...................
...................
AVCIYDI AV OLDU, ŞİMDİ AVCILARINI AVLIYOR

Ruşen Çakır
Vatan Gazetesi

                         
                         
...................
 
...................
Amerikan filmlerinde sık sık karşımıza çıkan bir olguyla karşı karşıyayız. Sistemin tam içinden biri, kendisini var eden değerleri de sonuna kadar sorgulamayı göze alarak, o sistem dediğimiz arı kovanına çomak sokuyor, hatta o kovanı alıp yere çarpıyor. Orhan Pamuk’un “Yeni Hayat” adlı romanı “Bir gün bir kitap okudum bütün hayatım değişti” diye başlar. Eskişehir Emniyet Müdürü Hanefi Avcı’nın “Haliç’te Yaşayan Simonlar: Dün Devlet, Bugün Cemaat” kitabı için pekala “Bir gün bir kitap yazdı, bütün hayatımızı değiştirebilir” diyebiliriz.

Bu kadar iddialı bir cümleyi şu hususlardan hareketle kurabiliyorum:

1) Bugün Türkiye’de “polis” denince ilk akla gelen isimlerden birisi, belki de birincisi Hanefi Avcı’dır;

2) Avcı, Türk polis teşkilatının çoğunluğunu oluşturanlar gibi milliyetçi-muhafazakâr bir düşünce yapısı ve yaşam biçimine sahiptir;

3) Avcı’nın Emniyet Müdürlüğü’nde istihbarat dairesinin kökleşmesi ve etkili hale gelmesinde; özellikle teknik istihbarat altyapısının kurulup geliştirilmesinde çok önemli rolleri olmuştur;

4) Bugün Emniyet’te, özellikle istihbaratla ilgili birimlerde görev yapan çok kişinin yetişmesinde Avcı’nın doğrudan payı vardır;

5) Avcı, o sırada görevde olmasına rağmen tanıklık yaparak ve hatta medyaya çıkarak Susurluk sürecinde çok etkili bir rol oynamıştır;

6) Avcı 28 Şubat sürecindeki çalışmaları nedeniyle de TSK’nın tepkisine yol açmıştır;

7) Susurluk ve 28 Şubat sürecindeki pozisyonları nedeniyle zaten “dürüst” olarak bilinen Avcı’nın “demokrat” bir polis şefi olduğu da tescillenmiş, bu sayede medyada birbirinden farklı görüşlere sahip gazeteci ve köşe yazarlarıyla çok iyi ilişkiler kurmuştur;

8) AKP’nin iktidara geldikten kısa süre sonra Avcı’yı KOM Daire Başkanlığı görevine getirmesi genel olarak olumlu karşılanmış, daha sonra Edirne Emniyet Müdürlüğü’ne sürülmesi de yadırganmıştır;

9) Avcı bugün Emniyet’i ve devletin birçok organını ele geçirmekle suçladığı Fethullah Gülen cemaati üyelerini yakından tanımaktadır, hatta bazılarını bizzat kendisi yetiştirmiştir. Cemaat üye ve yöneticileri de bir zamanlar adı “Fethullahçı”ya çıkmış Avcı’yı yakından tanırlar.


Avcı’ya çamur yapışır mı?

Hanefi Avcı gibi birinin, Türkiye’de eşine az rastlanır bir biçimde, aktif görevdeyken bir kitap yazması; bu kitapta sadece anılarını, o da üstü kapalı bir şekilde, anlatmakla yetinmeyip ülkenin bugünü hakkında çok derinlikli analizler yapıp bazı kişi ve çevrelere açık ve net bir şekilde çok ciddi suçlamalar yöneltmesi son derece normaldir. Anormal olan, bu kitabın medyada bir türlü hak ettiği ilgiyi bulmaması, hakkında yazılanların çoğununsa, kitabın içeriğinden, orada dile getirilen iddialar ve sergilenen belgelerden çok Avcı’nın neden bu kitabı, bugün yazıp yayınladığı üzerine yoğunlaşmasıdır.

Avcı’nın bu kitabı kişisel ihtirasları veya kırgınlıkları nedeniyle yazdığını ileri sürenler onu yakından tanıdıklarını ve bu yaptığına şaşırdıklarını eklemeyi de ihmal etmiyorlar. Onu tanıyan gazetecilerden Gürkan Zengin ise dün Star Gazetesi’nde “Bazı adamlar, bazı isimler vardır, onların üzerine çamur yapışmaz. Ne yapsanız, ne etseniz o isimleri yıpratamazsınız. Bizim tanıdığımız Hanefi Avcı öyle bir adamdır. İşini iyi yapan, devlet aidiyeti kuvvetli ama bundan önce devlet telakkisi sağlam bürokratlardan biridir” diye yzdı. Belli bir süredir Hanefi Avcı’yı tanıyan biri olarak, ben de Gürkan gibi düşünüyorum. Avcı ile dünya görüşü ve yaşam tarzlarımız büyük ölçüde farklıdır. Bununla birlikte kendisiyle birçok kez son derece verimli sohbetler yaptık. O benim kitaplarımı okumuş ve eleştirmiştir. Ben de onun kitabını bir solukta okudum ve birkaç gün boyunca, kitabının olabildiğince objektif ve serinkanlı bir değerlendirmesini yapmaya çalışacağım.

Hanefi Avcı’nın kitabı hakkında yazılanlarda tabii ki Fethullah Gülen cemaati hakkındaki suçlamaları, Ergenekon ve benzer davalar hakkındaki görüşleri ve özellikle Güneydoğu’da görev yaptığı yıllarla ilgili anıları öne çıkartılıyor. Daha sonraki günlerde biz de bu konuları ayrı ayrı ele alacağız ancak kitabı değerlendirmeye giriş bölümüyle başlamak daha isabetli olur. Zira “Neden yazıyorum?” diye başlayan 3. sayfadan “Köydeki okul yıllarım” başlıklı 22. sayfaya kadarki bölümün kitabın kalbini oluşturduğunu düşünüyorum.

“Hiçbir polis benim kadar değişik olay yaşamamıştır. Suçlu gördüğüm kişilerle fiziken ve ruhen mücadele etmekten, silahlı çatışmaya; en teknik cihaz ve sistemlerle onlara karşı çıkmaya kadar her sahada ve her türlü polisiye olayda yer aldım” diyen Avcı hemen ardından şu çarpıcı değerlendirmeyi yapıyor:

“Sonra bir anda polislikten, devletin güvenlik gücü olmaktan, yani avcılıktan sistemin istemediği, yanlış bulduğu bir hedef, bir av konumuna düştüm.”
Bunun, Avcı’nın kişisel nedenlerle bu kitabı yazdığını ileri sürenler için kullanışlı bir cümle olduğu açık. Nitekim Avcı kitabın ilerki bölümlerinde, bizzat kendi yetiştirdiği bazı polis şeflerinin nasıl yasadışı yollarla kendisini dinlediklerini; en yakın arkadaşlarına nasıl bazı meslektaşlarının komplolar kurduğunu; kefil olduğu bazı polis şeflerinin nasıl, sırf “cemaat” ile farklı düştükleri için yerlerinden olduklarını anlatıyor. Ama kitabın bütününü okuduğunuzda bü kitabın bir “kişisel hesaplaşma” değil Türkiye’deki mevcut devlet sisteminin, içeriden ve cesur bir sorgulaması olduğunu görüyorsunuz.


Türk sağına içerden eleştiri

Hanefi Avcı’nın şu sözlerinin altı defalarca çizilmelidir: “Başta fark edemesem de yaşadığım her olaydan bir emare alarak 32 yılın sonunda çok samimi olarak inandığım, hiçbir karşılık beklemeksizin uğruna gece gündüz çalıştığım, varlık sebebi gördüğüm değerlerin, ihtiyaca cevap vermediğini, hatta tüm sorunlarımızın kaynağı olduğunu anladım. Bu gerçeği kabullenememenin, kendime bile itiraf edememenin öldürücü tesirini yaşadım.” Avcı’nın milliyetçi-muhafazakâr değerlerle yoğrulmuş bir polis şefi olduğu, Emniyet teşkilatının ezici bir çoğunluğunun da tıpkı onunki gibi bir profil çizdiği, hatta Türkiye’nin çoğunluk itibariyle Sünni muhafazakârlık ve Türk milliyetçiliğinin egemenliği altında olduğu bilindiğinde onun bu değerlendirmeleri daha fazla değer kazanıyor. Sonuçta Amerikan filmlerinde sık sık karşımıza çıkan ama Türkiye’de pek rastlamadığımız bir olguyla karşı karşıyayız: Tam içinden biri, kendisini var eden değerleri de sonuna kadar sorgulamayı göze alarak, o sistem dediğimiz arı kovanına çomak sokuyor, hatta o kovanı alıp yere çarptığını bile söyleyebiliriz.

Avcı’nın bu kitabı, avcıyken ava dönüşmesine duyduğu tepkiyle, yani kendi avcılarını ava giderken avlama amacıyla yazmış olabileceği gerçeği onun 32 yıllık deneyiminden hareketle geliştirdiği sistem eleştirisini gölgelememeli.


Susurlukçuların belalısı yoksa Ergenekoncu mu oldu?

Medyada Hanefi Avcı’nın kitabı hakkında, beklenenin altında yazı çıkıyor ve bunların çoğu kitabı ve yazarını eleştiriyor. Eleştirilerin odağında Avcı’nın Ergenekon soruşturmasıyla ilgili sorduğu sorular ve dile getirdiği kuşkular yer alıyor. Bazıları, Danıştay saldırısı, Erzincan Başsavcısı İlhan Cihaner ve diğerleri hakkındaki soruşturma üzerine söylediklerinden hareketle Avcı’yı neredeyse “Ergenekoncu” ilan edecek noktaya gelmiş durumdalar. Öte yandan, başta Doğu Perinçek olmak üzere bazı Ergenekon sanıklarının, tabii bu arada Ergenekon soruşturmasını bir “komplo” olarak görenlerin hatırı sayılır bir bölümünün Avcı’ya ve kitabına sahip çıkması da işeri daha da karıştırıyor. Karıştırıyor çünkü Avcı, Susurluk döneminde epey bir riski göze alıp JİTEM’i, Veli Küçük’ü ve devlet içindeki “derin” yapıları alenen deşifre etmiş bir polis şefiydi. Hatta MİT’e ait bazı telefon numaralarını açıkladı diye kısa süre hapis yatmışlığı bile vardı. Avcı 28 Şubat sürecinde de bugün Ergenekon kapsamında adı geçen kişi ve odakların tam karşısında yer almıştı. Örneğin denizci er Kadir Sarumsak sayesinde Deniz Kuvvetleri Komutanlığı bünyesinde “Batı Çalışma Grubu” adlı bir birim oluşturulduğunu ve askerlerin bir tür darbe hazırlıkları içinde olduğunu ortaya çıkaran isim de Avcı’nın ta kendisiydi.

Avcı’nın kitabında en çok, hiç kuşkusuz, başta Emniyet olmak üzere devletin birçok biriminde Fethullah Gülen cemaatinin kritik bir şekilde örgütlenmiş olduğu iddiası dikkat çekiyor. Halbuki bir zamanlar, dönemin Ankara Emniyet Müdürü Cevdet Saral ve Ankara İstihbarat Şube Müdürü Osman Ak Emniyet içinde “cemaatçi avı”na çıktıklarında karşılarına Hanefi Avcı ve bir grup arkadaşı çıkmıştı. Hatta bu yüzden Avcı uzun bir süre “Fethullahçı” olarak bilindi.

Avcı kitabında muhafazakâr bir kişi olduğunu, öğrenciliği döneminde Gülen cemaatine bağlı bir “ışık evi”nde bir süre kaldığını, Gülen’in özellikle eğitim faaliyetlerini takdir ettiğini, hatta iki çocuğunu, cemaate ait Samanyolu Koleji’nde okuttuğunu anlatıyor. Zaten Avcı’nın son çıkışlarını, bu geçmişi ve muhafazakâr yapısı daha da ilginç kılıyor.


Perinçek’in sözleri

İP Lideri Doğu Perinçek önceki gün Ergenekon duruşmasında “Hanefi Avcı çok doğru söylüyor. ‘O Ergenekon davasında karşılaştığınız hakimler hakim değil, savcılar savcı değil, polisler de polis değildir. Onlar gizli bir örgüttür’ diyor. Bu davanın özü budur. Avcı’nın dediği adamlar burada sanık sandalyesine oturacak. Hem de öyle uzun bir zaman da değil, kısa bir süre içinde” demiş. Perinçek-Avcı ilişkisini bilenler için son derece şaşırtıcı sözler bunlar. Zira Avcı kitabında uzun uzun anlattığı gibi , Perinçek ve onun denetimindeki yayın organları yıllar boyunca Avcı’yı bir hedef olarak görmüş ve göstermişlerdi. Avcı Perinçek hakkında şöyle yazıyor: “Perinçek grubunun İşçi Partisi hiçbir zaman klasik anlamda bir siyasi parti olmadı. Her zaman askeri, güvenlik ve istihbarat konularının içinde oldu. İddiaları ve söylemleri sanki herhangi bir istihbarat teşkilatının söylemleri gibiydi. Öyle ki sıradan bir istihbarat örgütünün toplayamayacağı bilgileri topluyor ve anlatıyordu.”

Bazılarının iddia ettiği gibi, Veli Küçük’ü ve onun karanlık ilişkilerinin deşifre olmasında epey katkısı bulunan Avcı’nın bugün onunla aynı noktaya gelmiş olması hiç de gerçekçi değil. Nitekim medyadaki üstünkörü eleştiriler yerine kitabın kendisini dikkatle okuyanlar, Avcı’nın Ergenekon soruşturmasına karşı olmadığını ancak onun içindeki bazı öğeleri, özellikle de soruşturmanın yürütülüş biçimini eleştirdiğini göreceklerdir. Yarınki yazımızda Avcı’nın Ergenekon, Hrant Dink suikastı gibi konularda dile getirdiği yaklaşımları eleştirel bir şekilde ele alacağız.


Avcı: Öcalan ve PKK ile görüşmeden hangi sorun halledilebilir?

Hanefi Avcı, kitabının önemli bir bölümünü 1984-1992 yılları arasında görev yaptığı Diyarbakır’da görüp, duyup yaşadıklarına ayırmış. PKK’nın ilk ciddi silahlı eylemleri olan Eruh ve Şemdinli baskınlarını 15 Ağustos 1984 günü gerçekleştirdiği düşünüldüğünde Avcı’nın güvenlik bürokrasisi içinde Kürt sorunu ve PKK’yı en iyi bilen isimlerden biri olduğu anlaşılacaktır.

Her ne kadar Güneydoğu Anadolu bölgesinin merkezi Diyarbakır olsa da PKK uzun yıllar bu ilde önemli silahlı eylemler düzenlemedi. Avcı da 8 yıl boyunca Diyarbakır’daki işlerin azlığından istifade edip bölgenin, PKK’nın daha etkili olduğu diğer illerine gitmiş, orada görev yapan subaylarla tanışmış. Bu arada JİTEM’in önde gelen isimlerinden Cem Ersever ile çok yakın bir ilişkisi olduğunu, onun PKK ile mücadele adına yasadışı yollara başvurmuş olduğunu anladığını, hatta kendisini uyarmış olduğunu da kitaptan öğreniyoruz.

Avcı’nın kitabı bize, devletin PKK ile mücadele adına bölgeye yoğun bir şekilde kaynak ve kadro aktarmasına rağmen neden bir türlü başarılı olamadığını anlamamıza yardımcı olacak bir dizi ipucu sunuyor. Özellikle istihbarat konusundaki eksikliklerin altını sıklıkla çizen Avcı Kürt sorununun bugün geldiği noktada tek bir çözüm yöntemi görüyor: “Sorunları diyalogla, barış içinde çözme yöntemi olarak demokratik açılım.”

Avcı kitabında, PKK ve Öcalan’ın günümüzdeki tavırlarını “Türkiye için bulunmaz şart” olarak niteliyor ve şöyle devam ediyor: “Türkiye bu nimetin farkında değildir. Bu savaşın bitmesi için bütün şartlar olgunlaşmış ve her şey hazırdır. Örgütün, devlet istese ve planlasa dahi öngöremeyeceği kadar iyi bir noktaya gelmiş ve çok iyi bir fırsat yakalanmış olmasına rağmen, devlet hâlâ bu fırsatın farkında değildir.”

Avcı son günlerin en kritik tartışma konularından biri olan PKK ve Öcalan’ı muhatap alıp almama konusundaki görüşünü de açık bir şekilde dile getiriyor: “Şimdi de ‘Öcalan ve PKK ile görüşülemez’ deniyor. Peki kiminle görüşülecek? Sorun oradaki sıradan halk değil ki. Sorunu davanın şahsında somutlaştığı Öcalan ve örgüttür. Onlarla görüşülmeden hangi sorun halledilebilir? Daha doğrusu onlardan başka konuşacak bir muhatap var mı ki? Bugün muhatap alınacak herkes ancak oradan izin aldığı zaman konuşabilir.”

Ortada çok çelişkili bir durum var: Avcı’nın kitabı tam da referandum kampanyasının ortasında çıktı. Hatta birçok “evet” yanlısı, Avcı’yı, kitabı bilerek böyle bir zamanda çıkardığı iddiasıyla eleştiriyorlar. Bunda, “hayır” cephesinden birçok kişinin Avcı’ya ve kitabına sahip çıkması da etkili oluyor. Ancak kampanyanın şu anki ana eksenini, devletin (ve hükümetin) PKK ve Öcalan ile görüşüp görüşmediği tartışmalarının oluşturduğu akılda tutulursa işler karışıyor.

PKK ve Kürt sorununa bakışı bile, Avcı’nın siyasi çizgi olarak muhalefetten ziyade iktidar partisine yakın olduğunu gösteriyor. Fakat ülkedeki kamplaşma öyle boyutlarda seyrediyor ki ak ile kara arasındaki renklere, yani griye kimse bir alan açmak istemiyor. Bu nedenle Avcı’nın kitabı da birbirinden farklı konularda çok ciddi gözlem, analiz ve öneriler içermesine rağmen çatışan kamplardan hangisinin daha çok lehine, hangisinin daha çok aleyhine olduğu gibi basit bir hesaplama ışığında ele alınıyor.


Hanefi Avcı ile 90 dakika

Hanefi Avcı’yı kızakta olduğu 2000’li yılların başlarından beri tanırım. En son birkaç ay önce Eskişehir’de kendisiyle sohbet ettim. Şikayetlerini, kaygılarını biliyordum ama bir kitap yazdığını söylememişti. Kitabının haberleri gazeteler düşünce bu nedenle şaşırdım. Ama esas şaşkınlığım, medyanın kitaba alabildiğine az ilgi göstermesiydi. Hükümete ve Avcı’nın suçladığı Gülen cemaatine yakın yayın organlarını anlamak bir yere kadar mümkündü ama “merkez medya” diye adlandırılacak gazete ve televizyon kanallarının ilgisizliği şaşırtıcı olmanın ötesinde ürkütücüydü. Avcı’nın neler söylediği bir yana, görev başındaki bir polis şefinin son derece açıksözlü bir şekilde bir kitap yazması bile biz haberciler için başlıbaşına önemli bir olaydı. Bir dostumun deyişiyle, 10 yıl önce böyle bir olay olsa biz gazeteciler Avcı’nın kapısında yatardık.
Neyse, Vatan’da kitabın analizi üzerine yazı dizisini hazırlarken Avcı’nın Susurluk sürecinde 32. Gün’e çıkmış olduğu aklıma geldi ve “neden olmasın?” dedim. NTV’deki sorumlu arkadaşların da onayını aldıktan sonra kendisini aradım ve canlı yayına çıkması talebimizi ilettim. Avcı talepten memnun olduğunu ama başka bir kanala söz verdiğini söylediğinde başımızdan aşağıya kaynar sular döküldü. “Ne yapalım, yine de aklınızda bulunsun” dedik.

Ertesi gün Avcı kendisi arayarak, diğer kanalın vazgeçtiğini söyledi ve iki gün sonra, Perşembe 11.10’da NTV’de Yazı İşleri için sözleştik ve dün yaklaşık 90 dakikalık programı gerçekleştirdik.


Cevap hakkı

Mirgün Cabas’la birlikte programı iki konsept üzerine oturttuk: 1) Kitabın içeriği; 2) Medyada çıkan eleştirilere Avcı’nın cevapları. Bu eleştirilerin büyük çoğunun üzüm yemek değil de bağcı dövmek gibi bir amacı olduğunun şahsen ben farkındayım. Ancak medyada zaten, bilinçli olduğu açık bir şekilde yer bulan yazara ve kitabına bu kadar çok saldırı gelmesi Avcı’ya geniş bir “cevap hakkı” tanıyordu. Bu hakkı kendisine verdik ve sanıyorum bu sayede Avcı kendisini daha iyi ifade edebildi.

Avcı aleyhine yazıları kaleme alanların çoğu kendisini tanıdıklarını ve bu kitabı ona yakıştıramadıklarını belirtiyorlardı. Onlara göre Susurluk ve 28 Şubat döneminin şövalye ruhlu polis şefi, kişisel nedenlerle kızmış ve intikam almak için Ergenekonculuğun kara sularına doğru savrulmuştu. Ancak Avcı’yı yakından tanıyanlar onun, tıpkı dün Susurluk ve 28 Şubat süreçlerinde olduğu gibi bugün de kişisel hırs ve öfkeyle böyle bir şeye kalkışmayacağını çok iyi bilirler. Yayında da kendisinin ve yakın çevresinin başına gelenlerin etkili olduğu ama genel bir sorumluluk duygusuyla bu kitabı yazmış olduğu net bir şekilde ortaya çıktı diye düşünüyorum. Avcı ile Ergenekon, Hrant Dink suikasti gibi son dönemin bazı önemli olaylarında epey farklı olduğumuz noktalar var ve bunları yazı dizimizin ilerki bölümlerinde ele alacağım. Yalnız onun “dün muhafazakârlar baskı görüyordu, onların yanında yer aldım; bugün muhafazakârlar baskı uyguluyor onların karşısında yer alıyorum” anlamındaki sözlerinin çok anlamlı ve kilit öneme sahip olduğunu düşünüyorum. Avcı’nın kitabını dikkatli bir şekilde okuyanlar ve dünkü yayını izleyenler onun Ergenekoncu filan olmadığını çok net bir şekilde görmüşlerdir. Bu nedenle Ergenekonvari bazı çevreler ve kişilerin Avcı’dan “ikinci bir Nurettin Veren” çıkartma çabaları boşunadır. Veren, bilindiği gibi bir dönem Fethullah Gülen’in çok yakınında bulunmuş ve muhtemelen kişisel nedenlerle ayrılmış bir isim. Ayrıldıktan sonra cemaat hakkında ifşaatda bulunan Veren bir dönem kısmi bir ilgi gördü ama sonra samimi bulunmayıp unutuldu gitti. Cemaat ile hep iyi ilişkileri olmuş ama belli bir mesafeyi de korumuş olan Avcı Veren gibi bir “itirafçı” değil. O bir gözlemci ve bambaşka bir noktadan hareket ediyor, kendine göre bir sistem eleştirisi getiriyor ve Gülen cemaatini de bu kapsamda hedef alıyor. Hal böyle olunca Avcı’nın eleştirilerini değersizleştirmek kolay olmuyor, olacağa da benzemiyor.

Kimi çevreler Avcı’nın bu kitabı hükümetle koordineli bir şekilde yazdığına inanıyor veya inanmak istiyor. Avcı yayında böyle bir durumun söz konusu olmadığını belirtti ki benim de izlenimlerim o yönde. Hatta anladığım kadarıyla kitabın referandum kampanyasına denk gelmesi AKP çevrelerini epey rahatsız etmiş ve bunun ardında bir bit yeniği aramaya sevk etmiş. Sırf bu nedenle bile hükümetin Avcı’nın çağrılarına cevap vermeyeceği düşünülebilir. Fakat Avcı’nın medya ablukasının kırılmış olması ve kitabın gördüğü yoğun ilgi hükümetin tam anlamıyla kayıtsız kalmasına izin vermeyeceğe benziyor. Hele Avcı elinde olduğunu söylediği bazı belgeleri açıklamaya başlarsa iş iyice kızışabilir. Örneğin cemaatin Emniyet sorumlusu olduğu söylenen kişi hâlâ ortaya çıkıp “bütün bunlar iftira” demedi.

Son olarak Avcı’ya sorduğum işkence sorusuna değinmek istiyorum. Yayında da söylediğim gibi kitabın en büyük eksiği işkence konusuna hemen hemen hiç değinilmemesidir. Halbuki Avcı’nın meslek hayatının özellikle ilk yılları işkencenin en yaygın olduğu bir dönemdir. Buna şahsen tanık olmuş, yaşamış biriyim. Yayından önce Avcı’ya bunu belirttim ve o da bana tıpkı yayında söylediği gibi 1999’a kadar işkencenin devletin neredeyse tek sorgu metodu olduğunu itiraf etti. Avcı’nın bundan sonra işkence konusuyla doğrudan yüzleşecek bir çalışma kaleme alabileceğini belirtmesini çok önemsiyorum. Umarım Türkiye’nin işkence gerçeğinin sadece mağdurlar tarafından anlatılması geleneği de parçalar ve başka birinci elden tanıklıkların önünü açar.

Avcı’nın yayındaki son sözleriyle bugünkü bölümü noktalamak istiyorum: “Türkiye’de bugün ben de dahil birçok insan , başına bir iftira gelmeyeceğinden emin değil ama herkesin emin olması lazım. Bu inanç Türkiye’de yok. Herkes demeli ki ‘Türkiye‘de adalet vardır, ne olursa olsun benim başıma bir şey gelmez. ’ Ama ben de dahil kimse böyle düşünmüyor, komploya uğrayabilirim düşüncesi var herkeste. ” Doğru.


Cemaat şeffaflaşmadığı müddetçe suçlamalar bitmez

Vatan Gazetesi’ndeki yazılarımı izleyenler bilir: Fethullah Gülen cemaatinin devlet içindeki örgütlenmesini ve ülkenin en güçlü iktidar odaklarından biri haline gelmesini ele aldığımı bilir. Örneğin 9 Nisan 2007 tarihli yazımın başlığı “Hükümet-Ordu-Cemaat üçgeni”ydi ve şu tespiti yapmıştım: “Özellikle son iki yılda yaşananlar Türkiye’de iktidar çekişmenin iki değil, üç ana aktörü olduğunu ortaya koyuyor: AKP hükümeti, TSK ve Fethullah Gülen cemaati.”
Bu yazının ardından sohbet ettiğim üst düzey bir AKP’linin şu sözlerini hiç unutmayacağım: “İki taraf çok şiddetli bir siper savaşı yürütüyor ve her ikisi de bizi kum torbası olarak kullanmak istiyor.” O günden bu yana savaşta epey mesafe alındı. Öyle ki TSK’nın etkisi büyük ölçüde kırıldı, buna karşılık cemaat alabildiğine güçlendi. Peki bugün hangi noktadayız?

Şu soruyu soralım kendimize: Bu ülkede gerçek bir demokrasi olmasını arzulayanlar, orduyu yıllarca neden eleştirmişlerdi? Cevap basit: Siyasete müdahil olmak; şeffaf olmamak; kendi halkına karşı psikolojik baskı yürütmek; yargıya müdahale etmek; suçluları suçsuz, suçsuzları suçlu göstermek; medyayı ve gazetecileri kontrol altına almak

Liste uzayabilir. İşte bütün bu listenin, bugün Gülen cemaatine yöneltilen suçlamalarla büyük ölçüde örtüştüğü görülüyor. En azından Hanefi Avcı’nın kitabında dile getirdiği iddialar, bu ülkenin demokratlarının orduya yönelttiği suçlamalarla epey benzeşiyor.
Çünkü bütün bu iktidar mücadelesi sürecinde, cemaat, hadi “düşmanı” demeyelim de “rakibi”ne, yani TSK’ya bayağı benzemeye başladı. Avcı’nın kitabının çıkmasından bugüne yaşananlara bakalım: Toplumun olağanüstü bir ilgi gösterdiği bir kitaba ülkenin medyası ne kadar yer verdi, veriyor? Çıkan yazıların ezici bir çoğunluğunun Avcı’ya ve kitabına karşı olması bir tesadüf olabilir mi? Avcı’nın kitabını “operasyonel” bulanlar, o kitaba karşı örgütlü bir operasyon yürütüldüğünü gerçekten görmüyorlar mı?


İki derin devlet

Avcı bize Türkiye’de aslında iki farklı “derin devlet”in bulunduğunu çok net bir şekilde gösterdi. Basitleştirip söylersek, bu ülkeyi yıllardır otoriter veya yarı-otoriter bir şekilde yöneten Kemalist elitler, bir aşamadan sonra, özellikle dünyadaki gelişmelere paralel olarak ülkemizde de solun yükselişe geçmesiyle birlikte, milliyetçi-muhafazakâr kesimlere, denetimli bir şekilde iktidardan pay verdiler. İlginçtir, bir yandan polis alımlarında milliyetçi-muhafazakâr köken tercih sebebi olurken, diğer taraftan dini cemaatlerle ilişkileri olduğu gerekçesiyle çok kişi ordudan atıldı.

İslam dünyasının dört bir yanında defalarca yaşanmış bir olgudur: İktidardaki otoriter ve totaliter rejimler, kimi zaman milliyetçi ama daha çok solcu muhalefete karşı İslami cemaat ve grupları sık sık kullanmış ama zaman içerisinde o gruplar kendilerinin en büyük rakibi olmuştur. Bunun nedeni, bu rejimlerin dini yapıları ve İslamcı ideolojiyi küçümseyip kendilerini epey önemsemeleridir. Bizde de böyle oldu ve gelinen nokta ortada.


Cemaatçilik suç değil

Türkiye’deki kızgın iktidar savaşında taraf olmaktan akıl, izan, vicdan ve insafları bertaraf olmuş bazı kişiler, Hanefi Avcı’yı (ve onun iddialarını önemseyenleri), insanları sırf Fethullahçı oldukları için suçlamakla, cadı avı düzenlemekle, hatta Nazi olmakla itham edebiliyorlar. Eğer kitabı okusalardı veya NTV’deki açıklamalarını izleselerdi ya da Avcı’nın kendisini az buçuk bilselerdi bu söylediklerinin hiç de doğru olmadığını görürlerdi.
Öğrenciliğinde ışık evlerinde kalmış, iki çocuğunu Samanyolu Koleji’nde okutmuş, adı yıllarca “Fethullahçı”ya çıkmış ve bu kitabı yazana kadar Türkiye’deki milliyetçi-muhafazakâr camianın rol modellerinden biri olan Avcı, cemaatin eğitim başta olmak üzere birçok alandaki faaliyetlerini övüyor. Ama cemaatin devlet kurumları içinde örgütlenip yasadışı yollarla, suç işleyerek iktidarını güçlendirmeye kalkışmasından kaygılanıyor ve elindeki bilgilerden hareketle cemaati hem ilgili mercilere, hem de kamuoyuna şikayet ediyor.

Avcı’nın iddialarının doğru olup olmadığını nasıl anlayacağız? Tabii ki öncelikle, layıkıyla yapılacak adli ve idari soruşturmalar sonucunda. Ama şu da şart: Cemaat artık bir an önce şeffaflaşmalıdır. Örneğin Avcı bazı isimler veriyor. Bu kişiler neden ortaya çıkıp iddialara cevap vermiyorlar?

Cemaat psikolojik savaş yöntemleri kullanıp kamuoyu oluşturma alışkanlıklarını terk edip demokrasinin evrensel ilkelerine uygun, özgür, sivil, çoğulcu bir diyalog ortamının oluşumuna katkıda bulunmalı ve gerektiğinde hesap vermekten kaçmamalıdır.

Aksi takdirde ne mi olur? Yarın, er geç bir gün, kendisine benzemekte oldukları TSK’nın bugün içine düştüğü duruma düşerler.