Soğuk Savaş sırasında,
Türkiye’nin dış ve güvenlik politikaları büyük ölçüde
Avrupa’daki gelişmelerin ve iki blok arasındaki ilişkilerin
bir fonksiyonu niteliğindeydi. Fakat Soğuk Savaş’ın sona
ermesinden bu yana, Türkiye’nin ulusal çıkarları,
Balkanlar’dan Karadeniz’e, Kafkasya’ya ve Orta Asya’ya kadar
çevresindeki tüm bölgelerde güvenlik ve istikrarla çok
yakından ilişkili hale gelmiştir. Türkiye aynı zamanda bir Ortadoğu
ülkesi olduğu için, güvenliği, istikrarı ve refahı bu bölgedeki
gelişmelere sıkı sıkıya bağlıdır. Bu çıkarım, 1990-91 Körfez krizi
ve savaşından beri özellikle geçerlidir. Arap-İsrail barış süreci
de bölgesel işbirliğine yönelik olanaklar ortaya çıkarmıştır.
Soğuk Savaş’tan Sonra Değişim Baskısı
1950’lerde Türkiye, Sovyet etkisinin Ortadoğu’ya yayılmasını
önlemek için etkin bir rol üstlendi. Batı yanlısı Bağdat Paktı’nın
ve CENTO’nun kurulmasına yardımcı oldu. Bu etkin politika,
Türkiye’yi Batının bir ajanı gibi gören Sovyet yanlısı Pan-Arabist
ve Baasçı rejimlerin tepkisini çekti. 1958 Temmuzunda, Irak’ta
Kraliyet rejiminin devrilmesi ve yerine General Abdülkerim
Kasım’ın radikal Pan-Arap rejiminin geçmesi, bir sonraki yıl
Bağdat Paktı’nın dağılmasına yol açtı. Ortadoğu’daki bu kısa
süreli Türk etkinliği, tek parti yönetiminden parlamenter
demokrasiye geçişin yaşandığı bir siyasi dönüşüm ve ekonomik
liberalizasyon dönemiyle çakışmaktadır. Türkiye’nin bu dönemdeki
Ortadoğu politikası, kısmen bu dönüşüme kısmen de yeni Türk siyasi
elitinin bölgedeki Sovyet tehdidine karşı harekete geçerek,
Batılıların güvenini kazanma çabalarına bağlanabilir. Sonraları,
Türk dış politikasına, bölge politikalarına bulaşmama ve müdahale
etmeme ilkeleri hakim olmuştur.
1970’lerin başlarına kadar, Türkiye, Arap ülkeleri ve İsrail’le
dengeli ilişkiler yürüttü. 1967 Arap-İsrail savaşı, Kıbrıs sorunu
nedeniyle büyüyen yalnızlık duygusu ve İslam ülkelerinin desteğini
elde etme arzusu –İslamcı Milli
Selamet Partisi’nin yükselişini de unutmamak gerek- gitgide Arap
ülkeleriyle daha yakın ilişkiler kurulması ve Filistin davasında
Arap ülkelerinin daha çok desteklenemesi yönünde bir değişime yol
açtı.41973’te petrol fiyatlarının fırlaması sonucu Türk
ekonomisinin içine düştüğü kriz, petrol zengini Arap ülkeleriyle
ticari ilişkilerin geliştirilmesi gibi başka baskılara yol açtı.
1977’de İsrail’de Likud Partisi’nin iktidara gelmesi ve bu
partinin Lübnan ile diğer işgal edilmiş topraklarda izlediği sert
politikalar, İsrail’le diplomatik ilişkilerin seviyesinin
düşürülmesine neden oldu. Türkiye, Filistin Kurtuluş Örgütü’yle
(FKÖ), bu örgütün Ermenilerle ve Türkiye’de faaliyet gösteren
solcu terörist örgütlerle olan sıkıfıkılığına rağmen, daha yakın
ilişkiler kurdu.
1980’ler daha önemli gelişmelere sahne oldu. Başbakan ve
Cumhurbaşkanı olarak Özal, Türkiye’nin Ortadoğu’yla ilişkilerinde
daha etkin ve enternasyonalist bir dış politika yaklaşımı
geliştirmesinde önemli bir iz bıraktı.5Özal, muhafazakar Körfez
ülkelerinin yanı sıra, Libya, İran ve Irak gibi radikal ülkelerle
de ilişkileri güçlendirdi. Türk girişimcilerin
Ortadoğu’daki çıkarlarının seferber edilmesinde önemli bir rol
oynamakla kalmadı Arap sermayesini de Türkiye’ye çekti. Bu
dönemde, Türkiye’nin Ortadoğu’yla ilişkileri belirgn bir biçimde
arttı.6 Güneydoğu Anadolu Projesi (GAP) kapsamındaki barajların
sayısı arttıkça, Özal, Şam’ın endişelerini Fırat’tan saniyede en
az 500 metreküp su bırakılacağının sözünü vererek gidermeye
çalıştı.
1986 yılında Özal Türkiye’den Ortadoğu’ya su götürülmesini içeren
bir “barış suyu” projesi ortaya attı. Özal’ın bölgecilik
politikası, 1990’daki körfez krizi sırasında Türkiye’yi Irak
karşıtı kampanyaya dahil ettiğinde zirve noktasına ulaştı. Özal,
kendisine geniş savaş yetkileri verilmesi konusunda parlamentonun
muhalefetiyle karşılaşsa da nihayetinde Irak’a karşı uygulamaya
konulan BM yaptırımlarına destek sağlamayı başararak Türk askeri
tesislerinin Irak karşıtı koalisyon tarafından kullanılması için
gerekli izni kopardı.
Özal’ın politikası, Türkiye’de sert eleştiri ve muhalefete yol
açarak genel
kurmay başkanı, dışişleri ve savunma bakanlarının istifasıyla
sonuçlandı. Fakat Özal bunların hiçbirinden etkilenmemiş gözüktü.
Mart 1991’de, yerleşmiş politikadan esaslı bir biçimde saparak,
Saddam Hüseyin’e karşı isyan hareketi başlatmış olan Kuzey Iraklı
Kürt liderlerle diyalog kurdu. Savaş sonrasında Saddam Hüseyin’in
gazabından korkarak Türkiye’ye kaçan yarım milyona yakın Kürt
mültecinin yeniden yurtlarına dönmesini sağlamak üzere Kuzey
Irak’ta güvenli bir bölge oluşturulması ve Çekiç Güç kurulması
için Batılı müttefiklerin ikna edilmesinde önemli bir rol oynadı.
Sonraları, Özal’ın cesur politikasının pek karlı olmayacağı ortaya
çıktı.
“Barış suyu” projesi bölgedeki güvensizlik ve Arapların Türk
suyuna bağımlı
olma korkuları nedeniyle gerçekleştirilemedi.8Türkiye’nin, Irak’ın
Kuveyt’ten çıkartılmasında oynadığı rol, Arap dünyası tarafından
Özal’ın beklediği gibi değerlendirilmedi ve Arap-İsrail barış
sürecinde Türkiye’nin yer almasını sağlayamadı. Dış politikadaki
bu artan aktivizmin öngörülemeyen önemli bir sonucu da Arap
başkentlerinde bölgedeki Türk etkinliğinin yeniden canlanacağı
endişesini arttırmıştır. Sovyetler Birliği’nin çöküşü ve
sonrasındaki gelişmeler Türk dış politikasının dikkatini başka
tarafa çevirdi 1993’te Özal’ın ölümüyle, Ortadoğu politikası, eski
ihtiyatlı ve tutucu niteliğine büründü. Türk dışişleri bakanı
Hikmet Çetin, Temmuz 1993’te, İsrail’e düzenleyeceği bir ziyaretin
arifesinde bu ülkenin güney Lübnan’a saldırı başlatması üzerine bu
ziyareti iptal etti. Oslo’daki gizli müzakereler aracılığıyla
Arap-İsrail cephesinde ulaşılan çarpıcı gelişme dünyaya
duyurulmasının sadece birkaç hafta öncesinde, Türk dış politikası
yine Arap dünyasının tepkisini çekme korkusunun tutsağı olmuştur.
Fakat, Soğuk Savaş sonrasında Ortadoğu’da yaşanan değişiklikler
Türkiye’yi ve ulusal çıkarlarını derinden etkilemektedir. Yeni
Ortadoğu, karmaşık sorunların yanı sıra fırsatlar da sunmaktadır.
Ekonomik mülahazalar ve Müslüman ülkelerle daha yakın ilişkiler
kurulmasına yönelik iç baskı da düşünülürse, Türkiye’nin Ortadoğu
politikalarıyla gelecekte daha fazla ilgileneceğini söylemek
mümkündür.
Dış Politikada Karar Alma: Erbakan Dönemi
Soğuk Savaş sırasında, hükümetin dış politikasının
şekillendirilmesinde,
dışişleri bakanlığı ve ordu önemli aktörlerdi. Bu durum günümüzde
de değişmemiş fakat, siyasi partiler tarafından savunulan çeşitli
görüşler ve kamuoyu daha büyük rol oynamaya başlamıştır. İki büyük
muhafazakar laik parti, Doğru Yol (DYP) ve Anavatan (ANAP), sosyal
demokrat Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) ile birlikte, Türkiye’nin
Avrupa Birliği’ne tam üyeliğinin önündeki zorluklara rağmen, Batı
yanlısı politikaları ve Batı Avrupa’yla ekonomik bütünleşmenin
devamını savunmaktadırlar. Bülent Ecevit’in Demokratik Sol
Parti’si (DSP), Batı’yla ilişkilerde geleneksel olarak daha
eleştirel bir tavır takınmakta ve Ortadoğu dahil bölge ülkeleriyle
daha yakın ilişkiler kurulmasını savunmaktadır.
1997’nin ortalarından bu yana, kurulan bütün hükümetlerde yer alan
DSP son dönemdeki dış politikaya açıkça damgasını vurmuştur.
Milliyetçi Hareket Partisi (MHP), milliyetçi bir dış politikanın
savunucusu olmuştur. MHP, Türki dünyasıyla daha yakın ilişkiler
tesis edilmesini ve Türkiye, Ürdün, Mısır, İsrail ve Filistin’den
oluşan bir “Doğu Akdeniz Birliği”nin kurulmasını istemektedir.
İran ve Suriye’ye karşı ise eleştirel bir tutum benimsemektedir.
1996-97 yıllarındaki Refah-DYP koalisyon hükümeti sırasında, Türk
dış politikasının geleneksel yöntem ve ilkeleri fütursuzca
sınandı. Bu sınama büyük ölçüde Ortadoğu’ya odaklandı. Başbakan
olarak Erbakan, yabancı büyükelçi ve liderlerle yaptığı
görüşmelerde diplomatları dışlayarak bazan yerleşmiş uygulamadan
ayrıldı.
Erbakan’ın RP’si geleneksel Türk dış politikasına temelden karşı
çıktı. AB
ile Türkiye arasındaki 1995 gümrük birliği anlaşmasına da şiddetle
muhalefet etti. Erbakan, AB yerine Türkiye’nin bir İslam Birleşik
Devletleri, bir İslam Gümrük Birliği ve bir İslam NATO’sunun
oluşturulmasında öncülük etmesi gerektiğini savundu. İran’la
ilişkilerde ise, RP, diğer siyasi partiler ve kamuoyunun büyük
çoğunluğu tarafından paylaşılan görüşle taban tabana zıt bir tutum
sergileyerek, Türkiye’deki terörizmin İran tarafından
desteklendiği iddialarına karşı çıktı. İran, başbakan olarak
Erbakan’ın 1996’da ziyaret ettiği ilk ülke oldu. Bu ziyaret
sırasında, İran’ın ayrılıkçı PKK güçlerinin bu ülkede
bulunmadığına ilişkin iddialarını kabul ederek diğer Türk
yetkilileri kızdırdı.15 Erbakan Batı’ya hiç resmi ziyarette
bulunmadı ve Aralık 1996’da, Dublin’deki bir AB zirvesi sonuda
verilen akşam yemeği davetini de geri çevirdi.
RP, kendi içinde birbiriyle çelişen amaçlara sahip bir parti
görünümü
çizdi. Erbakan, Arap ülkeleriyle daha yakın ilişkiler
geliştirilmesi gereğine
vurgu yaptı ama ılımlı Arap ülkelerinin çoğu, Erbakan’ın İslamcı
söyleminden; İran ve Libya ziyaretlerinden; Hamas, Hizbullah,
Müslüman Kardeşler ve Cezayir’deki FIS (İslami Kurtuluş
Cephesi’nin Fransızca akronimi) gibi radikal islamcı örgütlerle
yakın ilişkilerinden –ki bu örgütlerin hepsi RP’nin Ekim 1996’daki
5. kongresine temsilcilerini göndermişti- rahatsızlık duydu.
RP’nin barış sürecine ilişkin tavrı da en hafif deyimiyle
belirsizdi. Çok sayıda parti yetkilisi, Arafat’ın, İsrail’i
tanıyarak Filistin davasına ihanet ettiğini iddia etmekte ve Oslo
anlaşmalarını imzalamasını onaylamadıklarını söylemekteydiler.
İsrail ve Siyonizm karşıtı iddialar, çoğunlukla Yahudi
karşıtlığıyla birlikte RP söyleminin standartlaşmış içeriğini
oluşturmaktaydı. Yine de çok sayıda RP’li milletvekili İsrail’e
ziyarette bulundu. Erbakan’ın başbakan olması üzerine İsrail
başbakanı Benyamin Netanyahu’nun tebrik mektubunu ve görüşme
teklifini yanıtlamamış olsa da Erbakan, İsrail dışişleri bakanı
David Levy’yi resmi bir ziyaret nedeniyle daha sonra kabul etti.
Aktarıldığı kadarıyla aralarındaki görüşme hayli sıcak geçmişti.
Erbakan’ın yıkıcılığına karşın, ordu ve dışişleri bakanlığı, onun
başbakanlığı döneminde başat dış politika odakları olmayı
sürdürdüler. Her ikisi de, Erbakan’ın Kuzey Irak’ta “uçuşa kapalı”
bir bölge oluşturulması için
Türkiye’nin güneyinde üslenen Çekiç Güç’e olan muhalefetini
yeniden gözden geçirmesini sağlamakta önemli bir rol oynadılar.
Erbakan sonunda, parti üyelerini U dönüşü yapmaya ve Çekiç Güç’ün
görev süresinin bir dönem daha uzatılması lehinde oy kullanmaya
ikna etmek zorunda bırakıldı. Ayrıca Erbakan, Levy’yle yaptığı
görüşme sırasında Levy’nin önerdiği gibi, kendisini, İsrail’le
yakın ilişkilerin sürmesini kabul etmek durumunda buldu.
Ocak 1998’de RP, laikliği kaldırmaya yeltenmekten suçlu bulunarak
Anayasa Mahkemesi tarafından kapatıldı. RP’nin de facto devamı
niteliğindeki Fazilet Partisi (FP) ise, kendisini selefinin
tartışmalı dış politika fikirlerinden uzak tutmaya çalışmıştır.
Önemli Sorunlar
Soğuk Savaş sonrasındaki Ortadoğu’da Türkiye’nin önündeki
sorunlar, Kürt isyancıların giriştikleri saldırılar da dahil olmak
üzere Kürt sorunuyla askeri ve güvenlik endişeleridir. 1991’in
Mart ayının sonunda Irak ordusunun Kuzey Irak’taki Kürt
ayaklanmasına karşı başlattığı operasyon, tarihin son
dönemlerindeki en büyük mülteci bunalımlarından bir tanesine yol
açtı. 1,5 milyondan fazla Kürt İran ve Türkiye’ye kaçtı. Bunalım,
dünya kamuoyunun dikkatinin Kürtlere ve Türkiye’nin kendi Kürt
sorununa odaklanmasına neden oldu.
Bu sorun, Kuzey Irak’ta Kürtlerin denetiminde bir bölge
oluşturulmasına da yol açtı. Böylelikle, PKK’nın Kürtlerin
denetimindeki bu bölgeden Türkiye’ye yönelik eylemlerinde bir
artış da meydana geldi. Bu çatışma 30 binden fazla can kaybına ve
hazinenin boşalmasına sebep oldu.17PKK’nın Irak’tan Türkiye’ye
yönelik eylemlerde bulunabilme olanağı elde etmesi, Türk ordusunun
çok sayıda sınırötesi operasyon düzenlemesine yol açtı. İran ve
Suriye’nin PKK’ya destek sağladığına yönelik Türk iddiaları,
Türkiye’nin bu iki ülkeyle arasındaki ilişkileri ciddi bir biçimde
etkiledi. Ayrıca operasyonlar sırasındaki can kayıpları ve soruna
demokratik bir çözüm bulunamaması, Türkiye’nin ABD ve Batı’ya
ilişkilerini zora
soktu.
Komşu Ortadoğu ülkelerinin sofistike askeri kapasiteleri ve
geçmişte
birbirleriyle giriştikleri savaşlar Türkiye’nin ulusal güvenliğine
yönelik
önemli bir tehdit oluşturmaktadır. İran ve Suriye kitle imha
mermileri
gönderebilen balistik füzelere sahip olup İran’ın da nükleer güç
edindiğine
ilişkin bilgiler bulunmaktadır. Türkiye’nin önemli yerleşim
merkezleri,
barajları, enerji santralleri, hava üsleri ve askeri karargahları
bu füze
sistemlerinin menzili içersindedir. Suriye’nin Öcalan’ı
barındırması yüzünden yaşanan Ekim 1998 krizi sırasında bu tehdit
oldukça belirgin bir hal aldı.
Körfez Savaşı’ndan sonra meydana gelen Ortadoğu’yla ticaret kaybı
da
Türkiye’nin güvenliğini olumsuz etkilemiştir. Irak’a uygulanan
yaptırımlar,
sadece karlı bir pazarın kapanmasına yol açmamış aynı zamanda
Körfez ülkelerine tarım ürünleri ihraç eden Türkiye’nin
karşılaştırmalı üstünlüğüne de zarar vermiştir. Türkiye’nin
Ortadoğu’ya yaptığı ihracatın toplam ihracat içindeki payı savaş
öncesinde % 23 iken bu oran 1996’da % 14’e düşmüştür. Sayısı 40
binden fazla olan kamyon filosu ise işsiz kalmıştır. Bu
kamyonların çoğu, Kürt nüfusun yoğun olarak bulunduğu güneydoğu
Türkiye’de olup, bölgede önemli bir istihdam olanağı
yaratmaktaydı. Ayrıca Türkiye, Irak’ın 1990 yılında Kuveyt’i işgal
etmesinden sonra, kapatılan Kerkük-Yumurtalık petrol boru hattının
gelirinden de oldu.1998 yılında, dışişleri bakanlığı ambargonun,
gelir ve ticaret kaybı olarak maliyetinin 35 milyar $’dan fazla
olduğunu hesapladı.
Körfez krizinin ve savaşın bu ekonomik sonuçları, Kürt sorunu ile
onu çevreleyen şiddeti ağırlaştırdı. Türkiye’nin büyüyen
ekonomisinin enerji ihtiyaçları da ulusal güvenlik açısından
gittikçe büyüyen bir sorun haline gelmektedir. Türkiye, ham petrol
ihtiyacının çoğunu Ortadoğu ülkelerinden satın almaktadır. Bu
bağımlılık, ekonominin bölgedeki gelişmelerden etkilenmesine yol
açmakta ve dengesiz bir dış ticaret bilançosu ortaya
çıkarmaktadır. Türkiye, 1995 yılında Suudi Arabistan’dan 1.382
milyar $’lık mal almış -çoğu petrol- karşılığında ise yalnızca 470
milyon $ değerinde mal satabilmiştir. Türkiye’nin doğal gaz
tüketimi de artmaktadır. Türkiye doğal gaz bakımından geleneksel
olarak daha çok Rusya’ya bağımlı olmuştur. Yeni yapılan
projeksiyonlara göre, Türkiye’nin doğal gaz talebinin 2010 yılına
kadar 40-50 milyar metreküpe, 2025 yılına kadar ise 63 milyar
metreküpe çıkması beklenmektedir. Mevcut kaynaklar, bu tahminlerin
yalnızca beşte birini karşılamaktadır. Türkiye’nin gelecekteki
kaynakları büyük olasılıkla ya Ortadoğu ya da Hazar havzası
olacaktır.
Türkiye elektrik enerjisine de ihtiyaç duymaktadır. İran’dan
elektrik alan
Türkiye, kendisi ile birlikte Suriye, Ürdün, Mısır ve Irak
arasında bir elektrik
şebekesi kurulması için sürdürdüğü müzakereleri sonuçlandırmıştır.
Böyle bir şebeke, karşılıklı bağımlılığı arttırabilir. Türk
hükümetleri bir süredir bu
fikrin takipçisi olagelmişlerdir.
Türkiye’nin elektrik ve enerji ihtiyaçları Ortadoğu’yla ilgili bir
başka
önemli sorunu yani Fırat-Dicle akarsu sisteminin sularının
paylaşımı sorununu ortaya çıkarmaktadır. Su sadece tarımda değil
hidroelektrik enerji üretiminde de önemli bir maddedir. 22 baraj
ve 19 hidroelektrik santral ile GAP, dünyanın en iddialı sulama ve
elektrik üretim projelerinden biridir. Fakat, Türk tarafı Dicle ve
Fırat’ın “Türklüğü” konusunda ısrar ederken, Irak ve Suriye GAP’ı
kıyıdaş devlet haklarının açık ihlali ve Türkiye’nin bölgede
üstünlük kurmaya yönelik sistematik çabası olarak görmektedir. Hem
Suriye hem de Irak, Türkiye’nin büyük Arap dünyası ile
ilişkilerini gerginleştirerek ve bölgede yeni istikrarsızlıklar
yaratarak Arap Birliği içinde kendi görüşleri için destek
sağlamaya çalışmışlardır.
Türk-Arap ve Türk-İran İlişkilerinin Değerlendirilmesi
Türkiye’nin Soğuk Savaş sonrasında Arap ülkeleriyle ilişkileri,
işbirliği ve
çatışmanın bir karışımı niteliğindedir. Çatışma, Türkiye ile yakın
Arap
komşuları Irak ve Suriye arasındaki ilişkilerin belirleyici
özelliği olmaya
devam etmektedir. Türkiye’nin Irak ve Suriye’yle arasındaki
sorunlar ve
İsrail’le ilişkileri nedeniyle Mısır, Ürdün ve Filistin
Yönetimi’yle olan
ilişkilerinde zaman zaman gerginlikler ortaya çıksa da Türkiye’nin
her üçüyle de arasında olumlu bir diyalog bulunmaktadır.
Türkiye’nin Körfez ülkeleriyle ilişkileri ise marjinal düzeyde
olup, temelde ticaretle sınırlıdır.
Irak Türkiye’nin Irak politikası, en iyi belirsiz sözcüğüyle tarif
edilebilir. Şu
anda Türkiye için önemli ve yakın bir tehdit oluşturmayan Irak,
yeniden
sofistike silahlar edindiği takdirde, yine önemli bir tehdit
haline gelebilir.
Irak’a “dostluk” ifadesi olarak çok sayıda ziyaret
gerçekleştirilmiş olmasına
karşın, gelecekteki ilişkilerin sorunsuz olacağını düşünmek yanlış
olacaktır.
Saddam birçok vesileyle, Türkiye’yi 1991 Körfez Savaşı’nda
–Iraklıların
deyimiyle “otuz devletin Irak’a saldırısı”- Batılılara yardım
ederek haince
davranmakla suçlamıştır. Irak’taki hedefleri vuran ABD ve İngiliz
uçaklarının
İncirlik hava üssünü kullanmalarına izin veren Türk politikasını
da
eleştirmiştir. Şubat 1999’da Bağdat, Türkiye’yi, topraklarını
İngiliz ve ABD
uçaklarının Irak’ı vurması için kullanmasına izin vermeye devam
etmesi durumunda kendisine saldırmakla tehdit etti. Saddam’ın
saldırganlığı, her zaman sözde kalmamıştır. PKK’yı açıkça
desteklemekten ve 1988 yılında Kürt gruplara karşı giriştiği
saldırıdan sonra Türk sınırına yakın köylere PKK yandaşlarını
yerleştirmekten çekinmemiştir. Söylendiğine göre, 1998 yılında,
Saddam PKK’ya Bağdat’ta bir temsilcilik açmasına izin vermiş ve
örgüte yönelik desteğini daha da arttırmıştır.
Körfez Savaşı’nın sona ermesinden bu yana, Türkiye öncelikle,
PKK’nın
Kuzey Irak’a yerleşmesini önlemek için çaba sarf etmiştir. Bu
durum, Kuzey Irak’taki iki önemli Kürt grup olan Mesut Barzani
liderliğindeki Kürdistan Demokratik Partisi (KDP) ve Celal
Talabani liderliğindeki Kürdistan Yurtseverler Birliği’yle endişe
verici bir işbirliğine yol açmıştır. Türkiye, Çekiç Güç’ün
(1997’de adı Kuzeyden Keşif Harekatı olmuştur) görev süresinin
uzatılmasına, Kuzey Irak’a düzenlediği sınırötesi operasyonlara
ABD’nin ses çıkarmaması karşılığında onay vermiştir. Türkiye bir
yandan Irak’ı BM kararlarına uymaya çağırırken bir yandan da
Irak’ın toprak ve siyasi bütünlüğünün sürekli destekçisi olmuştur.
Türkiye’deki karar alıcılar, ABD’nin bölgede izlediği politikaları
şüpheyle karşılamışlar ve bir Kürt devletinin kurulmasına yardımcı
olacağından korkmuşlardır. Bu korku Türkiye’nin sık sık, ABD’yle
çatışmasa bile
ondan bağımsız politikalar benimsemesine neden olmuştur.
Türkiye’nin Irak’ın toprak bütünlüğüne yönelik taahhüdü gerçektir.
Irak’ın
bölünerek kaosa sürüklenmesi, Türkiye’yi çok zor durumda
bırakacaktır. İran ve Suriye’de Türkiye’nin görüşünü
paylaşmaktadır. Bu iki devletle Irak arasındaki ilişkiler tarihsel
olarak Türkiye’nin Irak’la ilişkilerinden daha kötü olsa da her
ikisi de Irak’ın toprak bütünlüğüne bağlı kalmışlardır. Ayrıca üç
devlet de kurulacak bir Kürt devletinin kendi toprak
bütünlüklerini tehdit edeceği endişesini paylaşmaktadır.
Bağdat’taki rejim değişse de, Türkiye’nin Körfez Savaşı’ndaki rolü
ve
Dicle ile Fırat üzerindeki uyuşmazlık muhtemelen gelecekteki
Türk-Irak
ilişkilerini olumsuz etkileyecektir. Irak güçlü bir ekonomi için
gerekli tüm
girdilere sahiptir: Zengin petrol rezervleri, iyi eğitilmiş bir
halk, bölgedeki
en zengin toprak potansiyeline sahip olma özelliği. Irak ve
Türkiye arasındaki mevcut boru hatları hala önemli bir işbirliği
kaynağı olup Türkiye, Irak petrol ve gazının gelecekteki en önemli
müşterisi olabilir. Irak’la Türkiye arasında 1980’lerde patlayan
ihracat ve gelişen iş ilişkileri Saddam sonrası dönemde de
canlandırılabilir. İki ülke arasındaki yakın ekonomik ilişkiler
her iki ülkenin Kürt nüfusunun yaşadığı bölgeler açısından da
faydası olacaktır. Fakat her iki ülke için de asıl önemli olan
kendi Kürt sorunlarını çözüme kavuşturmaktır.
Suriye Suriye’yle ilişkilere yıllardır, Şam’ın PKK’ya verdiği
destek ve Öcalan’ı barındırması, su kaynakları üzerindeki
uyuşmazlık ve Suriye’nin Hatay üzerindeki iddiaları egemen
olmuştur. Suriye’nin balistik füzelere ve kitle imha silahlarına
sahip olması da Türkiye’yi endişelendiren bir başka konudur.
Yunanistan ile Suriye arasındaki askeri işbirliğine yönelik
endişeler emekli büyükelçi Şükrü Elekdağ’ın İkibuçuk Savaş
makalesinde, Türkiye’nin ulusal savunma stratejisini aynı anda
Yunanistan, Suriye ve PKK’yla savaşabilme yeteneği üzerine
oturtması gerektiği fikrini ortaya atmasına yol açtı. PKK sorunu
ortadan kalksa da, Fırat suları üzerindeki uyuşmazlık bir süre
daha devam edecek gibi gözükmektedir. Suriye, Fırat üzerindeki GAP
barajlarının Türkiye tarafından siyasi şantaj aracı olarak
kullanılacağından endişe etmektedir. Ucuz ve bol su, Suriye’deki
Baas rejimi açısından, bu rejimin en büyük destekçisi kentlerde,
gıda fiyatlarını olabildiğince düşük tutabilmek için, hayati önem
taşımaktadır. Suriye liderliği, Hatay üzerindeki geleneksel
iddiaları, ülke içinde rejime destek sağlamanın bir aracı olarak
kullanmaktadır.
Tüm bu endişeler, Türkiye’nin İsrail ile yakın askeri işbirliği
yapma kararı vermesinde önemli bir rol oynamıştır. Bu
işbirliği Suriye’de çevrelenme
hissi uyandırmış ve Şam’ın Türkiye’ye karşı İslam dünyasını
harekete
geçirmesine ve Türkiye’ye düşman olan ezeli rakip Irak’la
işbirliği yapma
çabalarını arttırmasına yol açmıştır. Ayrıca, bu eğilim bölgede
bir yanda
İsrail-Türkiye-Ürdün-Azerbaycan ekseni, diğer yanda
Ermenistan-Yunanistan-Suriye-Rusya ekseninden oluşan ittifak
şebekelerinin kurulmasına yönelik tehlikeli girişimleri de
beraberinde getirmiştir.
Ayrıca, İsrail'le anlaşmaya vardıktan sonra, Suriye'nin,
Türkiye'yle
arasındaki uyuşmazlığı büyük bir ordu ve güvenlik sistemi
beslemesinin gerekçesi olarak kullanması gayet muhtemeldir. Eğer
Suriye'de daha geniş liberalizm ve çoğulculuk ortamı egemen
olursa, iki ülke arasında daha iyi ilişkiler gelişebilir. Bu aynı
zamanda, Türkiye'yle iyi ilişkiler kurulmasında çıkarı olan
girişimci ve diğer çıkar gruplarının doğmasına da bağlıdır.
Eskiden beri, Türkiye-Suriye sınırının her iki tarafında,
özellikle de Gaziantep ve Halep'te, yaşayan aileler ve tüccarlar
arasında yakın ilişkiler olmuştur. Mart 1998'in sonundaki bir
Bayram kutlamasında, on yıldır ilk kez her iki taraf da sınır
kontrollerini gevşetmiş böylelikle aileler ve eski arkadaşlar
Nusaybin sınır kapısında birbirleriyle bayramlaşabilmişlerdi.29
Suriyeli ve Türk yetkililer arasında yine Mart 1998'de
gerçekleştirilen bir görüşmede sınır kontrollerindeki gevşemenin,
ticareti arttıracağı ve sınır ticaretini yeniden canlandıracağı
öngörüldü. Ekim 1998'de Öcalan'ın Suriye'den çıkarılması da ikili
ilişkilerin daha da güçleneceğine ilişkin beklentileri arttırdı.
Fakat, iki ülke arasındaki derin toplumsal ve yönetimsel
farklılıkların uzlaştırılması güç olacaktır.
Mısır Mısır-Türkiye ilişkileri, Soğuk Savaş'ın sona ermesinden bu
yana büyük gelişme kaydetmiştir. 1952'deki "Hür Subaylar" darbesi
ve 1954'te Cemal Abdül Nasır'ın hızla iktidara yükselişi, iki ülke
arasındaki ilişkilerin kötüleşmesine yol açmıştır. 1955'te, Bağdat
Paktı'na tepki olarak Mısır ile Suriye arasında bir anlaşma
imzalanmasının hemen akabinde, Türkiye, Suriye sınırına asker
yığmaya başladı. Gerilim 1957'de zirve noktasına ulaşarak, Türk ve
Mısır orduları, birbirlerini Suriye sınırında görecek kadar
yakınlaştılar.
Soğuk Savaş'ın tırmandığı dönemde ilişkiler soğuk kaldı.
1970'lerin
başlarında Mısır'ın, Sovyetlerle arasındaki stratejik ilişkileri
sona erdirmeye
ve ABD'yle daha yakın ilişkiler kurmaya karar vermesiyle,
Türk-Mısır
ilişkilerinin iyileşme olasılığı doğdu. Fakat, 1990'ların
başlarına kadar
ilişkilerde gerçek bir gelişme gözlenmedi. Bu tarihten sonra, üst
düzey
yetkililer arasında düzenli temaslar gerçekçekleştirilmeye
başlandı. Ayrıca her iki ülkenin devlet başkanları birçok
vesileyle karşılıklı ziyaretlerde
bulundular. Mısır devlet başkanı Hüsnü Mübarek, 1998 bunalımını
yatıştırmak için Suriye ve Mısır arasında mekik dokuyarak, bu
konuda başarılı bir çaba sergiledi.
Yine de, iki taraflı ilişkiler, gerilimsiz yürümemektedir.
Örneğin, Kahire, Türk ordusunun Kuzey Irak'a girmesini Arap
toprağına saldırı olarak
nitelendirerek eleştirmektedir. Ayrıca, aşağı akarsu ülkesi olarak
ekonomisi Nil'e bağımlı olan Mısır, 'Arap dayanışması' etkeni
olmasa dahi sınıraşan sular konusunda Suriye'yi destekleyecektir.
Kahire, Ortadoğu'daki barış arayışında, Türkiye'nin önemli bir
rolü olduğunu düşündüğünü ve İsrail-Türkiye ilişkilerindeki
yakınlaşmaya karşı olmadığını söylemesine rağmen, Türk-İsrail
askeri ilişkilerinin Araplara stratejik bir tehdit oluşturacağı
uyarısını yapmaktan da geri kalmamıştır.
Bu tür farklılıklar 1950’lerdeki katı düşmanlığa hiçbir şekilde
benzememektedir. Bugün her iki ülke de barış sürecini
desteklemekte, ABD ile yakın stratejik ilişkilerini sürdürmekte ve
radikal islami gruplardan kendi ulusal güvenliklerine yönelik
benzer tehdit algılaması içinde bulunmaktadırlar. Arap dayanışması
ve Arap dünyası içinde Mısır’ın doğal lider konumu bazen
sürtüşmelere neden olabilmektedir. Türkiye’nin Arap komşularıyla
ilişkilerindeki uyuşmazlıklar bunalıma dönüştüğünde Mısır’ın
Türkiye’yi destekleyeceğini ya da en azından sessiz kalacağını
beklemek gerçekçi olmayacaktır.
Ürdün Ürdün ve Türkiye arasında öteden beri iyi ilişkiler
bulunmaktadır. Soğuk Savaş sırasında Ürdün'ün Batı yanlısı tutumu
ve Türkiye'yle de aralarında soğuk ilişkiler bulunan radikal Arap
ülkeleriyle yaşadığı uyuşmazlıklar bu ilişkileri etkileyen önemli
etkenlerdi. Türkiye gibi Ürdün'ün de, daha değişik nedenlerden
kaynaklansa da Suriye'yle arasında sorunlu ilişkiler
bulunmaktadır. Suriye'nin krala karşı Filistinli grupları
desteklemek için Eylül 1970'te Ürdün'ü kısa süre işgal etmesi
Ürdünlülerin hala hafızasındadır. 1990'ların sonunda dahi, Kral
Hüseyin Suriye'yi, ülkesindeki radikal grupları ve terörizmi
desteklemekle
suçlamıştır.
Türk-Ürdün ilişkileri, 1990'ların sonunda belirgin bir biçimde
gelişmeye
başladı. Her taraflar arasında yüksek düzeyli ziyaretler ve
sıklıkla da daha
alt düzeyde görüşmeler gerçekleşti. Merhum Kral Hüseyin, su
sorunu, kuzey Irak ve Türk-İsrail askeri işbirliği gibi
konulardaki ılımlı ve dengeli tutumu nedeniyle Türkiye'nin
övgüsüne mahzar olmuştu. Ürdün, Ocak 1998'de İsrail, Türkiye ve
ABD tarafından gerçekleştirilen arama-kurtarma tatbikatına
gözlemci olarak katılmıştı. Nisan 1998'de, Ürdün ve Türkiye
karşılıklı askeri ziyaretlerde bulunma konusunu da mutabakata
vardılar. Yine aynı yıl genel kurmay başkan yardımcısı orgeneral
Çevik Bir, Kral'dan bir liyakat nişanı aldı. Yakın ilişkilere
yönelik bu eğilimin Kral Hüseyin'in oğlu ve halefi II. Abdullah
döneminde de süreceği beklenmektedir.
Filistinliler Türkiye'nin Filistin davasındaki ilişkileri inişli
çıkışlı bir grafik
çizmektedir. 1947'de Türkiye, Arap devletleriyle birlikte
Filistin'in
parçalanması aleyhinde oy kullanmıştır. Fakat 1949'da, Türkiye,
İsrail'i tanıyan ilk Müslüman ülke olmuş ve 1960'ların sonlarına
değin, Filistin davasından uzak kalmıştır. Bu tarihten sonra ise
düzenli olarak, Filistin haklarını destekleyen BM kararlarının
lehinde oy kullanmıştır. İlişkilerin gelişmesi ve Ankara’da bir
FKÖ temsilciliğinin açılması için, FKÖ’nün Türkiye’deki terör
eylemlerine karışan radikal grupları desteklemesi nedeniyle, 1979
yılına kadar beklemek gerekecektir.34 Fakat bu tarihten sonra,
Türk-Filistin ilişkileri, çok olumlu bir hal almıştır. Türkiye,
Filistin Ulusal Konseyi 1988’de bağımsızlık ilan ettiğinde,
Filistinlilerin “devlet” statüsünü tanıyan Arap olmayan ilk
devletlerden biri olmuştur. Arafat 1994’te Filistin Yönetimini
kurduktan hemen sonra Türkiye’ye bir ziyarette bulunmuş, bundan
bir yıl sonra da başbakan Tansu Çiller, İsrail’e yaptığı resmi bir
ziyaretten sonra Gazze’ye uğrayarak, dünyada Arafat’ı ziyaret eden
ilk hükümet başkanı olmuştur.
Türkiye’nin barış süreci içinde yer almasının önemini vurgulayan
ve
Filistin’in ekonomik gelişimi için Türkiye’den yardım isteyen
Arafat, birçok
vesileyle Türkiye’ye ziyarette bulunmuştur. Kral Hüseyin gibi
Arafat da, Türk-İsrail ilişkilerine ve Türkiye’nin Kuzey Irak’a
düzenlediği sınır ötesi
operasyonlara dengeli bir yaklaşım benimsemiştir. 1997 Haziranında
FKÖ’nün Ankara nezdindeki elçisi Fuad Yasin, “Türkiye’nin
sınırlarını terörist saldırılardan korumaya hakkı olduğunu”
söyleyerek Filistinlilerin, Türkiye’den kendileri için önem arz
eden meselelerde daha duyarlı davranmasını beklediklerini
belirtmiştir.
1990’ların sonunda, barış sürecinin tıkanması, Filistinlilerin
Türk-İsrail
ilişkilerinden daha fazla rahatsızlık duymalarına yol açtı. Temmuz
1998’de Türk dışişleri bakanı İsmail Cem’in İsrail ve Filistin
Yönetimi’ne gerçekleştirdiği ziyaret sırasında, Arafat, Türkiye
ile İsrail arasındaki yakın ilişkilerin Filistinlileri derinden
yaraladığını dile getirdi. Bir Filistinli milletvekili de, Cem’e,
“Türkiye ile İsrail arasındaki ilişkiler ne kadar güçlenirse,
İsrail’in Kudüs’te yeni bir statüko dayatmak için o kadar avantaj
elde edeceğini” söyledi. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, bu
şikayetleri cevaplamak için Nisan 1999’da Ankara’da Arafat’la
biraraya geldi. Demirel bu görüşmede “İsrail’in, Ortadoğu barış
sürecini tıkayan West Bank ve Kudüs’te izlediği politikaları
onaylamamız mümkün değildir” diyerek açıkça İsrail’i eleştirdi.
Demirel, Türkiye’nin Filistin davasına destek olacağı hususunda
Arafat’ı temin ederek, Türkiye’nin İsrail üzerindeki tüm nüfuzunu
barış sürecinin devam etmesi için kullanacağına söz verdi.
Sıcak ikili ilişkilere karşın, Türk dış politikası defalarca
Filistinlileri hayal kırıklığına uğratmış ve verdiği taahhütleri
yerine getirmemiştir. Arafat, Demirel’den Uluslararası gözlemci
olarak Filistin seçimlerine 60 Türk gözlemcinin katılması için
ricada bulunmuş ancak 1996 yılındaki seçimlere yalnızca 4 gözlemci
gönderilmiştir. Halbuki, birçok ülke sözkonusu seçimlere
parlamento üyeleri ve önde gelen politikacılar da dahil
olmak üzere çok sayıda gözlemci göndermiştir. 2000 yılı
itibariyle, Türkiye hala Filistin Yönetimi’ne 1993 yılında vaat
ettiği 50 milyon $’lık krediyi serbest bırakmadığı gibi, dışişleri
bakanlığının Filistinli mültecileri eğitmeye yönelik projesi de
gerekli 4 milyon $ bulunamadığı için gerçekleştirilememiştir.
Türkiye, barış sürecini ve Filistinlileri destekleme potansiyelini
kullanamamaktadır. Bu durum çok üzücüdür çünkü Türkiye İsrail ve
Filistinliler arasındaki iyiniyetli birkaç ülkeden biridir. Barış
sürecindeki olumsuz gelişmeler ve Filistinlilerin mağduriyeti
Türkiye’nin iç siyasetini de doğrudan etkileyeceği ve bundan
radikal gruplarla Türkiye’nin Ortadoğu’daki rakipleri
yararlanacağı için, Türkiye, bu iyiniyetini daha etkin bir biçimde
kullanmalıdır. |