|
|
................... |
|
................... |
ÇOĞUNLUK İSTİBDADI
VE AYDIN |
Alev Alatlı |
|
|
................... |
|
................... |
Demokrasiyi “bireyin düşüncelerini
ve iradesini ifade edebildiği sistem” olarak tanımladığımızda,
iki varsayım yaparız: bir, birey düşünce sahibidir; iki, birey
irade sahibidir. Aynı şekilde, demokratik seçimler, bireylerin
düşünce ve iradelerini belgelerler. Seçimlerde de aynı varsayımlar
geçerlidir: bireyler düşünce sahibidirler, bireyler irade
sahibidirler. Bireylerin düşünce ve irade sahibi olmaları,
demokrasinin olmazsa olmaz öncülleridir. “Yapılırsa kaos,
yapılmazsa kaos” şeklinde, seçimle yatıp, seçimle kalktığımız şu
günlerde gözlemlediklerim beni içinde bulunduğumuz iklimde
demokrasinin olmazsa öncüllerini sorgulamaya sevkediyor.
Ve korkarım ki, ülkemizde düşüncenin yerini “kanı” ve
“önyargı”nın, iradenin yerini ise “beyeni” ve “öfke”nin aldığını
görüyorum.
Dahası, seçmenlerin kanıları ve önyargıları, tıpkı beğenileri ve
öfkeleri gibi güçlü propaganda mekanizmaları aracılığı ile maniple
ediliyor. Bu durum, “dünyanın her yerinde böyledir” şeklinde
geçiştirilecek doğal bir durum değildir. Seçmen iradesinin kolayca
maniple edilebiliyor olması, ülkedeki yabancılaşmanın boyutlarına
işaret eder.
“Beğendiğinizi” söylediğiniz bir adayın örneğin “hırsız” olduğunun
kanıtlanması durumunda, “olsun, ben yine de oyumu ona vereceğim”
diyorsanız, yabancılaşma akıl hastalığı boyutlarını bulmuş
demektir.
Türklerin ahmak olduğuna inananlardan değilim. Cehaletin sadece
resmi eğitimle giderilebileceğine inananlardan da değilim.
Gördüğüm, ortalama seçmenin doğru bilgilendirilmiyor olması.
Müthiş bir bilgisizlendirmenin (dezenformasyon) yanı sıra, bilgi
sakarlığının hüküm sürmesi.
Hal böyle olunca, seçmen günlük gazetesini sektirmeden okusa da,
televizyon haberlerini kaçırmasa da olan biteni anlamlandırması,
doğru yorumlaması mümkün değildir. Okuduklarından ve
duyduklarından somut, mantıklı bir dünya görüşü çıkarsaması mucize
olur.
Hemen her oluşum, gerçek-dışı, belirsiz ve seçmenin
“kendisinin-dışında” cereyan etmektedir. Örneğin, seçimin
ertelenmesi için yapılan yalapşap oylama gibi, adi suçluların aday
gösterilmesi gibi, Genç Parti'nin yükselişi gibi olaylar, birer
şaka gibi, bir oyunun içindeki bulmaca unsurları gibi
algılanmakta, oy verecek şahsın kendisinin ya da çocuklarının
yaşamını belirleyecek olan yapılanmalar olarak
görülememektedirler.
O an için gözden düşmüş siyasilere ders vermek, denenmeyeni
denemekten medet ummak gibi sonuçları murakabe edilmeyen öfke
boşaltmalarının arzu edilen sonuçlara götürmesi de mümkün
değildir. Öte yandan, “çoğunluk” egemenliği fikrinin bizatihi
kendisinin seçmeni olaylardan soyutlandığını, yabancılaştırdığını
da gözlemliyorum. Şu ya da bu partinin seçimleri kazanacağını ilân
eden kamuoyu yoklamaları, bireylerin tercihlerini “nafile”
kılmakta, adeta ellerini kollarını bağlamakta, “çoğunluk”a teslim
olmaya teşvik etmektedir “Çoğunluk iradesi”nin “azınlık iradesi”
karşısında yüceltilmesine, geçmiş yüzyıllarda krallara ya da
feodal lordlara karşı kitlelerin istemlerini duyurmak amacıyla
revaç verilmişti. Ardında yatan, “azınlığın istibdadındansa
çoğunluğun yanlış olması evlâdır” şeklindeki anlayıştır.
Eyvallah.
Ancak, bu eyvallah, “çoğunluk”un isteklerinin her zaman “doğru” ya
da “haklı” olduğu anlamına gelmez. Tersine, yabancılaşmanın hüküm
sürdüğü toplumlarda çoğu zaman tam tersi görülür çünkü kitlelerin
kendileri dışındaki çıkarlar (örneğin, bir parti liderinin
dokunulmazlık ihtiyacı) uyarınca maniple edilmeleri söz konusudur.
Daha da kötüsü, “demokrasi”nin yerleşmesi için gösterilen özen,
“çoğunluk”a dalkavukluk etmek eğilimini içinde taşır. “Halkın
isteğine saygılı olmak gerektiği” şeklinde gelişen söylemin
yanlışı desteklediği, güçlendirildiği görülür. Halkın isteği
olduğu varsayılanın karşısına kadim erdemlerle çıkmak güçleşir.
Bugün, ülkemiz basını ve aydınlarının “çoğunluğun beğenisine” ters
düşmekten sakınma, gerçek düşünceleri ya da bilgileri saklama
özenlerinin ardında “demokrasiyi rakamlar rejiminden ibaret gören”
anlayışın yattığını görebilmeliyiz.
Oysa, tekraren söylediğim gibi, çoğunluk, “doğru”luk için bir
argüman değildir. Dahası, tarih şahittir ki, politikada olduğu
gibi, felsefede, ilâhiyatta ve bilimde özgün düşünceler
azınlıklardan kaynaklanmıştır. Diğer bir deyişle, neyin doğru
neyin yanlış olduğuna taraftarlarının sayısı ile karar verilseydi,
insanlığın mağaradan çıkması pek de mümkün olmazdı. Bu söylediğim,
Jakoben bir yönetim biçimine zemin hazırlamak olarak
algılanmamalıdır. Tersine, bireylerin yabancılaşmaktan
kurtulmaları için demokrasinin sahicileştirilmesi gerektiğini
ifade etmeye çalışıyorum. Demokrasinin sahicileşmesinin ilk adımı,
seçmenlerin yaşamlarını doğrudan etkileyen makul tercihler
yapabilmeleri için gerekli doğru bilgilerle donatılmalarıdır.
Burada başı çekmesi gereken ülkenin aydınlarıdır.
Sanatçılar, sinemacılar, din ve bilim adamları, ticaret adamları,
üreticiler, öğretim üyeleri, ilâh... bunlar gerçekleri ve sadece
gerçekleri ifade etmek zorundadırlar. İdeolojik tercih bir şey, o
ideolojik tercihe mesnet teşkil eden doğruların ifadesi ayrı
şeydir. Düne kadar hakkında söylemediklerini bırakmadıkları bir
siyasiye, “çoğunluk”un ondan yana olduğu kuşkusunun belirmesiyle
birlikte dalkavukluk yapmak, ahlâk şöyle dursun, maddeci çıkarlar
açısından da akıl kârı değildir. İster Erdoğan, ister Çiller,
ister Uzan olsun, çoğunluk dalkavukluğunu “değişti, değişmedi”
şeklinde telâfi etmeye kalkışmak, kendini kandırmaktan ibarettir.
Kendini kandırmak ise, insanın elleriyle bir buza heykeli
yapmasına ve ona tapmasına benzer. Yabancılaşmanın en sarih
belirtilerindendir.
Hiçbir toplumsal ya da siyasi düzenleme, insanlığın kadim
değerlerinin ve ideallerinin üzerinde olamaz. Günümüzde tüketim,
sermaye akışları, tekelleşme şeklinde yapılanan maddeci
uygarlıkta, İslâmi değerlerin yaşayakalmaları da mümkün
görünmemektedir. Buna karşın, farklı dillerde konuşmuş, farklı
zamanlarda yaşamış, hatta farklı dinlere mensup olmakla birlikte
insan ırkının temel müeyyidelerini (normlarını) dile getirmiş
büyük düşünürler, en büyük tehlikenin “yabancılaşmak,” kendi
kaderini kelimelere (yani sloganlara, reklamlara, şarkılara,
görüntülere) bırakmak olduğu hususunda birleşmişlerdir.
Bu bağlamda, ihtiyacımız yeni değerler, yeni erdemler değil,
ciddiyet ve adanmışlıktır. Eğitim sistemimiz, bugün kendimizi
içinde bulduğumuz ve seçimlere gitmekliğimizin çözemeyeceğini
bildiğimiz bunalıma sokmamızın başlıca nedeni olarak karşımıza
çıkmaktadır. “Eğitim” kelimenin ima ettiği gibi, “ıslah etmek,”
“eğmek” üzere düzenlenen bir faaliyet değil, kişinin fıtratında
zaten varolanı “tahsil etmek” olacak şekilde mutlaka yeniden ele
almalıdır. Birey ülkesinde bir yabancı gibi yaşamamak için, olan
biteni sadece aklıyla değil, tüm duyularıyla da algılayabilmeli;
kanıları ya da önyargıları ile değil, düşündüğü şekilde hareket
edebilmeli; davranışları düşüncelerini yansıtabilmelidir. İnsan,
hem mümin hem de tefeci olamaz. Olamadığı gibi, eylemlerini “o iş
başka bu iş başka” diye de geçiştiremez.
Günlük yaşamın sahici düşünce ve inançları yansıtmadığı durumlar,
yabancılaşmanın hüküm sürdüğü durumlardır. Siyaset, felsefe,
bilim, ahlâk ve inanç birbirinden ayrı kompartımanlarda yaşanamaz.
Siyaset, felsefe, bilim ve inancın birbirinde kopması durumunda,
ciddiyet ve adanmışlık içleri boş kelimelerden ibaret kalmaya
mahkûmdur. Ülkemizin hiç olmadığı kadar derin bir bunalımda olduğu
kanısındayım. Bir avuç mutlu azınlığın dışında, coşkuyu, inancı ve
gerçeklik duygusunu kaybettik. Algılamıyoruz, akıl yürütmüyoruz ve
sevmiyoruz. Ne birbirimizi, ne de ülkemizi, ne de kendimizi.
Bu hale nasıl geldik diye düşündüğümde de iki aşama görüyorum:
önce içimizdeki Allah’ı öldürdük, sonra da onun eşref-i
mahlûkatını. Geçmişteki tehlike demokrasinin olmaması
tehlikesiydi, bugünkü tehlike robotlaşmak, düşünememek
tehlikesidir. Çıkış yolu yok mudur? Elbette, vardır. Öncelikle
yapılacak şey, insanları rakamlara indirgememek, rakamlara
indirgenen insanların özel çıkarların kalkanı olarak
kullanılmalarına izin vermeyecek farkındalığı yaratmaktır.
Farkındalığın yaratılması, doğru bilgilendirmeyle mümkündür. Doğru
bilgilendirme ise aydın sorumluluğudur. Aksi ihanettir, ihanet
sadece kurbanın değil, hainin de kuyusunu kazar. |
|
|
|
|
|
|
|