|
|
................... |
|
................... |
ANAYASAYI YAPMAK/YAZMAK |
Nilgün Toker Kılınç |
|
|
................... |
|
................... |
Cumhuriyet’in kurucu anayasasından
bu yana ilk kez ordu tarafından değil bir siyasal iktidar
tarafından bir “anayasa yapma” edimine şahit olacağız gibi
görünüyor. Anayasa yapan güçler arasındaki farktan dolayı olsa
gerek, bu bir “sivil anayasa” girişimi olarak okunuyor. Aslında bu noktada önemsenmesi
gereken bir şeye, anayasası sürekli yeniden yazılan ama hep
aynı Cumhuriyet’i yaşayan bir toplumun anayasasının bu kez
askerlerce değil, sivillerce yazdırılacak olmasına tanık
oluyoruz. Aslında bir metin yazılıyor ve yazdırılan bu metnin
ülkenin “yeni” kuralları olacağı iddia ediliyor. O halde
anayasa derken işaret edilen şey aslında bir metin ve bu
metnin yazarlığı...
“UZMAN” ANAYASALARI
Memlekette yapılan anayasaların çoğunun, onu kaleme alan
“uzman”la da hatırlandığını unutmayalım. 12 Eylül Anayasası’nı
yazdıran askerlerdi ama yazan Orhan Aldıkaçtı başkanlığındaki
bir anayasa profesörleri komitesiydi. Yeni anayasamız da
görünen o ki, Ergun Özbudun başkanlığındaki başka bir grup
anayasa profesörleri komitesince yazılan bir anayasa olarak
tarihe geçecek. İktidar cephesindeki teknokratlara anayasa
yazdırma tavrı, bir şekilde muhalefet cephesinde de söz
konusu. Örneğin DİSK, bu kez solcu teknokratlara anayasa
önerisi yazdırıyor ve eminiz başka bir çok komisyon var
ortada. Uzmanlığın siyasetin emrine sunulması şeklindeki
profesyonel bir edimle mi karşı karşıyayız, yoksa bir
anayasanın nasıl olması gerektiğine ilişkin bir bilgiye sahip
olma iddiasına dayanan “ben yazmayacaksam kim?” anlayışının
sonucu olan bir görev yüklenme edimiyle mi karşı karşıyayız?
Bir teknokrat için yapma edimi, kelimenin tam anlamıyla imal
etme edimidir. Eğer anayasa yapmayı, teknik aklın anayasa imal
etkinliğine indirgersek, anayasadan anladığımız şey, bir
toplumsallığın nasıl örgütleneceğine ilişkin bir “bilgi”den
hareketle oluşturulan bir düzenek olur. Bu anlamda anayasa
toplumun ortak bağının ifadesi değil, toplumu düzenleyen bir
aygıt olacaktır. Anayasanın bir düzenleyici aygıt, bir düzenek
olduğu toplumsallık biçimleri bir güç tekeli olarak devletten
hareketle tesis edilen, devletin toplumun üstünde ve ona önsel
bir yapı olduğu anlayışına dayalı toplum biçimleridir.
Devletin taşıdığını var saydığı toplumsal müştereklik, hatta
birlik idesine göre toplumun düzenlenmesi olarak böyle bir
anayasa modeli, sivil anayasa modeli değildir. Anayasanın
toplumu oluşturan öğelerin birbirleriyle yaptıkları bir
sözleşme olarak tesis edildiği durumlarda anayasanın niteliği
sivil olabilir. Liberal sivil toplum anlayışlarının sonucu
olan bu toplumsal sözleşme olarak anayasa fikri, öncelikle ve
doğası gereği toplumun ortak iyisine ilişkin bilgi iddiasını
dışta bırakır. Bireylerin bir toplum oluşturmak üzere
birbirleriyle yaptıkları anlaşmanın temelinde ilgi, çıkar,
dolayısıyla kanaatlerin ortaklaştırılması yatar. Söz konusu
olan bir bilginin tesisi değil, ortak bir değerin tesisidir.
Bu nedenle sivil anayasa yapma edimi, toplumun kurucu edimi
olarak hak sahiplerinin hakların ifadesi olacak yasayı tesis
etme edimidir. Hak, insanın sahip olduğu değerin ifadesi
olduğuna göre, yasa bu değeri sözleşen tüm taraflar için
bağlayıcı kılmanın ifadesidir. Yeniden söyleyelim, bir
anayasayı sivil yapacak şey, askeri elbise giymeyenlerce
yapılması değil, toplumun kendisinin yapmasıdır. Toplumun
kendi kendisine kural koyması olarak demokratik/sivil anayasa,
toplumun üyesi olan herkesin bu yasa koyma ediminin faili
olmasını gerektirir.
Anayasa toplumsal biraradalığa önsel, bu biraradalığı kuran
bir yapı değildir; toplumsal biraradalığın kurulması politik
etkinliğin kendisidir ve anayasa bu anlamda politik bir kurma
ediminin normatif ifadesidir. O halde anayasa yapmak bizzat
politik bir etkinliktir; bir teknik imal etkinliği değil,
kurma etkinliğidir.
Bir anayasa “taslağı” hazırlayıp, bunu halkın görüşüne sunma,
sanki ilk bakışta demokratik bir girişim gibi görülebilir.
Ancak yurttaşların sadece bir onaylama/reddetme edimiyle
ilişkilenebileceği bir “halka sunma” pratiği, demokratik
anayasa yapma ediminin talep ettiği politik alanın diyalojik
karar verme süreçlerinin dışta bırakılmasıdır. Çünkü politik
alanda kamusal bir tartışma yoluyla karar verme süreci,
yurttaşların ortak olanın ne olduğuna ilişkin ortak bir karara
ulaşmak üzere kanaatlerin karşılaşmasıdır ve bu alanın olmazsa
olmaz niteliği, herkesin eşit katılımına açık olmasıdır.
Anayasanın ilkelerine kamusal bir diyalog aracılığıyla karar
verilmesi, aslında toplumun ortak adalet ilkesinin ne olduğuna
ilişkin herkesçe paylaşılabilir bir fikre ulaşacağı özgür bir
tartışma edimidir. Bu tür bir tartışma hem güç bakımından hem
de bilgi bakımından taşınabilecek her türlü hiyerarşik
bağıntının dışta bırakılması sayesinde özgür olabilir. Bu
durumda, bir çoğunluk gücünü elinde tutanlarca bir uzmanlar
grubuna yazdırılan bir metin, kamusal alana sunulduğunda,
önceden kurulmuş bir “söz”ün onaylanma ya da onaylanmaması
şeklindeki tartışmayı, diyaloğu dışlayan bir pratik söz
konusudur. Bu tür bir pratik, bir anlamda sözü onaylayan ve
onaylamayanların tespitidir ve aslında tarafların
belirlenimidir. Böylece, daha baştan toplumun bir kısmı için
kendi yasası olamayacak bir yasaya boyun eğme hali ortaya
çıkacaktır ki, artık anayasa toplumun herkesin paylaştığı
ortak değerlerin değil, bir grubun diğerine tahakkümüne yol
açacak olan bir düzen aygıtı olacaktır. Bu türden bir anayasa
ayrımcı, dışlayıcı olmasının yanı sıra, bir güç tekelinden,
devletten hareketle oluşturulan anayasalar kadar kontrol
edici, baskıcı olacaktır.
Bir siyasal iktidarın elde ettiği çoğunluk gücünü dayanarak
kendisini anayasayı yapma iradesi olarak tanımlamasıyla, bir
askeri gücün sahip olduğu “fizik” güce dayanarak anayasayı
yapma iradesini kendisinde bulması aslında nitelik bakımından
farklı değildir. Çünkü despotik bir çoğunluk gücüne dayalı bir
anayasa yapma iddiası, bizzat bir düzenleme etkinliği olması
bakımından askeri gücün taşıdığı iddiadan farklı bir şey
değildir. Her iki durumda da ortaya çıkan şey bir tahakküm
aygıtı olur çünkü.
Bir anayasanın taşıdığı zihniyeti belirleyecek şey onun
yapılma biçimidir. Bir metin olarak anayasada yazılan her
şeyin uygulanma pratiğini belirleyecek olan da bu zihniyettir.
Bir “güç”ün yaptığı anayasa, içinde yazılan ne olursa olsun bu
gücün belirleyiciliği altında olacağından, yasayı uygulayan,
yasayı yapan güce referansla yasayı yorumlayacaktır. Bunu, 12
Eylül Anayasasında Avrupa Birliği’ne uyum için yapılan
düzenlemelerin yaşama geçirilmesi pratiğinde açıkça
görebiliriz. Burada söz konusu olan şey sadece ideolojinin
belirleyiciliği değildir, yasanın yorumunda ve uygulanmasında
yasayı yapan iradenin gözetilmesidir.
ANAYASA VE SOL
O halde bir anayasanın zihniyetinin demokratik olması, ancak o
anayasanın toplumun tüm yurttaşlarının eşit katılımı ve
kararıyla oluşturulmasıyla mümkündür. Ancak bu durumda anayasa
adalet ilkesini, herkesin eşit ve özgür yurttaşlar olduğu
bilincini içerebilir; ve yargı bu eşitlik ve özgürlük ilkesine
dayanarak “düşünür”. Her bir yurttaşın her hangi bir hakikat
ya da biligi aracılığıyla belirlenmemiş otonom düşünme ve
iradesiyle tarafı olduğu, dolayısıyla yazarı da olacağı bir
anayasaya yapma edimiyle ancak anayasanın zihniyeti
demokratlaştırılabilir.
Yurttaşların özgürlüklerini, dolayısıyla haklarını açığa
vuracakları bir anayasa yapma edimi, bu ülkede yurttaşların
iradesini belirleyen, kontrol eden, hatta yok eden
mekanizmalardan özgürleşmelerini gerektirir. Bu, yurttaşların
kendi anayasalarını yapmak için politik alana girme güçlerini
yeniden ele geçirme, politik varoluşlarını ortaya koyma
mücedelesidir. Anayasa yapmak politik bir etkinlik, hatta
politikanın kendisiyse, yurttaşların anayasanın yapıcısı olma
talebi politik alanın açılması, kurulması talebinden başka bir
şey değildir. Tam da bu nokta, politik alanı kurma iradesini
geri alma talebi, solun anayasa yapma süreciyle nasıl
ilişkilenebileceği hakkında önemli bir dayanak oluşturabilir.
Ülke solu, 12 Eylül ve anayasasının yol açtığı yıkımı aşma
mücadelesinde temel itirazını 12 Eylül anayasasının reddi
olarak sundu. Bu anayasanın özel olarak solda ama genel olarak
toplumsa yol açtığı mağduriyetin ilanı şeklindeki bir itirazdı
bu. Sol, kendi mağduriyetinin giderilmesi için 12 Eylül’le
hesaplaşma ve anayasasının ilgası talebini merkezi politik
talebi yapmış görünüyor. Geçmişle hesaplaşma, geleceği kurma
talebi içermediğinde politik değildir. Çünkü politikanın
içerdiği eleştiri, itiraz ve reddiyeden fazla bir şey, kurucu,
dönüştürücü bir eylemdir. Politika, mağduriyetin giderilmesi
şeklindeki esasında hukuksal bir etkinliğe indirgenemez.
Politika kurucu etkinlikse, geleceğe referansı merkezidir.
Mağduriyetler giderilmeden, eşit yurttaş haline gelmeden bu
türden bir gelecek yönelimi içine girilemeyeceği doğrudur.
Ancak solun mağduriyetinin giderilmesi, gerçekte onun politik
alandan dışlanmasını aşmakla mümkün değil midir? Sol, ancak
bir politika olarak varlığını görünür kılabildiğinde 12 Eylül
ve önceki tüm darbelerin yıkıcılığını alt etmiş olmaz mı?
|
|
|
|
|
|
|
|