...................
...................
MEDENİYETİ SİVİL TOPLUM KURAR

Prof. Dr. Hüseyin Atay

                         
...................
 
...................
Tarihi medeni milletler değiştirir, ileri götürür. Medeniyetin temel dinamik rampası ise dindir. Kur’an’ın anlattığı din insan içindir, insanın hizmetindedir. İnsan din için değildir.

Türkiye Cumhuriyetinin manevi mimarları, özel, sivil toplumlara ve fiziki yapımcıları durumunda olan resmi kurumlara hitap etmek istiyorum. Öncelikle şunu belirtmeliyim. Bu kadar uzun zamandan beri sürüp gelen bireyin, toplumun, devletin sorunlarından bir tek konuyu bile dinleyiciyi ve okuyucuyu bıktırmadan anlatmak imkanı yoktur. Ancak temel köşe taşları olarak tespit edebildiğim birkaç ana soruna değineceğim ve onları sizlere arzedeceğim.

Birinci kural olarak şunu ortaya koyacağım. Fizik, kimya, matematik gibi konularda bir problemi tek bir kişi çözebilir. Sosyal problemlerde ise, bir kişi, hiçbir problemi çözemez. O, ancak ilgili konulardaki uzmanların saatlerce, günlerce tartışması sonucu çözülebilir.

İkinci kural olarak; hangi konuda olursa olsun, herhangi bir sorunun çözümü, onu meydana getiren nedenleri teke indirgemekle olur; öncelikle temel ve baş nedeni bulmak şarttır. Öteden beri hep ikinci derecedeki sebepler üzerinde çalışmalar yapılmasından dolayı sorunlar temelinden çözülemiyor.

Üçüncü kural ise, herhangi bir konuda, hangi sorun olursa olsun, onu çözmenin tek bir yöntemi ve yolu bulunmaktadır. O da düşünmedir. Düşünmenin çözemeyeceği sorun yoktur. İster siyasi, ister idari, ister dini, ister ahlaki, ister teknik konular olsun, onların çözülmesi için tek çıkar yol düşünmedir.

Dördüncü kural; düşünmenin alabildiğine serbest ve şartsız olması durumunda, düşünme var olabilir. Düşünme, karşıt bir fikir üretmedir. Başkasının ilkesine, sözüne, düşüncesine göre düşünme, düşünme olmayıp, o başkasını tekrar etme, ezberleme ve taklit etme sayılır.

Düşünmeyi ancak bir başka düşünme sınırlayabilir. Düşünmenin şartları düşünmenin tanımında mevcuttur. Düşünme birtakım öncüllere dayandığı ve yeni bir fikir ortaya koyduğu zaman düşünme olur. Yoksa, gelişigüzel konuşma, sokaktaki adam gibi, hamal gibi konuşma, düşünme değildir. Dilbilgisi kurallarına uygun bir konuşma da düşünme sayılmaz. Düşünmenin mutlaka bir fikir üretmesi gerekir. Bir fikri başkasından ayıracak nitelik, onun hiçbirine benzememesidir.

Beşinci kural; düşünme düşünenin tutumunu belirler. Düşünerek bir fikir üreten kimse, kendisine karşı çıkılacağını, ürettiği fikri reddedecek başka düşünürlerin de bulunacağını hesaba katarak düşünecektir. Kolay çürütülecek bir fikir üretmesi aleyhine olur. Düşünceyi ancak bir başka düşünce sınırlandırır ve şartlandırır, dememizin anlamı budur. Düşünceler düşünceleri denkserleştirir.

Altıncı kural; düşünme yasaklanabilir. Bazı kimselerin düşünme zihin işlemidir, kimse onun üzerinde egemenlik kuramaz ve ona yasak koyamaz, demeleri yanlıştır. Evet, zihinlere yasak konabilir. Çocuğa öyle düşünme, Allah seni cehennemde yakar, öyle düşünme, polis seni yakalar, hapiste çürürsün dendiği zaman, çocuk düşünmez olur. Çocuk hangi tür düşünceden ötürü cehenneme veya hapse atılacağını kestiremeyeceği için hiçbir tür düşünmeye koyulamaz. Böylece zihni tembelleşir ve düşünemeyen, emirle hareket eden bir robot olur çıkar. Bunun için diyoruz ki, düşünme nasıl yasaklanabiliyorsa, aynı şekilde düşünme öğretilebilir de. Hangi düşüncenin doğru olduğu, ancak ifade edildikten sonra anlaşılacağı için, her türlü düşüncenin ifadesi serbest olmalıdır ki, yanlış olanı, doğruya yakın olanı, doğru olanı, en doğru olanı ortaya konabilsin. En doğru olanı bulabilmek için, düşünmeye ve düşünceye yasak olmayacaktır. Zira düşünme bir zihin işlemi ve düşünce de onun anlatılmış deyimidir.

Yedinci kural; düşünme, ancak şüphenin doğurduğu, niçin? sorusundan sonra ortaya çıkar. Şimdi örnek olarak Japonya’ya bakalım. 1868 yılında kalkınmaya başlıyor, 1905’de kalkınıyor; 1914 savaşında yeniliyor, 1940’da tekrar kalkınıyor; 1945’de yeniliyor 1980’de kalkınıyor. 110 yılda üç defa yıkılıp yapılıyor ve bütün bunlara rağmen dünyanın büyük devletleri arasında yerini alıyor. Türkiye 1776 yılında kalkınmaya başlıyor; 1839’da tekrar kalkınmaya çabalıyor; 1923 yılında tekrar bir kalkınma havası yaratılıyor; 225 yılda, 160 yılda ve son 79 yılda da kalkınamıyor. Hem de Türkiye Japonya’dan farklı olarak dünyanın en eski medeniyetleri üzerinde, altı yüzyıl hüküm sürmüş bir devletin mirasyedisi olmasına rağmen. Niçin? Eğer, bu millete soru sorma ve düşünme özgürlüğü verilmiş ve öğretilmiş olsaydı, düşünür ve şimdiye kadar dört defa kalkınırdı.

Sekizinci kural; devlet medeniyet kuramaz, medeniyeti ancak millet kurar. Bursa’daki Ulu Camii birkaç sene önce tekrar ziyaret ettiğimde şunu anladım. Bu camii millet yaptı, Yıldırım Beyazıt yapmadı. O, belki emir verdi. Zaten kendisinin Balkanlar ve Anadolu’da savaşmaktan artan zamanı da yoktu. Süleymaniye Camii'ni de Kanuni Sultan Süleyman yapmadı, millet yaptı. Cihan Padişahı millete sadece medeniyet yapma ve yaşatma imkanı sağladı. Millet de yetişti ve yaptı. Nitekim Kanuni, Süleymaniye Camii'nin kurdelesini kesmeyi Mimar Sinan’a yaptırarak ne kadar büyük devlet adamı olduğunu göstermişti.

1776’dan bu yana, 2000 yılına kadar, devlet ve hükümetler milleti kenara itekledi ve millete dayanmadan, onun dinamiklerini hor görerek kendi başına kalkınmaya ve medeniyete yetişmeye kalkıştı, ama başaramadı. Çünkü medeniyeti millet yapar, diyoruz. Bunu havadan uydurmuyoruz. Tarih bunu söylüyor. Tarihi medeni milletler değiştirir, ileri götürür; geri kalmış milletler hep tarihte yaşar. Atalarının yaptıkları ile övünür, onları kutsallaştırıp bayramlarını yapar, çocuklar gibi sevinirler; ne yapacaklarını düşünemezler. Çünkü düşünme onlara yasaklanmıştır. Düşünmemek hem halka hem de idare edenlere rahatlık sağlıyor. Tarihleri kendilerini kuyu beygiri gibi evirir çevirir, hep oldukları yerde dönüp dururlar. Bazıları da kabahat hep devletin midir? diye sorarak millete de kabahat yüklemek isterler. Kırk dört yıllık üniversite hayatımda vardığım kanaat şudur: Gerçekten kabahat hep devletin ve onun gizli, aşikare destekçilerinindir. Çünkü onlar milleti serbest ve rahat bırakmıyorlar ki! Milleti devleti yıkacak diye kakar, tekmeler, itekler ve onu baskı altında tutarlar. Aslında yıkılacak olan kendi çıkarlarıdır. Ancak doğru dürüst çalışırlarsa milletin onlara sevgi ile bağlanacağını bilirler, ama yardakçıları onları bırakmaz. Bunu da bildikleri halde, yardakçılarını aşacak kişiliğe sahip değillerdir.

Dokuzuncu kural; medeniyetin temel dinamik rampası dindir. Her problemin bir temel nedeni ve her konuda her türlü problemin çözümünün de tek bir yolu ve yöntemi olduğunu söylemiştik. Bu düşünme idi. İşte, düşünmeyi ateşleyen, medeniyetin kaynağı, dinamosu dindir. Batı medeniyeti insanı ihmal etmiştir; onu medeniyet çarkının maddi bir dişlisi haline getirmesinin, bir gün onun sonunu getireceğinden endişe ediyorum doğrusu. Bugün Batı, insanı medeniyet, daha doğrusu teknik için, bir alet olarak kullanmaktadır. Oysa, insan medeniyet için değil, medeniyet insan için olmalıydı. Kur’an’ın anlattığı din insan içindir, insanın hizmetindedir. İnsan din için değildir. Bin yıldan beri Müslüman kültürü, bunu tersine çevirmiş ve insanı dinin hizmetine vermiştir. Üzülerek söylemek gerekir ki, dine, İslam kültürüne karşı bunca düşmanca çabalara karşın, bu yanlış anlayış günümüzdeki devletimizin temel ideolojisi olarak benimsenerek sürdürülmektedir. Millet devlet içindir, ideolojisi tarihten ve yanlış dini anlayıştan gelmektedir. Ne kötü bir miras, değil mi?

Onuncu kural; Batı kalkınmayı dinde reform ile başlattı. Batının dindeki reform fikrinin kaynağının Kur’an olduğunu söylemek fiilen tartışılabilirse de, fikren çok doğrudur. Kur’an, dinde en doğru ve çağları aşkın bir reform yapmakla kalmamış, aynı zamanda geleceğe ışık tutacak bir dünya medeniyeti ve felsefesi kurarak örneğini vermiştir. İnsanı evrenin merkezi yapmış; din, dil, renk, ırk farkını kaldırarak, insanı vasıtasız, aracısız Allah’a bağlamış ve böylece insanın insanı sömürmesine engel olmak istemiştir. İslam’da yapılacak reform, Kur’an’ın başlattığı yöntemle ve felsefe ile olacaktır. Allah’la insan arasındaki asalaklar, sömürgeciler, sekreterler kalkacak ve insan doğrudan Allah’a ve onun sözü olan Kur’an’a gidecektir. Bu, insanın özgürlüğünün ve kişiliğinin temel öğesidir.

Gazali’de zirveye çıkıp hâlâ inmeyen şu yanlış düşünce düzeltilecektir: Akıl yanılır, Kur’an onu doğrultur ve doğru yola götürür. Bu fikir yanlıştır. Akıl yanılmaz, onun için Kur’an onu doğrultmaya değil, onu desteklemeye gelmiştir. Akıl doğruyu söyler, ama onun yaptırım gücü yoktur, pasiftir. Oysa dinin yaptırım gücü vardır. Akıl hükmünü verir, Kur’an da ona yaptırım getirir ve aklın dediği gerçekleşir. Bunun için akıl ve Kur’an birlikte ele alındığında, akıl önce Kur’an sonradır, diyoruz. Kur’an akla uyacak, akıl Kur’an’a değil. İnsanı yanıltan iradesidir. Çıkarları da amaçlarını belirler ve iradesini baskı altına alır. Kur’an aklı terbiyeye değil, iradeyi terbiye etmeye geldi. İradeyi fiilen yönlendiren inançtır. Neye inanıyorsa, doğru veya yanlış onu yapar. Kur'an inancı akla dayandırmıştır ki, akla göre hareket etmesini sağlasın. İnsanın yaptığı yanlışları bile bile yapmasının anlamı şudur: Aklı ona yanlış olduğunu bildirdiği halde, iradesi ona yanlışı yaptırıyor.

On birinci kural; devleti ve hükümetleri idare edenlerin, devletin çürüdüğünü veya çöktüğünü, yıkıldığını söylemeleri, kimseye bir şey anlatmıyor mu? Herkes düşünceden bu kadar aylak, düşünceye karşı bu kadar vurdum duymaz mı? Böylesi bir yapıya sahip olan bir devletteki bireyler, devletten daha sağlam yapıya mı sahiptirler? Yoksa her biri öbürünün aynası ve yansıması mıdır? Çürümüş, çökmüş olan bir devletin bireyleri de ona benzediği için, bir türlü sivrisineklerin, zehirli sineklerin, mikropların ürediği bir ülke olmaktan çıkmıyor. Nereden ıslaha başlanacak, kimse bilmiyor. Çünkü olan bitenler kimsenin umrunda değil ki, düşünsün. En azından herkes, her kurum; devlet olsun, özel sektör olsun, kendi alanında bir çıkış yolu aramak mecburiyetinde olduğunu görmelidir. Çünkü düşünmüyorlar. Düşünmüş olsalar, kendilerinin de bir şeyler yapmak zorunda olduklarını göreceklerdir. İki taraf da düşünmeye izin vermiyor ki, yanlışları ortaya çıkmasın.

Bunu, en temel kaynak olarak şöyle ifade etmek istiyorum. Türkiye’de şu üç tutamak kalmamıştır:
1. Allah korkusu, hem dindarında, hem dine aldırmayanında, hem dine düşman olanında yoktur.
2. Hiç kimse kanundan da korkmuyor. Kanunları ilk bozanlar, onları çıkaranlardır. Sanki kanunu yaptıklarından kendilerini kanun üstü görüyorlar. Bu adeta bir tanrılık değil mi? Bunu söylerken din demiyorum, müslümanlık da demiyorum, Kur’an diyorum. Çünkü Kur’an ve müslümanlık ayrıdır. Kur’an insanların birbirlerine tapınmalarını yıkmıştır. Kur’an din kitabı değil, insanlara bir rehber, yol göstericidir.
3. Kamu oyundan, kamunun vicdanından da kimse korkmuyor. Niye korksun ki, kamu vicdanı diye bir şey yok da ondan.

Bu üç değer ve yetke kaynağını içine alan ahlaktır. Her şeyin ıslahı, eylem ahlakında bulunur. Mesela ekonomi ile ahlak düzelmez, ancak ahlak ile ekonomi düzelebilir.

İşte Allah korkusunu, kanun korkusunu, kamu vicdanı korkusunu aşılayacak, sürekli besleyecek dindir. Asırlarca dine saldırıldı, dindara hakaret edildi. Ne var ki, dinin yerini dolduracak bir ideoloji de bulunup konamadı. Din de, kanun da, kamu vicdanı da elden gitti. Hâlâ işin nereden bozulduğunu düşünen yok. Doğrusu, nereden bozulduysa oradan yapılacağını ancak düşünen bilir ve anlar.

Çıkış yolu olarak doğrudan Kur’an’ın anlattığı evrensel insani ilkelere gidip oradan yapılanmaya ve yeniden oluşmaya başlamaktan başka çare göremiyorum. En azından, en yakın geçmişten üç yüzyıllık tarihi devlet ve hükümetler deneyimimiz bana bunu söyletiyor. Çünkü, devlet 1776'dan beri dine karşı savaş açarak, milletle arasını gitgide açmıştır. Devlet fiilen millete dayanmıyor, onu kendisine yabancı ve adeta düşman görüyor. Devlet milletle barışmak istiyorsa, devamı için bu ilk ve son şarttır. Milletin dinine karşı hassas ve saygılı olmalıdır. Bunun yolunu, yöntemini öğretecek kimseleri bulmalı veya yetiştirmelidir. Düşünürse öğrenir ve bilir.
On ikinci kural; sonuç şudur. Sayın okuyuculara ve düşünürlere, son olarak şunu arzetmek istiyorum:

Sizler hepiniz devletin olumsuzluklarından da sorumlusunuz.

Yapabileceğiniz çok şey olduğunda şüphe görmüyorum, yeter ki, buna niyet ve azmedin. Nasıl yapacağınızı düşünürseniz, yolunu, yöntemini bulabilirsiniz. Her şeyin başı güvendir. Servetinizi, varlığınızı bu millete borçlusunuz. Çok zeki, çok çalışkan ve okumuş, çok iş bilir olmanızı içinizden veya açıkça ileri sürerek kendinizi bu borçtan kurtaramazsınız. Bu ülkenin dağ başında çatlak ayaklı, yırtık elli, kötürüm, topal, kör, sağır, askeri görevde sakat kalmış kimselerin hakkını nasıl ödeyeceğinizi düşünün! Çünkü toplum onlardan oluşuyor. Onlar da toplumun birer ferdidir. Düşünürseniz görevinizi nasıl yapacağınızı bulursunuz. Herkes düşünecek, artık düşünce yasak olmayacaktır.

Türk milleti için böyle bir dünya istiyorum. Her Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı da bunu istemelidir. Benim onlardan, onların benden bir ayrıcalığı yoktur.