...................
...................
STK'LARIN MEŞRUİYETİ

Ahmet İnsel

                         
...................
 
...................
Ünlü anti-Marksist George Soros'un biyografisinin yayınlanması dolayısıyla bu illüstrasyon NYT'da yayınlandı. Soros'un "Open Society" Enstitüsü'nün İstanbul'da geçen haftaki açılış kokteylinde çok sayıda sivil toplum kuruluşları (STK) vardı.

Türkiye'de STK'lar çıkışlarında yurttaşlık bilincinin oluşturulması için sol tarafından desteklendiler. Sivil toplum kuruluşları tamlamasıyla 1980'lerde tanıştık. O dönemde Batı toplumlarında "hükümet dışı örgütler" olarak ifade edilmeye başlanan bu tabiri dilimize böyle çevirdik. Daha doğru bir tabir, "idare/yönetim dışı kuruluşlar" veya "devlet dışı örgütler" olurdu. Ama Türkiye'de devlet dışında bulunmak zanlı olmak için güçlü bir kanıt oluşturduğu için, daha yumuşak bir tabir tercih edildi. Üstelik sivil toplum örgütü tabiri, bu kuruluşlara, o dönemde Türkiye'de yükselen sivil toplum bilinçlenmesinin taşıyıcılığını yapma misyonunu üzerine aldıklarını ifade etmelerini sağlıyordu.
Türkiye'de STK'lar çıkışlarında yurttaşlık bilincinin oluşturulması için sol tarafından desteklendiler. Devlet karşısında güçsüz kalan siyasal oluşumların arkasındaki toplumsal desteği artırmayı, bilinçli yurttaş katılımlarını güçlendirmeyi amaçlıyorlardı. Bu bilinci oluşturdukları ölçüde toplumsal meşruiyet kazanabilirlerdi. Bunun bugüne kadar büyük ölçüde başarısız kaldığını söyleyebiliriz.

STK'ların geleneksel dernek veya vakıflardan bir farkı olmaması lazım gelir. Ama kısa zamanda belli bir fark oluştu. Aradaki farkı daha izlenimsel bir biçimde aktarmaya çalışacağım. Katılım, özveri, diğerkâmlık üzerine kurulu geleneksel dernek örgütlenmesinde amaç ya toplumun tüm kesimlerine ya da belli bir topluluğa yönelik, kâr amacı gütmeden yararlı faaliyetlerde bulunmaktır. Bu faaliyeti sürdürenlerin ezici çoğunluğu bu faaliyetten geçimlerini sağlamazlar. Kendi işleri güçleri, geçim kaynakları vardır. Bu toplu yarar faaliyetlerine işlerinden arta kalan zamanı ayırırlar ve bundan da açık bir maddi menfaat beklemezler. Ücret ve piyasa dışı ilişkilerin egemen olduğu, dayanışmayı veya sosyal amaçlı bir hizmet üretimini ön plâna çıkaran, faaliyetinin en belirgin özelliği diğerkâmlık olan kuruluşlardır bunlar. Amaçlarını kapsayan en geniş katılımı öngörürler. Kitlesel olmaları her zaman demokratik oldukları anlamına gelmez. 80 öncesinin demokratik kitle örgütleri tabirindeki demokrasi vurgusu, Türkiye'de çoğu zaman gerçeği yansıtmıyordu.


Kitle örgütü değiller

Sadece Türkiye'de değil, neoliberal fırtınanın etkisi altında kalan tüm coğrafyalarda siyasetin siyasetsizleşmesi geçen yirmi yıl zarfında ciddi bir boşluk yarattı. Bunun silah ve güç zoruyla daha vahşi biçimde gerçekleştirildiği Türkiye'de, ortaya çıkan boşluğu kısmen STK'lar doldurmaya çalıştılar. Siyasete akamayan enerjiyi kendilerine çektiler. Bu hem yeni tür bir siyasallaşmanın ön habercisiydi hem de siyaset alanının boşalmasını kalıcı kılıyordu. Bu ikinci gelişme zaman içinde daha baskın çıktı.

STK'ların demokratik kitle örgütlerinden en büyük farkı, bir iki istisna dışında kitle örgütü olmamaları. Türkiye'de STK'ların vakıf türü örgütlenmeyi genellikle tercih etmelerinin nedeni, sadece dernekler yasasının deli gömleğini andıran kısıtlayıcılığından kaçmak değil. Kitlesel olmayan ve kendi içinde özel amaç taşıyan faaliyet biçimine vakıf daha fazla uyuyor. Proje yazmak, proje almak ve bu projeleri iyi kötü gerçekleştirmek amacı etrafında örgütlenen bu kuruluşlarda, kuruluşun iç yaşam alanı kendi başına bir amaç olmaya başladı. Hem yararlı bir iş yapmak hem de bunu özel sektör veya kamu kuruluşlarındaki iş ilişkilerinin ağır baskısından büyük ölçüde bağımsız olarak gerçekleştirmek, birbirini tamamlayan hedefler haline geldiler. Bu kuruluşların bir kitlesel tabanı da olmadığı için, kendi iç varoluş amaçlarına ilişkin beklentiler zaman içinde doğal olarak ön plana çıktı. STK'yı ayakta tutmak için proje avcılığına başlamak doğaldı, çünkü STK'lar, geleneksel dernekler gibi üye aidatlarıyla ayakta duran kuruluşlar değillerdi.

Bu nedenle, temsiliyetleri de kendinden menkul kuruluşlar oldular. Kurulan vakıflar da çoğu zaman asgari sermaye gereğini bile zor karşılayan, esas olarak dış desteğe muhtaç yapılardı.

Bu çerçevede STK'lar, işi üstlenenlerin bunu bir gelir kaynağı olarak gördükleri, kâr amaçlı olmayan ama gelir üretme amaçlı kuruluşlar haline dönüştüler. Sanırım STK'lar konusunda çoğumuzun belli belirsiz hissettiği sıkıntının önemli bir nedeni bu. STK'lar, piyasa mekanizmasına tabi kuruluşlardan daha yumuşak çalışma koşulları yaratırken, Türkiye ortalamasının üzerinde kalifiye emeğe dayanıyorlar. Bu da STK'lardaki gelir beklentisini emek piyasasının ortalamasının epey üstünde tutuyor. Ücret eşitsizliğinin son derece yüksek olduğu Türkiye gibi bir ülkede, bu iki etmen STK'ların kendisi amaçlı kuruluşlar olması eğilimini güçlendiriyor. Çoğu Batı toplumunda ortalama ücretin daha altında bir ücretle faaliyetlerini sürdüren STK çalışanları, Türkiye'de ortaüst ücret seviyesinde gelir elde ediyorlar. Üstelik finansmanın bir kısmı yurtdışından elde edilebiliyorsa, bu gelir daha da yüksek olabiliyor.


Ayrıcalıklı konum

Sorun, STK'ların bu yapıları içinde, toplumdan ayrı bir saygınlık beklentisi taşımalarında yatıyor. Toplu yarar için, bir fedakârlığa dayanan, diğerkâm özelliklerin öne çıktığı bir faaliyet görünümü altında, çoğu zaman gelir amaçlı bir faaliyet sürdürülüyor. Yürütülen faaliyetin amaçları itibarıyla yerindeliği, etkinliği ve uygunluğunun denetlenmesi de STK'ların yapısı nedeniyle epey zayıf kalıyor. Çoğu zaman finansmanı sağlayan kuruluşun amacı, bir faaliyetin gerçekten yapılmasından çok, faaliyet bilançosunu doldurmak olduğu için, böyle bir dış denetim eksik kalıyor. Kitle örgütleri olmadıkları için, iç denetim mekanizması çalışmıyor. Ortada oldukça yüksek paralar dönüyor ve bunların doğru kullanımı genellikle denetlenmiyor.

STK veya benzeri oluşumların, ayrıcalıklı gelir sağlayıcı kuruluşlar olmaları, elde edilen kaynakların esas amaçları için kullanılmamasıyla sonuçlanıyor. İşte bu, hiçbir nedenle kabulü mümkün olmayan, üzerini hiçbir gerekçeyle örtmemiz gereken vahim bir durum.

Dayanışma, eşitlik, demokrasi ve şeffaflığın, kendi temel ilkeleri içinde yer aldığını iddia eden sol siyasal duruşun, bu tür bir varoluş biçimini benimseyen, özel gelir kaynağı olarak çalışan STK'ların ayrıcalıklı toplumsal kabul beklentilerini tartışmaması başta kendine karşı saygısızlık olur. STK'ların faaliyet amaçları kadar kullandıkları kaynaklar konusunda da asgari bir meşruiyet ve tutarlılık gerekmez mi? Bu kaynakları sağlayan çevrelerin empoze ettikleri kaynak kullanım koşullarının siyasal ve toplumsal sonuçları itibarıyla sürekli değerlendirilmesinden, en azından kendilerini solda tanımlayanlar kaçınabilirler mi? STK olmak, ayrıcalıklı bir siyasal ve toplumsal konum talebini meşru kılar mı?

Bu gibi soruların evrensel yanıtları olduğunu iddia etmek, son derece dogmatik bir tavra saplanmak olur. Ama meşruiyetleri çoğu zaman kendinden menkul olan bu kuruluşların içinde yer alanların, "biz iyi niyetli insanlarız, biz ne yapsak iyi niyetlidir ve dolayısıyla yanlış değildir" türünden bir tavır benimsemeleri kabul edilemez.

Vahşi kapitalizmin girdabında boğulanların, ceberut devletin sillesini yiyenlerin kendilerine tutunacak bir dal aramaları, bu ölümlü dünyada bir nebze olsun rahat soluk almaya çalışmalarını eleştirmek, böyle bir eleştiriyi yapanın bu dünyaya eziyet çekmek için geldiğimiz inancını taşıdığını ele verir. Ama tersine, hem diğerkâmlıktan, sol değerlerden söz edip, topluluk için yararlı bir işe kendini vakfettiğini iddia edip, bunun karşılığında yüksek bir saygınlık, güçlü bir varoluş meşruiyeti talep edilirken, esas olarak iyi bir iş veya gelir beklentisinin faaliyete hakim olmasını eleştirmek, eziyetin, fakirliğin ve dışlanmışlığın yüceltilmesi değildir. Söz ve eylemde tutarlılığa bir davettir.