|
|
................... |
|
................... |
KÜLTÜR
POLİTİKADAN GÜÇLÜ OLDUĞUNDA |
John Colarusso
Nart
Dergisi, Kasım 1991
Çeviri: M. Nesij Huvaj |
|
|
................... |
|
................... |
John Colarusso, Kanada’daki
McMaster Üniversitesi'nde Antropoloji, Modern Diller ve
Linguistik bölümlerinde görevli bir profesördür. Harvard
Üniversitesi’nde bir dilbilimci olarak eğitim aldıktan sonra,
son yirmi yıl boyunca Çerkesler ve diğer Kafkas halkları
üzerinde çalışmıştır. Dilbilim, Kafkas dilleri ve
karşılaştırmalı mitoloji ile ilgili makaleler ve kitaplar
yayınlamıştır. Çerkesler önümüzdeki birkaç yıl
içinde yurtlarına dönüyor olabilirler. Fakat bu olasılığın ne
kadar önemli olduğu anlaşılmadan önce, Çerkeslerin kim
oldukları ve anayurtlarından uzakta bugünkü hallerine nasıl
düştükleri bilinmelidir.
Neredeyse her gün gazetelerde, Sovyetler Birliği’nden tanınma,
herhangi bir çeşit özerklik veya doğrudan bağımsızlık talep
eden etnik gruplarla ilgili haberler yer alıyor. Dağılmanın
merkezkaç dinamikleri, büyük Sovyet milletini, bir zamanlar
komünistlerin de benimsemiş olduğu “tarihin engellenemez bir
makine olduğu” görüşünü ispat edercesine, ele geçirmiş
görünüyor. Fakat bu defa makine son koloni imparatorluğunu
yıkmak için çalışmaktadır.
Yüzyılımızın tarihini ve politikasını temelinden etkileyen
milliyetçilik dalgası, nihayet aşılmaz gibi görünen Sovyet
sınırlarını da aşmıştır. Bu durum, başlangıçtaki görüşü ve
planları ne olursa olsun Mihail Gorbaçov’u, daha önce
İngiltere ve Fransa’nın; daha da öncesinde de Portekiz,
Hollanda, Almanya ve İspanya’nın liderlerinin karşılaştığı
problemler ve önlerine çıkan seçeneklerle başbaşa bırakmıştır.
İmparatorluktaki ihtilaflar, Fransa ve (İngilizce konuşan)
Kanada arasındakinin on kat fazlası gibidir. Dolayısıyla pek
çok entelektüel çevrede insanlar imparatorluğun Baltık
bölgesinden Ukrayna’ya, Kafkasya’dan Asya’ya kadar pek çok
küçük devletlere bölünmesini beklemektedirler. Eğer bu
gerçekleşecek olursa 21.yüzyılın politikasının temeli, bu
yıkıntıların içinden çıkacak olan yeni çatışmaları önleme
çabalarından oluşacaktır.
Bu çevrelerdeki daha iyimser kişiler ise, parçalanma sürecinin
yavaşlatılarak ortaya çıkacak olan sorunların makul seviyelere
indirilmesi ve Sovyetler Birliği’nin bir çeşit Sovyet Ortak
Pazarı’na dönüşmesini beklemektedirler. Ne var ki bu
beklentilere sahip olanları şaşırtacak olan bir şey varsa o
da, ayrılmak bir yana Sovyetler Birliği vatandaşı olmak için
bekleyen büyük bir etnik grubun varlığıdır. Bu grup
karakteristik olarak Çerkeslerdir.
TARİHÇE
Çerkesler Sovyetler Birliği’nin güneyinde, Karadeniz ve Hazar
Denizi arasında yer alan Kafkas dağlarının otokton
(varolduğundan beri orada yerleşik) halkıdır. Kafkas dağları
teknik olarak Avrupa kıtasına dahildir ve Avrupa’nın en yüksek
tepeleri buradadır. Azametlerine ve yakın zamana kadar
Sovyetler tarafından turizm ve dinlenme amacıyla kullanılmış
olmalarına rağmen, göreceli olarak pek bilinmeyen yerlerdir.
Kendilerine sığınan Türk kabileleri ve daha öncesinde de
Alanlar ve Sarmatlara olduğu kadar, kırk kadar otokton halka
da ev sahipliği yaparlar. Bunların arasında sadece Güney
Kafkasya’da yaşayan Gürcüler kamuoyu tarafından
tanınmaktadır. Gürcülerin kuzeybatısında rakipleri Abhazlar,
aynı yönde devam edilirse Abhazların yakın akrabaları olan
Abazalar ve nihayet Çerkesler (Kabardeyliler ve Adigeyliler)
yer alır. Bunlar Abhazlar, Abazalar ve Wubıhlarla birlikte
genellikle Kuzey-batı Kafkasya Dil Ailesi adı verilen kendine
has bir dil ailesini oluştururlar.
Aslında Kafkasya üç ana dil grubunu barındırır; pek çok sayı
ve çeşitte yabancı halkla tarih içinde ilişkileri olmakla
beraber, Kafkas halkları dil ve kültür bütünlüklerini
korumuşlardır. Bu dil aileleri birbirlerinden ve Avrasya
bölgesindeki diğer dillerden o denli farklıdır ki,
dilbilimciler Kafkas insanlarının tarih boyunca yabancı
halklarla pek çok kez karşılaşmış olmalarına rağmen çok güçlü
ve dış etkilere kapalı bir dil ve sosyal hayat yapıları
olduğuna kanaat getirmiştir.
İşte bu yüzden Ruslar 19.yüzyılın başında bölgeyi ele
geçirmeye çalışırken kendilerini, çok iyi savaşçılarla
savunulan, çok karmaşık ve belirgin özelliklere sahip bir
bölgeyle karşı karşıya buldular. Gürcüler Ruslara teslim
oldular ve buna gerekçe olarak da Rusların kendilerini Osmanlı
ve İran’a karşı koruduğunu öne sürdüler. Dağıstan olarak da
bilinen Kuzey-doğu Kafkasya Savaşı ile ilgili çok sayıda belge
bulunmaktadır. Burada savaş 1859’a kadar sürdü. Hala üzerinde
araştırmalar yapılması gereken Kuzey-batı cephesinde ise savaş
beş yıl daha sürdü. Uzun ve çileli bir savaş sürecinden sonra
Çerkeslerin büyük bölümü, Abhazlar, Abazalar, bütün Wubıhlar
ve pek çok Dağıstanlı 1864’te göç etmeyi tercih ettiler. O
zamanlar kendilerine tek gerçek yardım elini uzatan Osmanlı’ya
döndüler. Dağıstanlıların çoğunluğu yüzyıllar öncesinden
Müslüman olmuşlarsa da, büyük çoğunluğu Hıristiyan olan
Kuzey-batı insanları Rusya’ya tepki olarak yeni Müslüman
olmuştu.
Osmanlı Sultanı onları, açlık, hastalık, ve boğulma nedeniyle
çoğunun öldüğü çaresiz bir sürgünden sonra Balkanlar’a
yerleştirdi. Daha sonra bu göçmenlerin büyük çoğunluğu,
bugünkü Yugoslavya’da sadece bir köy kalmak üzere, güneye,
bugün torunlarının yerleşik olduğu Türkiye, Suriye, Ürdün,
İsrail ve Irak’a yerleştirildi. Çoğunlukla sınır muhafızı
olmak üzere Osmanlı topraklarında asker olarak hizmet ettiler.
Savaşçı özellikleri Osmanlı İmparatorluğu yıkıldıktan sonra da
devam etti. Örneğin Suriye’de iki dünya savaşı arasında
bölgeyi yöneten Fransızlara hizmet ederek savaşçı
geleneklerini yaşattılar. Son zamanlardaki hareketler önemli
miktarlarda Kafkasyalıyı Batı Avrupa ve Amerika’ya
getirmiştir.
BUGÜNKÜ DURUM
Bugün Çerkeslerin büyük bölümü Sovyetler Birliği’nin dışında,
çeşitli politik ve ekonomik koşullarda yaşamaktadırlar. 250
bin ile bir milyon arasında değişen varsayımlarla Türkiye en
büyük nüfusa sahiptir. Ürdün’de 100 bin kadar, Suriye’de
kabaca 45 bin kadar Çerkes mevcuttur. İsrail’de iki köy mevcut
olmakla beraber nüfus hakkında ayrıntılı bilgi yoktur. Çok az
oldukları tahmin edilmekle beraber Irak’takilerin sayısı da
tam olarak bilinmemektedir.
İsrail, kendi Çerkeslerine kendi dillerinde gazete ve
televizyon yayını yapmalarına izin vererek çok iyi
davranmaktadır. Bu Çerkesler İsrail’e sınır muhafızı elit
askerler olarak hizmet etmişlerdir. Ne var ki, bu geçmişleri,
1967’deki Arap-İsrail savaşı sırasında İsraillilerin,
neredeyse tamamında Çerkeslerin yaşadığı Golan tepelerini
işgal etmekten alı koyamamıştır. Belki de İsrailliler
Çerkeslerin gönüllü olarak kendilerine katılacağını
sanmışlardı; ancak savaş onları topraklarından edip zor
şartlar altında ve sınırlı bir alanda yaşadıkları Şam’ın kenar
mahallelerine itmiştir.
Ürdün’de Çerkesler göreceli bir refah ve özgürlük ortamında
yaşamaktadırlar. Başkent Amman yakınlarında ve içinde toprak
sahibidirler; Adige'ce ve Kabardeyce olmak üzere ana
dillerinde gazete ve televizyon yayını yapabilmektedirler.
Ülkenin elektrik şebekesinin kontrolü Kral Hüseyin tarafından,
güvenilirlikleri ve rüşvete karşı dayanıklılıklarıyla bilinen
Çerkeslere emanet edilmiştir. Ne var ki, bu Çerkes cenneti
tehdit altındadır. 1970 Eylül’ünde Kral Hüseyin, Filistin
Kurtuluş Örgütü’nü Ürdün’den kovarken, bu işi yapan ordunun
Çerkes subaylarının başında yine Çerkes bir Genelkurmay
Başkanı vardı. Çerkesler haklı olarak Ürdün’ün politikası
Filistinlilerden yana değişmeye başlarsa güvenliklerinin ve
huzurlarının bozulmaya başlayacağından endişe duymaktadırlar.
Türkiye’deki Çerkesler ise on yıllardır asimilasyoncu baskı
altındadır. Ancak son iki yıl içinde Çerkeslerin ve diğer
Kafkasyalıların dillerinin kayda geçirilmesi için çabalar
başlamıştır. Bu iş devlet onayında ve desteğinde Boğaziçi
Üniversitesi’nde Prof. Sumru Özsoy tarafından
gerçekleştirilmektedir. Bu, devletin, ülkenin etnik mozaiğini
tanıma yolunda attığı ilk adımdır ve bizce Türkiye’nin,
toplumu üzerinde kurduğu güçlü rejim içinde gecikmiş bir
harekettir.
Irak’takine benzer bir Baas Partisi rejimiyle yönetilen
Suriye’de ise tam tersi bir eğilim gözlemlenmektedir. 1963
yılında Suriye’de iktidarı ele geçiren Baas Partisi
mensupları, politik ve sosyal kurumlarını sadece Arap etnik
soyağacına dayandırmaktadırlar. Aslında Baas partililer
İslam’ı bütün insanlığa ait bir vahiy değil de Araplar için
etnik bir zafer olarak görmektedirler. Bu milliyetçi üstünlük
duygusu sosyalist trendlerle birlikte Baaslıların pek de
gerçek olmayan laik görünümüne zemin oluşturur. Şu anda Suriye
olan bölgede önce Osmanlılara, sonra da Fransızlara hizmet
etmiş olan Çerkeslerin tarihi göz önüne alınacak olursa, Arap
olmayan bir halk olarak durumları hayli güvensizdir. Diğer
kültürel özellikleri Çerkesleri, komşuları olan Araplardan
sadece ayırmakla kalmaz aralarında da sorunlar yaratır.
Örneğin Çerkesler, kısıtlamalara ve (özellikle konuşma
alanında çok düzenli olan) geleneklere özel bir önem verirler.
Tam tersine, pek çok Akdeniz halkında olduğu gibi, Araplarda
da dışa vurumlu konuşma sanatı ve duygusal gösteriler yeğ
tutulur. Ayrıca Çerkesler kadınlarına saygı gösterip toplumsal
olarak tamamen özgür bırakırken, Araplar kadınlarının
toplumdaki rollerini sınırlandırır ve onların hayatlarını
kontrol altına alırlar. Üstüne üstlük Çerkesler para ve maddi
imtiyazlara şiddetle karşı olan bir savaşçı geleneğine
sahiptirler. Aslında şu anda bile dillerini kültürel
miraslarının en önemli hazinesi olarak görür ve onun iyi
kullanımını çok önemli bir adım sayarlar. Bunun tam tersine
Suriye’nin para ve ticarete büyük önem veren ve binlerce yıl
öncesine dayanan bir ticaret geleneği vardır. Son olarak da
Çerkes toplumu Kafkasya’nın geleneksel kanunu olan “adet” ile
yönetilirken, Araplar İslam’ın kanunu olan “şeriye” ile
yönetilirler. Çerkeslerin Suriye’de, toplumun her
seviyesindeki kariyerlere sahip olma şansı varsa da bu
kariyerlerde hiç bir güvenlikleri yoktur. Her zaman
önyargılara ve soruşturmalara maruz kalabilirler; her an
hiçbir kanuni gerekçe gösterilmeksizin görevlerinden
alınabilirler. Çerkeslerin anayurtlarına dönüşü, askeri bir
kariyer yapmak isteyen bir Çerkes’in ortada hiçbir geçerli
neden yokken, altı yedi başka genç Çerkes subayıyla birlikte
1959’da görevden alınmasıyla başlamıştır.
DÖNÜŞ DÜŞÜNCESİ
Fethi Recep 1932 yılında Halep’te Adige bir ana-babadan
doğmuştu. Soyadı olarak büyük babasının Müslüman adı olan
Recep’i kullandı. Ana-babası Adigece’nin Abzeghce diyalektini
konuşurken, o içinde bulduğu Arap dünyasına asimilasyon
nedeniyle sadece Arapça’yı öğrendi. 1955 yılında Suriye
ordusuna katıldı ve subay olarak yetiştirildi. 1959 yılında
başka altı yedi Çerkes subayla birlikte ve hiç bir gerekçe
veya açıklama olmaksızın ordudan ihraç edildiğinde parlak bir
subaydı. Bu, Baas partisi zamanından önce, ancak Arap
milliyetçiliğinin yeni yeni yükseldiği ve Suriye’nin Nasır’ın
Mısır’ıyla bağlantılı olduğu dönemdeydi. Büyük bir hayal
kırıklığı içinde Suriye’yi terk etti ve Hollanda’ya yerleşti;
evlendi, çocukları oldu, ve kendisi de bir biyolog oldu. Şu
anda emekli olmuş ve küçük bir çiftliği işletmektedir.
Hollanda’dayken kendi Çerkes mirasıyla daha çok ilgilendi ve
kendi kendine çok zor ve karmaşık olan ana dilini öğrenecek
kadar da ileri gitti.
1979 yılında Hollandalı olan eşini Kafkasya’ya tatile götürdü.
Soçi ve Krasnodar’a gittiler ve dağlardan çok etkilendiler.
Oraya kadar gelmişken yüz kilometre daha gidip Adigey Özerk
Bölgesi’nin başkenti olan Maykop’u da ziyaret ederek geçmişine
daha yakın olmak istedi. Şansın da yardımıyla Maykop’un hemen
dışındaki Kafkasya’nın ormanlık dağ eteklerinde Abzegh
bölgesini de ziyaret ederek uzak akrabalarıyla ilişki
kuracaktı. Adigey Özerk Bölgesi o sırada dışarıdan
yönetiliyordu ve o da dolayısıyla Krasnodar yetkililerinden
Maykop’a gitmek için izin istedi. Talebi bir Çerkes bürokrat
tarafından sempati ile karşılanmasına rağmen Rus yönetici
tarafından bir kere daha gerekçesiz ve açıklamasız olarak
reddedildi. İşte o zaman Kafkasya’da temelli bir Çerkes
toplumu oluşturma kararı aldı.
İLK İKİ KONGRE
On yıl içinde Fethi Recep Ankara’da bir kongre yapmaya yetecek
sayıda Çerkes'le bağlantı kurdu. Bu kongrede delegeler pek çok
ülkeye dağılmış olan Çerkes toplumları arasındaki
koordinasyonu ve mevcut iletişimi koruma ve artırma konusunda
hemfikir olmalarının yanı sıra Kafkasya’ya dönüş için gerekli
adımları atma kararı aldılar.
İlk kongre, katılımcılar arasında paylaşılan bir karamsarlığın
ve anayurtlarına dönüş düşüncesinin ortaya çıkmasına yaradı.
125 yıldan beri ilk kez Çerkeslerin ciddi bir forum sayesinde
ilişki içine girmesini sağladı.
İkinci bir kongre 1990 Mayısında Hollanda’da yapıldı.
Kabardey-Balkar Özerk Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti, Türkiye,
Almanya, Hollanda ve Amerika’dan toplam beş delegasyon grubu
vardı. (Karaçay-Çerkes ÖSSC ve Adigey Özerk Bölgesi vize
sorunları nedeniyle toplantıya delegasyon gönderememişti).
İsrail, Suriye, Ürdün ve Yugoslavya’dan delegeler
katılamadılar.
Bu toplantı çok verimli oldu ve Çerkes kimliğini milletlerüstü
bir seviyeye çıkararak pratikteki bir kazanıma çok
yaklaştırdı. Öncelikle kongre kendisini kalıcı bir
organizasyon olan “Duneyipso Adige Xase” ya da “Dünya Çerkes
Birliği” adıyla belirledi. Kongrenin resmi dili tam olarak
hangi diyalekt olacağı belirtilmeksizin “Adigece“ olarak ilan
edildi. Pratikte delegelerin çoğunun Çerkesce okuyup
yazamaması dolayısıyla, İngilizce’nin de fonksiyonel bir dil
olarak kullanılabileceği kabul edildi. Üçüncü kongrenin 1991
yılında Kabardey-Balkar ÖSSC’nin başkenti olan Nalçik’te
yapılması kararlaştırıldı. Her ülke kendi bünyesindeki
Çerkeslerin faaliyetlerini yerel Çerkes organizasyonlarının
bir federasyonu olarak merkezi bir yapıyla koordine edecekti.
Şubat 1991’de Nalçik toplantısının programıyla birlikte tüzük
de belirlenecekti. Son anda şüpheci yöneticilerin
engellemesiyle bir topluluğun kongreye katılamaması durumunda
bir diğer topluluk tarafından temsil edilmesi önerildi.
Aslında bu kural 1991 yılındaki kongreye katılamayan bir grup
için uygulanmalıydı. Yürütme kurulunun yöneticileri 4 yıllık
süreler için seçilecekti ve federasyonlarını kurmamış
toplumlar için delege sayıları da belirlenmişti. Son olarak da
Ankara deklarasyonu da yeni oluşturulan tüzüğün ana maddesi
olarak belirlenmişti. Diğer hedefler de tespit edilmişti: ilk
olarak Çerkeslerle ilişkili ülkelerde faaliyete geçmek üzere
bir lobinin kurulması, ikinci olarak yönetimin kaynaklarının
tespit ve organize edilmesi, üçüncü olarak lobi faaliyeti ve
-gerekirse- kaynakların yönetilmesi için profesyonellerin
tutulması, ve son olarak da birliğin merkezinin Hollanda’da
kurulması.
Bu ikinci kongrede Sovyet delegasyonu gelecekte yapacakları
faydalı işleri müjdeleyen bir şekilde işbirliği yaptılar.
Kabardey’in “Rodina” adlı kurumunun delegeleri kurumlarının
Kafkasya’daki konumu ve görevi hakkında çok açıktılar.
Çerkeslerin tarihiyle ilgilenen araştırmacılara arşivlerini
açmaya varıncaya kadar, ellerindeki tüm yetkiyi
kullanacaklardı. Bu ilk adım bu insanların tarihinin üstünü
örten giz perdesini kaldırma umudunu doğurdu.
İkinci kongre anayurda dönüş düşüncesini gerçekleştirmek için
gerekli olan politik ve sosyal mekanizmayı harekete geçirdi.
Bu o zaman 126 yıldır dağınık yaşayan ve söz konusu kurumlar,
fikir birliği ve uzlaşma platformu konularında hiç tecrübesi
olmayan bir halk için kayda değer bir tecrübeydi. Demokratik
hareketlerinde ortak bir felaket korkusuyla hareket
ediyorlardı. Dedikleri gibi “trajedimizi de beraber
yaşadığımız için beraber hareket etmek zorundayız”.
ÜÇÜNCÜ KONGRE VE ANAYURDA DÖNÜŞ
1990 Haziran’ında Fethi Recep Londra Üniversitesi’nde Doğu ve
Afrika Araştırmaları Okulu’nda Kafkasya ile ilgili bilimsel
bir konferansa katıldı. Orada içinde Sovyetler Birliği de olan
değişik ülkelerden gelen bilim adamlarıyla karşılaştı. O
zamanlar sorunun, Sovyet otoritelerini Çerkeslerin doğal bir
şekilde ve uluslar arası meşruiyete sahip bir dönüş hakkına
sahip olduklarına ikna etmek olduğunu düşünüyordu.
Ne de olsa SSCB’de Çerkeslerin yaşadığı üç yönetsel bölge
vardı ve bölgedeki faaliyetleri koordine eden kültürel bir
kurum ya da xasenin yanı sıra her birinde Çerkes
faaliyetlerini destekleyen kültürel organlar vardı.
Çerkeslerin içinde kayboldukları düşman ve yabancı bir
dünyadan, anayurtlarına dönmelerine engel olacak hiçbir neden
yok gibi görünüyordu. Ne var ki, Fethi Recep, uluslar arası
kanunlar ve azınlık haklarıyla ilgilenen çeşitli
organizasyonların Çerkeslerden haberlerinin bile olmadığını
gördü. Bir anlamda Çerkeslerin sessiz sakin geleneklerinin
zararlı bir yan ürünüyle karşı karşıyaydı. Darboğazlarla ve
büyük haksızlıklarla karşı karşıya kaldıklarında Çerkesler,
teröristlere dönüşmektense sessiz kalmayı ve hasbelkader
içinde bulundukları toplumlarla kaynaşmayı tercih etmişlerdir.
Fethi Recep de Dünya Çerkes Birliği’nin bir sonraki
toplantısını anayurtta yapmak ve anayurda dönüş konusu için,
Ekim ayında Sovyetlerden izin istemek amacıyla Nalçik’e
gittiğinde, doğal haklardan ve uluslar arası kanunlardan hiç
bahsetmedi. Sadece SSCB’den ayrılmak isteyen onca gruba karşın
geri dönmek isteyen tek grubun kendileri olduğunu söyledi.
Dönemezler miydi? Sovyetlerin cevabı yumuşak ve kesin bir
“evet” oldu. Sovyetler anayurda dönüş fikrine katılmakla
kalmayıp 1991 kongresine de olumlu baktılar ve hatta delegeler
Sovyet topraklarına vardıktan sonraki bütün masraflarını da
karşılamayı taahhüt ettiler. Sözlerine sadıktılar. Sovyetlerin
bu kadar olumlu bir yaklaşım sergilemesine şüpheyle
bakabiliriz. Elbette Çerkeslerin bu taleplerini tamamen
propaganda amacıyla da kabul etmiş olabilirler, ancak bugüne
kadar bu olayı hiç istismar etmediler. Daha mantıklı olan
neden Sovyetlerin Çerkesleri çalışkan, güvenilir, sadık, eski
ve değerli bir düşman olarak görmeleridir. Kuzey Kafkasya’da
sadık bir Çerkes nüfusunun bulunduğu bir bölge, yakın
gelecekte Gürcistan, Azerbaycan ve Ermenistan’ın
rahatsızlıkları durdurulamaz veya durdurmaya değmez bir hal
alırsa, Sovyetler Birliği’nin çıkarına olacaktır.
Dünya Çerkes Birliği’nin üçüncü kongresinden önce iki Çerkes
“Özerk Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti”nin idari konumu, Moskova
tarafından Rusya ile aralarında özel bir federatif statü olan
“Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti”ne yükseltildi. “Adigey Özerk
Bölgesi”, “Adigey Özerk Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti”ne
dönüşürken, idari merkezi de (Özerk Bölge olduğu zaman
bölgenin dışında olan) Krasnodar’dan başkent Maykop’a taşındı.
Maykop yakınlarında yüksek Çerkes nüfusu barındıran iki rayon
(veya bölge), bir idari merkezde toplandı. Kültür xasesinin
yetki alanı, politik olarak idari merkezin sınırları içinde
olup olmadığına bakılmaksızın, Kuzeybatı Kafkasya’daki bütün
Çerkes kültürel ve sanatsal faaliyetlerini kapsayacak şekilde
genişletildi.
Ayrıca kültürel faaliyetlerini sürdürmek ve geliştirmek üzere,
beş milyon rublelik önemli bir para yardımı da aldı. Son
olarak çok büyük bir jest ile Sovyetler, geleneksel Çerkes
bayrağının bir devlet veya eyaletmiş gibi Çerkes bölgelerinde
dalgalanmasına izin verdiler. “Sancak-ı Şerif” adı verilen bu
bayrak, koyu yeşil zemine işlenmiş, alt taraflarında kesişen
üç ok ve bunların üzerinde de üstte dokuz, altta üç tane olmak
üzere iki sıra halinde yıldızlardan oluşuyordu. Bu bayrak 1836
yılında Osmanlı sarayında iyi bir konumda bulunan bir Çerkes
prensesi tarafından yapılmıştı.
Yeşil, Çerkesya’nın yemyeşil manzarasını, yıldızlar da on iki
Çerkes boyunu temsil ediyordu. Oklar ise Çerkeslerin eski
çağlarda göç ettikleri üç ana yönü (kuzey, kuzey-batı ve
kuzey-doğu) temsil ediyordu. Böyle sembolik nesneler millet
olma duygusunun yeniden kazanılması için şarttır.
Bu hareketler, muhtemelen Fethi Recep’i memnun etmek veya
üçüncü kongreden önce yalancı bir pro-Çerkesizm izlenimi
yaratmak için yapılmamıştı. Bu hareketler daha ziyade konseyin
1989 başlarında sergilemiş olduğu tavırların bir ödülüydü. O
zamanlar Gürcistan SSC, Abhazya ÖSSC’de yaşayan Abhaz
azınlığın oy hakkını elinden almaya çalışmıştı. Ciddi
çatışmalar patlak verdi ve Abhazlar, kardeşleri Çerkesleri
yardıma çağırdılar. Pek çok Çerkes genci tam olarak bunu
yapmak istiyordu; ancak onlara Adige
Xasenin yönetimindeki yaşlılar engel oldular. Bu akıllıca bir
karardı, çünkü çatışmalar birkaç ay sonra durdu ve bir ateşkes
anlaşması imzalandı. Üniversite ve Bilimler Akademisi gibi
bazı Abhaz kurumları Gürcülerinkilerden bağımsız hale geldi.
Bu çatışmalarda Çerkeslerin yer alması Abhazların karşısında
daha çok Gürcü, Svan ve diğerlerinin çatışmalara girmesine
neden olarak durumun daha da kötüleşmesine neden olurdu. Adige
Konseyi’nin aklıselimi Moskova’ya karşı galip geldi.
Dünya Çerkes Konseyi’nin üçüncü kongresi bu yıl 18-20 Mayıs
tarihlerinde Nalçik’te gerçekleştirildi. Kongreye Türkiye’den,
Hollanda’dan, Almanya’dan üç Amerikan Çerkes derneğinden ve üç
Sovyet bölgesinden delegeler katıldı. Suriye delegasyonunun
çıkış vizeleri son anda iptal edildi; ama Suriye Çerkesleri
yine de, o sırada Suriye dışında bulunan ve arkadaşlarının
durumunu öğrenince gönüllü olan insanlar tarafından temsil
edildi. İkinci kongrede belirlenen temsil kurallarına göre bu
insanların oluşturduğu delegasyon geçerliydi. Kongre, resmi
delegelerin sayısının az olmasına rağmen yüksek katılım
nedeniyle yerel bir stadyumda yapıldı. Delegeleri ve
ziyaretçileri kaldıkları yerden stadyuma ulaştırmak için
otobüsler kullanıldı. Amerika’nın Sesi Radyosu Kafkasya’da
olanları aktardı, ancak BBC’nin çabalarına rağmen Batı
medyasında bu olay çok yer bulamadı. Çerkesler suskunluk
geleneklerine uygun bir şekilde hala modern medyayı gerektiği
şekilde kullanmıyorlar.
Yapılan işlerin ilki, hatta bir açıdan en ilginci, konseyin
adının değişmesiydi. Abhazlar kongreye delege göndererek
Gürcülerin yarattığı kötü durumun tanınmasını istediler. Buna
mukabil Çerkesler, kurumun adının Abhazları da kapsayacak
şekilde Dünya Adige Birliği’nden Dünya Çerkes Birliği’ne
değiştirilmesi için oy kullandılar. Bütün Çerkesler ve az
sayıdaki Wubıh kendilerine “Adige” derler. Abazalar ve
Abhazyalılar ise “Apsuwa”dırlar. Çerkeslere başkaları
tarafından verilmiş olan “Çerkes” adı ise yalnızca yukarıda
adı geçenleri değil, Kuzey Kafkasya’dan sürgün edilmiş bütün
halkları kapsar. Bu sayede Çerkesler daha önce birkaç etnik
azınlığı temsil ederken, değişiklikten sonra kardeşleri olan
Abhazlar ve Dağıstanlıları da kapsayacak şekilde Kafkasya’dan
sürgün edilmiş bütün halkları temsil eder oldular. Bana bir
Çerkes’in söylediği gibi “Biz (Çerkesler, Abhazlar,
Dağıstanlılar) hepimiz Çerkes'iz; hepimiz aynı sıkıntıları
yaşadık.”
Aslında Çerkesler ve Abhazlar arasında ortak kabul gören ve
Sovyetlerin umut verici hareketleriyle desteklenen bir
varsayım mevcuttur: değişik Çerkes yönetsel birimlerinin
statülerinin yükseltilmesi, Ekim Devrimi’nden sonra kısa
süreli de olsa hayat bulmuş olan bir Kuzey Kafkas ÖSSC’nin
tekrar kurulması yolunda ilk adımdır. Kurulması umulan bu
federasyon Rusya Federasyonu ile özel bir federe statüye sahip
olacaktır. Buna göre savunma, ulaşım ve posta hizmetleri
Moskova’nın kontrolünde olmak üzere federasyon içişlerinde
serbest olacaktır. Anayurda dönüş düşüncesi, artık Sovyet
Federasyonu içinde yeni bir millet kurma idealiyle
birleşmektedir.
ANAYURDA DÖNÜŞÜN AYRINTILARI
Sovyet otoriteleri halihazırda Dünya Çerkes Birliği’ne,
üyelerinin anayurtlarına dönüşü için izin vermiştir. Maykop ve
civarı başta olmak üzere Kuzey Kafkasya’daki pek çok bölge az
bir nüfusu barındırmaktadır ve yeterince gelişmemiştir.
Sovyetler de Çerkesler de ilk gelecek olan Çerkeslerin bu
şehrin içinde ve civarında yeni semtler oluşturacağını ve
çiftlikler kuracağını öngörmektedirler. Öncü bir grup olarak
on ila yirmi ailelik bir deneme grubu aranmaktadır. Bu
insanlar birikimlerini de yanlarında getirip
koruyabileceklerdir. Ayrıca vazgeçmek isterlerse bunda serbest
olacak ve bütün varlıklarını da beraberlerinde
götürebileceklerdir. Bu göçmenlerin değişik sosyal kesimlerden
olacağı ve yalnızca yeni işçiler ve çiftçiler olarak değil,
aynı zamanda yanlarında getirecekleri ticaret, üretim, bilim
ve ziraat alanlarındaki bilgileriyle de topluma katkıda
bulunacakları umulmaktadır.
Anayurda dönüş sürecinin kendisi, üçüncü kongrenin ana
deklarasyonu ile yönlendirilmiştir. Bu deklarasyon,
Kabardey-Balkar ÖSSC’nin başbakanı ve bir Sovyet Çerkes'i
olan, Yuri Kalmukov’un kongrenin başkanı olarak seçilmesinin
hemen ardından kabul edilmişti. Deklarasyon doğal olarak
Kuzey-batı Kafkasya’nın Çerkeslerin anavatanı olduğunu ve her
Çerkesin buraya dönmeye hakkının bulunduğunu belirtiyordu.
Ayrıca daha da önemlisi deklarasyon o zaman bölgede yaşayan
çoğu etnik Rus ve Ukraynalı Çerkes olmayan insanın da hukuki,
ekonomik, ve kültürel haklarını da garantiye alıyordu. Sonuçta
belge anayurda dönmüş Çerkesleri de kapsayarak bölgedeki bütün
insanların “barış içinde ve onurlu bir biçimde birlikte
yaşayabileceğini” ifade ediyordu. Çerkesler anavatanlarında
olmadıkları sürece yok olmaya mahkum olduklarını
hissetmektedirler. Bir anavatana sahip oldukları takdirde, bu
çok uluslu bir yapıda da olsa, Çerkes toplumu hayallerini
gerçekleştirebileceklerdir.
Kongre Sovyet topraklarındaki çalışmaları koordine etmeleri
için iki Sovyet Çerkes'ini yönetici olarak seçti. Başkan
olarak Carım Aslan’ı ve Başbakan olarak da Erkekler
Derneği’nin (Tl’ıxase) başkanı olan Muhiddin’i seçerek
kurulması umulan devletin bir parlamenter yapıya sahip
olacağının ilk işaretini verdi.
Fethi Recep de, arkadaşlarının kendisine verdiği ve bir Çerkes
adı olan HATKO Recebkhuer adıyla kongreden döndükten sonra
birliğin SSCB dışındaki çalışmalarını devam ettirecektir.
Orada bulunduğu sırada orijinal soyadının Hatko olduğunu
(“beyaz kurt” olarak çevrilebilir) öğrenmiş; ve arkadaşları da
geleneksel olarak önce soyadı sonra adı olacak şekilde
kendisine büyükbabasının adına atfen “Recep’in oğlu” anlamında
Recebkhuer adını vermişler. Fethi Recep bu kongreyle sadece
Sovyetlerin Çerkeslerin anayurtlarına dönüş hakkını kabul
etmelerini sağlamakla kalmamı, daha da ötesi kendi insanları
için bir cumhuriyetin sözünü de almıştır. Bu sadece O’nun
değil tümüyle üçüncü kongrenin bir başarısıdır.
GELECEK VE SORUNLAR
Bu kongrenin büyük başarıları, büyük sorunları da beraberinde
getirmiştir. Öncelikle insanları anayurda dönüşe yönelten ve
kongreye katılmalarına neden olan romantik istekler SSCB’nin
politik ve ekonomik problemleriyle yüz yüze kalmıştır.
Sorunları geniş açıdan ele alma alışkanlıklarıyla Çerkesler
gelecek birkaç yıl için anayurtlarına yapılması gereken
ekonomik ve kültürel yardımın öncelikle hedefleri olmasına
karar vermişlerdir. Fethi Recep aslında, Carım Aslan ve
Muhiddin’in ticari amaçlarla Hollanda’yı ziyaret etmeleri için
gerekli adımları atmıştı. Amerika’daki Çerkes dernekleri
anayurtlarına ticari, eğitim amaçlı ve ekonomik yardımda
bulunmak için kampanyalar başlattılar. Abhazlarla Gürcüler
arasındaki ilişkiler dikkatle izlenmeli ve Abhazların
güvenliklerinin garanti altına alınması için gerekli adımlar
atılmalıdır. Öyle görünmektedir ki Sovyetler Birliği’nin iç
sorunlarının çözümüne katkıda bulunmak için kayda değer bir
miktarda dönüş yaşanmalıdır ki bu da en iyi ihtimalle üç ila
beş yıl alacaktır. Bunların yanı sıra DÇB’nin önünde çözüm
bekleyen altı önemli sorun daha vardır. En zorlarından biri
iletişim sorunudur. Orta Doğu’da yaşayan Çerkesler ve diğer
Kafkas halkları henüz modern iletişim araçlarını
kullanamamaktadırlar. Yapılan işleri birbirlerine duyurmaları
bu yüzden bir sorundur. Bu durumu daha zorlaştıran bir başka
etmen ise Suriye’nin (ve hatta belki de Türkiye’nin) bu
çabaları zorlaştırmalarıdır. Aslında Suriye’deki Baas
partililer Çerkeslerin anavatanlarına dönmelerini veya bu
yolda herhangi bir adım atmalarını ihanet sayabilirler.
Şüphesiz büyük sayılarda Çerkes’in Orta Doğu’dan ayrılması,
burada önemli yer değiştirmelere neden olacaktır. Yakın
gelecek için Çerkesler sözlere güvenmektedirler. Son çare
olarak medyayı kullanarak ve konuya dışarıdan bakan Amerika
veya Avrupa gibi güçlerin desteğini alarak bu kayda değer
gelişmeleri daha çok insana duyurabilirler.
İkincisi, kimlerin anayurda dönüş hakkına sahip olduğu konusu
tam olarak açıklığa çıkmış değildir. Buradaki en rahatsız
edici sorunlardan biri dindir. Çerkesler, kimileri eğilim
olarak laik, kimileri de inançlarında daha ateşli olmak üzere
çoğunlukla Sünni Müslüman'dır. Üçüncü kongrede Kuzey
Kafkasya’nın (Çerkeslerin dönüşünden veya bir Kuzey Kafkasya
SSC’nin kuruluşundan bağımsız olmak üzere) heterojen yapısını
koruyacağı iddia edildikten sonra, bu amaca ulaşmanın ateşli
Müslümanların göçü söz konusu olduğunda ne kadar önemli olduğu
ortadadır. Ayrıca eğer Dağıstan da bu cumhuriyetin kuruluşuna
katkıda bulunacaksa Dağıstanlıların kökten dinciliğe kadar
varan bir Müslümanlık geçmişine sahip olmaları, dini
hoşgörünün korunması konusunu daha da karmaşık bir hale
getirmektedir. Bir anlamda Çerkes sorunu, modern bir problem
olan büyük ve heterojen toplumlarda etnik kimliğin korunması
probleminin küçük çaplı bir örneğidir. Çerkesler bir yandan
günlük hayatlarında bir mikro-milliyetçiliği sürdürürken, öte
yandan da kurulması düşünülen ve çoğu Çerkes olmayan insanın
da içinde bulunacağı bir cumhuriyette bir çeşit makro-miiliyetçilikle
de içiçe olmak zorunda kalacaklardır. Kolaylıkla öngörülebilir
ki, anayurda dönüş değişik derecelerde etnik kimliğe ve dini
inanışa sahip Çerkesler arasında bir çeşit doğal elemeyle
gerçekleşecektir.
Üçüncü olarak, dini kimliği bir kenara bıraksak bile Çerkes
kimliğinin eğer bu hedeflenen heterojen cumhuriyette bir rolü
olacaksa o da bir sorun olacaktır. Birliğin kendisi de
Abhazları saflarına katarak ve aynı sorunları paylaşan diğer
Kafkas halklarına da kapısının açık olduğunu ilan ederek
halihazırda heterojen bir hal almıştır. Ancak cumhuriyet eğer
Çerkes kültürünün gelişimini sağlayamazsa sadece kanunen
görevini yerine getirmiş olacaktır. 127 yıl Rus, Arap ve Türk
etkisinde kaldıktan sonra Çerkesler çok farklı kültürel
evrimler geçirmişlerdir. Orta Doğu’dakiler edebiyat ve
yayıncılık konularında Kafkasya’dakilerin yol göstericiliğine
ihtiyaç duyacaklardır. Orta Doğu Çerkeslerinin sözlü ve
yazılı edebiyatını Sovyet Çerkeslerininkilerle entegre
edebilmek için çaba sarf etmek gerekecektir. Daha da ötesi bir
zamanlar kültürlerinin içerdikleri hakkında pek az fikri olan
birçok insanda kültürlerini tanıma isteği oluşturmak ve onlara
kapsamlı bilgi vermek de büyük bir iş olacaktır.
Dördüncüsü, eğer anayurda dönüş başarılı olursa, kurulacak
olacak cumhuriyette üstesinden gelinmesi gereken ciddi politik
sorunlar ortaya çıkacaktır. Böyle bir durumda bölgenin
demografisinde meydana gelecek olan değişmeler rahatsızlıklara
belki de açık düşmanlıklara yol açacaktır. Eğer dönüş
kontrolsüz ve çok hızlı gerçekleşirse ekonomik bozukluklar
ortaya çıkacaktır. Daha açık olarak söylemek gerekirse
Çerkeslerin kendi içlerinde sosyal yapıları düzenlenmelidir.
Geleneksel olarak içinde prensler, asiller, özgür insanlar ve
köleler bulunan ve her biri kendi içinde de alt tabakalara
bölünmüş olan karmaşık bir sosyal yapıları vardı. Komünizm
döneminde yapıları aile geleneklerinden birine indirgenmiş,
ancak herhangi bir sosyal yapıyla yer değiştirmemişti. Bu
yüzden Çerkes toplumunun karakterinin yeniden belirlenmeye
ihtiyacı vardır.
Beşinci olarak, dil sorunu çözümlenmelidir. Çerkes dili, biri
Doğu (Kabardey) diğeri de Batı (Adigey) diyalekti olmak üzere
her biri kendine has kuralları olan iki ana grup halindedir.
Kendi başına bir dil olan Wubıhca bugün yalnız iki kişi
tarafından konuşulmaktadır; bütün diğer Wubıhlar Türkler veya
diğer Çerkesler tarafından asimile edilmiştir. Eğer kurulması
umulan devlette Ruslar ve Ukraynalılarla birlikte Abhazlar,
Abazalar, ve kendileri toplam olarak yaklaşık otuz dil konuşan
Dağıstanlılar da olacaksa devletin resmi dili (ya da dilleri)
sorunu çözümlenmesi gereken önemli bir sorun olacaktır. Ancak
Çerkesler dilde çeşitliliğe alışkın insanlar oldukları için
birkaç resmi dilin kullanılması ciddi bir sorun
yaratmayacaktır. Daha önemli görünen sorun ise resmi dil
hangisi olacaksa o dildeki edebiyatı insanlara empoze etme
sorunudur.
Altıncı olarak, bu devletin ister Rusya SSC ile isterse komşu
devletlerle olsun politik ilişkilerinin belirlenmesidir.
Gorbaçov’un da daha önce tehditle karışık belirttiği gibi eğer
Gürcistan dar görüşlü milliyetçi politikalarını sürdürürse
Moskova’nın Abhazya’nın tümünü veya bir kısmını ve Güney
Osetya’yı kontrolüne alması mümkündür. Dolayısıyla böyle bir
Kuzey Kafkasya Cumhuriyeti’nin sınırları bütün Kafkasya’da
meydana gelecek gelişmelerin de etkisiyle çizilecektir. Bu
gelişmeler yapısı itibarıyla Çerkeslerin kontrolü dışında
gelişecektir; ve Çerkesler ancak iyi gelişmeler olmasını
dileyebilirler.
Çerkesler mağlubiyetin ne demek olduğunu bilmektedirler.
Giderek artan bir şekilde şunu anlamaktadırlar ki, eğer
kimliklerini korumak için bir şeyler yapmazlarsa toplum olarak
yok olmaya mahkumdurlar ve yok oluş uzakta da değildir.
Gelecek yıllarda bu insanların karşılaşacakları sorunları
önemsizmiş gibi göstermek istemem. Öte yandan gelecek onlar
için zorlu olduğu kadar heyecan verici de gözükmektedir.
İdealizmleri ve şimdiye kadar gösterdikleri ve sosyal
yetenekleri göz önüne alındığında sanırım bu kadar iyimser
olmak mazur görülebilir. |
|
|
|
|
|
|
|