Önsöz
Gerek Ortadoğu'da gerekse de civar bölgelerde geçen on yılın
en önemli gelişmelerinden biri Türkiye'nin bölgesel bir güç
olarak doğuşudur. Alan Makovsky ve Sabri Sayarı'nın Giriş
bölümlerinde işaret ettikleri gibi, bazı etkenler Türkiye'nin
durağan siyasi bir aktörden daha iddialı bir ülkeye
dönüşmesini mümkün kıldı. Bu etkenler, daha güçlü bir ordu, daha zayıf
komşular, eski Sovyetler Birliği'nden ayrılan Türki
Cumhuriyetlerle ve İsraille yakın ilişkiler kurmak biçiminde
kendini gösteren dış politika önceliklerinin genişlemesidir.
Türk dış politikasının yeni dinamikleri başka hiçbir yerde
Ortadoğu'da
olduğu kadar belirgin değildir. Merhum Cumhurbaşkanı Turgut
Özal'ın Türkiye'yi, 1991 yılında Saddam Hüseyin'e karşı ABD
önderliğinde yürütülen savaşa dahil etme kararı, bölgede Türkiye
için bir dönüm noktasına işaret etmekteydi. O zamandan beri
Türkiye –bazen fırsat yakalamaktan çok tehditi savuşturma
güdüsüyle de olsa- Ortadoğu'daki sayısız girişim içinde yer
almıştır. Bölücü Kürdistan İşçi Partisi (PKK)'yle olan
mücadelesinin bir parçası olarak Türkiye, PKK'nın üs bölgesi
olarak kullandığı kuzey Irak'a birçok kez harekat düzenlemiştir.
1998'in
sonbaharında Türkiye, Suriye'yi, bölücülere destek vermeyi kesmesi
ve PKK lideri Abdullah Öcalan'ı sınırdışı etmesi hususunda uyardı.
Türkiye'nin gücünden çekinen Şam, bu isteğe derhal uydu.
Önemli bir Ortadoğu aktörü olarak Türkiye'nin oynadığı rol, doğal
olarak
kendisini Washington Yakın Doğu Enstitüsü'nün ilgi odağı haline
getirmiştir.
Türkiye, ABD Dışişleri Bakanlığı'nın "teröre destek olan ülkeler"
listesindeki üç ülkeyle (İran, Irak ve Suriye) sınırdaş olan tek
ülkedir. Ayrıca, İsrail'le olan ilişkileri de Türkiye'nin
bölgedeki kredibilitesini güçlendirmiştir. Gerçekten de 1998
yılında Suriye Devlet Başkanı merhum Hafız Esad'ın Türkiye'nin
tehditleri karşısında teslim bayrağını çekmeye hazır olması
muhtemelen bu savı açıklamaktadır. Türkiye ile İsrail arasındaki
şu anki ilişkiler, güvenlik, ticaret, turizm ve üniversiteler
aracılığıyla yapılan entelektüel etkileşimi de içeren birçok
boyuttan oluşmaktadır. 1999 yılında İsrail, Türkiye'nin
Ortadoğu'daki önde gelen pazarı haline gelmiştir.
Aşağıdaki makalelerin de gösterdiği gibi, Türkiye, bölgede, tek
başına,
üstün özelliklere sahip pivot bir devlettir. Kasım 1999'da, Başkan
Clinton "
Türkiye'de Avrupa ve Müslüman dünyasının barış ve uyum içersinde
buluşabildiğini" belirtmiştir. Türkiye Batı ittifakı içinde
Müslüman çoğunluğa
sahip tek ülkedir, İslam Konferansı Örgütü'ndeki tek Batılı
müttefiktir.
Birleşik Devletler, Türkiye'nin Avrupa Birliğine üyelik amacını
kuvvetle
desteklemekte, ve bu laik, demokratik ve Batı yanlısı ülkeyi İslam
dünyasına model olarak görmektedir.
Türkiye'nin komşu bölgelere yönelik politika yaklaşımları,
Birleşik
Devletler'in, sadece Ortadoğu değil başka bölgelere ilişkin
politikasını da
etkilemektedir. Richard Holbrooke'un veciz bir biçimde ifade
ettiği gibi
Türkiye, "Avrasya kıtasında Birleşik Devletler açısından önem
taşıyan hemen hemen her konunun kesişim noktasında bulunmaktadır."
Gerçekten, Türkiye, geçen on yıl boyunca, Birleşik Devletler
politikasının sayısız girişiminin merkezinde yer almıştır. Körfez
Savaşı ve Kuzeyden Keşif Harekatı'nın yanı sıra Washington ve
Ankara, NATO, Ortadoğu barış süreci, Bosna, Kosova, Azerbaycan ve
Orta Asya'dan enerji nakli planları ile terörizmle mücadele gibi
konularda birlikte hareket etmişlerdir.
Bu nedenlerden ötürü, Amerikalıların stratejik olarak önemli bu
ulus
hakkında daha fazla bilgilenmeleri önem taşımaktadır. Bölgesel
uzmanların
makalelerinden oluşan bu kitapta, Türk dış politikasının değişken
unsurları ele alınarak, Birleşik Devletler'deki dış politika
öğrencileri, bilim adamları,
konuyla ilgilenenler ve diplomatlar dünyanın en önemli yeni
güçlerinden biri
hakkında aydınlatılacaktır.
Giriş
1997 ve 1998 yıllarında, Washington Yakın Doğu Politikası
Enstitüsü, Türk
dış politikasının değişen dinamiklerini ve trendlerini incelemek
üzere
Washington, D.C.'de, bir dizi seminer düzenledi. Bu kararın
verilmesinde, Soğuk Savaş sonrasındaki Türk dış politikasının,
Türkiye Cumhuriyeti 1923'te kurulduğundan beri en önemli ve
değişken dönemlerden birine girmesinin büyük rolü olmuştur.
Uzun Soğuk Savaş dönemi boyunca Türk dış politikası birkaç temel
soruna endekslendi: Sovyet tehdidinin nasıl savuşturulacağı,
Yunanistan ve Kıbrıs konusunda Türk çıkarlarının nasıl korunacağı
ve Birleşik Devletler ve NATO'yla ilişkilerin nasıl sürdürülüp
güçlendirileceği gibi. Batı Avrupa'yla
bütünleşmenin nasıl daha ileriye götürüleceği ve Soğuk Savaşın
ikinci bölümünde de Suriye, Irak ve İran gibi komşular tarafından
desteklenen terörle nasıl mücadele edileceği, baskısı daha az
hissedilen fakat yine de önemli sorunlardı.
Bu konular bir bütün olarak karmaşıklık ve bir problematik teşkil
etmekteydi. 1970'lerin ortasında ABD tarafından silah ambargosu
uygulandığı için, bir yandan Washington'la ikili ilişkiler tesis
ederken diğer yandan da Kıbrıs ve Ege'deki rakip Yunanistan'la
olan ilişkileri de yürütmek bağdaştırılması kolay olmayan
hedeflerdi.
Soğuk savaş sırasında Türkiye'nin dış politika tehditleri
arasında, tüm
NATO müttefikleri tarafından paylaşılan nükleer tehditin yanı sıra
maruz kalınan yüksek risk ile varlığına yönelik tehlikeler
sayılabilir. Türkiye'nin
Sovyetlerin istikrarsızlaştırma hedefi haline gelmesiyle birlikte,
1970'lerin
sonundaki siyasi şiddet ve terör ortamında binlerce Türk hayatını
kaybetti.
Öte yandan, Soğuk Savaş belli ölçüde düzen, istikrar ve
öngörülebilirlik
de sağladı. Stalin'in II. Dünya Savaşının hemen ertesinde
kuzeydoğu Türkiye ve boğazlar üzerindeki talepleri Atatürk ve
Lenin tarafından tesis edilen Türk-Sovyet dostluğu dönemine
belirgin bir biçimde damgasını vurdu ve Ankara'yı Batıyla ittifak
kurmaya itti. Fakat 1950'lerin ortasına kadar, Ankara ile Moskova
arasında Soğuk Savaş boyunca sürecek olan bir modus vivendi
oluşturulmuştu. ABD'nin Türkiye'ye yönelik desteği ve Türkiye'nin
NATO üyeliği saldırgan eğilimler taşıyan Sovyetler Birliği'nin
caydırılmasında kullanılan araçlardı. Türkiye'nin Sovyetler
Birliği'yle olan uzun sınırı ve Sovyetlerin Varşova Paktı
müttefiki Bulgaristan'la olan kısa sınırında herhangi bir olay
meydana gelmedi. Soğuk Savaş'ın hiçbir aşamasında, 1962 Küba Füze
Krizi'ndeki istisnai savaş olasılığı bir kenara bırakılacak
olursa, Sovyetler Birliği ya da Varşova Paktı ile doğrudan
düşmanlıklar yaşanmadı.
Soğuk Savaş esnasında, Türkiye’nin bölgesel çevresi bugünkünden
çok daha fazla istikrarlı bir görünüm sergiledi. Kafkaslar ve Orta
Asya kesin bir biçimde Moskova’nın denetimindeydi. Balkanlar,
büyük ölçüde, Yugoslavya’da Tito’nun katı yönetimi ve Soğuk Savaş
disiplini sayesinde ehlileşmişti. Ortadoğu’daki komşular ise o
zamanlar da, tıpkı bugün olduğu gibi, istikrarsızlık kaynağıydı.
Fakat Ankara, -kısmen zayıflığı nedeniyle, kısmen ticareti
geliştirmek için, genellikle de büyük Arap davası Filistin
sorununa karşılık büyük Türk davası Kıbrıs’ta Arap desteğini elde
etmek amacıyla- Ortadoğu’daki komşularının bazı uygunsuz
politikalarını genellikle destekledi.
Bugün Türkiye, tıpkı Birleşik Devletler gibi kendi varlığına
yönelik
hiçbir tehditle karşı karşıya değil. Fakat komşuları, artık
nükleer savaş
tehdidine maruz kalmasalar da, eskisinden daha karmaşık
durumdalar. Soğuk Savaş dönemi boyunca tüm kariyerlerini
uluslarının dış politikasını yönlendirmekle geçiren Türk
yetkililer, hiç şüphesiz ardıllarının bugün karşılaştıkları
sayısız bölgesel soruna şaşırmıyorlardır. Türkiye en azından yedi
değişik bölgede doğrudan rol oynamaktadır: Batı Avrupa, Balkanlar,
Ege ve Doğu Akdeniz, Ortadoğu, Kafkaslar-Hazar bölgesi, Orta Asya
ve Kara Deniz. Bu eski Sovyet sonrası dünya hala Türkiye’ye
yönelik tehditlerle dolu olmakla birlikte fırsatlar da sunmaktadır
–Rusya’yla ekonomik ilişkiler, enerji dağıtım merkezi olma, yeni
bölgesel işbirliği oluşumları ve belki Avrupa Birliği üyeliği.
Arap dünyasından Sovyet etkisinin ortadan kalkması, Ankara’nın
İsrail’le yakın ilişkiler kurmasını, bölücü örgüt PKK’ya karşı
kuzey Irak’ta hava ve kara birlikleri konuşlandırmasını ve
Suriye’ye, PKK lideri Öcalan’ı sınırdışı etmesi
için ültimatom vermesini (1998’de gerçekleşti) mümkün kılarak
Türkiye’nin
Ortadoğu politikasında esnekliğe yol açmıştır.
Değişen Dinamikler
Washington Enstitüsü’nün birincil odak noktası, tam isminden de
anlaşılacağı gibi, Birleşik Devletler’in, Türkiye’yi de içine
alan, Yakın Doğu politikasıdır.
Türkiye’nin Birleşik Devletler’in dış politikasında 1990’larda
oynadığı rolün
önem kazanmasıyla Türk dış politikasının değişen dinamiklerini
incelemeye yönelik ilgimiz artmıştır. Türkiye, dünya politikasında
gerçek bir bölgesel güç ve pivot devlet olarak gün geçtikçe daha
fazla ortaya çıkmaktadır.
Özel sektörün büyümesiyle güçlenen Türk ekonomisi 1990’larda
dinamik bir büyüme yaşadı. Askeri açıdan Türkiye, ikiyüzden fazla
F-16 savaş uçağının ortaklaşa üretimi (Amerikan Lockheed Martin
şirketiyle) ve yaklaşık bin adet M-60 tankının alınması sayesinde,
etkili ve modern bir konvansiyonel savaş gücünün temellerini attı.
Türkiye’nin gücünün artmasıyla eşanlı olarak komşularının gücünde
düşüş meydana geldi. Rusya, İran, Irak ve Suriye gibi Türkiye için
potansiyel olarak yakın güvenlik sorunları oluşturan ülkelerin
hepsi 1990’larda ekonomik ve askeri açıdan düşüşe geçmişlerdi.
Türkiye’nin komşusu ve NATO’daki
müttefiki Yunanistan da, Türkiye’nin en yakın güvenlik tehditleri
listesine
dahil edilmeyi hak etmektedir. Zayıflayan güç tanımlamasına uymasa
da
Yunanistan, Türkiye ile kıyaslandığında çok düşük bir nüfusa (11
milyona 63 milyon) sahiptir ve bu durum da iki ülke arasında denge
kurulmasını
zorlaştırmaktadır. Bu yaklaşım, 1999’un sonunda ortaya çıkan
Yunanistan-Türkiye yakınlaşmasının Yunanistan açısından güdülerini
açıklamaktadır.
Türkiye’nin güçlenip komşularının zayıflamasıyla, Türk
yetkililerin
yıllardır izlenen geleneksel olarak edilgin dış politikayı
(istisnası 1974
Kıbrıs Harekatıdır) terk etme hususunda kendilerine olan güvenleri
arttı.
Türkiye, eski Sovyet devletlerinin tümünün bağımsızlığını, daha
Sovyetler
Birliği resmen dağılmadan önce tanıyan ilk devletti. Başlangıçta
öngörülenin aksine, Türkiye, eski Sovyetler Birliği’nden ayrılan
Türki devletler bölgesinde bir “nüfuz alanı” oluşturamadı ama
önemli ticari ilişkiler, enerji projeleri, halklar arası
yakınlaşmalar ve hemen hemen her yıl düzenlenen Türk zirveleri
aracılığıyla bölgede daha etkili bir konumun temellerini attı.
İsrail’le yakın ilişkiler kurmaya başlaması, geleneksel olarak
Arap duyarlılıklarına hak veren bir devletin dış politikasında yol
ayrımı anlamına gelmekteydi. 1990’larda Ankara, Ortadoğu
çok-taraflı barış süreci kapsamındaki Silahların Denetimi ve
Bölgesel Güvenlik grubunun üyesi, Balkan barış koruma gücü ve
Karadeniz Ekonomik İşbirliği Alanı gibi projelerin yaratıcısı ve
uygulayıcısı olarak, çok-taraflı bölgesel girişimlerin içinde
etkin bir biçimde yer almıştır. Türkiye-Avrupa
Birliği ilişkileri, onyılın büyük bölümünde sallantılı geçse de,
1995’te gümrük birliğine geçilmesi ve 1999’da AB’nin, Türkiye’nin
adaylığını resmen tanımasıyla önemli adımlar atılmıştır.
Soğuk Savaş bitince, çoğu Türk, ülkelerinin artık ABD ve Batı için
eskisi
kadar değer taşımayacağından endişelendi. Zira, Sovyet ve Varşova
Paktı
sınırları artık çatışmanın sınırları değildi. Washington’daki
karar alma
çevrelerinde bulunan bazı kişiler başlangıçta bu değerlendirmeye
katıldılar.
Fakat bu uzun sürmedi. 1991 Körfez Savaşı ve savaş sonrasında
ABD’nin Saddam Hüseyin’i çevreleme çabaları bir kez daha
Türkiye’yi, ABD’nin yüksek öncelikli dış politikasında önemli bir
jeostratejik öğe haline getirdi. Soğuk Savaş sonrasında yaşanan
diğer gelişmeler bu bağları güçlendirmiştir. Washington,
Türkiye’nin Bosnalı Müslümanların durumuna ve Rusya’nın uzun
dönemdeki istikrarsızlığı ile bölgesel isteklerine ilişkin
görüşlerine daha da yaklaştı.
ABD’nin benimsediği görüşe göre Türkiye, Hazar Denizi’ndeki enerji
kaynaklarını, Rusya ve İran’ı dışlayan bir güzergah aracılığıyla
taşıyan “doğu-batı enerji koridorunun” merkezi olmalıdır. Zira
böylelikle Azerbaycan ve Türkmenistan gibi devletlerin
bağımsızlıkları güçlenecek ve bu devletler batıyla daha da
yakınlaşacaklardır.
ABD, Türkiye’ye öncelikle jeostratejik nedenlerle değer veren
global bir
güçtür. Washington’un Balkanlardaki istikrarsızlık, Rusya'nın
gelecekteki
yönelimi, İran köktendinciliği, Irak'ın saldırgan dış politikası
ve Ortadoğu
Barış Süreci'ndeki kitlenmeye ilişkin endişeleri, ABD'deki siyaset
yapıcıların Türkiye'ye yönelik ilgisini güçlendirmektedir.
Washington Enstitüsü'nün seminerleri, Türkiye'nin bölgesindeki
diğer ülkelerle ilişkilerinin, daha da iyi anlaşılmasını
amaçlamaktadır.
Dış Politika'da Karar Alma Süreci
Seminerler, resmi belgelere ek olarak, Türk dış politikasında
karar alma süreci ile önemli dış politika konuları karşısında
Türkiye'nin tutumuna ilişkin sunumlar ve tartışmalardan doğdu.
Katılımcılar Türk dış politikasında karar alma sürecinin büyük
ölçüde elit kesimin ilgi alanına girdiği konusunda hemfikir
oldular.
Emekli bir Türk diplomatı, Türk dış politikasını geleneksel olarak
şekillendiren klasik sac ayağının dışişleri bakanlığı, başbakan ve
ordudan
oluştuğunu söyledi. Dışişleri Bakanlığı, günlük dış politikayı
yürütmekte ve
Türkiye'nin uluslararası ilişkileriyle ilgili konularda en önemli
uzmanlık
kaynağı olarak hizmet vermektedir. Başbakan, dış politikanın
oluşturulması sürecinde en önemli siyasi aktördür ama Türk
başbakanının ülkesinin dünyayla ilişkilerini şekillendirmeye
yönelik katkısı ve etkisi onun dış politikaya olan ilgisine bağlı
olarak değişiklik göstermektedir. Örneğin Süleyman Demirel,
1960'lı ve 70'li yıllardaki başbakanlığı döneminde daha çok iç
politikayla ilgiliyken, Bülent Ecevit uluslararası politikayla
ilgilenmiştir.
Elbette ordu da Türk dış politikasında başat bir aktördür. Ordu
kurumsal
olarak etkisini, üyelerinin yarısı komutanlardan oluşan Milli
Güvenlik
Kurulu'nda hissettirir. Ordunun gücü büyük ölçüde, askeri ve
güvenlikle ilgili konular (iç güvenlik dahil) tehdit altındayken
oynadığı lider rolden ve Türk siyasetine yaptığı müdahalelerden
kaynaklanmaktadır. Orneğin, PKK'yla mücadele ve Kuzey Irak'la
ilgili kararların alınmasında büyük ölçüde ordunun rol oynadığı
düşünülmektedir.
Katılımcıların çoğu, dış politikadaki klasik "sacayağı" modelinin,
cumhurbaşkanlığı makamının karar alma sürecinde dördüncü güç
olarak ortaya çıkmasıyla, 1980'lerin başından itibaren değişmeye
başladığını belirtmiştir. Bu durum kısmen, cumhurbaşkanının
yetkilerini arttıran 1982 anayasasının sonucudur.
1983'te çıkarılan bir kanunla, MGK ve MGK'nın başkanı olarak
cumhurbaşkanın yetkileri de arttırılmıştır. Bu değişikliklerin
önemi hemen anlaşılmamışsa, bunun nedeni, büyük ölçüde, 1982
anayasası döneminde ilk cumhurbaşkanlığı görevini yürüten
(1982-1989) eski genel kurmay başkanı Kenan Evren'in düşük
profilli tutumu olabilir.
Cumhurbaşkanının dış politikanın oluşturulması sürecinde etkin bir
rol
oynama kapasitesi, Turgut Özal'ın (1989-1993) ve Süleyman
Demirel'in (1993-2000) cumhurbaşkanlıkları döneminde belirgin bir
biçimde ortaya çıktı. Partilerinin parlamentodaki oy gücü
sayesinde başbakanlıktan cumhurbaşkanlığına çıkan politikacılar
olarak Özal ve Demirel, 1961 anayasası döneminde büyük ölçüde
simgesel bir makam olarak görülen ve emekli askerler tarafından "partilerüstü"
olarak yürütülen cumhurbaşkanlığı görevinin yürütülme biçimini
değiştirmişlerdir. Özal cumhurbaşkanı olarak dış politikanın başı
olduğunu iddia etmekten çekinmemiştir. Ordunun ve savaş karşıtı
kamuoyunun direncini büyük ölçüde kırarak, ABD liderliğinde Saddam
Hüseyin'e karşı yürütülen Körfez Savaşı'na Türkiye'nin destek
vermesini sağlamıştır.
Cumhurbaşkanı olarak Demirel daha geleneksel bir yaklaşım
benimsedi.
Özal'ın aksine, cesur dış politika atılımlarında bulunmadı. Yine
de çoğu kez, dış politikanın oluşturulmasında önemli bir odak
noktasıydı. Zamanla, Demirel, Türkiye'nin Karadeniz'deki komşuları
Bulgaristan ve Romanya'nın yanı sıra, Kafkas ve Orta Asya
devletleriyle ilişkilerin yürütülmesinde baş rolü üstlenerek daha
belirgin roller benimsedi. Türkiye'nin Hazar Denizi enerji boru
hatlarına ilişkin politikalarına bürokratik uyum getirmeye özen
gösterdi.
Parlamento'nun dış politikada rol oynaması nadiren rastlanılan bir
durumdur. Hala emekleme dönemindeki meclis dışişleri komisyonunun,
günlük politika üzerinde anlamlı bir etkisi olmamaktadır. Savaş
ilanı, silahlı
kuvvetlerin yurtdışına gönderilmesi, yabancı silahlı kuvvetlerin
Türkiye'deki
üsleri kullanmasına izin verilmesi anayasal olarak meclisin
onayına tabidir.
Fakat, parlamentoya tanınan bu ayrıcalık sadece kaçınılmaz
sonuçlara gebe istisnai ve önemli durumlarda uygulanmaktadır.
Ayrıca, bu tür acil durumlarda, parlamento, hükümetin liderliğinde
hareket etmektedir. Nitekim Ocak 1991'de, Parlamento, hükümete,
Irak'a karşı yürütülen savaşta ABD savaş uçaklarının Türk
topraklarını kullanmasına izin verme yetkisi tanıyan "savaş
yetkileri kanunu" kabul etmiştir.
Parlamento Körfez Savaşı'nın bitiminden bu yana Kuzey Irak'ta
oluşturulan
"uçuşa kapalı" bölgenin savunulması için Türkiye'de üslenen Çekiç
Güç'ün görev süresinin uzatılması konusunda görünüşte merkezi bir
rol oynamıştır (Çekiç Güç 1997'de Kuzeyden Keşif Harekatı adını
almıştır). Bu konu yıllardır sıcak tartışmalara yol açsa da,
parlamento, görev süresini altı ayda bir uzatmaktadır.
Parlamontonun bu tutumu, devlet yetkililerinin tavsiyelerine uymak
biçiminde açıklanmaktadır. Her parti iktidardayken, Çekiç
Güç/Kuzeyden Keşif Harekatı'nın görev süresinin uzatılması yönünde
oy kullanmasına karşın, muhalefetteyken olumsuz oy vermektedir.
Resmi olarak kimi sorumluluklar tanınmakla birlikte parlamento,
Kuzey
Irak'ta yürütülen sınır ötesi operasyonların kararları da dahil
olmak üzere
PKK'ya karşı girişilen mücadelenin nasıl yürütüleceğinin
belirlenmesinde hiçbir biçimde taraf olmamıştır. Suriye, PKK'ya
verdiği destekten ötürü 1998 sonbaharında, askeri eylemle tehdit
edilirken de parlamento kenara itilmişti.
Eğer Türk yetkililer kuvvet kullanmaya karar verselerdi bu karar
muhtemelen, ordu tarafından yürütülecekti. Ordunun, savaş ilanına
karar verilmesi yönünde talepte bulunma veya parlamentoya danışma
olasılığı çok zayıftır.
Türk dış politikası büyük ölçüde gizlilik içinde oluşturulur.
Yirminci
yüzyılın son yirmi yılında daha güçlü bir cumhurbaşkanı ile Milli
Güvenlik
Kurulu'nun ortaya çıkmasının, Türkiye'nin "çok-kutuplu" karar alma
sistemindeki kutupların sayısını arttırdığı söylenebilir. Fakat
hala, dışişleri bakanlığı ile birlikte, cumhurbaşkanı, başbakan ve
ordunun birincil referans noktaları olarak önemli oyuncular olduğu
görülmektedir. Bir kriz esnasında hangisinin liderliği
üstleneceği, kişiliğe, siyasi koşullara ve mevcut sorunun
niteliğine bağlıdır.
Kamuoyu Halkın dış politikayla ilgili tutumuna yönelik çok az
bilgi bulunmaktadır. Araştırmalardan elde edilen mevcut veriler,
Türklerin genelde dış politikanın oluşturulmasıyla ve uluslararası
ilişkilerle pek ilgilenmediklerini ortaya koymaktadır. İstanbul'da
faaliyet gösteren Strateji/MORI şirketinin 1997'nin ortalarında
yürüttüğü bir araştırmaya göre Türklerin % 57'si dış politikayla "ilgilinmediğini"
sadece % 23'ü "ilgilendiğini" belirtmiş.( Üniversite mezunları
arasında bu oran tersine dönüyor: "ilgilenenler" % 62,
"ilgilenmeyenler" % 16) Fakat, Dış politikaya yönelik genel ilgi
hususundaki bu sonuçlar Kıbrıs ve
Yunanistan gibi ulusal gururla ilgili dış politika konularında
gerçeği
yansıtmayabilir. Kıbıs'taki Türklerin lideri Rauf Denktaş'ın
Türkiye'deki
popülaritesi, Ankara'nın Kıbrıs sorunundaki diplomatik hareket
yeteneğini uzun zamandır kısıtlamaktadır. Cami kapatma ve zorla
Slav isimleri benimsetmeyi de içeren bir “Bulgarlaştırma”
kampanyasına tabi tutulan Bulgaristanlı Türklerle ilgili olarak
hükümetin 1984’ün sonunda verdiği kararda kamuoyu duyarlılığı
önemli bir etken olmuştu. Ankara’daki ihtiyatlı Soğuk Savaş dönemi
hükümetinin ilk tepkisi, Bulgaristan’da uygulanan politikalar Türk
soydaşların geleceğini yakından etkilese de komşu bir ülkenin
içişlerine müdahale etmemek için, olaylara karışmaktan kaçınmak
oldu. Medyanın sürüklediği kamuoyunun etkisiyle başlangıçtaki Türk
politikası değişti. Muhtemelen başlangıçtaki sessiz tutumundan
utanan Ankara, uluslararası kamuoyunun dikkatini Bulgaristan’daki
Türklerin durumuna çekmek için bir kampanya başlatarak, tutum
değiştirdi.
Kamuoyu duyarlılığı, Ocak 1996’da Yunanistan’la Ege’deki küçük bir
adacık olan Kardak (Imia) yüzünden yaşanan gerginlikte de
belirleyici etken oldu. Bir Türk balıkçı gemisinin egemenliği
tartışmalı bir adacık olan Kardak’ta karaya oturması krizi
tırmandırmış ve bu durum tam bir ay boyunca sessizce ele
alınmıştır. Aslında olay, medyaya sızana kadar “kriz” niteliği
taşımıyordu. Kriz büyürken, adaya doğru ilerleyen Türk savaş
gemilerinin görüntüleri canlı olarak veriliyordu. Kardak krizi,
medyanın kamuoyunu harekete geçirme ve önemli dış politika
sorunlarında Türk Hükümetlerinin tutumlarını etkileme konusunda
artan önemini vurgulamıştır –muhtemelen sofistike televizyon
teknolojisi çağında önem kazanan bir trend.
Yine de, Türk dış politikası elitlerinin kamuoyunu yönetme gücü
mükemmeldir. Kamuoyunun Çekiç Güç’e yönelik muhalefetine rağmen,
Türk hükümetleri herhangi bir siyasi bedel ödemeksizin görev
süresini
uzatabilmişlerdir. Aynı şekilde, PKK lideri Öcalan’ın
yakalanmasından sonra, Yunanistan’ın Öcalan’ı Nairobi (Kenya)
büyükelçiliğinde sakladığının
açıklanmasına karşın, Türk hükümeti kamuoyundaki Yunanistan
karşıtı duyguları, körükleme değil, bastırma yolunu seçti. Bu
tutum tansiyonun düşmesine ve yakınlaşma sürecinin başlamasına yol
açtı.
Bu kitaptaki makaleler, Soğuk Savaş sonrası dönemde Türk dış
politikasının değişen dinamiklerini gözden geçirmeyi ve analiz
etmeyi amaçlamaktadır. Andrew Mango, dış politikanın Atatürkçü
kökenlerini ve Cumhuriyet kurulduğundan bu yana etnisitenin rolünü
incelediği makalesinde tarihsel bir çerçeve çizmektedir.
Willim Hale’nin bölümü ise, Türkiye’nin 1990’lardaki uluslararası
ekonomik
ilişkilerinin bir değerlendirmesini sunmaktadır. Türkiye’nin
bölgesel
ilişkilerindeki yeni trendler Duygu Bazoğlu Sezer (Rusya), Gareth
Winrow (Orta Asya), Şule Kut (Balkanlar), Tüzün Bahçeli
(Yunanistan), Clement C. Dodd (Kıbrıs), Kemal Kirişçi (Arap
dünyası ve İran) ve Meliha Benli Altunışık (israil) tarafından
analiz edilmektedir. Kitabın son üç bölümü Ankara’nın en tepedeki
dış politika önceliği olmaya devam eden Türkiye’nin Batı’yla
ilişkilerini incelemektedir: George Harris Türkiye-ABD
ilişkilerini, Ian Lesser Batının Güvenlik konularında Türkiye’nin
rolüyle ilgili yaklaşımları ve Atilla Eralp Türkiye-Avrupa Birliği
ilişkilerinin evrimini ele almaktadır. Yazarların, Türk dış
politikasında seminerlerin düzenlendiği 1997-98 yıllarından bu
yana meydana gelen gelişmelerin yanı sıra seminerlerdeki önerileri
ve görüş teatilerini de dikkate almak için makalelerini büyük
ölçüde gözden geçirdikleri göz önünde bulundurulmalıdır.
Kitaptaki makaleler, Soğuk Savaş sonrasında cesur, çok yönlü ve
daha az
tahmin edilebilir-çünkü komşuları zayıflarken Türkiye daha
müreffeh ve askeri açıdan daha tehlikeli bir güç haline
gelmektedir- nitelikte bir Türk dış
politikası tasvir etmektedir. Editörlerin umudu, müteakip
sayfalarda ortaya
konan görüşlerin bu dinamiklerin anlaşılmasına yardımcı olmasıdır.
Alan Makovsky ve Sabri Sayarı
Washington, D.C.
Haziran 2000
Türk Dış Politikasının Atatürkçü Kökenlerinin ve İç İlişkilerin
Yansımaları
Türkiye’nin dünyadaki konumu yeniden değerlendiriliyor. Eski
kesin
yargılar sorgulanırken, sapkınlığı veya saçmalığı sonradan ortaya
çıkacak olan fikirler ifade edilmekte. Financial Times tarafından
yayımlanan Türkiye üzerine 1997 tarihli bir araştırmada,
Ankara'daki Avrupalı bir diplomatın "Avrupa Birliği'ne bir İslam
devleti kabul edebiliriz, ama Kemalist bir devlet kabul edemeyiz"
dediği belirtilmektedir. Gazetenin Ankara muhabiri, "Kemalizm,
modern bir devlet olma yolunda, geri kalmış köylü bir ulus
yarattı. Fakat, Türkiye geliştikçe, Atatürk'ün mirasının
sınırlılıkları daha belirgin olmaya başladı" diyor. Yine aynı
makalede muhabir, eski ABD Dışişleri Bakanı Madeleine K.
Albright'ın "Günümüz Türkiye Cumhuriyeti'nde vücut bulan laiklik,
Atatürk'ün mirasının temelidir" dediğini belirtmektedir.
Türkiye'nin dünyadaki konumunu yeniden değerlendirme ihtiyacı ve
bu
yeniden değerlendirmenin doğurduğu karışıklığın nedeni Türkiye'nin
şu anda içinde bulunduğu kriz ortamıdır. Bu, sadece bir hükümet
krizi değil aynı zamanda bir yönetebilme sorunu anlamına gelen
siyasi bir krizdir. Türkiye'de II. Dünya Savaşı'ndan sonra ortaya
çıkan siyasi sistem, Türk toplumunun gelişmesi için geren kamu
yönetimini sağlayamadı. Kararlar bu hatanın düzeltilmesine yönelik
olarak alınmalıdır.
Kemalist İlkeler
Siyasi krizin, 1996 Temmuzunda İslamcı Refah Partisiyle (RP),
merkez sağdan Doğru Yol Partisinin (DYP) koalisyon hükümeti olarak
iktidara gelişine kadar dış politika üzerinde çok az etkisi oldu.
Türk dış politikası, Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulmasıyla
sonuçlanan Kurtuluş Savaşı'nın (1919-1923) ortalarında, Mustafa
Kemal tarafından oluşturulmasından bu yana tutarlı bir biçimde
yürütüldü. Türk dış politikası dünyada meydana gelen değişimlerin
doğrultusunda gelişti fakat Atatürk tarafından belirlenen hedeften
sapmadı: Tam bağımsızlığın ve ülkesel bütünlüğün korunması için
dünyadaki güç dengesinden yararlanmak.3 1923 yılında Lozan Barış
Konferansı kilitlendiğinde Mustafa Kemal'in gazetecilere verdiği
uzun brifingde söylediği gibi, "dış politikanın temeli, güçlü bir
iç politika, güçlü bir kamu yönetimi ve güçlü bir örgütlenmedir.
İç ve dış politika daima birbiriyle bağlantılı olmalıdır."4 Artık
Türk dış politikasının geleneksel tutarlılığını tehdit eden iç
politik düzenlemeler bulunmakta ve bu da yabancı gözlemcileri
şaşırtmaktadır.
Fakat bu belirsizlik abartılmamalıdır. Temmuz 1996'da
Parlamentonun
İslamcı bir başbakana güvenoyu vermesi Türk siyasi tarihinde bir
sapma teşkil edebilir ama beklentileri, geleneksel Kemalist dış
politikayla hala aynı olan Türk toplumunun gelişiminde herhangi
bir sapma bulunmamaktadır. Mustafa Kemal 1923'te en mantıklı
politikanın "aynı kültüre ve ırka mensup insanların yaşadığı bu
topraklarda kalmak, organik olarak gelişerek bir uygarlık kurmak"
olduğunu belirtmiştir. Birkaç ay sonra, İzmir İktisat Kongresi'nin
açılışında askeri zaferlerin, iktisadi başarılarla
taçlandırılmadıkça geçici olacaklarını ifade etmiştir. Türkiye'nin
berbat ekonomisine dikkat çeken Atatürk, ülkenin coğrafi büyüklüğü
ile üzerindeki yaşayan nüfus arasındaki orantısızlığı
vurgulamıştır. Bu
durum, eğitimin teknik bilgi vermesini ve ekonomik gelişmeyi
amaçlamasını her şeyden önemli kılmıştır. Türkiye'nin I. Dünya
Savaşı'yla Kurtuluş Savaşı'nda dört milyon insanını kaybettiği ve
ekilebilir topraklarının sadece dörtte birinin ekildiği tahmin
edilmektedir. Milliyetçiler, nüfus artışını ulusal önceliğe sahip
bir konu olarak görmektedirler. Mustafa Kemal 1923'te, gerekirse,
nüfus artışını (sekiz milyona ulaşacağını tahmin ediyor)
sağlayacak önlemler alma konusunda tavsiyelerde bulunmak üzere
yabancı uzmanların davet edileceğini söylemiştir. Şöyle devam
ediyor Atatürk: Bizimle aynı ırk ve kültüre mensup olmakla
birlikte kendilerini ulusal sınırların dışında bulmuş insanları da
biraraya getirmeli bu ülkede onlara müreffeh bir yaşam sağlayarak
nüfusumuzu arttırmalıyız. Eğer onları Rusya'dan getirmek mümkün
olursa, bunu yapacağız. Fakat, kanaatimce, Makedonya ve Batı
Trakya'daki bütün Türkler buraya getirilmeli ve Avrupa'ya dönüş
için araştırmalara başlama düşüncesi bir kenara bırakılmalıdır.
Atatürk, Sovyetler Birliğindeki Türki halkları ve Balkanlardaki
Türkleri (ve diğer Müslümanları) öncelikli göçmen kaynağı olarak
görmekteydi. Kurtuluş Savaşı, 30 Ekim 1918'de İtilaf
Devletleri'yle Mondros Mütarekesi imzalandığında Osmanlı
denetiminde bulunan tüm toprakları Türk hakimiyetine sokmak
amacıyla verildi. Aralık 1921'te, savaş daha devam ederken,
Mustafa Kemal gerçekçi bir dış politika benimseyerek hem pan-İslamizmi
(tüm Müslümanların birliği) hem de pan-Türkizmi (bütün Türk
kökenli halkların birliği) bir kenara bıraktı. Türk
Ulusunu darağacının kenarına getiren eylemlerin kökeninde
hayalperestlik ve duygusallığın yattığını belirten Atatürk,
Türklerin asla pan-İslamist ya da pan-Türkist ideolojiler
gütmediklerini, ama böyle yapma tehdidinde bulunulmasının bile
düşmanların sayısını ve baskısını arttırdığını ifade etmiştir.
Meşru ve doğal sınırlarımıza dönelim. Sınırlılıklarımızın farkına
varalım.
Bir ulus olarak bağımsız bir yaşam istiyoruz. Tek başına bu amaç
için dahi
kendimizi feda etmeye hazırız.
Dış Politika ve Kürt Sorunu
Fakat yayılmacılığı ve irredantizmi bırakmak, iç ve dış
politikadan etnik
faktörü soyutlayamadı. Şubat 1923’te, cumhuriyetin ilanından dokuz
ay önce, İzmir halkına yaptığı altı saatlik konuşmada Mustafa
Kemal şöyle diyor: Türkiye devletini kuran tek bir temel etnik
unsur var. Fakat, bu temel
unsurun amaçlarına ve inançlarına kendi amaç ve inançlarını katan
başka unsurlar da var. Bunlardan bazıları, örneğin yahudi
yurttaşlarımız gibi, değişik dinlere sahip. 1923’te Mustafa Kemal
ve arkadaşları, daima Türklerin ve Kürtlerin bölünmez bir bütün
olduğunu savunsalar da Kürtlerden bahsetmekten çekinmiyorlardı.
Atatürk 1923’te gazetecilere, Kürtlerin tüm ülkeye yayıldığını,
yoğun olarak bulundukları bölgelerin sınırlı olduğunu ve Kürt
milliyetçiliğini tatmin edecek bir sınır çizilmesinin Türkiye’yi
ve Türkleri yok edeceğini söyler. “Türkiye halkı” terimi Kürtleri
de içermektedir. 1920 anayasasına göre(benim bildiğim kadarıyla
1920’de bir anayasa yok, 1921’de kabul edilen Teşkilat-ı Esasiye
kanunu var ve bu cumhuriyetin ilk anayasası ama makalede 1920
denmiş Ç.N)
Kürtler, sadece çoğunlukta olduğu bölgelerde özerklik sahibi
olacaktır. Bu
pasaj, 1924’te kabul edilen yeni anayasada bölgesel özerkliğe
yapılan atıf yer almadığı için konuşmanın daha sonra yayımlanan
metninden çıkarıldı. Mustafa Kemal’in, 1923’te, “temel” Türk
toplumuna katılan diğer etnik
gruplarla ilgili olarak söyledikleri, günümüzde, ülkelerini “etnik
mozaik”
olarak tarif eden liberaller tarafından yansıtılmaktadır. Fakat
mozaikteki tüm unsurlar eşit öneme sahip olmadıkları gibi tehdit
algılaması bakımından da eşit değillerdir. Kurtuluş Savaşı
sırasında, sadece iki etnik grup –Kürtler ve Çerkesler- Türk
milliyetçileri için soruna yol açtılar. Her ikisi de kendi
aralarında bölündü. Çerkesler arasındaki Türk milliyetçiliği
muhalifleri, Türk milliyetçiliğinin destekleyicileri tarafından
yenilgiye uğratıldı. Yunan işgali altındaki İzmir’de toplanan
Çerkes ulusal kongresi, kayda değer bir etki yapamadı.13 Türk
milliyetçileri, Kürtler arasındaki muhaliflerini de Ankara’daki
Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde (parlamento) temsil olunan Kürt
müttefiklerinin yardımıyla yenilgiye uğrattılar. Fakat Kürtlerin
sayısı Çerkeslerden fazlaydı. Bunlar mülteci değil ülkenin
yerlisiydi ve aşiret bölünmüşlüğü Anadolu’daki diğer etnik
topluluklardan daha güçlüydü. Ülkenin yeni sınırlarına yakın
bölgelerde yaşayan Kürtlerin devletle olan ilişkileri, sığınmacı
olarak, yeni yaşamlarını Osmanlı Türk devletine borçlu olan
Çerkeslerinkinden daha fazla sorun çıkarır nitelikteydi.
Kendilerine yabancı bir hami arama gelenekleri nedeniyle Kürtler,
Cumhuriyetin kurucuları tarafından önemli bir dış politika sorunu
olarak
görüldü. Kurtuluş Savaşı başladığında, Kazım Karabekir Paşa,
Kürtlerle Ermeniler arasında bir ittifak kurulmasını önlemekte
fazla zorluk yaşamadı çünkü Kürtler, toprak taleplerini
Ermenilerin toprakları karşılığında gerçekleştireceklerdi. Fakat
Mustafa Kemal ve yandaşları, güneydoğuda bazı Kürtlerin,
İngilizlerin “bağımsız Kürdistan” tahriklerine kapılabileceğinden
endişelenmekteydi. Türk milliyetçilerinin giriştiği askeri
harekatla, İngiliz işgali altında bulunmayan topraklardaki
sadakatsiz Kürtler etkisizleştirildi. Diğer yandan, İngiliz işgali
altında bulunan Musul vilayetindeki Kürtler, milliyetçi Türkiye’yi
tehdit etmeye devam etti. Mustafa Kemal’in 1923’te belirttiği
gibi, Musul’un bizim için değeri büyük. Birincisi, her tarafı,
sınırsız zenginlik kaynağı teşkil eden, petrol yataklarıyla dolu.
İkincisi, eşit derecede önemli bir Kürtlük meselesi var.
İngilizler burada bir Kürt hükümeti kurmak istiyorlar. Eğer
gerçekleştirirlerse, bu fikir sınırlarımız içinde yaşayan Kürtlere
de yayılabilir. Bunu önlemek için, sınır daha güneye çekilmelidir.
Fakat, eğer Musul’u alamazsak savaşa devam edecek miyiz?... Savaşı
sürdürerek Musul’u geri alamayız. Atatürk’ün İngiltere’yle savaş
olasılığını reddetmesi, Musul’un 1926’da, İngiliz mandası
altındaki Irak’a devredilmesine yol açtı. Türkiye, İngiltere ve
Irak arasındaki ilgili antlaşmada, tarafların, sınırın diğer
tarafındaki aşiret liderleriyle herhangi bir siyasi temas
kurmaktan kaçınacakları ve sınır bölgelerindeki düşmanca
hareketleri engelleyecekleri öngörülmekteydi. Yine de Türk
başbakanı İsmet İnönü, “çok sayıda Kürt Irak’a katılmaya başlarsa,
Türk
hükümeti doğu illerinde kalıcı önlemler alacaktır ve bu önlemler,
İngiliz
makamları iyi komşuluk ilişkilerine uygun bir biçimde hareket
etseler dahi
kendiliğinden alınacaktır” diyerek İngiliz büyükelçisini uyardı.18
İnglizlerle
Bağdat’taki Kraliyet rejiminin işbilirliği, Irak’taki Kürt
tehlikesini, Irak
monarşisinin 1958’de çöküşüne kadar çevreledi.
Anlaşmadan sonra, Türkiye’den sürülen Kürt milliyetçileri Fransız
mandası
altındaki Lübnan’a geçtiler. Burada, Sovyet Ermenistan'ı ile İran
sınırında
bulunan Ağrı dağı yakınlarında bir Kürt isyanı planlamaya
koyuldular19. Bu
isyanın bastırılması, 1932’de Türk-İran sınırının değiştirilmesine
yol açtı20.
Türkiye ile İran arasında 1926 yılında imzalanan antlaşma zaten
Kürt
aşiretlerinin “cezai eylemleri”ne karşı işbirliğini
öngörmekteydi.21 Türkiye,
Irak, İran ve Afganistan arasında oluşturulan 1937 tarihli Sadabad
Paktı’nda da benzer bir hüküm bulunmaktaydı.
II. Dünya Savaşı'ndan sonra, Türkiye, Sovyetler Birliği'nin Kürt
Milliyetçiliğini istismar edeceğinden endişelendi. Kısa ömürlü
Mahabad Kürt cumhuriyeti 1946'da Sovyet yardımıyla İran'da
kuruldu. Aynı yıl, Iraklı Kürt lider Mustafa Barzani, Sovyetler
Birliği'ne sığındı23. 1975'te Barzani'nin rakibi, Celal Talabani,
o zamanlar Moskova'nın Ortadoğu'daki en yakın müttefiki Suriye'de
Kürdistan Yurtseverler Birliği'ni kurdu.241955 ve 1958 arasında,
Türkiye, Sovyet entrikalarını, Bağdat Paktı aracılığıyla önlemeye
çalıştı. Kürtler Bağdat Paktına da, Sadabat Paktında olduğu gibi
muhalefet ettiler. Irak devriminin akabinde, Bağdat Paktı'nın
dağılmasıyla, Türkiye, her iki ülkeye yönelmiş Kürt milliyetçiliği
tehdidiyle uğraşma konusunda Irak rejimiyle mutabakat arayışına
girişti ve bazen de başarılı oldu. Bu nedenle, Kürt
milliyetçiliğinin yönelttiği tehdit daima Türk
diplomatlarının hafızalarında varlığını muhafaza etmiştir. Üstte
belirtilen
önlemler, 1984'te başlayan PKK isyanına kadar, Kürt
milliyetçiliğini Türk dış politikasının küçük bir sorunu olarak
tutmaya yetti. 1978'de kurulan PKK, 1980 darbesinden sonra
karargahını Suriye ve Lübnan'a taşıdı.27 Daha sonra Türk
diplomatlarını hedef alan Ermeni terör örgütü ASALA (Armenian
Secret Army for the Liberation of Armenia) ile bir işbirliği
anlaşması yaptı.28 Ankara'daki Marksist öğrenci çevresinde doğan
ve Ortadoğu'nun zengin terörizm bataklığında gelişen PKK, önemli
bir uluslararası terör örgütüne dönüştü ve Türkiye'nin
rakiplerinin nazarında değer kazandı. Suriye tarafından doğrudan
ve tahminen Suriye'nin müttefikleri İran ve Sovyetler Birliği
tarafından dolaylı olarak
desteklenen ve finanse edilen, ayrıca Batı Avrupa'daki Kürtler
tarafından da
(Türk yetkililere göre haraç toplama ve uyuşturucu kaçakçılığı
ile) desteklenen PKK, Türk güvenlik kuvvetleri için önemli bir
sorun oluşturdu.
Türk diplomasisi PKK'nın yurtdışındaki faaliyetlerini engellemek
için
yorulmaksızın çalıştı. Aynı zamanda, güvenlik güçlerinin genel
tutumu ve diğer Türk yetkililerin operasyonları Batılı demokratik
ülkelerle ilişkilerde
zorluklar yaşanmasına sebep oldu. Batılı liberal kamuoyunun sert
eleştirileriyle karşılaşan Türk hükümetleri, dostluk göstergesi
olarak, PKK'ya karşı yürüttüğü operasyonlara destek talep etti.
Diğer etkenlere ve Türkiye'nin yabancı ülkelerle olan
ilişkilerinin belirlediği çıkarlara rağmen, -PKK'nın öncülük
ettiği- Kürt sorunu, Türkiye'nin rakiplerinin elinde önemli ve
rahatsızlık verici bir koza dönüştü.
Şubat 1999'da PKK lideri Abdullah Öcalan'ın yakalanmasına karşın,
Türk
orduları güneydoğu Türkiye'de teyakkuz halinde kalmaya ve kuzey
Irak'a sınır ötesi operasyonlar düzenlemeye devam etmektedir.
Sınır ötesi operasyonlar, Türk sınırının hemen güneyindeki bölgeyi
kontrol altında tutan Mesut Barzani'nin Kürdistan Demokratik
Partisi'yle (KDP) uyum içersinde yürütülmektedir. Bu tür
etkinlikler, Barzan aşiretinin güçlenmesine yol açabilir. Bu
aşiret varlığını Türkiye'ye borçlu olsa da, bu varlık Kürtlerin
kendi kendini yönetme fikrini canlı tutacaktır.
Uzun dönemde Türkiye'nin önünde, Kürt sorununun üstesinden
gelebileceği sadece iki yol gözükmektedir. Birincisi Kürtlerin
yaşadığı bütün devletlerle birlikte bir ortak eyleme girişmek. Bu
politika, Batı etkisi Ortadoğu'da güçlü olduğu sürece işledi. Son
yıllarda, Türk bakanları ve resmi erkan, Şam, Bağdat ve Tahran'a
sayısız ziyarette bulundu. Türkiye, İran ve Suriye dışişleri
bakanları düzenli aralıklarla biraraya geldiler. Fakat, Kürtleri
kontrol almaya yönelik herhangi bir ortak politika ortaya çıkmadı.
İslamcı başbakan Necmettin Erbakan tarafından da bir girişimde
bulunulmuştu. Ağustos 1996'da, Başbakan olarak ziyaret
gerçekleştireceği ilk ülke olarak İran'ı seçen Erbakan, iki
generalin eşliğinde gerçekleştirdiği bu ziyarette, Türkiye ve
İran'ın terörizme karşı işbirliği yapacağını açıkladı. Ziyaretten
çok kısa bir süre önce, Türk askeri yetkilileri PKK'nın İran'daki
kamplardan faydalanmaya devam ettiğine dikkat çekmiş, Mayıs
1997'de de devlet bakanı Abdullah Gül İran'ın PKK'ya yardım
ettiğini açıklamıştı.30 Erbakan'ın Kürt sorununu, Müslümanların
kardeşliği temelinde çözme ya da en azından sınırlandırma amacı
kesin olarak başarısızlığa uğradı. Dört anahtar ülke arasında dini
olmayan bir mutabakata ulaşılmasının başarı şansı ise çok zayıf
görünmektedir.
İkinci bir yol, Kurtuluş Savaşı sırasında oluşturulan, Türkiye'nin
Türklerden ve Kürtlerden oluşan bir ülke olduğu şeklindeki
formülasyona dönmek olabilir. Mustafa Kemal, kaçak Jön Türk Talat
Paşa'ya Şubat 1920'de gönderdiği mektupta, hareketinin, "Türklerin
ve Kürtlerin ulusal sınırlarıyla belirlenmiş Türkiye'nin
parçalanmasını önlemeyi amaçladığı"nı söylemiştir. 31 Bu tanım,
bir Türk ulusu yaratma çabası içinde kayboldu. Şeyh Sait
ayaklanmasının bastırılmasının akabinde, 8 Aralık 1925 tarihinde,
Milli eğitim bakanlığı, Türk birliğini zedelediği gerekçesiyle,
"Kürt", "Laz", "Kürdistan" ve "Lazistan" terimlerinin
kullanılmasını yasaklayan bir genelge yayımladı. Bu yasak henüz
son yıllarda gözardı edilir oldu.
"Kürt realitesi"ne alışma süreci –ilk kez zamanın başbakanı
Süleyman
Demirel tarafından, 1991'deki güneydoğu gezisi sırasında
kullanılmıştı- yavaş olacaktır. Kürt sorununun çözümü, birincil
amacı Türkiye'nin toprak bütünlüğünün korunması olan Türk dış
politikasının başat gündem maddesi olarak varlığını
sürdürmektedir. Fakat, içteki baskılara yanıt vermek amacıyla,
Türk diplomasisi bir başka işlev daha yerine getirmelidir yani
güneydoğuda ekonomik gelişmenin sağlanması. Bu baskıların bir
değerlendirmesini yapmak, Türk dış politikasının anlaşılması ve
onu etkileyen faktörlerin uygun bir biçimde değerlendirilmesi için
esastır.
Refah ve Etnik Politika
Mustafa Kemal'in 1923'te verdiği, ekonomik gelişmeyi ulusal
gündemin tepesine yerleştirme kararı Türk halkının büyük çoğunluğu
tarafından benimsendi. Türkiye ile zengin ülkeler arasındaki
eşitsizlik kıskançlığa, komplo teorilerine ve azgelişmişlikle
ilgili ideolojik gerekçelendirmelere yol açtı. Maddi ilerlemelerle
birçok Türkün yaşamı değişse de, başarının ahlaki yönü hala güçlü
bir duygu olmayı sürdürmektedir. Son yazılarından birinde,
Türkiye'deki siyasi oyunun yapaylığına değinen Doğan Heper,
Türkiye'nin gerçek gündemini "büyümek, zenginleşmek ve bölgesel
bir güç olmak"33 şeklinde tarif etmişti. Türkiye, başarılı ve umut
dolu insanların ülkesidir. Türkiye'nin işi iş yapmaktır.
Maddi ilerleme amacı gütmek, elbette, ideolojiyi ve Mustafa
Kemal'in
işaret ettiği tehlikeli "hayalleri ve duyguları" ortadan kaldırmaz
ama bunların frenlenmesinde rol oynayabilir. Eski Sovyetler
birliği ve bir ölçüde
Balkanlar'daki "soydaş"ların yeniden keşfedilmesi, hayalleri ve
duyguları
birbirine karıştırdı. Fakat maddi çıkarlar üstün geldi. Çok az
Türk Sırplara
karşı mücadele veren Bosnalı ya da Kosovalı Müslümanların veya
Ermenilere karşı Azerilerin yanında savaşmaya gönüllü oldu.
Bazıları eski komünist ülkelerdeki dini okullarda öğretmenlik
yapmaya gitti ama güdüleyici unsur en azından aldıkları yüksek
maaşlardı. Diğer taraftan, birçok Türk bu ülkelere ticaret yapmak
ve çalışmak için gitti. Her şeyin ötesinde, eski komünist ülkeler,
Türk girişimciler açısından yeni ve gelecek vaat eden bir alan
olarak görülmektedir.
Türkiye’nin son yıllardaki vizyonu en geniş politikacısı merhum
Cumhurbaşkanı Özal son konuşmalarından birinde şöyle diyor:
Müslüman ve çoğunlukla Türki olan yeni devletlerle birlikte,
gücümüzü daha etkili hale getirebiliriz. Eğer bu fırsattan iyi
yararlanabilirsek, eğer akılcı, gerçekçi ve adil yollardan
işbirliğini geliştirebilirsek hem kendimiz hem de kardeşlerimiz
önemli bir dünya gruplaşmasının etkili üyeleri olarak ortaya
çıkarız.
III. İzmir İktisat Kongresi’nde yaptığı aynı konuşmada Özal devam
ediyor:
“Önümüzdeki on yılda Türkiye’nin başlıca amacı en gelişmiş on
bilemedin on beş ülkeden biri olmaktır. Türkiye bu birinci sınıf
ülkeler arasına katılmalıdır ve katılacak güce de sahiptir.”
Bu, Mustafa Kemal’in “muasır medeniyet seviyesine ulaşma” amacının
bir
başka biçimde ifade edilişidir. Özal, Müslüman ve Türki ülkelere
vurgu yapmasına karşın, politikası pan-İslamizm ya da pan-Türkizmle
aynı değildir. Anahtar kelimeler, “akılcı”, “gerçekçi” ve
“işbirliği”dir. Bu bağlamda Erbakan, geleneksel Kemalist
politikadan ayrılma tehdidinde bulundu. Erbakan’ın İran, Libya ve
diğer Müslüman ülkelere gerçekleştirdiği ziyaretler sırasında
yaptığı açıklamalar; zengin G-8 ülkelerine karşıt ağırlık olarak,
gelişmekte olan Müslüman ülkelerin geçici gruplaşması
niteliğindeki “D-8”i savunması, “İslami otomobil” ve “İslami
uçak”tan bahsetmesi popülist bir politikacının dudaklarından
kolayca dökülen gerçekleştirilmesi olanaksız düşüncelerdi. Bu
projeleri enine boyuna düşünmeden ortaya atması, bunları daha
başlangıçta başarısız kıldı. İktidara gelmesinden on bir ay sonra,
Türkiye’nin diğer Müslüman
ülkelerle ilişkileri eskisinden daha kötü bir hale geldi.
Popülizm, politikadan asla uzaklaştırılamaz, fakat kendi kendine
ilerleme, Türkiye Cumhuriyeti’nin geleneksel dış politikasının
esin kaynağı gerçekçiliğin yayılmasını sağlayacaktır.
Bağımsızlığına yeni kavuşan Türki devletlerin ortaya çıkışı
Ankara’da
coşkuyla karşılandı. Ankara, sınırlı mali gücünü, bu yeni kardeş
ülkelerle olan ilişkilerini geliştirmek için kullandı. Ama,
“hayaller ve duygular” denetim altına alındı. Kurtuluş Savaşı
sırasında Mustafa Kemal, akılcı ve gerçekçi bir biçimde,
Azerbaycan’daki ilk ulusal komünist rejimle işbirliği yaptı.
Halbuki ezeli rakibi Enver Paşa -Osmanlı devletini I. Dünya
Savaşına sokmuştu- İslami anti-emperyalist yükselişin peşinde,
Orta Asya’da öldü.
Kişinin öncelikle ailesine karşı görevi vardır ilkesi Türkiye’deki
göçmen
lobilerine de uygulanabilir. Birçok Türk’ün ataları Kafkas
(Çerkes, Abhaz,
Gürcü, Çeçen, Laz, Azeri, vs..), ya da Balkan (Türk, Pomak,
Boşnak, Arnavut) kökenlidir. Bazılarının ataları da Kırım veya
Rusya’dan gelmiştir. Çok az bir kısmı da daha uzak bölgelerden
-Orta Asya ve Çin Türkistan’ından- gelen göçmenlerden türemiştir.
Kısmen ABD örneğine öykünülerek, kısmen de 75 yıllık Türklüğün
ortak yüzeyinin altına bakma yasağına gecikmiş bir tepki olarak,
etnik kökenin araştırılması moda oldu. Etnik topluluklar ve özel
radyo istasyonlarında etnik programlar var. Bu toplulukların
sayısına ilişkin olarak büyük rakamlar telaffuz edilmekle birlikte
-milyonlarca Boşnak ve Çerkes olduğu düşünülüyor kuşaklar
boyu yaşanılan asimilasyon ve toplumlararası evlenmelerden dolayı,
ortada güvenilir bir istatistiki bilgi bulunmamaktadır. Boşnaklar,
Balkanların
başka bir yerinde Slavca konuşan atalardan gelmiş olabilir.
“Çerkes” terimi ise genellikle Abhaz, Dağıstan, Çeçen ve diğer
Kafkas halklarını içerir.
Fakat nasıl nitelendirilirlerse nitelendirilsinler, bu göçmen
toplulukların, bazen sembolik jestlerle ifade edilen, unutulmaya
yüz tutmuş kimlikleri bulunmaktadır. 1930’lardan beri,
göçmenlerin, Bulgar büyükelçiliklerinin ya da konsolosluklarının
önüne, Bulgaristan’da Türklere yönelik kötü muameleyi protesto
etmek için kara çelenk bıraktığı dönemler olmuştur. Boşnaklar,
soydaşlarına destek olmak için gösteriler düzenlemişlerdir. Son
zamanlarda, Şincan’dan (Xinjiang) gelen göçmenler Uygur Türklerine
yapılan baskıya dikkat çekmek için Çin bayrağını yakmışlardı. Bir
adım daha ileri giden Kafkas kökenli Türkler, “Avrasya olayı” diye
bilinen olayda, Rus yolcularla dolu bir Kara Deniz feribotunu ele
geçirmişlerdi. İstanbul’da göstericileri dağıtmak için çok sert
davranan Türk polisini protesto etmek isteyen bir Çeçen de
kendisini Boğaziçi Köprüsü’nün demirlerine zincirlemişti.
Çeçen ve Abhaz kökenli Türklerin durumu özeldir. Atalarının
topraklarındaki soydaşlarının sayısı çok azdır. Abhaz Türkleri,
Sovyetler
Birliği çöktükten sonra, soydaşlarına maddi yardımda bulundular ve
asıl
vatanlarını ziyaret ettiler, fakat çok azı kesin olarak geri
döndü. Çeçenya
olayında ise trafik tersine işlemektedir. Savaş nedeniyle
ailelerinin güvende
olmasını isteyen Çeçenler geçici olarak onları Türkiye’ye
göndermektedir. Her iki durumda da Türk vatandaşları, Türkiye’deki
statülerini ve geleceklerini tehlikeye atmamaya özen
göstermişlerdir.
Daha da olumlusu, Sovyet sınırları açıldığı zaman, son göçmenler
ve
bunların çocukları, asıl ülkeleriyle ticarete koyuldular. Arnavut
kökenli
Türkler, Arnavutluk, Makedonya ve Kosova’daki soydaşlarıyla “bavul
ticareti” yapmaya başladılar. Azeri kökenliler de Bakü’yle benzer
bir ilişki içindeydi.
Kazaklar, asıl vatanlarından deri ithal etmektedir. Tatarlar ise,
ki bazılarının
biraz Rusça'sı vardır, Rusya’daki Türk girişimlerine el atmış
durumdalar.
Fakat, diğer ülkelerde olduğu gibi, Türkiye’deki göçmenler de
içinde
bulundukları geçici statünün etkisiyle kendilerini yeni
vatanlarıyla
ilişkilendirmeye çalışırlar. Başlıca amaçları, tutunmak, kabul
görmek ve yeni çevrelerinde zenginleşmektir. Çoğunlukla, daha
Türkiye’ye gelir gelmez, eski vatanların izlerinden silkinmeye
çalışırlar. Bu nedenle, etnik kültürel derneklere ve lobicilik
faaliyetlerine katılım, Türk dış politikasındaki
ağırlığı pek fazla olmayan küçük gruplarla sınırlı kalmaktadır.
Türkiye’deki
Çerkesler ve Abhazlar, dergileri Kafkasya Gerçeği’nde, Gürcistan’a
karşı daha sert bir politika izlenmesi çağrısında bulunmuşlardı.
Fakat Türk diplomasisi, Azeri petrollerinin taşınmasında önemli
bir ülke olan Gürcistan’a bu özelliğinden dolayı daha da önem
vermeye başladı.
Yine de Türk diplomatları, Bosnalı Müslümanlara, Azerilere, daha
ihtiyatlı
bir biçimde Rusya Federasyonundaki Çeçenlere, Ukrayna’daki
tatarlara ve
Romanya’daki Gagavuzlara daha iyi davranılması için uğraş
verirken, içteki etniklobilerin siyasi nüfuzuna başvurmaktadır.
Türk diplomatları, bu gruplara yönelik kötü muamelelerin
Türkiye’deki Batı karşıtı duyguları körükleyeceğinin farkındadır
bu durum geleneksel olarak pragmatik Kemalist dış politikanın
uygulanmasını engellemektedir. Elbette, Türk diplomatları bu tür
kötü muameleleri, Türkiye’deki insan hakları ihlallerine yönelik
suçlamaların yönünü değiştirmek için de kullanabilirler.
Türk diplomasisi ve önde gelen Türk politikacıları, Türkiye’nin en
dinamik kesimince de tercih edildiği gibi, Kemalist ilkeleri
değişen koşullara uyarlamayı sürdürmektedirler. İslamcı Refah
Partisi’nin dış politikaya, ideolojik kriterleri uygulama
çabalarının başarısızlığı ve Türk halkının bunlara itibar etmediği
ortaya çıktı. Fakat, Kemalist dış politikanın avantajlarının
algılanması içteki kötü yönetimle değişikliğe uğratılabilir. Türk
dış politikasına ilişkin herhangi bir değerlendirme, Türklerin
–tüm etnik
topluluklar ve muhtemelen çoğu Kürt de dahil olmak üzere- kendi
vatanlarında ve dışarıda çalışarak refah toplumu olmak istedikleri
ve buna da izin verilmesi gerektiği önermesinden başlamalıdır.
Bu noktada bir uyarıda bulunulmalı. Eğer Türkiye, iç politikadaki
amaçlarını gerçeleştirir ve güçlü bir bölgesel devlet olursa,
yayılmacı politika gütme ihtimali çok zayıftır ama yine de daha
iddialı olacağı kesindir. Batı, vatandaşlarının çıkarlarına karşı
duyarlı güçlü bir Türkiye’den değil istikrarsız ve “hayaller ve
duygular”la kötü bir biçimde yönetilen Türkiye’den korkmalıdır.
Atatürk’ün yetmiş yıl önce iç ve dış politika arasında kurduğu
bağlantı bugün de geçerlidir.
William Hale
Türk Dış Politikasındaki Ekonomik Sorunlar
Türk dış politikası ile Türkiye'nin ekonomik çıkarları ve
sorunları arasındaki
gelecekteki muhtemel ilişkileri incelemeye girişmeden önce Türk
ekonomisindeki mevcut durum ve trendler özetlenmelidir. Bu iş,
muhtemelen şaşırtıcı olacak çünkü Türkiye temel ekonomik
kuralların hiçbirine uymayan bir ülke niteliğinde.
Buna rağmen, Türkiye, genelde yüksek bir büyüme oranı ile sağlıklı
bir dış
ödemeler dengesi sağlamaktadır. Gayri Safi Milli Hasıla (GSMH)'daki
artış oranı, yılda yaklaşık yüzde 1,75'lik nüfus artış oranına
karşın, 1995'te %8, 1996'da % 7,1 ve 1997'de % 8,3 olarak
gerçekleşmiştir.1 Dünyanın her yerindeki demokratik rejimler gibi,
Türk hükümetleri de bir yandan yeniden seçilebilmelerini
sağlayacak icraatlar gerçekleştirirken diğer yandan da makul
ölçüde ekonomik istikrar ve dış güven tesis etmelidir. Çarpıcı bir
biçimde, ardarda gelen yönetimler birincisine yoğunlaşmak için
ikincisini ihmal etmişler ve başarısızlıkları da beklendiğinden
daha az yıkıcı olmuştur. Türk ekonomisinin yumuşak karnı, devasa
kamu açıklarıdır ve hükümetler bu açıkları sadece para basarak ve
çok yüksek oranlı faizlerle borçlanarak kapatmışlardır. Tüketici
fiyatları endeksi 1994'teki % 105,2 hariç 1993'ten 1997'ye kadar
yıllık ortalama % 85,3 oranında artmıştır. Mesut Yılmaz
liderliğindeki kolisyon, 1998'e kadar, devlet gelirlerini
arttırmak ve fiyat sarmalını düşürmek için hiçbir şey yapmadı.
GSMH'deki artış oranı 1998'de - % 3,8 olarak gerçekleşti ama Şubat
1999'un sonrasında tüketici fiyatları endeksi oniki aylık bir
yükselişten sonra
% 63,9'a düştü. Toptan eşya fiyatları endeksindeki artış ise % 48
olarak
gerçekleşti. Bu hükümet için bir başarı olarak sayılabilirdi
fakat, uluslararası standartlara göre bu oranlar hala yüksektir.
Ekonominin ciddi olarak daraldığı ve ödemeler dengesi bilançosunun
cari
işlemler hesabının 2,63 milyar $ fazla verdiği 1994 yılı hariç,
ortalama cari
işlemler açığı, resmi kayıtlara göre, 1993'ten 1997'ye kadar
yıllık ortalama 2,1 milyar $ civarında gerçekleşmiştir. 1998
yılında, ekonominin daralmasının da etkisiyle, cari işlemler
hesabı yine 2,7 milyar $ fazla vermiştir. Bu açıklar göz önünde
bulundurulduğunda, Türkiye'nin dış borçlarında bir yükselme, döviz
rezervlerinde düşme ya da yabancı yatırımları çekme şeklinde bir
etki yaşanmış olmalı. Eylül 1998’e kadar dış borçlar ikiye
katlanarak 56,5 milyar $’dan 100,9 milyar dolara çıkmıştır.
Borçlanmanın çoğu, dış açıktan ziyade iç mali açığı karşılamak
üzere yapılmıştır. Yabancı finans kurumları, borç vermeye devam
ederek ülkeye olan güvenlerini göstermişlerdir. Yine de alınan dış
yardım az, doğrudan yabancı yatırımlar da düşük kalmıştır. Fakat
Merkez Bankasındaki döviz
rezervleri (altın ve özel bankaların yatırdığı karşılıklar hariç)
1992’de
düşülen 6,2 milyar $ seviyelerinden 1998’in sonunda 20,8 milyar
$’a çıkmıştır.
Bu miktar, 1998’in beş aylık ithalat rakamlarına eşittir.
Türkiye’nin ekonomik krizlerin üstesinden gelme yeteneğini
açıklayan iki temel neden bulunmaktadır. Birincisi, büyük ölçüde,
tüketiciler ve işadamları
günlük kararlarını verirken “maliyet” enflasyonuna ilişkin bilgi
sahibidirler.
Sanayi işçileri, memurlar ve çiftçiler, maaşlarının ve tarım ürünü
fiyatlarının
tüketici fiyatlarındaki artışları telafi edecek kadar artmasını
isterler.
İşadamları ise gelecekteki fiyatları ve maliyetleri dolar olarak
hesaplarlar
sonra da ödeme tarihindeki cari döviz kuruna çevirirler. Diğer
neden de,
Türkiye’de resmi istatistiklerde gösterilemeyen ama birçok krizin
üstesinden gelinmesini de mümkün kılan devasa bir kara ekonominin
–“gri” ya da “gölge” ekonomi de denmektedir”- varlığıdır. Gölge
ekonominin nedeni büyük ölçüde vergiden kurtulma isteği ve
hükümetlerin bu sorunu çözmedeki yetersizlikleridir.
1997’nin başlarında, Hazine Müsteşarlığından üst düzey bir
yetkili, kayıtdışı - veya vergilendirilmemiş- ekonominin, “resmi”
ya da kayıtlı ekonominin % 40’ını oluşturduğu tahmininde
bulunmuştu. Bazıları da bu oranın % 50 hatta % 70 olduğunu
düşünmektedir.
Türk Ekonomisi ve Dış Çevresi
Son makroekonomik trendler değerlendirilirken resmi verilerin
güvenilmezliği ve sonuç olarak bu verileri analiz ederken
karşılaşılan güçlükler vurgulanmalıdır. Bunlara en güzel örnek
büyüme ve dış ticaretin seyriyle ilgili rakamlardır.
Hem mutlak hem de GSMH’nin bir oranı olarak 1980’den beri dış
ticarette meydana gelen büyümeyi göstermektedir. 1980 itibariyle,
Türkiye hala büyük ölçüde kapalı ve otarşik bir ekonomiye
sahiptir. Bu politikalar “Özal dönemi”nde kısmen değişti. Bu
dönemde, döviz ve ticaret rejimleri liberalleştirilerek ekonomi
üzerindeki devlet denetimi hafifletildi. Liberalizasyon 1990’larda
da devam etti ve 1996’da Türkiye ile AB arasında gümrük birliğine
geçilmesiyle zirveye ulaştı. Doğu Avrupa’da komünizmin çöküşü ve
1989 ve 1991 yılları arasında SSCB’nin dağılması da bu
liberalleşme sürecine tesadüfi bir katkıda bulundu. Zira, SSCB’nin
dağılması ihracat için yeni pazarlar ortaya çıkardı.
1997'ye kadar, Türkiye'nin eski Sovyetler Birliği ülkelerine
yaptığı ihracatın
çoğu o zamanlar kayıt dışı "bavul ticareti" adı altında
hesaplanmaktaydı. Bu akım, 1997'den sonra Rusya'daki ekonomik kriz
nedeniyle düşmesine karşın, hala Türkiye'nin toplam ticaret
dengesinde önemli bir etkiye sahiptir.
Sonuç olarak, hizmet giriş ve çıkışlarını yansıtmayan Tablo 1'de
de
gösterildiği gibi ithalat ve ihracat rakamlarında çarpıcı bir
yükseliş meydana geldi. (Büyük miktarda hizmet girişleri ulaşım ve
dış ülkelerdeki müteahhitlik sözleşmelerinin yanı sıra turizm
gelirlerindeki müthiş artışa bağlanabilir.) Bavul ticaretine
ilişkin resmi tahminler dahil edildiğinde, mal ihracat ve ithalatı
1998'de GSMH'nin % 37'sine tekabül etmektedir ki bu oran 1980'de
GSMH'nin sadece % 15'iydi.
Dış ticaretin genişlemesi ticaret ilişkisi içinde bulunulan
ülkelerin de
değişmesine yol açmıştır(Tablo 2). Bu ilişki ağı içersinde en
çarpıcı özellik,
Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD) ülkelerinin özellikle
de eski
Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET, şimdiki AB) ülkelerinin başat
konumda
bulunmasıdır. Turizm gelirleri toplama eklendiğinde, AB’nin dış
ticaretteki payı daha da artacaktır. AET/AB’nin mal ticareti
içindeki payı 1980’lerde de belirgin bir biçimde artmıştır. Aynı
yıllarda, petrol fiyatlarındaki dalgalanmalar nedeniyle Ortadoğu
ülkelerinin dış ticaretteki paylarında meydana gelen düşüş de aynı
derecede çarpıcıdır. 1973-74 yıllarında yaşanan petrol
fiyatlarındaki patlamadan sonra, Türkiye’nin bölgeden yaptığı
ithalatın değerinde de müthiş bir artış meydana geldi.5 1980’lere
kadar Türkiye, ödemeler dengesindeki açığı, Ortadoğu’nun petrol
üreten ülkelerine yaptığı gıda ve mamul madde ihracatını
arttırarak kapatmaktaydı. Bu etki, 1979 İran Devrimi’nin
sonrasında meydana
gelen petrol fiyatlarındaki artıştan sonra daha da güçlendi.
1980-88 yılları
arasındaki İran-Irak savaşı sırasında, her iki ülke de transit
geçiş yolu ve
ithalat kaynağı olarak Türkiye’ye aşırı derecede bağımlıydı.
Fakat, 1980’lerin sonlarına kadar, petrol fiyatlarının düşmesi ve
Basra Körfezindeki eski ticaret yollarının tekrar faaliyete
geçmesiyle bu trendler tersine döndü. Ağustos 1990’da Kuveyt’i
işgal etmesinin akabinde Irak’a uygulanan yaptırımlar, Türkiye’nin
Ortadoğu’ya yaptığı ihracatı daha da düşürdü. Türkiye’nin dış
ticaret akışındaki en son ve belki de en problematik etken “doğu
Avrupa”dır.1981 rakamlarının gösterdiği gibi, Türkiye ile
Sovyetler Birliği arasındaki ticaret, coğrafi yakınlıkları ve
ekonomilerinin bir ölçüdeki tamamlayacılığı göz önünde
bulundurulduğunda, olağanüstü düşük kalmıştır. 1990’a kadar,
siyasi gerilimler azalıp da Başkan Mikhail Gorbaçov Sovyet
ekonomisini yeniden yapılandırmaya girişince, iki ülke arasındaki
ticaret hacmi, Türkiye’nin toplam ticareti içindeki payı çok
belirgin bir biçimde etkilenmese de, artmaya başladı. 1990 ve 1996
yılları arasında, bu ticaret ivme kazandı. Fakat, asıl etkileyeci
değişim, sık sık dikkat çeken ama bir türlü gerçek miktarı
ölçülemeyen bavul ticaretindeki patlama aracılığıyla yaşandı.
Merkez Bankası, 1996’da başlayan bavul ticaretinin toplam
değerinin 3,4 milyar dolara ulaştığını, 1998’de 3,7 milyar dolara
düşmeden önce de 1997’de 5,8 milyar dolara çıktığını tahmin
etmektedir. Tablo 2’deki rakamların da gösterdiği gibi bu
miktarların % 90’ı eski Sovyetler Birliği ülkelerine, % 10’u ise
diğer Doğu Avrupa ülkelerine gerçekleştirilmiştir. Bavul
ticaretinin % 75’inin Rusya Federasyonuna yapıldığı varsayılırsa,
1998’de yaklaşık 4,1 milyar $’lık Türk malı satın alan Rusya’nın,
5,4 milyar $’lık Almanya pazarıyla karşılaştırıldığında,
Türkiye’nin en büyük
ihracat pazarı olarak Almanya’ya rakip olduğu ortaya çıkacaktır.
Dış ticaretin hacmi ve akışı dışında, Türkiye’nin dış ekonomik
ilişkilerinin dış politika üzerinde önemli etkisi olduğu düşünülen
diğer unsurları, yabancı yatırımlar, dış borçlar ve enerji
kaynaklarıdır. Türkiye’deki doğrudan yabancı yatırımlar 1980’li
yıllarda önemli ölçüde artmış olmasına karşın, Türk ekonomisinin
büyüklüğü ve dinamizmi göz önünde bulundurulduğunda bu miktar yine
de düşük kalmıştır. Doğrudan yatırımlar 1980’de 35 milyon $
düzeyindeyken, 1997’de 1 milyar $’a çıkmıştır.7 Bu rakam yine de
Türkiye’nin 1997 GSMH’sinin yalnızca % 0.5’ine tekabül etmektedir.
Halbuki karşılaştırmalı rakamlara bakıldığında, örneğin
İngiltere’nin 1995’teki yabancı doğrudan yatırımlarının GSMH’sinin
% 2.9’u olarak gerçekleştiği görülür. Bu orana Türkiye’de
ulaşılması durumunda yabancı sermaye akışı yıllık yaklaşık 5.8
milyar $ seviyesine
çıkacaktır. Portföy yatırımları doğrudan sermaye yatırımlarına
göre çok daha yüksek olmasına karşın, İMKB’deki dönemsel yükseliş
ve düşüşler nedeniyle rakamlar çok istikrarsızdır. Ayrıca, her iki
yatırım rakamları da hükümetin ve özel bankaların kısa dönem
borçlanma gerekleri nedeniyle küçülmektedir. 1998’in ilk dokuz
ayında kısa dönem borçlanmalardaki net artış yaklaşık 4.6 milyar $
düzeyinde gerçekleşmiştir.9 Özel yatırımların büyük çoğunluğu OECD
ülkeleri tarafından gerçekleştirilmektedir. 1997’nin Ocak ve Mayıs
ayları arasında onaylanan toplam yabancı yatırımların % 90’ı
-portföy yatırımları da dahil olmak üzere- bu ülkelerden gelmiştir
(AB’nin % 70, ABD’nin %14 ve Japonya’nın % 1.5’lik payları dahil).
Halbuki sermaye kaynağı olarak düşünülen Ortadoğu’nun toplam
yatırımlar içindeki payı yalnızca % 4.5’tir.10 İşin ilginç yanı,
Türk şirketleri ve işadamları dışarda önemli yatırımlar yaparak,
Türkiye’yi hem
sermaye ithal eden hem de ihraç eden bir ülke haline
getirmişlerdir.
Türkiye’nin 1998’deki toplam faiz geliri, resmi verilere göre, 4.8
milyar $’lık
sermaye çıkışı karşılığı 2.5 milyar $ düzeyinde gerçekleşmiştir.11
Türkiye’nin toplam dış borcu, tedricen artarak Eylül 1998’de 100.9
milyar
$’a ulaşmıştır. Bu rakam o yılki GSMH’nin yaklaşık % 49’una
eşittir. Fakat bu sürdürülebilir bir durum olup Türkiye 1970’lerin
sonunda yaşanan krizden beri borçlarını ödemede zorluk
yaşamamıştır. Eylül 1998 itibariyle toplam dış borç stokunun %
73.1’ini orta ve uzun vadeli borçlar oluşturmuştur. Bu borç
toplamını kredi veren ülkeler arasında kesin bir biçimde
paylaştırmak mümkün değilse de resmi rakamlar çok taraflı
uluslararası kuruluşlarla (IMF, Dünya Bankası ve çeşitli AB
organları) diğer resmi kuruluşların (hükümetler ve diğer resmi
mali kuruluşlar) sağladıkları kredilerin toplam borç stoku
içindeki payının % 16’ya tekabül ettiğini göstermektedir. Borç
toplamının değişik para birimleri arasındaki dağılımı da güvenilir
bir rehber olmayacaktır çünkü ABD dışında birçok kredi veren ülke
de ABD Doları cinsinden borç vermektedir. Buna karşın toplam
borcun % 33.2’si ABD Doları, % 35.4’ü Alman Markı, % 19.4’ü de
Japon
Yen’i cinsindendir12. Türkiye’nin dış borçlarının büyük
çoğunluğunun Batılı ya da Japon mali kuruluşlarına olduğu gayet
açıktır.
Sermaye girişinin çoğunluğunu ticari borçlanma oluşturmaktadır.
Dış yardım miktarı ise çok cüzidir. Eylül 1998’deki borç stokunun
yalnızca % 7.9’u Dünya Bankası, Uluslararası Kalkınma Birliği,
Uluslararası Finans Kurumu ve AB organlarının sağladıkları
kredilerden oluşmaktadır. Bu orana, İslam Kalkınma Bankası’nın %
0.23’lük payı da dahildir.13 Büyük bir kısmı ABD’den sağlanan dış
yardım 1950’lerde Türk ekonomisini destekleyen önemli bir unsur
olmasına karşın14 bu durum uzun bir süreden beri kesintiye
uğramıştır. Bunun nedeni kısmen Türk ekonomisinin güçlenmesi
kısmen de Soğuk Savaş’ın bitmesiyle ABD ve diğer Batılı
devletlerin askeri yardım konusundaki isteksizlikleridir. AB ve
Türkiye arasındaki ilişkilerde yaşanan sorunların çözüme
kavuşturulmasıyla Türkiye bir kez daha aldığı dış yardım miktarını
arttırabildi. Gümrük Birliği uyarınca, Türkiye’ye beş yıllık bir
dönemi kapsayan 495 milyon $ tutarında bütçe yardımına ek olarak
AB’nin gözden geçirilmiş Akdeniz Politikası çerçevesindeki
fonlarından yararlanma sözü verildi. Türkiye’nin rekabet gücünü
arttırmaya yönelik Avrupa Yatırım Bankası’ndan sağlanan
yardımlarla birlikte AB’nin vaat ettiği toplam yardımın tutarı 2.3
milyar $ ile 2.4 milyar arasında değişmektedir.15 Bu yardımların
gerçekleşmesi halinde Türkiye’nin dış ödemeler dengesinde köklü
değişiklikler meydana gelecektir. Bu fonların bir kısmı
Yunanistan’ın vetosuyla engellenmektedir.16 Bu cephede ne olursa
olsun AB artık
ayrıcalıklı kredi ve hibe kaynağı olarak ABD’ye yetişmiş
gözükmektedir.
Son olarak, Türkiye’nin enerji gereksinimleri de -özellikle doğal
gaz ve
elektrik- dış politika üzerinde önemli etkileri olabilecek
sorunlar arasında
sayılmalıdır. 1990 ve 1997 yılları arasında, Türkiye’nin toplam
enerji talebi
yılda ortalama % 10 civarında artmıştır. 1998 yılında Türkiye’nin
toplam enerji tüketimi günlük 1.64 milyon varil petrol eşdeğerine
ulaşmıştır. Bu miktarın % 62’si ithal edilmiştir. Türkiye
güvenilir ham petrol kaynakları bulma gereksinimi içinde olsa da,
dünya petrol piyasasının şimdiki ve yakın gelecekteki durumu göz
önünde bulundurulduğunda bu gereksinimin ciddi siyasi sorunlar
ortaya çıkarmayacağı söylenebilir.
Doğal gaz da değişik bir durum arz etmektedir. Doğal gaz
sıvılaştırılarak
tankerlerle taşınabilmesine karşın boru hatları aracılığıyla
doğrudan üreticiden alınması çok daha ekonomiktir. Bu durum, doğal
gaz sağlayan ve boru hattının geçtiği ülkelere siyasi bağımlılık
yaratır. Bu etkenin Türkiye açısından önemi, Türkiye’nin çok
sınırlı gaz kaynaklarına sahip olmasından (mevcut tüketimin sadece
% 3’ü) ve talebin hızla artmasından kaynaklanmaktadır. Şimdiye
kadar, İstanbul, Bursa, İzmir ve Ankara gibi başlıca şehirler
doğal gaz ağına bağlandılar. Başka birçok şehrin de bu illeri
takip etmesi beklenmektedir. Doğal gaz ayrıca, enerji
santralleriyle endüstride çevreyi kirletmediği için gitgide artan
bir biçimde kullanılmaktadır. Doğal gaz tüketimi, 1988’deki 1.2
milyar metreküpten 1996’da 7.9 milyar metreküpe çıkmıştır.
1996’daki toplam tüketiminin
% 71’i Bulgaristan’dan geçen bir boru hattıyla Rusya’dan ithal
edilmiş, kalan miktar ise ya sıvılaştırılmış doğal gaz (SDG)
olarak ithal edilmiş ya da içte üretilmiştir. 2010 yılına kadar
tüketimin 53 milyar metreküpe kadar çıkması beklenmektedir.
Planlanmış doğal gaz ithalat kaynakları Tablo 3’te gösterilmiştir.
Zaman içersinde, Türkiye Rusya’ya olan bağımlılığını azaltmayı ve
yerine boru hattı aracılığıyla İran, Irak ve Türkmenistan’ı, SDG
aracılığıyla da başka ülkeleri geçirmeyi planlamaktadır. Bu
planlarda hedeflenen yıllık 81.9 milyar metreküplük toplam arz
miktarı, beklenen talebin çok üzerinde olmakla birlikte,
yetkililer planlarının gerçekleşmeme olasılığını göz önünde
bulundurarak talebin mevcut tahminlerin çok üzerinde
kalabileceğini de düşünmekteler.
1993'ten sonra, Bakü-Ceyhan petrol boru hattı seçeneğinin ortaya
atılması yalnızca Türkiye'nin enerji talebini etkilemekle kalmadı
aynı zamanda, üretim bölgeleri arasındaki transit geçiş yönü
olarak uluslararası enerji çevrelerindeki potansiyel rolünü de
etkiledi. Bu bakımdan, çok tartışılan bu konuda, fiziki olarak çok
az şey yapılmıştır. Bakü-Ceyhan hattının yapımı projenin yüksek
maliyeti ve daha ucuz seçeneklerin bulunması nedeniyle askıya
alınmış durumdadır. Bu seçeneklerden biri de boru hattının İran
üzerinden geçerek Basra Körfezine uzatılmasıdır. Bu proje, ABD'nin
İran üzerindeki yaptırımları nedeniyle seçenekler arasından
çıkartıldı.
Türkiye üzerinden geçecek bir boru hattı ile Hazar havzası ve
Akdeniz
arasında bağlantı kurulmasına yönelik planlara ilişkin belirsizlik
bulunmasına karşın, doğal gaz boru hatlarına yönelik projeler çok
daha belirgin bir durum arz etmektedir. Türkiye'de gözardı
edilemeyecek bir doğal gaz talebi bulunmasının yanı sıra, büyük
miktarlardaki doğal gazın taşınmasındaki en ekonomik yol da boru
hatlarıdır. Rusya ve İran'dan olmak üzere iki olası doğal gaz boru
hattı bir sonraki bölümde ayrıca irdelenecektir. Orta Avrupa
ülkelerine Türkmen doğal gazını taşıyacağı için, Türkmenistan'la
Türkiye arasında bir boru hattı inşa edilmesini öngören üçüncü
proje ise Bakü-Ceyhan projesine benzer ululararası etkilere sahip
bulunmaktadır. 1999'un başlarında imzalanan anlaşmalar uyarınca,
General Electric ve Bechtel firmalarını birleştiren ABD'li PSG
konsorsiyumu, 2.5 milyar $'a tutarındaki, Hazar Denizi'nin altı
ile
Azerbaycan ve Gürcistan'dan geçecek olan 2000 km'lik hattın
inşasında,
Türkiye'nin devlet boru hattı kuruluşu BOTAŞ'a katılacaktı. Nihai
olarak 30
milyar metreküpe ulaşacak akımın 16 milyar metreküpü Türkiye'de
kullanılacak kalan miktar ise orta Avrupa'ya verilecekti. Eğer bu
proje ile Bakü-Ceyhan gerçekleşseydi, Türkiye petrol ve doğal
gazın önemli bir transit geçiş güzergahı haline gelecekti.
Ekonomik Bağlantılar ve Dış Politika Üzerindeki Etkileri
Yukarıda anılan çözümlemeleri, makul ve güvenilir siyasi
çözümlemelere
dönüştürmek bir ölçüde zor olacaktır. Ayrıca, genel metodolojik
sorunlara da dikkat çekmek gerekir. Bu sorunlar "bayrak mı
ticareti yoksa ticaret mi bayrağı takip eder" sorusuyla
özetlenebilir. Bu sorunu daha bilimsel bir çerçeveye oturtmak
gerekirse, hükümetler iyi siyasi ilişkilere ve yakınlıklara sahip
oldukları ülkelerle mi yakın ekonomik ilişki kurarlar ("siyasi
çıkar" yaklaşımı) yoksa ekonomik bağlantılar ve bağımlılıklar
siyasi ilişki sonucu mu oluşurlar ("ekonomik çıkar" yaklaşımı)?
Politik ve ekonomik etkenler uyumlu mudur -yani, aynı siyasi
sonuçlara mı yol açarlar- yoksa uyumsuz mudur?
Türkiye'nin yakın tarihi, özellikle Soğuk Savaş döneminde siyasi
nedenlerle SSCB ile çok sınırlı ekonomik ilişki içinde olan
Türkiye'nin dış
ekonomik ilişkilerinde siyasi çıkar yaklaşımının ağır bastığını
ortaya
koymaktadır. Diğer yandan, Soğuk Savaşın sona ermesi ve 1990'ların
başlarında başlayan ekonomik globalleşme ve liberalleşme,
geleceğin dış ekonomik ilişkilerini, devlet politikalarından çok
işadamlarının ve tüketicilerin bireysel kararlarına bağlı hale
getirdi. Bu son gözlem aynı zamanda, günümüz uluslararası
ortamında, uluslararası aktörler olarak egemen devletlerin
özellikle ekonomik alanda, eskiden sahip oldukları tekel konumunu
yitirdiklerine ilişkin bir uyarıyı da içermektedir. Çok taraflı ve
uluslararası örgütler ve kuruluşlar, üye devletlerin gerek iç
gerekse de dış ekonomik politikalarını yürütürken bağımsız ve
otarşik karar alma güçlerini sınırlandırmaktadır. Çok uluslu
şirketler, iş çevreleri hatta tek tek işadamları devlet
politikalarına bakmaksızın kendi gündemlerini takip edebilmekte ve
bu politikaların belirlenmesinde önemli etkileri olmaktadır.
Bu methodolojik sorunları dikkate alarak makalenin diğer
bölümlerinde,
Türkiye’nin üç önemli alandaki ekonomik çıkarları ve gelecekteki
ilişkileri
değerlendirilmeye çalışılacak. Bu alanlar: OECD ülkeleri,
özellikle ABD ve AB ile Batılı finansal kuruluşlar; Rusya,
Karadeniz devletleri ve Orta Asya
cumhuriyetleri; Ortadoğu (İsrail dahil) ve diğer Müslüman ülkeler.
OECD Ülkeleri, AB ve Batılı Mali Kuruluşlar Soğuk Savaş’ın sona
ermesine ve Refah Partisi’nin -artık Fazilet Partisi yükselişiyle
vurgulanan İslami değerlerin öne çıkmasına rağmen Türkiye’nin hala
Batılı ülkelerle ve Japonya ve Güney Kore gibi doğu Asya
ülkeleriyle iyi
ilişkilerini korumakta önemli çıkarı bulunmaktadır. Türkiye’nin
ticari
ilişkilerinin üçte ikiye yakını bu ülkelerledir.19 Ayrıca, sermaye
girişi ve
borçlarını ödemek veya döndürmek için bu ülkelere bir hayli
bağımlıdır. İslamcı liderler bile bu durumu kabullenmek zorunda
kalmışlardır. 1996-97 Erbakan Hükümeti’nin uygulamalarının da
gösterdiği gibi, bu tür liderler kendilerini iç siyasi yelpazeden
farklı kılmak için böyle demagojik söylemler içine girebilmekte
ama ağır ve kabul edilemez ekonomik maliyetinden dolayı
Türkiye’nin Batıyla bağlarını koparmayı göze alamamaktadırlar.
Türkiye’nin AB ile ilişkileri, en karmaşık ve ihtilaflı konulardan
biridir. Yine genel kabul görmektedir ki AB ile ilişkilerin güdüsü
ne tam üye
olma hedefine ulaşmak ne de ekonomik çıkarlardır. Bu ilişkilerdeki
başlıca
motivasyon kaynağı, Batının refah seviyesine ya da mali yardım
olanaklarına ulaşmaktan çok, Türkiye’yi Batılı demokratik uluslar
topluluğunun saygın bir üyesi yapmaya yönelik “Kemalist hedef”tir.
Yine de ekonomik güdüler de, Türkiye’nin AB’ye tam üye olma
hedefini
güçlendirmede önemli rol oynamaktadır. Gümrük birliği sayesinde
Türkiye, sanayi ürünlerini gümrüksüz ve kotasız olarak AB pazarına
sokma ve en azından ilke olarak ekonomik yardımdan yararlanma
hakkı elde etmiştir. Tam üyelikle birlikte, tarım ürünlerinin ve
işgücünün serbest dolaşımının yanı sıra AB’nin tarımsal destek
fonlarından yararlanma hakkı elde edecektir. Ayrıca bu
politikaları oluşturan organlara da katılabilecektir. AB açısından
Türkiye’yi tam üyeliğe kabul etmenin mali külfeti, mevcut
şartlarda ve işgücünün serbest dolaşımıyla ilgili olarak ortaya
çıkacak sorunlar nedeniyle üyeliği kabul etmemeye yönelik en
önemli gerekçeleri oluşturmaktadır. Türkiye ile AB arasındaki
ilişkiler ekonomik çıkardan çok siyasi çıkar yaklaşımıyla
açıklansa da, her iki faktör de birbiriyle ilişkilidir ve
birbirlerini karşılıklı olarak güçlendirmektedir.
Yunan ve Kıbrıs Rum sorununa da mutlaka dikkat gösterilmelidir
çünkü bu
konu, ekonomik etkenden çok siyasi etkenlerle ilgilidir. Eğer
ekonomik
mülahazalar dış politikada öncelikli belirleyiciler olsaydı,
Türkiye 1974'te
Kıbrıs'a müdahalede bulunmayacağı gibi iki ülke arasındaki
uzlaşmazlıklar da çoktan çözüme kavuşmuş olurdu. Yunanistan'ın
engellemelerinin ortadan kalkması, karşılıklı ticaretin
gelişmesinin dışında, Türkiye'nin AB ve ABD ile ilişkilerinde
siyasi ve ekonomik rahatlamaya yol açacaktır. Özellikle ihtilaflı
Ege denizinde, turizmin her iki taraf için de taşıdığı büyük önem
nedeniyle dostane ve istikrarlı ilişkilerin tesisi daha da önem
kazanmaktadır.
Siyasi ve ekonomik güdüler arasındaki büyük uyum göz önünde
bulundurulduğunda, Türkiye ile ABD arasındaki ilişkilerin, büyük
ölçüde AB Türkiye ilişkileriyle benzerlik taşıdığı görülür. Fakat,
bazı farklı noktalar da
bulunmaktadır. ABD yönetimlerinin çoğu, Türkiye'nin özellikle
Ortadoğu'daki stratejik konumuna AB üyesi devletlerden çok daha
fazla önem atfetmiştir. AB, Yunan hükümetleriyle uğraşmak zorunda
kalsa da güçlü Türk karşıtı lobiler Washington'da, Brüksel'den
daha fazla siyasi olarak etkilidirler. Yine, ABD hükümetleri,
Türkiye'yi kendi ekonomik alanlarına kabul etme kararı verme
durumuyla yüz yüze gelmemişlerdir. 1980'lerde, Başbakan Özal, ABD
ile Türkiye arasında serbest ticaret anlaşması yapılması fikrini
ortaya attı. Bu öneriden vazgeçilmiş gözükmekle birlikte, eğer
Türkiye'ye, AB ile ilişkilerinde gümrük
birliğinden fazla seçenekler sunulmazsa (yani her iki taraf için
de önemli karar alma mekanizmalarına katılım), öneri yeniden
canlandırılabilir.
Türkiye'nin diğer OECD üyesi ticaret partnerleriyle ilişkileri
–özellikle
Japonya'yla- bu ülkelerin ihtilaflı bölgelere olan coğrafi
uzaklığı nedeniyle,
daha az sorun çıkarıcı niteliktedir. Kamuoyu yoklamalarının
gösterdiği gibi,
Türkler Japonlar hakkında çok olumlu düşünmekte ve Türkiye
Japonya'yı doğrudan yatırım ve borç kaynağı olarak görmektedir.
Japonya'nın, Türkiye'nin toplam ithalatındaki payı % 4.5 civarında
olup toplam ihracatındaki payı ise yalnızca % 0.4'tür.
Japonya'nın diğer ülkelerle ticari ilişkilerinde
olduğu gibi, dış
ticaret dengesindeki Japonya lehine fazla, iki ülke arasındaki tek
ciddi
sorundur. Batılı ve Japon mali kuruluş ve özel şirketleriyle
ilişkiler, Türkiye'nin dış ekonomik ilişki ve bağımlılıklarının
önemli bir parçasını oluşturmaktadır. Fakat bir yandan bu
ilişkilerle çıkarlar, diğer yandan da dış politika arasında bir
bağlantı kurmak kolay olmamaktadır. Uluslararası fon kuruluşları,
ticari bankalar ve özel yatırımcılar, bir ülkenin ekonomi
politikası ve genel ekonomik tutumundan, o ülkenin dış
politikasından daha fazla etkilenmektedir. Diğer bir deyişle, eğer
bir ülke istikrarlı ve sağlıklı bir iş ortamı oluşturmakta
başarısız olmuşsa o ülkenin dış politikasının ne kadar batı
yanlısı olduğu, uluslararası banka ve iş çevreleri açısından pek
önem taşımamaktadır. Türk hükümetleri, bir ölçüde özel sektöre
dinamizm ve esneklik kazandırsalar da ekonomik istikrar bakımından
açıkça başarısız olmuşlardır. Türk pazarıyla ilgilenen bankerler
ve işadamlarıyla Londra'da yapılan görüşmelerde, Türkiye'ye
yatırım yapmak isteyenleri caydırabilecek etkenler arasında siyasi
istikrarsızlık, yüksek oranlı enflasyon ve ekonomi
politikalarındaki belirsizlik sayılmıştır. Yatırımcılar, İslamcı
veya Batı karşıtı bir hükümetin siyasi yönetimi açıkça ele
almasının yabancı sermayeyi kaçıracağını dile getirseler de
Hükümet'in dış politikasından sorumlu görevlileri konuyu pek
önemsememektedir.
Bu tür düşüncelerin yanı sıra, Devlet bürokrasisindeki
yetersizlikler ve
yavaşlık ile özelleştirmedeki belirsizlik, Türkiye'deki doğrudan
yabancı
yatırımların düşük oranlı olmasının nedenini açıklamaktadır.
Ekonomik çıkarlar -özellikle, dış borçları ödemek için daha fazla
doğrudan
yatırım çekme ve yeni ihracat pazarları geliştirme ihtiyacı-
muhtemelen Türk dış politikasının belirlenmesinde çok önemli bir
rol oynayacaktır. Fakat, ekonomik yaklaşımlar her zaman dış
politika sahnesinde önem taşımamaktadır. Örneğin Yunanistan ve
Rumlarla ilişkilerde durum böyledir. Dolayısıyla, OECD ülkelerinin
ve Batılı mali kuruluşlar dış politikada büyük önem taşımaya devam
edecektir.
Eğer Türkiye ile ABD arasında bir serbest ticaret anlaşması
imzalansaydı bu Türkiye'nin toplam dış ticaretinde ABD'nin payının
artmasına yol açabilirdi. Fakat, iki ülke arasındaki ticaret
engelleri, tarım ürünleri dışında, çok yüksek olmadığı için bu
etki, çok çarpıcı olmayacaktı.
Rusya, Karadeniz Devletleri ve Türki Cumhuriyetler Türkiye'nin
Rusya'yla ilişkileri, siyasi ve ekonomik etkenler arasındaki
uyumsuzluğa çarpıcı bir örnek teşkil etmektedir. Bu ilişkiler aynı
zamanda, iki ülke arasındaki ticari bağlantıların hükümetler
tarafından planlanmaksızın nasıl gelişebileceğinin de örneğini
oluşturur. Sovyet sonrası Rusya'yla Türkiye arasındaki ilişkiler,
büyük ölçüde Türkiye'nin, Moskova'nın "yakın çevresi"nde, bir
şekilde eski Sovyet denetimini yeniden tesis etmeye çalışmasından
duyduğu
endişe nedeniyle kolay olmamaktadır. Diğer yandan, Ankara
Moskova’yla açıkça çatışmaya girmeyi askeri risklerden daha çok
Türkiye ile Rusya arasındaki gelişen ticaret hacmi nedeniyle göze
alamamaktadır. Benzer hesapların diğer tarafça da yapıldığı
açıktır. Türkiye Rusya’ya olan doğal gaz bağımlılığını azaltmak
istemektedir. Rusya tarafından sağlanan gazın oranı toplamdaki
oranı düşse bile, alınan gaz miktarıdır hala yüksektir. Arz
kapasitesini arttırmak ve Bulgaristan üzerinden geçen mevcut
güzergahı çeşitlendirmek için, Karadeniz altından geçen ve “Mavi
Akım” diye bilinen bir boru hattı projesi inşası planlanmaktadır.
Bu projenin yaklaşık 13.5 milyar dolara mal olması ve yılda 16
milyar metreküp doğal gaz taşıması beklenmektedir. Uluslararası
hizmet ticaretinde, Rusya’da Türk firmalarının üstlendiği
müteahhitlik işlerinin 5 milyar dolara ulaştığı kaydedilmektedir.
Bu rakam, Türk firmalarını, Rusya’da faaliyet gösteren yabancı
firmalar arasında birinci sıraya yerleştirmektedir.
Bu bağlantılar her iki ülkenin de karşılıklı bağımlılığını
arttırmaktadır. Türkiye’nin diğer Bağımsız Devletler Topluluğu
(BDT) üyeleri ile
ilişkileri değişiktir. Ermenistan dışında hiçbiriyle aralarında
ihtilaf
bulunmamakta, Azerbaycan ve Orta Asya’daki Türki “kardeş
devletler” üzerinde nüfuz sahibi olmak istemektedir. Diğer yandan,
Türkiye’nin BDT ile olan ticaretinin %10’u Türki Cumhuriyetlerle
gerçekleştirilmesine karşın Rusya’nın payı % 55-60’a tekabül
etmektedir.241990’larda, Türk Hükümetleri BDT ve Karadeniz
devletleriyle daha yakın ilişkileler tesis etmeyi amaçlayan
projeler geliştirdiler. Örneğin Karadeniz Ekonomik İşbirliği
Projesi (KEİ) 1992’de İstanbul’da başlatıldı. Bu oluşum
Türkiye’nin yanı sıra tüm Karadeniz’e kıyıdaş devletleri
(Bulgaristan, Romanya, Moldova, Ukrayna, Rusya ve Gürcistan) ve
Arnavutluk, Ermenistan, Azerbaycan ve Yunanistan’ı kapsamaktadır.
Kurumsal olarak KEİ çerçevesinde, dönüşümlü başkanlık sistemiyle
İstanbul’da bir sekreterya oluşturulmuş ve üye devletlerin
dışişleri bakanları düzeyinde yılda
en az bir kez biraraya gelinmesi planlanmıştır. İşlevsel olarak,
oluşumun en önemli organları, Selanik’te kurulan Karedeniz Ticaret
ve Kalkınma Bankası ile ticaret, sanayi ve ulaşıma ilişkin çalışma
gruplarıdır. Haziran 1992’de üye devlet liderleri tarafından
yayımlanan deklarasyona göre, KEİ’in amaçları “ticaretin önündeki
her tür engeli azaltmak ve gitgide ortadan kaldırmak”, ulaşım,
enerji, madencilik ve turizm alanlarındaki ortak projeleri
geliştirmektir.25 KEİ’e yönetilen başlıca eleştiri, eğer amaç üye
devletler arasındaki ticareti geliştirmekse, bu zaten olağan pazar
güçleri aracılığıyla da gelişebilirdi şeklinde olacaktır.
Kötümserler, Azerbaycan ve Türkiye, Ermenistan’a ambargo
uygularken ve Yunanistan ile Türkiye sık sık kavgaya tutuşuyorken,
ekonomik işbirliği rüyasının nasıl gerçekleşeceğini merak
edebilirler. Diğer yandan, bakanlar düzeyindeki düzenli KEİ
toplantılarının, aralarında ihtilaf bulunan üyelerin sorunlarını
çözme zemini olarak kullanılabileceğini savunmak da olasıdır.
Örneğin, Nisan 1997’deki İstanbul Zirvesi Ermenistan Devlet
Başkanı Levon Ter-Petrossian ile Azerbaycan Devlet Başkanı Haydar
Aliyev’e bir tartışma forumu sunmuştur.26 Bu tür fırsatların da
ortaya koyduğu gibi, KEİ projesi Türkiye açısından ekonomik olduğu
kadar siyasi amaç da taşımaktadır.
1990’ların başlarında, Türkiye’nin Orta Asya ve Azerbaycan’daki
rolüyle
ilgili olarak, Türklerin eski Sovyet-Çin sınırına ve belki de
ötesine kadar
uzanan bir nüfuz bölgesi oluşturacaklarını iddia eden birçok
makale yazıldı.
Sonrasında, Rus gücünün yeniden canlanması, Türkiye’deki iç
karışıklıklar ve Orta Asya devletlerinin kendi egemenliklerini ve
kimliklerini tesis etmeye yönelik isteklilikleri sonucu gerçek
yavaş yavaş ortaya çıkmaya başladı. Philip Robins’in 1993’te
belirttiği gibi, Türkiye'de "hayalci etnik dayanışma" kavramından,
çıkar ilişkisine dayanan yeni bir kavrama geçiş olmuştur. Fakat
duygu ve çıkarların karşılıklı olması gerekmemektedir. Eğer Türk
işadamları ve Hükümetleri etnik bağlardan esinlenmemiş olsalardı
bu küçük ve uzak ülkelere muhtemelen ilgi duymazlardı. Türkiye’nin
ekonomik zayıflığı daha görkemli projelerin ortaya konamamasında
kendini hissettirse de, özellikle tekstil,
telekomünikasyon ve inşaat alanında Orta Asya ekonomilerindeki
önemli boşlukları doldurmuşlardır. Türk Eximbank, 1996 yılına
kadar, Türki cumhuriyetlere, toplam 1.56 milyar dolara ulaşan
kredi açmıştır. Bölgede, Türk firmaları tarafından üstlenilen
müteahhitlik sözleşmelerinin toplam değerinin 5 milyar doları
geçtiği söylenmektedir. Diğer yandan, Türkiye ile Türki
cumhuriyetler arasındaki ticaret çok düşük seviyelerde başlamış ve
bu ülkelerin Türkiye'ye ihraç edebilecekleri çok az ürün olması
nedeniyle de sınırlı kalmıştır. Dönem dönem Azeri-Ermeni çatışması
ve İran tarafından tıkanan dolaylı ulaşım kanalları ticaretin
önündeki bir diğer engeli teşkil etmektedir. Sonuç olarak
işadamları ve yetkililerin tüm çabalarına karşın, Türki
cumhuriyetlerle ticaret 1998 yılı itibariyle Türkiye’nin toplam
ihracatı içersinde % 3.5, toplam ithalatı içersinde ise % 1’lik
bir paya sahip olabilmiştir. Duruma geniş çerçeveden bakılarak,
Türkiye’nin bölgedeki ekonomik ve siyasi çıkarları arasında uyuşma
olduğu fakat ekonomik bağların siyasi vaatleri yerine getirmek
için yeterli
olmadığı söylenebilir.
Kurumsal olarak, Türkiye ile Orta Asya arasındaki en önemli çok
taraflı
ekonomik bağ Ekonomik İşbirliği Örgütü’dür (ECO=Economik
Cooperation
Organization). ECO, Bağdat Paktı’ndan sonra oluşturulan askeri
nitelikli olmayan Merkezi Anlaşma Örgütü’nün (CENTO=Central Treaty
Organization) yerine kurulan Kalkınma için Bölgesel İşbirliği
Örgütü’nün (RCD=Regional Cooperation for Development) devamıdır.
1984’te kurulan ECO, eski RCD üyeleri Türkiye, İran ve Pakistan
ile sınırlı kalmıştı. 1992’de Afganistan, Azerbaycan, Kazakistan,
Kırgızistan, Tacikistan, Özbekistan ve Türkmenistan da örgüte üye
oldular.
KEİ’de olduğu gibi, ECO çerçevesinde, daimi temsilcilerden oluşan
bir konsey, bakanlar düzeyinde gerçekleştirilen düzenli
toplantılar ve Tahran’da bir sekreterya bulunmaktadır. ECO’nun
amacı bir serbest ticaret bölgesinden ziyade, bir tercihli ticaret
sistemi oluşturmaktır. Bu amaçla, bir bölgesel planlama konseyi;
bir ticaret ve kalkınma bankası; ortak sigorta, denizcilik ve hava
ulaşım kuruluşları ve bir kültür fonu oluşturulmuştur.30 Fakat,
Türkiye açısından, ECO'nun Ankara'nın ekonomik ilişkilerinde
etkisi olup olmadığı tartışılabilir. 1996'da, ECO ülkeleriyle
ticaret, Türkiye'nin toplam ihracatının % 4.9'unu, toplam
ithalatının ise % 3.5'ini oluşturmuştur. ECO toplamında, İran'ın
payı % 40 olarak gerçekleşmiştir. İran'ın ECO'daki başat konumu
Türkiye'nin örgüte üye olmasının başlıca sebebidir. Örgüte üye
olarak Ankara, İran'ın Orta Asya'daki nüfuzunu genişletmesini
önlemekte ve ECO kararlarını
kendi isteğine göre şekillendirmeyi sağlamaktadır.
İslam Dünyası ve Ortadoğu
Türk dış politikasına kendi damgasını vurma isteğinin bir parçası
olarak
Necmettin Erbakan, 1996-1997 yılları arasındaki başbakanlığı
sırasında, hem Ortadoğu hem de güney ve güneydoğu Asya'yı içeren
İslam dünyasıyla yeni bağlar kurmaya çalıştı. Bu çaba, Türkiye,
Bengladeş, Mısır, Endonezya, İran, Malezya, Nijerya ve Pakistan'ı
biraraya getiren D-8 (Developing-8) oluşumuna yol açtı.
Sonraki hükümetler resmi olarak projeyi bir kenara bırakmasalar
da, D-8'in
Türkiye'nin ekonomik ilişkilerinde nasıl önemli bir rol
oynayacağını anlamak zordur. Diğer yedi ülkenin tümünün
Türkiye'nin 1995'teki dış ticaretindeki toplam payı sadece %
3.9'dur. Toplam ihracatındaki payı % 3.3, toplam ithalatındaki
payı ise % 4.2'dir. Bu ülkeler arasında sadece İran önemli bir
ticaret partneridir. Müslüman ülkeleri biraraya getirmekte
romantik söylemlerin haricinde yeterli ortak çıkarlar bulunmadığı
için, Türkiye'nin "İslami açılımdan" elde edeceği çok az şey
bulunmaktadır.
Türkiye'nin ekonomik ilişkileri açısından daha homojen ve coğrafi
olarak
daha yakın Ortadoğu ülkeleri için aynı çıkarımda bulunmak doğru
olmaz. Petrol ve doğal gaz ihraç potansiyelleriyle birlikte bu
etkenler, Ortadoğu ülkelerini önemli ticari partnerler haline
getirmektedir. Bu ülkelerin Türkiye'nin dış ticaretindeki payları
1980'lerin başlarında düşmesine rağmen, hala önemli payları
bulunmaktadır. Bölge içinde, Suudi Arabistan, Cezayir, Mısır ve
İran önemli ticaret partnerleri olup, her biriyle girişilen
ticaretin toplam cirosu yıllık ortalama 1 milyar dolar
civarındadır. Bu ülkeleri, İsrail, Libya, Suriye, Birleşik Arap
Emirlikleri ve Ürdün izlemektedir.31Eğer Irak ambargo olmasaydı,
üst düzey ticari partnerlerden biri olabilirdi zira 1990'dan
önceki üç yılda iki ülke arasındaki ticaret hacmi yıllık ortalama
2.2 milyar dolara ulaşmıştı.32Dolayısıyla Irak o yıllarda
Türkiye'nin üçüncü büyük ticaret ortağıydı. Türkiye ile İran,
Irak, Libya, Suriye ve İsrail arasındaki ekonomik ve siyasi
ilişkiler özel öneme sahip olup, ayrı incelemeyi gerektirmektedir.
İran. Erbakan'ın 1996 yılında İran'a gerçekleştirdiği ziyaret,
uluslararası kamuoyunun çok ilgisini çekmişti. Zira Erbakan,
İran'ın kuzeybatısındaki Tebriz'den Türkiye'nin doğusundaki
Erzurum'a uzanan bir doğalgaz boru hattının inşasına ilişkin bir
anlaşma imzalamıştı. Anılan anlaşma, bu hattın gelecekte batıda
Sivas ve Ankara'ya doğru uzamasını da içermekteydi.
Hattın, Türkiye'ye yılda ortalama 3 milyar metreküp gaz getirmesi
planlanmaktaydı. Bu miktarın 2003'e kadar 10 milyar metreküpe
çıkarılması hedeflenmekteydi. Aynı ziyarette, Türkiye ile İran
arasındaki ticaret hacminin 900 milyon $'dan 2.5 milyar $'a
çıkarılmasına ilişkin temenniler de dile getirilmişti.33Bu
tasarılar ABD'nin eleştirilerine neden olmakla birlikte, aslında
Türkiye ya da diğer Batılı devletler tarafından İran'a yatırım
yapılmayacağı için, nihayetinde Washington tarafından kabul gördü.
Hattın, Türkmen doğal gazı için kullanılabileceği önerisi de
tartışıldı. Bu projelerin de gösterdiği gibi, İran ekonomik olarak
Türkiye açısından gerek ihracat pazarı,gerek enerji kaynağı
gerekse de Orta Asya'ya açılan kapı olarak gözardı edilemeyecek
kadar önemli bir ülkedir. Siyasi mülahazalar da bu yaklaşımı
güçlendirmektedir çünkü İran PKK'ya tam destek sağlarsa
Türkiye'nin başını bir hayli ağrıtabilir. Türk hükümetlerinin tüm
çabaları, ABD ve diğer Batılı güçlerle anlaşmazlığa düşme pahasına
da olsa, İran'la işbirliğine dayanan ilişkiler kurmaya yönelik
olmalıdır.
Irak. 1990'dan bu yana Irak'a karşı BM yaptırımlarının uygulanması
Türk-
Irak sınırındaki hareketliliğin tamamıyla sona ermesi anlamına
gelmemektedir. Gıda maddelerinin, ilaçların ve inşaat
malzemelerinin dağıtımı, BM'nin rızasıyla, karşılığında Irak'tan
mazot alınarak sürdü. 9 Aralık 1996'ya kadar Irak, kendisinin altı
aylık periyotlarla 2 milyar dolarlık petrol ihraç etmesi
karşılığında "insani" amaçlı yardım malzemeleri satın alabilmesini
öngören 986 sayılı Güvenlik Konseyi kararı kapsamındaki BM planını
kabul etmedi. Bu kararın kabulüyle, 11 Aralık 1996'da
Kerkük-Yumurtalık petrol boru hattından petrol akmaya başladı.
Türkiye'nin Irak'a yaptığı ihracatta önemli bir artış olmadı ama
Irak'tan Türkiye'ye önemli miktarda mazot girmekteydi. Türk
hükümetleri ve özel sektör BM'nin mümkün olduğunca çabuk bir
biçimde, Irak'la Türkiye arasındaki
ticaretin yeniden başlamasını istemekteydi. Zira, Türk
yetkililerin iddiasına
göre, yaptırımlar Türkiye'ye 30 milyar dolara mal olmuştu. Bu
ekonomik güdüler, Türkiye'nin Irak'ın toprak bütünlüğünü koruma
taahhüdü ve daha da önemlisi, Irak ya da başka bir yerde bağımsız
bir Kürt devletinin kurulmasını engelleme gibi siyasi etkenlerle
daha da güçlenmiştir.
Libya. Türkiye ile Libya arasındaki siyasi ilişkiler son yıllarda
Libya
lideri Muammer Kaddafi’nin Kürt milliyetçiliğini desteklediğini
açıkladığı için
fırtınalı bir seyir izlemektedir. Türkiye’nin Libya’da hala önemli
ekonomik
çıkarları bulunmaktadır. İki ülke arasındaki ticaret hacmi yıllık
500 ila 700
milyon $ arasında değişmektedir. Türk müteahhitler paralarını
almakta önemi zorluklarla karşılaşsalar da Libya’da üstlendikleri
işler 1.7 milyar $
değerindedir. Genel uluslararası ilişkiler sisteminde Türkiye ile
Libya ayrı
kutuplarda yer alsalar da, Türkiye’nin, Libya üzerinde,
gelecekteki
hükümetlerin ABD’nin hoşnutsuzluğunu ve Kaddafi’nin
dengesizliklerinin yol açacağı sorunları göze alarak Libya’yla
dengeli ilişkiler kurmayı deneyecek kadar çıkarı bulunmaktadır.
Suriye. PKK lideri Abdullah Öcalan’ın Ekim 1998’de Suriye’den
sınırdışı
edilmesi iki ülke arasında daha iyi ilişkiler kurulmasının
önündeki en önemli engeli ortadan kaldırdı. Öte yandan, yapımı
yeni tamamlanan Atatürk Barajı’nın Türkiye tarafından, Suriye
tarımının büyük ölçüde bağımlı olduğu Fırat’ın sularını kesmek
veya en azından hatırı sayılır ölçüde azaltmak için kullanılacağı
endişesi iki ülke arasındaki çözüme kavuşturulamamış ihtilaflardan
biridir. 1939’da Türkiye tarafından ilhak edilen Hatay üzerindeki
tarihi çekişme de gerilimi yükseltmektedir. Suriye, 1987 yılında
Özal ve Hafız Esad arasında imzalanan ve Suriye’ye saniyede 500
metreküp su bırakılmasını öngören anlaşmanın geçici bir düzenleme
olduğunu iddia etmekte ve uzun dönemde saniyede 700 metreküp su
talep etmektedir. Türkiye ile İsrail arasındaki askeri ve ekonomik
anlaşmalar Suriye’nin korkularını daha da arttırmaktadır.
Gerginlikler göz önüne
alındığında, İki ülke arasındaki toplam ticaret hacminin yıllık
ortalama 600
milyon $ civarında gerçekleşmesi şaşırtıcıdır.37 Öcalan’ın Suriye
dışına
çıkarılması iki ülke arasındaki ekonomik ilişkilerin
yaygınlaştırılma
olasılığını da arttırmıştır (iki ülke arasındaki elekrik
şebekelerini bağlama ve
Mısır’dan gelen ve Ürdün ile Suriye üzerinden geçen bir doğal gaz
boru hattının inşası gibi projeler aracılığıyla). Fakat her iki
taraf da uzun dönemli
taahhütlere girmeden önce ilişkileri sınamak isteyeceklerdir.
İsrail. Türkiye ile İsrail arasında Mart 1996’da imzalandıktan
sonra Nisan
1997’de TBMM tarafından onaylanan serbest ticaret anlaşması,
ekonomik
ilişkilerin güçleneceğine dair önemli ipuçları vermekteydi. Bu
anlaşma aynı
zamanda, sınırlı askeri işbirliği anlaşmasını ve Aralık 1996’da
imzalanan, Türk F-4 savaş uçaklarının modernizasyonunu öngören 600
milyon $’lık anlaşmayı da güçlendirmekteydi. Türkiye’nin başlıca
güdüsü ekonomik olmaktan ziyade siyasi idi. Amaç Suriye’ye
karşıtağırlık olarak İsrail ile bir anlaşmaya varmak ve Washington
ile iyi ilişkiler kurmanın aracı olarak İsrail’i kullanmaktı. ABD
Kongresinde Yunan ve Ermeni lobileriyle uğraşmak zorunda kalan
Türkler için Yahudi lobisi faydalı olabilirdi.
Ekonomik olarak ise serbest ticaret anlaşmasına büyük umutlar
bağlandı.
Beklentiler, Türkiye ile İsrail arasındaki ticaret hacminin yıllık
2 milyar
dolara çıkacağı ve İsrail’in ABD, Kanada ve Orta Amerika’yla olan
tercihli
ticaret bağları sayesinde Türk ihracatçıların pazarlarını bu
ülkelere
genişletebileceği yönündeydi. Özellikle giyim sanayiinde, ortak
üretim yapılması da öngörülmekteydi. Ticaret hacmi 1996 yılındaki
450 milyon $ seviyesinden 1998’de 730 milyon $’a çıktı. Fakat bu
rakam, Türkiye’nin Ortadoğu’yla yaptığı toplam mal ticaretinin %
16’sını teşkil etmekteydi. Bölgedeki diğer devletler -özellikle
Mısır, Suudi Arabistan ve Cezayir- ile Türkiye arasındaki ticaret
hacmi çok daha yüksekti.38 Türkiye Arap-İsrail çatışmasına
doğrudan ve anlamlı olarak katılmaktan büyük bir olasılıkla
kaçınacağı için iki ülke arasındaki ittifakın önünde siyasi
sınırlamalar da bulunmaktadır. Aynı şekilde, İsrail de Öcalan’dan
dolayı Türkiye ile Suriye arasında yaşanan gerginlikte
tarafsızlığını ilan etmişti. Yine de, Erbakan yönetiminin bile
Türk-İsrail anlaşmalarını kabul etmiş olması, gelecekteki
hükümetlerin de, gerçekçi sınırlar dahilinde olması kaydıyla,
ilişkileri geliştireceklerini göstermektedir. |