparlar. Ölü yıkayıcılar yok, bağlanan bir çene yok, dökülen
gözyaşları yok, tabut yok, ardından okunan dualar yok… Lanetli
bir ölü! Bundandır boylu boyunca uzatılmaz toprağa. Oturur bir
vaziyetteyken atılır üzerine kürek kürek topraklar…
Şu meşum ‘töre cinayeti’ kavramsallaştırmasının sınırlarını
zorlayan bir cinayetti bu. Basına yansıyanlar, meselesinin
sıradanlaşmış bir vahşet olduğundan ibaretti. Haber
bültenlerinde “insanın kanını donduran cinayet” diye
geçiyordu. Oysa şaşırtıcı, hatta korkutucu bir şey yoktu
ortalıkta. Kan donuyordu sadece. Fakat bir sonraki haberin
harareti, donmuş kanı yeniden çözüyordu. Gündemin tükenmeyen
yoğunluğu, baskınlar, gözaltındaki generallerin
mağduriyetleri, Emine Erdoğan’ın ipek türbanından ötürü
incinen gururu, mecliste yumruklaşan vekiller… Kamusal alan,
özgürlükler meselesi…
Bir kız çocuğu öldürülmüştü, hepsi buydu. Bu gibi cinayetler,
Türkiye’nin aşina olduğu şeyler arasındaydı. Ne de olsa, her
gün onlarca insan öldürülüyordu. Sokaklarda, gece kulüplerinin
kapılarında, molotof patlayan otobüslerde, futbol maçlarında,
trafik kazalarında, adliye koridorlarında… Toplum, cinnetin
gölgesinde yaşıyordu. Dehşet, gündelik hayatımızın bir
parçasıydı. Aslında hiçbirimizin kanı donmuyordu. Düpedüz
yalan söylüyorduk. Şaşırmıyorduk üstelik.
Ne var ki, bir süre sonra otopsi yapılır genç kızın lanetli
bedenine. İki büklüm gömüldüğü çukurundan çıkarılan bedenine
neşterler vurulur. Ciğerlerinden ve midesinden toprak çıkar.
İşte burada biraz düşünmeye değerdi. Kanımız donmasa dahi, iki
saniyelik bir hayret… Bir ölünün midesinde ve ciğerlerinde
toprak bulunması… Acaba? Hayır. Bu kadarı olmaz, olamaz.
Medeniyet, ama ondan da önce insanlık… İnsan kuduz bir köpeğe
bile… Hangi çağda yaşıyoruz hem? Mümkünü yok böylesi bir
şeyin. Ve neden sonra yetkili bir ağzın dudakları arasından
dökülen bıçak keskinliğinde bir cümle: “Elleri bağlı, canlı ve
bilinci açıkken gömüldü…” Aydınlanmış bilincimizin karanlık
tarafına kapattığımız imgeler ardı arası kesilmeden dimağımıza
vurur o iki saniyelik kesitte: Eski çağlar, vahşi çöl
Bedevileri, develer, kervanlar, altının şatafatı, sefih ve
zorba kent sakinleri, köleler ve kız çocuklar, diri diri
gömülenler… Nasıl olur? Oldu işte!
Kızlık zarlarına takılmış medeniyet… Zillet içindeki erkeğin
medeniyeti! Güçsüz, sefil ve korkak… Dünyanın uzak
coğrafyalarında, ahlaktan nasibini almamışların diyarında
olsa, sansasyon olurdu Medine’nin cinayeti. Ateş topu olurdu.
Düştüğü yeri yakıp kavururdu. İnsan denilen iki ayağı üzerine
doğrulmuş mahluku sorgulattırırdı. Beşer misin yoksa insan
mısın? Tek meziyetin iki ayağının üzerinde yürümek midir?
Beşer sözcüğünün sözlük anlamı: “derisi kürklü olmayan, kıl
ile kaplı olmayan varlık.” Beşerin gayesi insan olmaya doğru
yol almak, çaba ve emek sarf etmektir. Fakat insan olmak,
başka bir şeydir. İnsan, bilinci, iradesi ve benliğiyle
insandır. Bir durağanlık değil, sürekli bir oluştur. İnsan
olmak, seçebilmenin, yaratabilmenin, şekillendirebilmenin
iradesiyle hep daha iyiye, makul olana yönelmektir. Beşer
olmak, hayvanla araya çekilen bir sınırdır. Hepsi bundan
ibarettir. Bir İslam filozofu, yanlış hatırlamıyorsam
Mutaharrî idi, “inekten inek doğar ama insandan insan doğmaz”
yargısında bulunur. Bir bakıma durumu özetliyor bu yargı.
İnsan doğulmuyor, olunuyor. İdrak, şuur, hayır diyebilme,
karşı çıkma istemiyle şekilleniyor insan.
Medine’yi diri diri toprağa gömenlerin medeniyeti, beşerin
medeniyetidir. Ahlaki, dini, geleneksel vecibeleriyle beşeri
medeniyetse yabani ve hoyrattır. Kurbanlardan mutlak itaat
talebinde bulunulur. Boyun eğmek ve susmak erdem diye
gösterilir. Bu kültürel evrende katliamlar, kıyımlar, yakılıp
yıkılmış kentler, asit kuyuları, toplama kampları vardır. Bu
nedenle nasıl bir toplum halini aldık sorusu, yanlış bir
sorudur. Bu sorunun muhatabı bulunmamaktadır. Kaldı ki,
medeniyetin bu çeşidi, hep böyleydi aslında. Namus kavramına,
bin yıllık küflü değer yargılarına sarılarak yaşanıyordu
oralarda. Şöyle bir baksak “Beşer Katliamları Tarihine”. Gazlı
bezler tutuşuyordu Sivas’ın sokaklarında, Maraş’ın yoksul
hanelerinde hamile kadınların karnından süngülenmiş ceninler
çıkarılıyordu; hapishanelerde demir çubuklarla, sopalarla
katlediliyordu insanlar. Yağlı urganlara vuruluyordu gencecik
bedenlerin boyunları. Yağma ve talan, tecavüz ve baskın,
işkence ve kör şiddetten mürekkep bir geçmiş var ardımızda.
“Beşerdir, şaşar” diyerek vaziyeti kurtarmak artık kabil
değil. Bu nasıl bir şaşkınlık ki, bir baba ve onun babası bir
kız çocuğunu “bilinci açıkken” toprağa gömebiliyor?
Mezbahalarda dahi hayvanların bilinci uyuşturularak kesimler
yapılıyor.
Öte yandan ‘insan hayatının kıymeti’ diye bir şey var. Söz
gelimi, Yunanistan’da bir çocuk, polisin açtığı ateş sonucu
yaşamını kaybetmişti. Ülke ayağa kalktı. İsyan oldu, tavır
alış oldu. Sokaklar yandı tutuştu. Otorite bir daha kalkışamaz
küçücük bir çocuğu böyle aymaz bir biçimde katletmeye. İnsan
hayır diyor oralarda, yapamazsın diyor. Yaparsan da karşı
çıkarım, isyan ederim diyor. İnsan olmanın asli öğesini, isyan
etme hakkını kullanıyor.
Bizim buralarda olmuyor böylesi şeyler. Batman’da, Şırnak’ta
genç kızlar ahlaktan, değerlerin zincirinden kurtuluşu
bedenlerini cayır cayır yakmakta buluyorlar. Bedenlerini
tutuşturarak sahip çıkıyorlar kendi öz benliklerine. Bu da bir
direniştir. Dahası varlık meselesidir. A. Camus’un
“başkaldırıyorum, o halde varım” diyen yargısının tezahürüdür.
İnsan olmanın, insanî yaşam isteminin dışa vurumudur. Beşeri
medeniyeti insani ve yüksek bir medeniyete dönüştürme
çabasıdır. 8 Mart 1857’de çoğu yanarak hayatını kaybetmiş
kadın proleterlerin direnişlerinin devamıdır. Direniş hala
sürüyor. Zira zorba ve haşin erkeğin köhne medeniyeti berbat
sömürü ağlarıyla kanını emmeye devam ediyor kurbanlarının… Bin
yılları bulan zorbalık devam ettikçe, direniş de devam edecek.
Direnmenin bin bir türlüsü var. İnsanın en temel
özelliklerinden birisi, “özgürlükle” kurduğu ilişkidir.
“Hürriyeti kulluğa taş çatlasa satmam” diyor Mevlana
Celaleddin-i Rumi. Taş çatlasa da, kulluğun gölgesine girmeye
yanaşmıyor insan. Kulluk mu hürriyet mi meselesinde tercihini,
icabında ölüm de olsa hürriyetten yana koyuyor. Gece
karanlıklarında saçlarını tutuşturan kadınları başka nasıl
anlayabiliriz ki? Bir başka ifadeyle söz konusu hürriyetse,
gerisi lafı güzaf… |
|
|
|
|
|
|
|