|
|
................... |
|
................... |
AVCIYDI AV OLDU,
ŞİMDİ AVCILARINI AVLIYOR |
Ruşen Çakır
Vatan Gazetesi |
|
|
|
................... |
|
................... |
Amerikan filmlerinde sık sık
karşımıza çıkan bir olguyla karşı karşıyayız. Sistemin tam
içinden biri, kendisini var eden değerleri de sonuna kadar
sorgulamayı göze alarak, o sistem dediğimiz arı kovanına çomak
sokuyor, hatta o kovanı alıp yere çarpıyor. Orhan Pamuk’un “Yeni Hayat” adlı
romanı “Bir gün bir kitap okudum bütün hayatım değişti” diye
başlar. Eskişehir Emniyet Müdürü Hanefi Avcı’nın “Haliç’te Yaşayan
Simonlar: Dün Devlet, Bugün Cemaat” kitabı için pekala “Bir gün
bir kitap yazdı, bütün hayatımızı değiştirebilir” diyebiliriz.
Bu kadar iddialı bir cümleyi şu hususlardan hareketle
kurabiliyorum:
1) Bugün Türkiye’de “polis” denince ilk akla gelen
isimlerden birisi, belki de birincisi Hanefi Avcı’dır;
2) Avcı, Türk polis teşkilatının çoğunluğunu oluşturanlar
gibi milliyetçi-muhafazakâr bir düşünce yapısı ve yaşam biçimine
sahiptir;
3) Avcı’nın Emniyet Müdürlüğü’nde istihbarat dairesinin
kökleşmesi ve etkili hale gelmesinde; özellikle teknik istihbarat
altyapısının kurulup geliştirilmesinde çok önemli rolleri
olmuştur;
4) Bugün Emniyet’te, özellikle istihbaratla ilgili
birimlerde görev yapan çok kişinin yetişmesinde Avcı’nın doğrudan
payı vardır;
5) Avcı, o sırada görevde olmasına rağmen tanıklık yaparak
ve hatta medyaya çıkarak Susurluk sürecinde çok etkili bir rol
oynamıştır;
6) Avcı 28 Şubat sürecindeki çalışmaları nedeniyle de
TSK’nın tepkisine yol açmıştır;
7) Susurluk ve 28 Şubat sürecindeki pozisyonları nedeniyle
zaten “dürüst” olarak bilinen Avcı’nın “demokrat” bir polis şefi
olduğu da tescillenmiş, bu sayede medyada birbirinden farklı
görüşlere sahip gazeteci ve köşe yazarlarıyla çok iyi ilişkiler
kurmuştur;
8) AKP’nin iktidara geldikten kısa süre sonra Avcı’yı KOM
Daire Başkanlığı görevine getirmesi genel olarak olumlu
karşılanmış, daha sonra Edirne Emniyet Müdürlüğü’ne sürülmesi de
yadırganmıştır;
9) Avcı bugün Emniyet’i ve devletin birçok organını ele
geçirmekle suçladığı Fethullah Gülen cemaati üyelerini yakından
tanımaktadır, hatta bazılarını bizzat kendisi yetiştirmiştir.
Cemaat üye ve yöneticileri de bir zamanlar adı “Fethullahçı”ya
çıkmış Avcı’yı yakından tanırlar.
Avcı’ya çamur yapışır mı?
Hanefi Avcı gibi birinin, Türkiye’de eşine az rastlanır bir
biçimde, aktif görevdeyken bir kitap yazması; bu kitapta sadece
anılarını, o da üstü kapalı bir şekilde, anlatmakla yetinmeyip
ülkenin bugünü hakkında çok derinlikli analizler yapıp bazı kişi
ve çevrelere açık ve net bir şekilde çok ciddi suçlamalar
yöneltmesi son derece normaldir. Anormal olan, bu kitabın medyada
bir türlü hak ettiği ilgiyi bulmaması, hakkında yazılanların
çoğununsa, kitabın içeriğinden, orada dile getirilen iddialar ve
sergilenen belgelerden çok Avcı’nın neden bu kitabı, bugün yazıp
yayınladığı üzerine yoğunlaşmasıdır.
Avcı’nın bu kitabı kişisel ihtirasları veya kırgınlıkları
nedeniyle yazdığını ileri sürenler onu yakından tanıdıklarını ve
bu yaptığına şaşırdıklarını eklemeyi de ihmal etmiyorlar. Onu
tanıyan gazetecilerden Gürkan Zengin ise dün Star Gazetesi’nde
“Bazı adamlar, bazı isimler vardır, onların üzerine çamur
yapışmaz. Ne yapsanız, ne etseniz o isimleri yıpratamazsınız.
Bizim tanıdığımız Hanefi Avcı öyle bir adamdır. İşini iyi yapan,
devlet aidiyeti kuvvetli ama bundan önce devlet telakkisi sağlam
bürokratlardan biridir” diye yzdı. Belli bir süredir Hanefi
Avcı’yı tanıyan biri olarak, ben de Gürkan gibi düşünüyorum. Avcı
ile dünya görüşü ve yaşam tarzlarımız büyük ölçüde farklıdır.
Bununla birlikte kendisiyle birçok kez son derece verimli
sohbetler yaptık. O benim kitaplarımı okumuş ve eleştirmiştir. Ben
de onun kitabını bir solukta okudum ve birkaç gün boyunca,
kitabının olabildiğince objektif ve serinkanlı bir
değerlendirmesini yapmaya çalışacağım.
Hanefi Avcı’nın kitabı hakkında yazılanlarda tabii ki Fethullah
Gülen cemaati hakkındaki suçlamaları, Ergenekon ve benzer davalar
hakkındaki görüşleri ve özellikle Güneydoğu’da görev yaptığı
yıllarla ilgili anıları öne çıkartılıyor. Daha sonraki günlerde
biz de bu konuları ayrı ayrı ele alacağız ancak kitabı
değerlendirmeye giriş bölümüyle başlamak daha isabetli olur. Zira
“Neden yazıyorum?” diye başlayan 3. sayfadan “Köydeki okul
yıllarım” başlıklı 22. sayfaya kadarki bölümün kitabın kalbini
oluşturduğunu düşünüyorum.
“Hiçbir polis benim kadar değişik olay yaşamamıştır. Suçlu
gördüğüm kişilerle fiziken ve ruhen mücadele etmekten, silahlı
çatışmaya; en teknik cihaz ve sistemlerle onlara karşı çıkmaya
kadar her sahada ve her türlü polisiye olayda yer aldım” diyen
Avcı hemen ardından şu çarpıcı değerlendirmeyi yapıyor:
“Sonra bir anda polislikten, devletin güvenlik gücü olmaktan, yani
avcılıktan sistemin istemediği, yanlış bulduğu bir hedef, bir av
konumuna düştüm.”
Bunun, Avcı’nın kişisel nedenlerle bu kitabı yazdığını ileri
sürenler için kullanışlı bir cümle olduğu açık. Nitekim Avcı
kitabın ilerki bölümlerinde, bizzat kendi yetiştirdiği bazı polis
şeflerinin nasıl yasadışı yollarla kendisini dinlediklerini; en
yakın arkadaşlarına nasıl bazı meslektaşlarının komplolar
kurduğunu; kefil olduğu bazı polis şeflerinin nasıl, sırf “cemaat”
ile farklı düştükleri için yerlerinden olduklarını anlatıyor. Ama
kitabın bütününü okuduğunuzda bü kitabın bir “kişisel hesaplaşma”
değil Türkiye’deki mevcut devlet sisteminin, içeriden ve cesur bir
sorgulaması olduğunu görüyorsunuz.
Türk sağına içerden eleştiri
Hanefi Avcı’nın şu sözlerinin altı defalarca çizilmelidir: “Başta
fark edemesem de yaşadığım her olaydan bir emare alarak 32 yılın
sonunda çok samimi olarak inandığım, hiçbir karşılık beklemeksizin
uğruna gece gündüz çalıştığım, varlık sebebi gördüğüm değerlerin,
ihtiyaca cevap vermediğini, hatta tüm sorunlarımızın kaynağı
olduğunu anladım. Bu gerçeği kabullenememenin, kendime bile itiraf
edememenin öldürücü tesirini yaşadım.” Avcı’nın
milliyetçi-muhafazakâr değerlerle yoğrulmuş bir polis şefi olduğu,
Emniyet teşkilatının ezici bir çoğunluğunun da tıpkı onunki gibi
bir profil çizdiği, hatta Türkiye’nin çoğunluk itibariyle Sünni
muhafazakârlık ve Türk milliyetçiliğinin egemenliği altında olduğu
bilindiğinde onun bu değerlendirmeleri daha fazla değer kazanıyor.
Sonuçta Amerikan filmlerinde sık sık karşımıza çıkan ama
Türkiye’de pek rastlamadığımız bir olguyla karşı karşıyayız: Tam
içinden biri, kendisini var eden değerleri de sonuna kadar
sorgulamayı göze alarak, o sistem dediğimiz arı kovanına çomak
sokuyor, hatta o kovanı alıp yere çarptığını bile söyleyebiliriz.
Avcı’nın bu kitabı, avcıyken ava dönüşmesine duyduğu tepkiyle,
yani kendi avcılarını ava giderken avlama amacıyla yazmış
olabileceği gerçeği onun 32 yıllık deneyiminden hareketle
geliştirdiği sistem eleştirisini gölgelememeli.
Susurlukçuların belalısı yoksa Ergenekoncu mu oldu?
Medyada Hanefi Avcı’nın kitabı hakkında, beklenenin altında yazı
çıkıyor ve bunların çoğu kitabı ve yazarını eleştiriyor.
Eleştirilerin odağında Avcı’nın Ergenekon soruşturmasıyla ilgili
sorduğu sorular ve dile getirdiği kuşkular yer alıyor. Bazıları,
Danıştay saldırısı, Erzincan Başsavcısı İlhan Cihaner ve diğerleri
hakkındaki soruşturma üzerine söylediklerinden hareketle Avcı’yı
neredeyse “Ergenekoncu” ilan edecek noktaya gelmiş durumdalar. Öte
yandan, başta Doğu Perinçek olmak üzere bazı Ergenekon
sanıklarının, tabii bu arada Ergenekon soruşturmasını bir “komplo”
olarak görenlerin hatırı sayılır bir bölümünün Avcı’ya ve kitabına
sahip çıkması da işeri daha da karıştırıyor. Karıştırıyor çünkü
Avcı, Susurluk döneminde epey bir riski göze alıp JİTEM’i, Veli
Küçük’ü ve devlet içindeki “derin” yapıları alenen deşifre etmiş
bir polis şefiydi. Hatta MİT’e ait bazı telefon numaralarını
açıkladı diye kısa süre hapis yatmışlığı bile vardı. Avcı 28 Şubat
sürecinde de bugün Ergenekon kapsamında adı geçen kişi ve
odakların tam karşısında yer almıştı. Örneğin denizci er Kadir
Sarumsak sayesinde Deniz Kuvvetleri Komutanlığı bünyesinde “Batı
Çalışma Grubu” adlı bir birim oluşturulduğunu ve askerlerin bir
tür darbe hazırlıkları içinde olduğunu ortaya çıkaran isim de
Avcı’nın ta kendisiydi.
Avcı’nın kitabında en çok, hiç kuşkusuz, başta Emniyet olmak üzere
devletin birçok biriminde Fethullah Gülen cemaatinin kritik bir
şekilde örgütlenmiş olduğu iddiası dikkat çekiyor. Halbuki bir
zamanlar, dönemin Ankara Emniyet Müdürü Cevdet Saral ve Ankara
İstihbarat Şube Müdürü Osman Ak Emniyet içinde “cemaatçi avı”na
çıktıklarında karşılarına Hanefi Avcı ve bir grup arkadaşı
çıkmıştı. Hatta bu yüzden Avcı uzun bir süre “Fethullahçı” olarak
bilindi.
Avcı kitabında muhafazakâr bir kişi olduğunu, öğrenciliği
döneminde Gülen cemaatine bağlı bir “ışık evi”nde bir süre
kaldığını, Gülen’in özellikle eğitim faaliyetlerini takdir
ettiğini, hatta iki çocuğunu, cemaate ait Samanyolu Koleji’nde
okuttuğunu anlatıyor. Zaten Avcı’nın son çıkışlarını, bu geçmişi
ve muhafazakâr yapısı daha da ilginç kılıyor.
Perinçek’in sözleri
İP Lideri Doğu Perinçek önceki gün Ergenekon duruşmasında “Hanefi
Avcı çok doğru söylüyor. ‘O Ergenekon davasında karşılaştığınız
hakimler hakim değil, savcılar savcı değil, polisler de polis
değildir. Onlar gizli bir örgüttür’ diyor. Bu davanın özü budur.
Avcı’nın dediği adamlar burada sanık sandalyesine oturacak. Hem de
öyle uzun bir zaman da değil, kısa bir süre içinde” demiş.
Perinçek-Avcı ilişkisini bilenler için son derece şaşırtıcı sözler
bunlar. Zira Avcı kitabında uzun uzun anlattığı gibi , Perinçek ve
onun denetimindeki yayın organları yıllar boyunca Avcı’yı bir
hedef olarak görmüş ve göstermişlerdi. Avcı Perinçek hakkında
şöyle yazıyor: “Perinçek grubunun İşçi Partisi hiçbir zaman klasik
anlamda bir siyasi parti olmadı. Her zaman askeri, güvenlik ve
istihbarat konularının içinde oldu. İddiaları ve söylemleri sanki
herhangi bir istihbarat teşkilatının söylemleri gibiydi. Öyle ki
sıradan bir istihbarat örgütünün toplayamayacağı bilgileri
topluyor ve anlatıyordu.”
Bazılarının iddia ettiği gibi, Veli Küçük’ü ve onun karanlık
ilişkilerinin deşifre olmasında epey katkısı bulunan Avcı’nın
bugün onunla aynı noktaya gelmiş olması hiç de gerçekçi değil.
Nitekim medyadaki üstünkörü eleştiriler yerine kitabın kendisini
dikkatle okuyanlar, Avcı’nın Ergenekon soruşturmasına karşı
olmadığını ancak onun içindeki bazı öğeleri, özellikle de
soruşturmanın yürütülüş biçimini eleştirdiğini göreceklerdir.
Yarınki yazımızda Avcı’nın Ergenekon, Hrant Dink suikastı gibi
konularda dile getirdiği yaklaşımları eleştirel bir şekilde ele
alacağız.
Avcı: Öcalan ve PKK ile görüşmeden hangi sorun halledilebilir?
Hanefi Avcı, kitabının önemli bir bölümünü 1984-1992 yılları
arasında görev yaptığı Diyarbakır’da görüp, duyup yaşadıklarına
ayırmış. PKK’nın ilk ciddi silahlı eylemleri olan Eruh ve Şemdinli
baskınlarını 15 Ağustos 1984 günü gerçekleştirdiği düşünüldüğünde
Avcı’nın güvenlik bürokrasisi içinde Kürt sorunu ve PKK’yı en iyi
bilen isimlerden biri olduğu anlaşılacaktır.
Her ne kadar Güneydoğu Anadolu bölgesinin merkezi Diyarbakır olsa
da PKK uzun yıllar bu ilde önemli silahlı eylemler düzenlemedi.
Avcı da 8 yıl boyunca Diyarbakır’daki işlerin azlığından istifade
edip bölgenin, PKK’nın daha etkili olduğu diğer illerine gitmiş,
orada görev yapan subaylarla tanışmış. Bu arada JİTEM’in önde
gelen isimlerinden Cem Ersever ile çok yakın bir ilişkisi
olduğunu, onun PKK ile mücadele adına yasadışı yollara başvurmuş
olduğunu anladığını, hatta kendisini uyarmış olduğunu da kitaptan
öğreniyoruz.
Avcı’nın kitabı bize, devletin PKK ile mücadele adına bölgeye
yoğun bir şekilde kaynak ve kadro aktarmasına rağmen neden bir
türlü başarılı olamadığını anlamamıza yardımcı olacak bir dizi
ipucu sunuyor. Özellikle istihbarat konusundaki eksikliklerin
altını sıklıkla çizen Avcı Kürt sorununun bugün geldiği noktada
tek bir çözüm yöntemi görüyor: “Sorunları diyalogla, barış içinde
çözme yöntemi olarak demokratik açılım.”
Avcı kitabında, PKK ve Öcalan’ın günümüzdeki tavırlarını “Türkiye
için bulunmaz şart” olarak niteliyor ve şöyle devam ediyor:
“Türkiye bu nimetin farkında değildir. Bu savaşın bitmesi için
bütün şartlar olgunlaşmış ve her şey hazırdır. Örgütün, devlet
istese ve planlasa dahi öngöremeyeceği kadar iyi bir noktaya
gelmiş ve çok iyi bir fırsat yakalanmış olmasına rağmen, devlet
hâlâ bu fırsatın farkında değildir.”
Avcı son günlerin en kritik tartışma konularından biri olan PKK ve
Öcalan’ı muhatap alıp almama konusundaki görüşünü de açık bir
şekilde dile getiriyor: “Şimdi de ‘Öcalan ve PKK ile görüşülemez’
deniyor. Peki kiminle görüşülecek? Sorun oradaki sıradan halk
değil ki. Sorunu davanın şahsında somutlaştığı Öcalan ve örgüttür.
Onlarla görüşülmeden hangi sorun halledilebilir? Daha doğrusu
onlardan başka konuşacak bir muhatap var mı ki? Bugün muhatap
alınacak herkes ancak oradan izin aldığı zaman konuşabilir.”
Ortada çok çelişkili bir durum var: Avcı’nın kitabı tam da
referandum kampanyasının ortasında çıktı. Hatta birçok “evet”
yanlısı, Avcı’yı, kitabı bilerek böyle bir zamanda çıkardığı
iddiasıyla eleştiriyorlar. Bunda, “hayır” cephesinden birçok
kişinin Avcı’ya ve kitabına sahip çıkması da etkili oluyor. Ancak
kampanyanın şu anki ana eksenini, devletin (ve hükümetin) PKK ve
Öcalan ile görüşüp görüşmediği tartışmalarının oluşturduğu akılda
tutulursa işler karışıyor.
PKK ve Kürt sorununa bakışı bile, Avcı’nın siyasi çizgi olarak
muhalefetten ziyade iktidar partisine yakın olduğunu gösteriyor.
Fakat ülkedeki kamplaşma öyle boyutlarda seyrediyor ki ak ile kara
arasındaki renklere, yani griye kimse bir alan açmak istemiyor. Bu
nedenle Avcı’nın kitabı da birbirinden farklı konularda çok ciddi
gözlem, analiz ve öneriler içermesine rağmen çatışan kamplardan
hangisinin daha çok lehine, hangisinin daha çok aleyhine olduğu
gibi basit bir hesaplama ışığında ele alınıyor.
Hanefi Avcı ile 90 dakika
Hanefi Avcı’yı kızakta olduğu 2000’li yılların başlarından beri
tanırım. En son birkaç ay önce Eskişehir’de kendisiyle sohbet
ettim. Şikayetlerini, kaygılarını biliyordum ama bir kitap
yazdığını söylememişti. Kitabının haberleri gazeteler düşünce bu
nedenle şaşırdım. Ama esas şaşkınlığım, medyanın kitaba
alabildiğine az ilgi göstermesiydi. Hükümete ve Avcı’nın suçladığı
Gülen cemaatine yakın yayın organlarını anlamak bir yere kadar
mümkündü ama “merkez medya” diye adlandırılacak gazete ve
televizyon kanallarının ilgisizliği şaşırtıcı olmanın ötesinde
ürkütücüydü. Avcı’nın neler söylediği bir yana, görev başındaki
bir polis şefinin son derece açıksözlü bir şekilde bir kitap
yazması bile biz haberciler için başlıbaşına önemli bir olaydı.
Bir dostumun deyişiyle, 10 yıl önce böyle bir olay olsa biz
gazeteciler Avcı’nın kapısında yatardık.
Neyse, Vatan’da kitabın analizi üzerine yazı dizisini hazırlarken
Avcı’nın Susurluk sürecinde 32. Gün’e çıkmış olduğu aklıma geldi
ve “neden olmasın?” dedim. NTV’deki sorumlu arkadaşların da
onayını aldıktan sonra kendisini aradım ve canlı yayına çıkması
talebimizi ilettim. Avcı talepten memnun olduğunu ama başka bir
kanala söz verdiğini söylediğinde başımızdan aşağıya kaynar sular
döküldü. “Ne yapalım, yine de aklınızda bulunsun” dedik.
Ertesi gün Avcı kendisi arayarak, diğer kanalın vazgeçtiğini
söyledi ve iki gün sonra, Perşembe 11.10’da NTV’de Yazı İşleri
için sözleştik ve dün yaklaşık 90 dakikalık programı
gerçekleştirdik.
Cevap hakkı
Mirgün Cabas’la birlikte programı iki konsept üzerine oturttuk: 1)
Kitabın içeriği; 2) Medyada çıkan eleştirilere Avcı’nın cevapları.
Bu eleştirilerin büyük çoğunun üzüm yemek değil de bağcı dövmek
gibi bir amacı olduğunun şahsen ben farkındayım. Ancak medyada
zaten, bilinçli olduğu açık bir şekilde yer bulan yazara ve
kitabına bu kadar çok saldırı gelmesi Avcı’ya geniş bir “cevap
hakkı” tanıyordu. Bu hakkı kendisine verdik ve sanıyorum bu sayede
Avcı kendisini daha iyi ifade edebildi.
Avcı aleyhine yazıları kaleme alanların çoğu kendisini
tanıdıklarını ve bu kitabı ona yakıştıramadıklarını
belirtiyorlardı. Onlara göre Susurluk ve 28 Şubat döneminin
şövalye ruhlu polis şefi, kişisel nedenlerle kızmış ve intikam
almak için Ergenekonculuğun kara sularına doğru savrulmuştu. Ancak
Avcı’yı yakından tanıyanlar onun, tıpkı dün Susurluk ve 28 Şubat
süreçlerinde olduğu gibi bugün de kişisel hırs ve öfkeyle böyle
bir şeye kalkışmayacağını çok iyi bilirler. Yayında da kendisinin
ve yakın çevresinin başına gelenlerin etkili olduğu ama genel bir
sorumluluk duygusuyla bu kitabı yazmış olduğu net bir şekilde
ortaya çıktı diye düşünüyorum. Avcı ile Ergenekon, Hrant Dink
suikasti gibi son dönemin bazı önemli olaylarında epey farklı
olduğumuz noktalar var ve bunları yazı dizimizin ilerki
bölümlerinde ele alacağım. Yalnız onun “dün muhafazakârlar baskı
görüyordu, onların yanında yer aldım; bugün muhafazakârlar baskı
uyguluyor onların karşısında yer alıyorum” anlamındaki sözlerinin
çok anlamlı ve kilit öneme sahip olduğunu düşünüyorum. Avcı’nın
kitabını dikkatli bir şekilde okuyanlar ve dünkü yayını izleyenler
onun Ergenekoncu filan olmadığını çok net bir şekilde
görmüşlerdir. Bu nedenle Ergenekonvari bazı çevreler ve kişilerin
Avcı’dan “ikinci bir Nurettin Veren” çıkartma çabaları boşunadır.
Veren, bilindiği gibi bir dönem Fethullah Gülen’in çok yakınında
bulunmuş ve muhtemelen kişisel nedenlerle ayrılmış bir isim.
Ayrıldıktan sonra cemaat hakkında ifşaatda bulunan Veren bir dönem
kısmi bir ilgi gördü ama sonra samimi bulunmayıp unutuldu gitti.
Cemaat ile hep iyi ilişkileri olmuş ama belli bir mesafeyi de
korumuş olan Avcı Veren gibi bir “itirafçı” değil. O bir gözlemci
ve bambaşka bir noktadan hareket ediyor, kendine göre bir sistem
eleştirisi getiriyor ve Gülen cemaatini de bu kapsamda hedef
alıyor. Hal böyle olunca Avcı’nın eleştirilerini değersizleştirmek
kolay olmuyor, olacağa da benzemiyor.
Kimi çevreler Avcı’nın bu kitabı hükümetle koordineli bir şekilde
yazdığına inanıyor veya inanmak istiyor. Avcı yayında böyle bir
durumun söz konusu olmadığını belirtti ki benim de izlenimlerim o
yönde. Hatta anladığım kadarıyla kitabın referandum kampanyasına
denk gelmesi AKP çevrelerini epey rahatsız etmiş ve bunun ardında
bir bit yeniği aramaya sevk etmiş. Sırf bu nedenle bile hükümetin
Avcı’nın çağrılarına cevap vermeyeceği düşünülebilir. Fakat
Avcı’nın medya ablukasının kırılmış olması ve kitabın gördüğü
yoğun ilgi hükümetin tam anlamıyla kayıtsız kalmasına izin
vermeyeceğe benziyor. Hele Avcı elinde olduğunu söylediği bazı
belgeleri açıklamaya başlarsa iş iyice kızışabilir. Örneğin
cemaatin Emniyet sorumlusu olduğu söylenen kişi hâlâ ortaya çıkıp
“bütün bunlar iftira” demedi.
Son olarak Avcı’ya sorduğum işkence sorusuna değinmek istiyorum.
Yayında da söylediğim gibi kitabın en büyük eksiği işkence
konusuna hemen hemen hiç değinilmemesidir. Halbuki Avcı’nın meslek
hayatının özellikle ilk yılları işkencenin en yaygın olduğu bir
dönemdir. Buna şahsen tanık olmuş, yaşamış biriyim. Yayından önce
Avcı’ya bunu belirttim ve o da bana tıpkı yayında söylediği gibi
1999’a kadar işkencenin devletin neredeyse tek sorgu metodu
olduğunu itiraf etti. Avcı’nın bundan sonra işkence konusuyla
doğrudan yüzleşecek bir çalışma kaleme alabileceğini belirtmesini
çok önemsiyorum. Umarım Türkiye’nin işkence gerçeğinin sadece
mağdurlar tarafından anlatılması geleneği de parçalar ve başka
birinci elden tanıklıkların önünü açar.
Avcı’nın yayındaki son sözleriyle bugünkü bölümü noktalamak
istiyorum: “Türkiye’de bugün ben de dahil birçok insan , başına
bir iftira gelmeyeceğinden emin değil ama herkesin emin olması
lazım. Bu inanç Türkiye’de yok. Herkes demeli ki ‘Türkiye‘de
adalet vardır, ne olursa olsun benim başıma bir şey gelmez. ’ Ama
ben de dahil kimse böyle düşünmüyor, komploya uğrayabilirim
düşüncesi var herkeste. ” Doğru.
Cemaat şeffaflaşmadığı müddetçe suçlamalar bitmez
Vatan Gazetesi’ndeki yazılarımı izleyenler bilir: Fethullah Gülen
cemaatinin devlet içindeki örgütlenmesini ve ülkenin en güçlü
iktidar odaklarından biri haline gelmesini ele aldığımı bilir.
Örneğin 9 Nisan 2007 tarihli yazımın başlığı “Hükümet-Ordu-Cemaat
üçgeni”ydi ve şu tespiti yapmıştım: “Özellikle son iki yılda
yaşananlar Türkiye’de iktidar çekişmenin iki değil, üç ana aktörü
olduğunu ortaya koyuyor: AKP hükümeti, TSK ve Fethullah Gülen
cemaati.”
Bu yazının ardından sohbet ettiğim üst düzey bir AKP’linin şu
sözlerini hiç unutmayacağım: “İki taraf çok şiddetli bir siper
savaşı yürütüyor ve her ikisi de bizi kum torbası olarak kullanmak
istiyor.” O günden bu yana savaşta epey mesafe alındı. Öyle ki
TSK’nın etkisi büyük ölçüde kırıldı, buna karşılık cemaat
alabildiğine güçlendi. Peki bugün hangi noktadayız?
Şu soruyu soralım kendimize: Bu ülkede gerçek bir demokrasi
olmasını arzulayanlar, orduyu yıllarca neden eleştirmişlerdi?
Cevap basit: Siyasete müdahil olmak; şeffaf olmamak; kendi halkına
karşı psikolojik baskı yürütmek; yargıya müdahale etmek; suçluları
suçsuz, suçsuzları suçlu göstermek; medyayı ve gazetecileri
kontrol altına almak
Liste uzayabilir. İşte bütün bu listenin, bugün Gülen cemaatine
yöneltilen suçlamalarla büyük ölçüde örtüştüğü görülüyor. En
azından Hanefi Avcı’nın kitabında dile getirdiği iddialar, bu
ülkenin demokratlarının orduya yönelttiği suçlamalarla epey
benzeşiyor.
Çünkü bütün bu iktidar mücadelesi sürecinde, cemaat, hadi
“düşmanı” demeyelim de “rakibi”ne, yani TSK’ya bayağı benzemeye
başladı. Avcı’nın kitabının çıkmasından bugüne yaşananlara
bakalım: Toplumun olağanüstü bir ilgi gösterdiği bir kitaba
ülkenin medyası ne kadar yer verdi, veriyor? Çıkan yazıların ezici
bir çoğunluğunun Avcı’ya ve kitabına karşı olması bir tesadüf
olabilir mi? Avcı’nın kitabını “operasyonel” bulanlar, o kitaba
karşı örgütlü bir operasyon yürütüldüğünü gerçekten görmüyorlar
mı?
İki derin devlet
Avcı bize Türkiye’de aslında iki farklı “derin devlet”in
bulunduğunu çok net bir şekilde gösterdi. Basitleştirip söylersek,
bu ülkeyi yıllardır otoriter veya yarı-otoriter bir şekilde
yöneten Kemalist elitler, bir aşamadan sonra, özellikle dünyadaki
gelişmelere paralel olarak ülkemizde de solun yükselişe geçmesiyle
birlikte, milliyetçi-muhafazakâr kesimlere, denetimli bir şekilde
iktidardan pay verdiler. İlginçtir, bir yandan polis alımlarında
milliyetçi-muhafazakâr köken tercih sebebi olurken, diğer taraftan
dini cemaatlerle ilişkileri olduğu gerekçesiyle çok kişi ordudan
atıldı.
İslam dünyasının dört bir yanında defalarca yaşanmış bir olgudur:
İktidardaki otoriter ve totaliter rejimler, kimi zaman milliyetçi
ama daha çok solcu muhalefete karşı İslami cemaat ve grupları sık
sık kullanmış ama zaman içerisinde o gruplar kendilerinin en büyük
rakibi olmuştur. Bunun nedeni, bu rejimlerin dini yapıları ve
İslamcı ideolojiyi küçümseyip kendilerini epey önemsemeleridir.
Bizde de böyle oldu ve gelinen nokta ortada.
Cemaatçilik suç değil
Türkiye’deki kızgın iktidar savaşında taraf olmaktan akıl, izan,
vicdan ve insafları bertaraf olmuş bazı kişiler, Hanefi Avcı’yı
(ve onun iddialarını önemseyenleri), insanları sırf Fethullahçı
oldukları için suçlamakla, cadı avı düzenlemekle, hatta Nazi
olmakla itham edebiliyorlar. Eğer kitabı okusalardı veya NTV’deki
açıklamalarını izleselerdi ya da Avcı’nın kendisini az buçuk
bilselerdi bu söylediklerinin hiç de doğru olmadığını görürlerdi.
Öğrenciliğinde ışık evlerinde kalmış, iki çocuğunu Samanyolu
Koleji’nde okutmuş, adı yıllarca “Fethullahçı”ya çıkmış ve bu
kitabı yazana kadar Türkiye’deki milliyetçi-muhafazakâr camianın
rol modellerinden biri olan Avcı, cemaatin eğitim başta olmak
üzere birçok alandaki faaliyetlerini övüyor. Ama cemaatin devlet
kurumları içinde örgütlenip yasadışı yollarla, suç işleyerek
iktidarını güçlendirmeye kalkışmasından kaygılanıyor ve elindeki
bilgilerden hareketle cemaati hem ilgili mercilere, hem de
kamuoyuna şikayet ediyor.
Avcı’nın iddialarının doğru olup olmadığını nasıl anlayacağız?
Tabii ki öncelikle, layıkıyla yapılacak adli ve idari
soruşturmalar sonucunda. Ama şu da şart: Cemaat artık bir an önce
şeffaflaşmalıdır. Örneğin Avcı bazı isimler veriyor. Bu kişiler
neden ortaya çıkıp iddialara cevap vermiyorlar?
Cemaat psikolojik savaş yöntemleri kullanıp kamuoyu oluşturma
alışkanlıklarını terk edip demokrasinin evrensel ilkelerine uygun,
özgür, sivil, çoğulcu bir diyalog ortamının oluşumuna katkıda
bulunmalı ve gerektiğinde hesap vermekten kaçmamalıdır.
Aksi takdirde ne mi olur? Yarın, er geç bir gün, kendisine
benzemekte oldukları TSK’nın bugün içine düştüğü duruma düşerler.
|
|
|
|
|
|
|
|