|
|
................... |
|
................... |
İSMAİL
BEŞİKÇİ İLE TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİ ÜZERİNE |
Roşan
Lezgin |
|
|
................... |
|
................... |
Roşan Lezgin: Sayın İsmail
Beşikçi, epey zamandır yazılarınızı izlemeye çalışıyorum,
Kürtçe’ye çeviriyorum. Kimi zaman, sanki, tam olarak bir
şeylerin izah edilmediği/ edilemediği duygusuna kapılıyorum.
Mesela, tekrar ederek Türk milliyetçiliğinin katılığından,
değişmezliğinden, yumuşamazlığından söz ediyorsunuz. Örneğin, “Çağdaş Yaşamı Destekleme
Derneği Kürtlere Ne Veriyor?” başlıklı yazınızda da daha önce
yayınlamış olduğunuz yazılarınızda da bazı karşılaştırmalar
yapıyorsunuz.
Örneğin, şöyle diyorsunuz: “Nelson Mandela’yı 27 yıl
cezaevinde tutan anlayışın temsilcisi De Klerk, Nelson
Mandela’nın yardımcılığına geldi. Bu, “dünyanın en ırkçı
devleti” denen Güney Afrika’da resmi görüşün çok da katı
olmadığını göstermektedir. Nelson Mandela’yı 27 yıl cezaevinde
tutan anlayışın Cumhurbaşkanı De Klerk’in, seçimler sonunda
Cumhurbaşkanı seçilen Nelson Mandela’nın yardımcılığını kabul
etmiştir. Türkiye’deyse, resmi görüş çok katıdır, hiç
değişmemektedir. Katı, değişmeyen resmi ideoloji, hızla
değişen bir toplumu yönetmeye çalışmaktadır.”
Tabi burada “resmi görüş” denilen şey “Türk
milliyetçiliği”dir. Ben böyle anlıyorum. Bu belirlemeniz,
somut, olgulara dayanan bir tespit ama benim merak ettiğim şey
şu: İşte bu, “katı, değişmez Türk milliyetçiliği”ni yaratan
tarihsel arka plan, sosyolojik, psikolojik nedenler nelerdir
acaba?
İsmail Beşikçi: 19. yüzyılın ortalarından itibaren
Osmanlı aydınları imparatorluğun bekası üzerinde, yani
imparatorluğun kalıcılığı, ölmezliği üzerinde düşünmeye
başladılar. Osmanlıcılık ilk fikir hareketiydi. “Dil ve din
farkı gözetilmeden herkese Osmanlı diyelim” deniyordu ama
Balkanlarda Yunanlılar, Bulgarlar, Romenler, Sırplar,
Makedonlar, Hırvatlar arasında gelişen milliyetçilik
hareketleri Osmanlıcılık düşüncesinin yaşam bulmasını
engelliyordu. Balkanlarda gelişen bu milliyetçilik
hareketlerinden geriye dönüş olmadığı anlaşılınca
İmparatorluktaki Müslüman halkları bir arada tutabilmenin
yolları arandı. İslamcılık akımı böyle gelişti. İkinci
Abdülhamid döneminde (1876-1908) bu akımın geliştirilmesi için
büyük çaba harcandı. Araplarda ve Arnavutlarda gelişen
milliyetçilik hareketleri bu düşüncenin de geleceği olmadığını
ortaya koydu.
Yeni Osmanlılar, daha sonra da Jön Türklerle birlikte
Türkçülük akımı da gelişmeye başlamıştı. 1910’larda Balkan
yenilgisiyle birlikte bu akım güç kazanmaya başladı. İttihat
ve Terakki, İmparatorluğun bekasını, yani kalıcılığını ve
ölmezliğini teminat altına almak için Türk unsura dayalı yeni
bir organizasyondan söz ediyordu. Osmanlı İmparatorluğu’nu
Türk unsuru etrafında yeniden organize etmeye, Türk unsurun
egemen olduğu yeni bir devlet kurmaya çalışıyordu. Yeni
tasarımın yaşama geçmesinde, Ermeniler, Rumlar, Kürtler ve
Aleviler ciddi engeller, pürüzler olarak görülüyordu. Rumların
sürgün edilmesi, Ermeni nüfusunun çürütülmesi düşünülmeye, bu
doğrultuda planlar hazırlanmaya başlandı. Ekonominin
millileştirilmesi için de bu yapıldı. Kürtlerin Türklüğe
asimilasyonu, Alevilerin Müslümanlığa asimilasyonu, yine, bu
çerçevede gündeme geldi.
Yunanlar (Rumlar), Bulgarlar, Romenler, Sırplar, Hırvatlar
Makedonlar, 19. yüzyılda İmparatorluktan ayrılıp kendi
bağımsız devletlerini kurma sürecindeydiler.
Birinci Dünya Savaşı’yla birlikte, Arnavutlar ve Araplar da
İmparatorluktan ayrılıp kendi bağımsız devletlerini kurma
sürecine girdiler. 1917 Sovyet Devrimi sırasında Ermeniler de
Doğu Ermenistan’da bağımsız Ermenistan’ı kurdular. Osmanlı
Devleti sınırları içinde Türkler, Kürtler kaldı. Süryaniler
yine bu sınırlar içinde kaldılar. Birinci Dünya Savaşı
sürecinde, İngiltere, Fransa ve Rusya arasında Mayıs 1916’da
Sykes-Picot antlaşması imzalandı. Bu antlaşmayla Kürtlerin
yaşadığı topraklar bölünüyor, parçalanıyor, paylaşılıyordu. Bu
gizli antlaşmaya, Nisan 1917’de, Saint-Jean de Maurienne
Antlaşmasıyla İtalya da katıldı. 1923’deki Lozan
Antlaşmasıyla, Osmanlı Devleti sınırları içindeki Kürdistan üç
parçaya bölündü.
Birinci Dünya Savaşı sonunda savaştan yenik çıkan
imparatorlukların sömürgeleri, savaştan zaferle çıkan
İngiltere, Fransa ve İtalya arasında paylaştırıldı. Milletler
Cemiyeti yönetiminde kurulan bu yeni sömürgelere manda
devletler deniyordu. Bu çerçevede, Osmanlı İmparatorluğu
sınırları içindeki Arap topraklarında ve Kürt coğrafyasında
manda devletler kuruldu. Bunlara A Tipi mandalar deniyordu.
İngiltere’ye bağlı Irak, Ürdün ve Filistin, Fransa’ya bağlı
Suriye ve Lübnan mandaları kuruldu. B Tipi mandalar,
Afrika’daki Alman sömürgelerinin paylaşılmasıyla oluşturuldu.
Pasifik’teki Alman sömürgelerinin paylaşılmasıyla ise C Tipi
mandalar oluşturuldu.
Görüldüğü gibi Kürtler ülke olarak ve halk olarak bölündü,
parçalandı ve paylaşıldı. Misak-ı milli aslında Türklerin ve
Kürtlerin birlikte yaşadıkları topraklar olarak anılıyor.
Cumhuriyetten sonra ise Kürtler inkar ediliyor ve asimilasyon
politikaları kararlı bir şekilde uygulanıyor. İttihat ve
Terakki döneminde başlayan asimilasyon uygulamaları Cumhuriyet
döneminde sistematik olarak sürdürülüyor. Kürtleri
Türkleştirmek, Türk milliyetçiliğinin çok önemli bir amacı
oluyor.
Osmanlı döneminde “tamamiyet-i vatan” deniyordu. İngiltere’ye
bağlı olarak Irak mandasının (sömürgesinin), Fransa’ya bağlı
olarak Suriye mandasının (sömürgesinin) kurulması, Kürtlerin
üzerinde yaşadıkları toprakların bir kısmının, üzerine
yaşayanlarla birlikte, Irak ve Suriye mandalarının
(sömürgelerinin) denetimine verilmesi “tamamiyet-i vatan”
anlayışında önemli bir gedik açıyor. Geriye kalan Kürtler
üzerinde, yani Kürt topraklarının Kuzey kısmında yani
Türkiye’nin denetimine bırakılan kısmında iyice etkin
olabilmek için Türk milliyetçiliği geliştiriliyor. Burada
Kürtlerin üzerinde yaşadığı toprakların doğal zenginlikleri
kadar, psikolojik faktörler de rol oynuyor kanısındayım.
Başkalarını yönetmek önemli bir istek, önemli bir duygu
olmalı. “Kürtler, geri, ilkel, cahil bir halk, onları da mı
yönetemeyeceğiz, onları da mı adam edemeyeceğiz, onları da mı
terbiye edemeyeceğiz…” anlayışı mevcut. Türklerin büyüklüğü
söylemi başta Kürtler için geliştiriliyor, kanısındayım. Bu
söylemin Kürt insanında şöyle bir duygu yaratması umuluyor:
Ben de Türk olayım. Büyüklükten, maddi ve manevi zenginlikten
yararlanayım. Bu ilkel, yoksun yaşamdan kurtulayım…
Resmi söylem, Kürt topraklarının verimsiz, yoksul olduğu
şeklindedir. “Her taraf dağ, tepe, kaya… Yılın 6 ayı yolları
kapalı vs.” Bu resmi söylem Kürtlerin kafasına da
kazınmaktadır. Kürtler de durumun böyle olduğuna
inandırılmıştır. Aslında Kürt toprakları doğal kaynaklar
bakımından, tarım ve hayvancılık bakımından, turizm
bakımından, su kaynakları bakımından çok zengindir.
Türkiye’de devletin ve hükümetin, demokratik bir Kürt
politikası oluşturması çok zordur. Çünkü bu konuda asker,
üniversite ve yargı arasında sıkı bir işbirliği vardır. Bu
anti-Kürt işbirliğinin, basın tarafından da militanca
desteklendiği bilinmektedir.
Roşan Lezgin: Başka uluslardan birey veya toplulukları
kendine katmak için Türkler kadar ısrar eden başka bir millet
görülmüş değildir. Örneğin, bir Kürt'ün kalkıp “Ben Arap'ım”
demesi Arapların umurunda bile değil. Baas Partisi döneminde,
kimi Yezidi, Şabek, Feyli Kürt grupları resmi belgelere Arap
şeklinde kaydedildi ama bu, yine de, temel olarak yok sayma
değildi. Farslarda da hakeza. Kürtler ise, Kürt olmayan
birisinin kalkıp “Ben Kürdüm” demesine gülerler ama Türkler,
herkesin “Ben Türküm” demesini istiyorlar, sürekli bunu
dayatıyorlar. Bütün enerjilerini bu yönde harcıyorlar.
Anlaşıldığı kadarıyla, gizli bir şekilde, asimle ettikleri
diğer ulusların soy kütüğü çetelesini de tutuyorlardır
sanırım. Örneğin, Türk Tarih Kurumu Başkanı Profesör Yusuf
Hallaçoğlu böyle bir şeyden söz etti. Daha sonra da bu konuda
internette bazı belgeler, listeler yayınlandı. Bir de 1930’lu
yıllardaki faaliyetler var. Devlet olarak çok yoğun bir
mesaide bulunmuşlar. Antropometrik çalışmalar yapmışlar,
kafatası ölçülerini falan almışlar. Her kesin kökeniyle
ilgilenmişler…
Sonra, şu dönemlerde Vatansever Kuvvetler vs. adı altında
organize olan kimi güçlerin yemin metinlerinde şöyle bir cümle
var: “… Türk anadan, Türk babadan doğmuş, soyunda dönme
olmayan Türk oğlu Türküm ben. (…)” Gazeteci Şamil Tayyar da
Ergenekon yapılanmasında bulunanların Kafkas kökenli oldukları
vurgusunu yaptı.
İTÜ öğretim görevlisi antropolog Timuçin Binder genetik
alanında yaptığı araştırmaya dayanarak Türkiye nüfusunun
sadece % 10-15’i Orta Asya kökenli olabileceğini, geri kalan
nüfusun en az 40 bin yıldır bu topraklarda yaşadığını
söylüyor.
Yani, aslında Türkler herkesi asimle etmeye, Türkleştirmeye
çalıştıkları halde, gizli bir gündemle sürekli Irk Mülahazası
yaptıkları, safkan Türklerin var olduğu, Türkiye yönetiminde
asıl söz sahibi olanların bunlar olduğu gibi bir durum ortaya
çıkıyor.
Bu garip davranışın bir izahı var mı sizce? Türkler, böylesi
garip bir milliyetçiliğe neden ihtiyaç duyuyor?
İsmail Beşikçi: Başka milletleri, başka halkları asimle
etmek niyeti ve isteği de olabilir. Fakat Kürtlerin
asimilasyonunu sağlamak temel bir devlet politikasıdır.
Devletin zora dayalı güçleri, ekonomik gücü bu amacı
gerçekleştirmeye yeterlidir diye düşünülüyor.
Öte yandan, çağdışı, bir politika uygulandığı zaman, dünyada
gerek devletlerden gerek uluslar arası kurumlardan tepki
gösterecek, Türkiye’yi, bu politikadan, uygulamadan caydıracak
bir güç bulunmuyor ama örneğin 1980’lerin sonlarında
Bulgaristan’daki Türklerin Bulgarlığa asimilasyonuna karşı,
Türkiye’yle birlikte bütün dünya tepki gösterdi. Örneğin
Rumların Türklüğe asimilasyonu konusunda bir politika izlense,
Yunanistan’la birlikte bütün dünya buna tepki gösterir.
Kürtler için bu böyle olmuyor. Kürtlerin ve Kürdistan’ın
bölünmesi, parçalanması ve paylaşılması Kürtleri dostsuz,
sahipsiz bırakmıştır.
Bütün bunlardan dolayı Kürtlerin milli haklar istemeleri,
Türklüğe hakaret olarak algılanıyor. Kürtler baskı altında
tutularak, asimilasyon uygulamaları yoğunlaştırılarak, dünyada
nüfus olarak, ülke genişliği olarak büyük olma özlemi bir
parça tatmin edilmiş oluyor. Bütün bunlara rağmen, özü Türk
olmayan insanlara “Türküm” dedirtmek başkadır, onlara çok da
güvenmemek, kritik mevkilerde görev vermemek başkadır.
Antropolog Timuçin Binder’in görüşü dikkate değer bir görüş.
Onuncu yüzyıldan itibaren Orta Asya’dan, Batıya doğru Oğuz
Türklerini akınları oldu. Horasan’a, İran’a, Mezopotamya’ya,
Irak’a Anadolu’ya akınlar oldu. Dört asır boyunca bu akınlar
devam etti. Yani, on birinci, on ikinci, on üçüncü yüzyıllarda
da akınlar oldu. Bütün bu süre içinde gelen Oğuzların sayısı
toplam olarak 400-500 bin civarındadır. Gelenler aile olarak
gelmiyordu. Genel olarak atlı ve silahlı erkekler geliyordu. O
zamanlar, Anadolu’da ve Anadolu’nun doğusunda yaşayan nüfusun
13 milyon civarında olduğu söylenmektedir. Bu halklar,
Gürcüler, Ermeniler ve Rumlardı. Van Gölü ve Urmiye Gölü
çevresindeyse Kürtler, daha Güney’de de Asuriler ve Araplar
oturuyordu. Demek ki, Oğuzlar, yerli kadınlarla evlenerek bir
nüfus çoğalması oldu. 13 milyon yerli nüfusa karşı 400-500 bin
civarındaki akıncıların, fetihçilerin sayısının çok az olduğu
söylenebilir. 13 milyon yerli nüfusa karşı 400-500 bin
civarındaki akıncıların baskın gen oluşturamaması doğaldır.
Akıncılar veya fetihçiler baskın gen oluşturamadığı için,
Anadolu’da yaşayan Türklerle, Orta Asya’da yaşayan Türkler,
örneğin Kırgızlar, Kazaklar, Hakas Türkleri arasında Tatarlar
fizik bakımında benzerlik bulunmuyor. Bu toplulukların genel
olarak çekik gözlü olduğu biliniyor.
Resmi görüş “Bu topraklar üzerinde yaşayan ve kendini Türk
hisseden Türk’tür” diyor. Bu hükmün insanları, örneğin
Kürtleri Türk yapamayacağı açıktır. Kürtler artık kendilerini
Türk hissetmiyorlar. Bunu açıkça dile getiriyorlar. Bu süreci
idari ve cezai yaptırımlarla engellemek de artık mümkün
değildir. Kürtler artık, Türklerle, Kürt olarak ve eşit
koşullar içinde yaşamak istiyorlar. Kürtler, artık, Kürtlerin,
Kürt toplumu olmaktan doğan haklarını talep ediyorlar,
savunuyorlar. Doğal olan, doğru olan budur.
Roşan Lezgin: Türklerde “Vatan” imgesi aşırı derecede
kullanılıyor. Bu, Türk siyasal, sosyal, sanatsal ve kültürel
yaşamına genel olarak yön veren bir imge. Örneğin, dağa taşa,
her yere “Önce Vatan” sloganı yazılmış. Tabi ki beyinlere,
duyguların derinliklerine de kazınmış. Asker ocağında polis ve
askeri kışlalarda okullarda vs. daha birçok yerde “Her şey
vatan için”, “Vatan sana canım feda” gibi sloganlar habire
beyinlere yerleştiriliyor. Öyle ki bu uygulamaya muhatap olan
kişilerde “vatan” artık haşarı bir refleks, bir saplantıya
dönüşüyor. Bu, İttihat ve Terakki’nin Selanik Kongresi’nden bu
yana süregelen bir çabadır. Örneğin, İttihat ve Terakki
kadrolarının 1911’de İstanbul’da kurdukları Türk Yurdu
Ocağı’nın yayın organı “Türk Yurdu”dur. Bu dergide sürekli
“Vatan” imgesi işleniyor. Mustafa Kemal’in 1918’de Şam’da
“Vatan” adında gizli bir örgüt kurduğundan söz ediliyor.
Bugün, Türk aydınlarının, siyasilerinin, yöneticilerin en çok
korktuğu şey “Vatan bölünüyor, vatan elden gidiyor!”
ibaresidir. “Vatan elden gider” korkusundan dolayı sürekli
gergin durumdalar, sürekli hareket halindeler, hep hazır kıta,
eller tetikte teyakkuzdalar… Örneğin, şöyle diyorlar: Söz
konusu vatan ise, gerisi teferruattır!
Nedir Türklerdeki bu “Vatan” hassasiyeti? Türklerin “vatan”ı
neden elden gitmeye hep hazır bir durumdadır? Gerçekten
vatanları elden öyle kolay gider mi?
İsmail Beşikçi: Türk düşüncesinde, resmi ideolojide,
geçmişe özlem de vardır. Osmanlının büyüklüğü, çeşitli
halkları yönetiyor, terbiye ediyor olması, geçmişe duyulan
özlemin boyutlarıdır. Toprak genişliği olarak büyük bir
coğrafya vardır. O coğrafyayı yeniden kontrol etmek artık
mümkün değildir ama elde olanın üzerinde, elde kalanın
üzerinde, kontrolü sağlayabilmek için her önlem alınmalıdır.
“Vatan”, “Önce vatan” gibi söylemler, sloganlar bu anlayışa
hizmet etmektedir. Kürtlerde milliyetçilik duygusunun
gelişmesi, devlette bazı korkular ve endişeler yaratmaktadır.
Vatan söyleminin, sloganının yoğunlaşması, yoğunlaştırılması
bu korkuyu, bu endişeyi bir parça bastırmak olarak da
değerlendirilebilir.
Roşan Lezgin: Kürt-Fars, Kürt-Arap gerginliği ile
Kürt-Türk gerginliği arasında ilginç özellikler, farklılıklar
göze çarpıyor. Örneğin, Kürt-Fars gerginliğinde, çekişmesinde
Kürtlerin varlığı inkar edilmemiş, aksine, Kürtlerin yaşadığı
topraklara hep “Kordestan” veya “Ostani Kordestan” denilmiş.
Kürt-Arap gerginliğinde, çekişmesinde de, tıpkı Arap
aşiretleri arasında çıkan kavgalar misali vahşi öldürmeler
olduğu halde, Kürtlerin varlığı, dili, kültürü ve vatanı inkar
edilmemiş.
Daha sonraları, Suriye, Irak ve İran’ın Kürtlere yönelik
davranışlarında Türkiye tarafından telkin edilmiş önermelerin,
dayatmaların payı çok büyüktür tabi. Öte yandan, Farslar ve
Arapların Türkiye’ye, Türklere, gelin Kürt politikanızı şöyle
oluşturun, Kürtler konusunda şunu şöyle bunu böyle yapın,
dedikleri pek görülmüş, duyulmuş değildir sanırım.
Türkiye, Türkler, ABD ile ilişkilerinde, Avrupa ülkeleri ile
ilişkilerinde, Rusya Federasyonu vs. devletlerle
ilişkilerinde, her türlü nazı/kozu kullanarak sürekli bu
devletlerin Kürtlere yönelik davranışlarını olumsuzlaştırmaya
çalıştığı da görülmektedir.
İlginç bir örnek anlatacağım:
Kazakistan’da 100 bin civarında Kürt nüfusu yaşamaktadır. 1937
yılında Stalin’in despotik iktidarı döneminde oraya
sürüldüler. Sovyetler dağılıp diğer 15 ülke gibi
bağımsızlığına kavuşan Kazakistan’ın 17 milyon olan nüfusunun
yarısından fazlası çeşitli etnik gruplardan oluşmaktadır. Nur
Sultan Nazarbayef yönetimindeki Kazakistan’da etnik gruplar
üzerinde herhangi bir ırki veya milli dayatma söz konusu
değildir. Hatta 14 Ekim 2006 tarihinde, başkent Alma-Ata’da
gerçekleştirilen ve çeşitli ülkelerden Kürt aydınlarının
iştirak ettiği “Günümüz ve Gelecekte Kürt Ulusu” başlıklı
konferansa Devlet Başkanı Nur Sultan Nazarbayef’in
yardımcılarından üst düzey bir devlet yetkilisi bizzat devlet
başkanı adına katıldı. Nazarabayef’in Kürtlere olan sevgisini
sempatisini samimi bir şekilde dile getirdi. Kürt grupların
anadilde eğitim hakkını tanındı. Hazırlanan ders kitapları
Eğitim ve Bilim Bakanlığı tarafından tasdik edildi…
Bu konuda haberler basında yayınlanmaya başladığından sonra,
hemen Türkiye’de, çeşitli yayınlarda Kazakistan’daki Kürtleri
konu alan olumsuz teoriler, kışkırtmalar yayınlanmaya başladı.
Örneğin, Türksolu dergisinde yayınlanmış son derece iftira
dolu, kışkırtıcı, komplocu bir yazının başlığı şöyle: “Kürt
İstilası Kazakistan’a Sıçradı”.
Ardından, hemen Türkiye-Kazakistan arasında üst düzeyde
diplomatik ziyaretler gelişti ve… İşte, Kazakistan’da Kürtlere
yönelik tavırda büyük değişiklikler oldu. Ortam gerildi. Kürt
gruplar ile Kazaklar arasında çatışmalar başladı. Kürtler,
yerlerini terk etmek zorunda bırakıldılar.
Türklerin Kürtlere yönelik asıl emeli nedir, neden Kürtlere
böyle davranıyorlar? Türkler Kürtlerden ne istiyor?
Eğer bugün Türkler Kürtlerin Kürtlükten kaynaklı her türlü
haklarını tanısalar, gerçekten ABD, AB ülkeleri, Rusya
Federasyonu, İran, Irak, Suriye veya vs. herhangi bir devlet,
bir güç kalkıp Türklere bu konuda engel olur mu? Adlarını
andığım bu güçlerin böylesi bir niyetleri var mıdır sizce?
Hangi “dış güçler” ne gibi çıkarlarından dolayı, ne tür bir
hesaptan kaynaklı olarak, Türk-Kürt anlaşmasını engellemeye
çalışır?
İsmail Beşikçi: Türk-Kürt ilişkileriyle, Kürt-Arap,
Kürt-Fars ilişkileri değişiktir. Türkiye’de temel politika
asimilasyondur. Kürtlerin Türklüğe asimilasyonudur. Bu
bakımdan inkarcı ve imhacı bir politika uygulanmaktadır.
Arapların ve Farsların Kürtlere baskı uygulamaları, baskı
politikaları vardır ama bunu asimilasyon olarak adlandırmak,
Türk politikalarına benzetmek kanımca doğru değildir. Türkiye,
gerek Irak’a, gerek Suriye’ye, gerek İran’a, “Kürtlere karşı
şöyle şöyle politikalar uygulayalım” şeklindeki, başvuruları,
önerileri her zaman yapmaktadır. Örneğin, “Irak’a komşu
ülkeler toplantısı” Türkiye tarafından planlanan ve gündeme
getirilen bir politikadır. Türkiye’nin bu başvurularının,
İran’ın, Irak’ın, Suriye’nin politikalarını, uygulamalarını
etkilemiş olduğu elbette söylenebilir ama bu devletlerin sık
sık Türkiye’ye başvurup “Kürtlere karşı şunu yapalım, bunu
yapalım, şöyle bir politika izleyelim” dediğini sanmıyorum.
Kürtleri asimle etmek, asimle olmayanların şu veya bu şekilde
etkinliğini azaltmak, imha etmek, sistematik bir politikadır.
11 Mart 1970’de, Kürdistan Demokrat Partisi Başkanı Mustafa
Barzani ile Irak Devlet Başkanı Saddam Hüseyin arasında
özerklik anlaşması imzalanmıştı. Bu anlaşma Kürtler arasında
bu arada Kuzey Kürtleri arasında da moralleri yükseltmişti. O
zaman Türk yetkililer, “bu anlaşmayı yaşama geçirmemek için
her türlü önlemi alırız” diye konuşuyorlardı.
ABD, Avrupa Birliği devletleri, Rusya Federasyonu, Kürtlerin,
Kürt toplumu olmaktan doğan haklarının tanınmasından memnun
olurlar kanısındayım. Sorunun çözümsüz bırakılmasından,
gerginlik, çelişme, çatışma doğmaktadır. Bu devletlerin bu
çatışma ortamından yararlandıkları ise, bu devletlerin
tutumunun farklı bir boyutudur. Kürtlere karşı uygulanan baskı
politikalarının, Batılı devletlerin, uluslar arası kurumların
yardımıyla yürütüldüğü bir gerçektir. Türkiye, Kürt sorununa
bir çözüm geliştirse, İran, Irak, Suriye gibi devletlerin,
Türkiye’nin bu girişimine engel olacakları kanısında değilim
ama örneğin, Saddam Hüseyin döneminde, Irak’ın Kürt sorunu
konusunda geliştirmeye çalıştığı ılımlı çözümler Türkiye
tarafından her zaman engellenmeye çalışılmıştır.
Kazakistan için dile getirdiğiniz örnek dikkate değer
kanısındayım.
Roşan Lezgin: Kimi Türk büyükleri, sözleri dinlenen, sözlerine
itibar edilen kimi Türk tarihçileri, örneğin, Türk tarihçisi
Profesör Halil İnalcık, Türklerin başlıca üç düşmanından söz
ederken, Yunanlılar, Ermeniler ve Kürtlerin adını anıyor.
Bunlara fırsat verilmemesini tembihliyor…
Türklerin kendilerine ettiği bunca kötülüğe rağmen, Kürtlerde,
Türklere karşı, herhangi bir düşmanca duygunun var olduğunu
gösteren bir gelişme görülmüş mü? Peki, bunlar, hangi saikten
kaynaklı olarak bu yargıya varabiliyorlar? Neden kendi halkına
bu tür telkinlerde bulunuyorlar? Böylesi bir düşüncenin temel
referansları ve geleceğe yönelik amaçları nelerdir sizce? Ne
tür bir hesaplamadan kaynaklı böyle bir yargıya varılıyor?
İsmail Beşikçi: Kürtlere karşı izlenen temel politikanın
asimilasyon olduğunu belirtmiştim. Asimilasyona direnen
Kürtler, Kürt kalmak için çaba sarf eden, Kürtlerin Kürt
toplumu olmaktan doğan haklarını savunan Kürtler, Türklüğe,
devlete hakaret etmiş sayılmaktadır. İç düşman sayılmaktadır.
Türkiye’de, Kürtlere karşı bu olumsuz duyguların düşüncelerin
değişmesi kolay değildir. Çünkü Kürtlere karşı izlenen
politika konusunda asker, üniversite ve yargı organı arasında
yoğun bir işbirliği vardır. Bu işbirliği basın tarafından,
radyo, televizyon, gazeteler tarafından militan bir şekilde
desteklenmektedir. Türk düşüncesinde zaman zaman Kürt jenosidi
bile gündeme gelebilmektedir. Örneğin, derin devlet
Ergenekon’a yakın olan bazı örgütler, Türksolu gibi çevreler,
Saddam Hüseyin’i sadece bir Halepçe yarattığı için
eleştirmektedirler. “Sekiz-on Halepçe olsaydı, bu gerici,
işbirlikçi halkın kökü kazınırdı” demektedirler ama artık
soykırım da mümkün değildir. Kitle haberleşme araçlarının,
örneğin, cep telefonlarının böylesine geliştiği bir yerde
soykırımın yaşama geçme olasılığı yoktur. Bunun ötesinde milli
bilinç de yükselmektedir. Kürtler, nüfus olarak da büyüktür ve
belirli bir coğrafyada oturmaktadır. Kürt soykırımının
gerçekleşmesini önleyen başka etkenler de vardır.
Kürtleri Türklere karşı düşmanca duygular beslemediği, çok
açık bir gerçektir. Fakat Kürtlerin geçmişi çok çabuk
unuttukları, belleksiz oldukları da açıktır. Bu da olumlu
değil, olumsuz bir tutumdur. Bu konuyla ilgili olarak
Kürtlerle Çerkeslerin tutumları arasında çok büyük farklar
vardır.
Şöyle bir anım var:
1987 sonbaharında Çerkesler, Rusya’dan sürgünlerinin 125.
yılını anmak için bir hafta düzenlemişlerdi. Bir Çerkes
arkadaş bu toplantıya beni de davet etmişti. Bir hafta süreyle
akşamları gerçekleşen bu toplantılara ben de katıldım.
Toplantılar, Ankara’da Ulus’ta, Altındağ Belediyesi’ne ait
Kültür Salonu’nda düzenleniyordu. İlk gece sunuş konuşması,
açılış konuşmaları yapıldı. Sahnede hep Çerkesler vardı. Hep
Çerkesler konuşuyordu. Oturum başkanı olan, açılış konuşmaları
yapanlar hep Çerkeslerdi. Anma toplantısına katılan ve salonda
olan ileri gelenler hep Çerkeslerdi. Onların varlığından,
onları toplantıya şeref verdiğinden söz ediliyordu. “Ürdün’den
falanca Çerkes, Çerkesler için şunu yaptı”, “Almanya’dan
falanca Çerkes, Çerkesler için şu fedakarlığı yaptı.” “ABD’den
falan Çerkes, Çerkesler için şunları yaptı.” Toplantıya mesaj
gönderenler de vardı. Mesaj gönderenler de Çerkes idi veya
sadece Çerkeslerin mesajları okunuyordu.
Toplantıya devlet bürokrasisinde yer alan bazı bürokratlar da
katılmıştı. O gece benzer bir toplantıyı Kürtler düzenleseydi
nasıl olurdu diye düşündüm. Oturum başkanlığına muhakkak bir
Türk’ü davet ederlerdi. Konuşmacıların çoğu Türk olurdu.
Son gece sahneye, 50 civarında çok güzel kağıtlara sarılmış,
kurdelelerle bağlanmış paketler konuldu. O paketler de hep
birer birer Çerkeslere dağıtıldı. “Ürdün’den falan Çerkes’e,
Çerkesler için şu eyleminden dolayı”, “Suriye’den falanca
Çerkes, Çerkesler için şu faaliyetlerinden dolayı”, “Mısır’dan
falanca Çerkes, Çerkesler için şu şu çabalarından dolayı”…
Bu paketler dağıtılırken de, “Eğer, benzer bir toplantıyı
Kürtler düzenleseydi, armağanlar, ödüller dağıtılsaydı, bu
paketleri kimlere verirlerdi?” diye düşündüm. Belki birkaç
Kürt’e de bu paketlerden verirlerdi, fakat paketlerden çoğunu
Türk misafirlerine dağıtırlardı.
Kişi olarak Çerkeslerin çok katı tutumlarını da Kürtlerin
gevşek-liberal tutumlarını da benimsemiyorum. Fakat
Çerkeslerin tutumunun daha anlaşılır olduğunu düşünüyorum.
Roşan Lezgin: Türk entellejensiyasında -belki birkaç
istisna olabilir- dikkatleri çeken çok garip bir özellik var:
Müthiş kafa karıştırıcıdırlar, habire komplo teorilerini
üretiyorlar. Örneğin, herhangi bir TV. programında Kürt Sorunu
mu konuşulacak veya bir Kürt Konferansı mı düzenlenecek. İşte,
özellikle böylesi bir konuda konunun özü, esası, içeriği,
özellikleri sade, anlaşılır, mantıklı bir çerçevede
konuşulacağına, akla hayale gelmeyecek varsayımlardan
hareketle komplo teorilerini üretiyorlar.
Bu, sadece benim tespitim değil. Çok ilginçtir, aynı şeyi, ta
geçen yüzyılın 10’lu – 20’li yıllarında uzun bir süre
Diyarbakır, Hakkari, Van vs. gibi illerde kalmış, Türk, Kürt,
Ermeni, Fars, Nasturi gibi toplumları gözlemlemiş, kardeş olan
iki İngiliz misyoneri, W. A Wigram ile Edgar T. A. Wigram
İnsanlığın Beşiği Kürdistan’da Yaşam, (Avesta 2005) adlı
kitaplarında Türklerden, İttihat ve Terakki kadrolarından söz
ederken, aynı özellikleri öne çıkarıyorlar. Türk
milliyetçilerinin ürettikleri komplo teorilerinden yaka
silkiyorlar. Bunu, farklı milletlerden olan başka insanlardan
da duymak mümkün.
Başkalarının kafasını karıştırmayı bunca kendilerine temel
hedef seçmelerindeki asıl gaye ne olabilir? Yani, neyi
gizlemek, nelerin üstünü örtmek için sürekli böylesi garip bir
çabanın içerisindeler sizce?
İsmail Beşikçi: Devletin temel politikası
asimilasyondur. Asimle olan bir Kürt’e, Kürtlükten, Kürt
haklarından söz etmeyen bir Kürt’e “kardeş” nazarıyla bakılır.
Kürtlükten vazgeçmeyen, Kürtlerin Kürt toplumu olmaktan doğan
haklarını isteyen bir Kürt’e “iç düşman”, “dış düşmanların
içteki maşaları” gözüyle bakılır. Radyoda televizyonda
gazetelerde, Kürtleri aşağılayan, inciten programlara sık sık
rastlanır. Filmler, paneller, tartışmalar vs. Böyle, incitici,
yaralayıcı, aşağılayıcı bir çabanın geleceği yoktur. Siyaset
biliminde ideolojinin olumsuz etkisi diye bir konu var. Burada
da bu tür çabaların ters tepeceği, olumsuz etkiler yaratacağı
açıktır. Devlet ideolojisi için olumsuz olanın Kürtler için
olumlu sonuçlar ortaya koyacağı da anlaşılır bir durumdur.
Roşan Lezgin: Türkleri de Kürtleri de memnun edecek,
her iki tarafı da rahatlatacak, her iki tarafın çıkarına olan
gerçek, adil bir çözüm yok mudur acaba? Eğer varsa, bu, nasıl
mümkün olabilir? Bunun için, asıl inisiyatif kimlerin
elindedir sizce, asıl kimlerin, hangi yersiz/anlamsız
kaygılarından vazgeçmesi gerekir?
İsmail Beşikçi: Çözüm için zihniyet değişikliği
gerekir. Kısa vadede bunun gerçekleşeceği kanısında değilim.
Fakat Kürtlerin kendi milli değerlerine, örneğin, dillerine
sahip çıkmaları gerekir. Kürtçe konuşma, Kürtçe yazma, mecburi
Kürtçe eğitim talep etme vazgeçilmez olmalıdır.
Kürt Sorunu, çözümü gecikmiş bir sorundur. Zaman geçtikçe
çözüm daha da zorlaşmaktadır. 1920’lerde, Milletler Cemiyeti
döneminde, Irak, Ürdün, Filistin, Suriye, Lübnan mandaları
(sömürgeleri) yanında bir de Kürdistan mandası (sömürgesi)
kurulmuş olsaydı, İngiltere’ye veya Fransa’ya bağlı sömürge
bir Kürdistan kurulsaydı, çözüm çok kolay olurdu. Sorun 20.
yüzyılın ortalarında çözülmüş olurdu. Bölünme, parçalanma ve
paylaşılma çok ağır bir yaptırımdır. Bu, bir insanın
iskeletinin parçalanması gibi, beyninin dağılması gibi bir
sonuç yaratmıştır. Bu sonucun çözüm projelerin zorlaştırdığı
açıktır. Sorun, ancak, Kürtlerin milli değerlerini, dillerini
fiilen yaşamalarıyla çözüm yoluna girebilir
Roşan Lezgin: Sizinle sohbet etmek benim için bir
şerefti, büyük zevk aldım. Değerli görüşlerinizi paylaştığınız
için teşekkür ediyorum.
İsmail Beşikçi: Bu sohbet benim için de çok yararlı
oldu. Dile getirdiğiniz konulara ilişkin bazı açıklamalar
yapmaya çalıştım. Dile getirilen konular, sorular, bu sohbet,
ufuk açıcıydı. Bu konularda bana bazı açıklamalar yapma
fırsatı verdiğiniz için ben de teşekkür ediyorum. |
|
|
|
|
|
|
|