|
|
................... |
|
................... |
HER DÖNEMDE YAKIN
TEHLİKE: FAŞİZM |
Ahmet
Civanoğlu |
|
|
|
................... |
|
................... |
1) Neden Konu
Faşizm?
Yaşadığımız dönemde, çeşitli bölgelerde ve çeşitli toplumlarda
gözlemlediğimiz siyasal, ekonomik, yargısal, eğitsel ya da
diğer alanlara ilişkin olaylar aklımıza sürekli aynı soruyu
getirmektedir: Dünya nereye gidiyor? Dünyanın nereye gittiğini anlayabilmek
için de bazı tanımlamalara ve kavramsallaştırmalara ihtiyaç
duyuyoruz. Avrupa’da yükselen işsizlik, enflasyon ve sosyal
huzursuzluklar, sağ siyaset, ırkçılık, göçmen politikalarının
sertleşmesi, Asya’da ve Afrika’da yükselen dinci-ırkçı siyaset ve
dinsel baskılar, mezhep çatışmaları küreselleşmenin idealleriyle
pek bağdaşmamaktadır. Bu çelişkiler de bizi faşizm hakkında
yeniden düşünmeye itmiştir.
Bu çalışmada öncelikle faşizmi tanımlamaya ve temel özelliklerini
ortaya koymaya; buna ek olarak faşizmin coğrafi açıdan Avrupa ve
tarihsel olarak ikinci dünya savaşı dönemine özel bir siyasal olgu
olup olmadığı, her dönemde yaşanma potansiyeline sahip olup
olmadığı üzerinde durmaya çalışacağız. Yöntemimiz, ağırlıklı
olarak tümdengelim ekseninde, faşizmin oluştuğu küresel, bölgesel,
toplumsal, ekonomik dokunun temel yapısından ve üretim-egemenlik
ilişkilerinden yola çıkarak faşizmi yaratan etkenleri ve bu
etkenlerin belirleyiciliği altında ve egemen çıkarlar
doğrultusunda şekillenen faşizm olgusunu çözümlemeye çalışmak
olarak özetlenebilir. Biz bu yöntem dahilinde, etkenlerin öz
itibariyle oluştuğu her dönemde faşist tehlikenin yakın olacağını
ortaya koymaya çalışacağız.
2) Faşizm Nedir?
Pek çok konuda olduğu gibi, bakış açısı ve önemsenen noktalar
değiştikçe faşizmin tanımı da değişmektedir. Yani tanımı yapan
paradigmaya göre faşizm algılaması ve ortaya çıkan faşizm tanımı
önemli farklılıklar gösterebilmektedir. Biz, yöntemimize uygun
olarak, faşizmi doğuran koşulları ortaya koymakla başlayacak ve
faşizmi, üzerinde şekillendiği sosyolojik temel doğrultusunda
anlaşılır kılmaya çalışacağız.
Ayşe Buğra’nın Karl Polanyi’den aktardığı gibi “Avrupa faşizmini
anlamak için Richardo İngiltere’sine bakmak gerekmektedir”. (1)
Gerçekten de Richardo İngiltere’sinde liberal düşünce,
sanayileşmenin de etkisi altında, kapitalistleşme, serbest
girişim, özel mülkiyet gibi kavramlardan oluşan bir düşünce
zeminine oturmuştur. Tarımda makineleşme ve tekelleşmenin
etkisiyle topraksız kalan köylüler, işsizlik ve açlık nedeniyle,
emeklerini satmak amacıyla kentlere göç etmek zorunda
kalmışlardır. Bu işsiz göçmen kitle bir taraftan sanayi
kentlerinde işçi olarak emilirken diğer taraftan metalaştırılmış,
göçün sürmesi ve makineleşmenin atıl emek(işsizlik) yaratması gibi
nedenlerle de bollaşıp ucuzlamış ve yoksullaşmıştır. (2)
Bu durum işverenler için neredeyse bedava emek girdisi ve
dolayısıyla yüksek kârlar anlamına geliyordu. İşte bu nedenle
işverenler emek piyasasında “sözleşme hürriyetini” savunuyorlar ve
devlet müdahalesini istemiyorlardı. Liberal düşünürler de
işverenlerle birlikte hareket ederek, bu korkunç sömürüyü
meşrulaştırmaya çalışıyorlardı.(Burada örnek olarak ünlü Tunç
Kanunu hatırlanmalıdır.)
Siyasete egemen olan liberal düşünce ve kapitalist sermaye,
piyasaları serbestleştirme adına, aşırı sömürüyü yasallaştırmaktan
kaçınmıyordu. Öncelikle, tarımsal nüfusa koruma sağlayan tahıl
yasaları kaldırıldı. Daha sonra, verilen ücret ne olursa olsun
insanları çalışmaya zorlayan ve direnenleri yardım adı altında bir
çeşit hapishaneye tıkan “yoksullar yasası” çıkarıldı ve ücretler
üzerindeki denetime son verildi. Tüm bu liberal hamlelerin altında
yatan asıl amaç devletin müdahale etmediği bir emek piyasası
oluşturmaktı. (3) İngiltere’de ortaya çıkan bu anlayış ve
politikalar kapitalistleşmeyi takiben diğer Avrupa ülkelerine de
yayılmıştır.
Ayşe Buğra’nın Polanyi yaklaşımını açıklarken ifade ettiklerinden
yola çıkarak: 20. yüzyılın başında faşizmi yaratan temel etkenin,
ekonomik ve toplumsal düzene egemen olan liberal düşüncenin her
şeyi metalaştırması, mal ve emek piyasalarında serbestlik adına
korkunç sömürü ve sosyal adaletsizlik yaratması, olduğunu
söyleyebiliriz.
Faşizmin, ortaya çıktığı iklimin temel özelliğini ortaya
koyduğumuz kabulünden yola çıkarak tanımını yapmaya girişmeden
önce, her tür tanımlamada tanımlanan nesneyi veya olguyu
sınırlandırmanın ve onun belli özelliklerini öne çıkartmanın
kaçınılmaz bir sorun olduğunu hatırlatmakta yarar görüyoruz.
Faşizmi kurumsal açıdan ele alan açıklamalarda, güçler ayrımına
son verilerek yasama ve yürütme erklerinin yürütme lehine
bütünleştirilmesi, devlet aygıtının genişlemesi ve toplumun
korporasyonlar temelinde kontrol altına alınması türünden olgulara
ağırlık verildiği gözlenmektedir. Ekonomi-politik merkezli
tanımlamalarda, faşizmin, kapitalist sömürü koşullarında oluşan
sınıfsal gerginliği tekelci sermayenin çıkarları lehine manipüle
etme özelliğine vurgu yapılmaktadır. Hukuksal ve felsefi açıdan
ele alındığında ise özel mülkiyeti temel almakla birlikte
liberalizmin ferdiyetçiliğinin reddi ve ferdin devlet içerisinde
eritilmesi, kişisel özgürlüklerin yerine devletin katı düzenlemesi
altında toplumsal görevlere adanmışlığın getirilmesi türünden
özelliklerini öne çıkaran tanımlamalara rastlanmaktadır. (4) Hatta
faşizmin iktisadi hayata getirdiği hukuksal kısıtlamaların zayıfı
koruyucu nitelik taşıdığı ve bu amaçla teşkil edildiği dahi ileri
sürülmüştür. (5) Bu bakış açılarının çeşitli bileşimlerde
sentezlenmesinden oluşan ayrıntılı faşizm tanımlamalarına
ansiklopedilerde de rastlanmaktadır. (6)
Faşizmin tanımını verebilmek için çeşitli faşist iktidar
dönemlerinin özgül niteliklerini değil ortak yanlarını ele almak
gerekmektedir. Bu yaklaşımla faşizm: kapitalist eşitsiz gelişme ve
derin sömürü koşullarında meydana gelen ekonomik ve sosyal çöküntü
dönemlerinde, bu çöküntüden büyük zarar gören küçük burjuva ve
orta sınıfta oluşan huzursuzluk ve dinamizmin işçi sınıfıyla
işbirliği içerisinde siyasi harekete dönüşmesini engellemek
amacıyla tekelci sermaye gölgesinde katı devlet denetimine ve
güdümüne dayanan bir kontrol mekanizması olarak tanımlanabilir.
Bu mekanizma, toplumsal yapıyı devlet kontrolüne alabilmek için, o
toplumun özgül niteliklerine göre, kişisel ve toplumsal
özgürlükleri kısıtlama; devleti, lideri veya ülküleri
kutsallaştırarak, fertleri bu kutsallara yönelik ödevlerle
baskılama; koyu milliyetçilik, etnik-mezhepsel ayrımcılık,
tektipleştirme ve törensellik gibi farklı farklı araçları
içerebilmektedir. Ancak toplumsal kontrolün temel ve yönlendirici
unsuru, işçi ve işveren sendikalarından, çeşitli meslek
örgütlerinden temsilcilerin ve yüksek devlet memurlarının
iştirakiyle oluşturulmuş ve böylece devlet güdümüne alınmış üst
yapısal ekonomik kurumlar (korporasyonlar) dır.
Faşizm işçi örgütlenmesini reddetmemiş fakat onu korporatif
anlayış içerisinde devlet kontrolüne alarak soysuzlaştırmıştır.
Zaten faşizmin temelinde üretim ve tüketim ilişkilerini korporatif
bir yapıda devlet kontrolüne alarak dolaylı yoldan tekelci
sermayenin kontrolüne bırakmak amacı yatar. (7)
3) Faşizm Neden Almanya ve İtalya’da Türedi?
20. asrın ilk çeyreğinde Liberal düşüncenin ve kapitalist üretim
düzeninin belirleyiciliği altında aşırı üretim krizi olarak
adlandırılan bunalım dönemine girilmiştir. Ücretlerin aşırı
düşüklüğü, gelir dağılımı adaletsizliği ve tekelleşme nedeniyle
işçi sınıfı, orta sınıf ve küçük burjuvazi çok yoksullaşmış, aşırı
üretimi emebilecek bir iç pazar kalmamıştı. Batı Avrupa ülkeleri
üretim fazlalarını sömürge ve yarı sömürge pazarlarda eritmeye
çalışıyor ama Almanya ve İtalya gibi ikinci kuşak kapitalist
ülkeler yeterli sömürge pazarına sahip olmadıkları için bunu
yapamıyordu.
Bu ağır koşullarda çok zor duruma düşen geniş emekçi kitleler ve
ekonomik durgunluk nedeniyle her şeyini tekelci sermayeye
kaptırmakla karşı karşıya kalan küçük burjuvazi patlama noktasına
gelmişti. Bu olumsuz şartlar nedeniyle çekiciliğini yitiren
Liberal Kapitalizmin yerine, üretim ve paylaşım ilişkilerinin
temel dokusunu zedelemeden siyaseti güçlendirecek bir şeyler
koymak gerekiyordu. Çünkü Rusya’da Ekim Devrimi ile oluşan
sosyalist rejim Avrupa’yı etkiliyor, oradaki sosyalistlere hem
örnek oluyor hem de destek vererek kendi rejimini yayma
girişimlerinde bulunuyordu. İşte, bu şartlarda Faşizm Avrupa
egemen sermayesine de şirin görünmeye başlamıştı. (8) Örneğin
Almanya 1935’e kadar Avrupa içerisinde siyasi açıdan tecrit
edilmiş bir durumda iken, Hitler’in anti-bolşevist tutum takınması
ve İspanya iç savaşında Mussolini ile birlikte hareket ederek
sosyalistlere karşı Franco’yu desteklemesi ve buna ek bazı barışçı
tavırlar sergilemesi Almanya’ya askeri ve ticari alanda yeni
manevra alanları bırakılmasını sağlamıştır. (9)
Benzer şekilde Cengiz Uygur’un vurguladığı gibi, eşitsiz
kapitalist gelişme sonucu Almanya, İtalya ve Rusya(ikinci kuşak)
gibi ülkeler, uluslaşma ve kapitalistleşme açısından İngiltere,
Fransa, Amerika (birinci kuşak)gibi ülkelere nazaran gecikmiş
olmaları nedeniyle, kapitalizmin zayıf halkaları olarak
kalmışlardı. Bu zayıf halkalarda, yukarıda anlatmaya çalıştığımız
ekonomik sosyal nedenlerle ortaya çıkan devrim potansiyeli (Rusya
hariç) sonuca ulaşamamış ve burjuvazi-toprak ağası ittifakına
yenik düşmüştü (Nazizmin Alman Sosyalist İşçi Partisi bağrında
yeşerdiği hatırlanmalıdır). Sosyalist hareketi yenen burjuvazi hem
kapitalist sömürü koşullarını devam ettirme hem de yeni sömürge
pazarları elde etme amacını gerçekleştirebilecek bir siyasal-militer
dinamizme ihtiyaç duyuyordu ki, bu Faşizm ve Nazizm olmuştur.
İşte o nedenle faşist iktidarlar döneminde, sömürünün sınıfsal
niteliğini örtecek ve kitleleri kontrol edip güdümleyebilecek bir
ideolojiyi(milliyetçilik) devreye sokma; kamusal kurumları,
propaganda kurumlarını(basın yayın vb) ve bürokrasiyi
bütünleştirmek amacıyla sınırlandırma ve tek merkezden yönetme;
siyasal temsil mekanizmasını güdümlü ve daha hızlı çalışır hale
getirmek amacıyla egemen tek parti dışındaki muhalefetin tamamen
devre dışı bırakılması gibi uygulamalara başvurulmuştur. (10)
Bu dönemde, kapitalizmin birinci kuşağında da her şey yolunda
değildi. Hemen tüm kapitalist ülkelerde sosyalist hareketler
devletin faşist uygulamaları ile karşılaşıyordu. Fransa’da Dreyfus
Davas etrafında gelişen olayların Yahudi düşmanlığına varması,
Amerika’da grevcilerin üzerine kapitalistler tarafından
silahlandırılmış paralı askerler gönderilerek katliamlar yapılması
(Jack London, Demir Ökçe’sinde bu olayları uzun uzun anlatır)*
gibi örneklere her yerde rastlanmaktaydı. (11) 1920 yılında
kapitalist coğrafyadaki liberal hükümetlerin sayısı 35 iken, 1938
itibariyle bu sayı 17 ye gerileyerek, yarı yarıya azalmıştı. Bu
değişimin büyük bölümü faşizm yönünde olmuştur. (12) Yani faşizm
sadece ikinci kuşak Avrupa kapitalizmine özel bir durum değildi.
Ancak orada toplumsal yaşamın ve siyasetin merkezine oturmasının
nedeni birinci kuşağa göre geç kapitalistleşmiş olmanın getirdiği
üretim, hammadde ve pazar sorunlarıdır. O nedenle Mussolini ve
Hitler ikilisi yayılma alanları aramışlar ve savaş ekonomisi
uygulamışlardır.
Yoksa, Almanya’da Faşizmin Hitler’le başladığı zannedilmemelidir.
Bu gün olduğu gibi o dönemde de ezilenlerin, yoksulların,
işçilerin sosyal, ekonomik haklarını ve örgütlenme özgürlüklerini
savunan sosyalistler sık sık faşizmin hedefinde olmuşlardır.
Örneğin Almanya’da hem de henüz Hitler gelmeden 1905 yılında II.
Wilhelm “önce sosyalistleri kurşuna dizmek, kafalarını uçurmak ve
zararsız hale getirmek, ondan sonra da dışarıya karşı savaş açmak”
tan söz ediyordu. (13)
4) Faşizm Yerine Bu Kez Refah Devleti?
Faşizmin oluştuğu koşulları inceleyip düşününce akla ister istemez
şu soru gelmektedir: I. Dünya Savaşının yarattığı tahribat ve
eşitsiz kapitalist gelişme koşulları altında Avrupa’nın özellikle
ikinci kuşak kapitalist rejimlerinde faşizm olgusu kristalize
olurken neden II. Dünya Savaşından sonra o ülkelerde veya benzer
niteliklere sahip olan diğerlerinde Faşizm kendini tekrar
göstermemiştir?
Bu soruya doyurucu bir cevap verebilmek için savaş sonrası
şartlara dikkatli bakmak gerekmektedir. Özetle ifade edelim: II.
Dünya Savaşı Avrupa’daki fiili ve potansiyel emek gücünü
cephelerde yutup yok etmiştir. Buna ek olarak “beşeri fiziki
çevre” onarımı güç bir yıkıma uğramış, kentler yaşanabilir
mekânlar olmaktan çıkmış, her tarafta açlık, yoksulluk ve salgın
hastalıklar temel sorun haline gelmiştir. Dolayısıyla Avrupa,
üretemez ve yaşanamaz bir hal almıştır. Savaşın stratejik
sonuçlarından biri de sosyalist SSCB’nin savaş sonunda galipler
bloğunda yer almasıdır. Savaşı kaybeden taraf olduğu için, faşist
cephe tüm bu yıkımdan sorumlu tutulmuş ve faşizm günah keçisi
haline gelmiştir. Yani yenenler haklı yenilenler sorumlu kabul
edilmiştir.
Avrupa’da, kapitalist üretim ve paylaşım ilişkilerinin devam
ettirilebilmesi için, yeniden yapılanmaya ihtiyaç duyulmaktaydı.
Ancak savaşın yol açtığı ağır yıkımın onarımı yüksek maliyetlere
katlanmayı gerektirmekteydi. Kapitalist sermaye bu yükün altına
bizzat girmek yerine devleti bu yükün altına sokmayı daha uygun
görmüştür ve Avrupa devletleri özellikle Amerikan kaynaklı kredi
ve yardımlarla (Marşhall Planı) finanse edilmeye başlanmıştır.
Kentlerin ve ulaşım-haberleşme sisteminin yeniden inşası,
yoksulluk ve sağlık sorunları, üretimin fiziki araçları ve üretici
emeğin yeniden oluşturulması gibi ivedi, karmaşık ve zor
sorunlarla boğuşmak zorunda kalan Avrupa devletleri, SSCB
tarafından desteklenen ve devrim potansiyelini yakalamış sosyalist
hareketle de karşılaşınca yapacak pek fazla bir şey kalmamıştı.
Avrupa egemen sınıfları(Burjuvazi ve işbirlikçileri) ya her şeyi
göze alarak sosyalist hareketle cepheden savaşacaktı ya da
sosyalist hareketi manipüle etmenin yollarını arayacaktı. Henüz
savaştan çıkmış, yorgun ve yıpranmış bir devlet ve yukarıda söz
ettiğimiz alt yapı sorunları karşısında sosyalist hareketle
uzlaşma yolları aramak ve bu sırada onu manipüle etmenin çaresine
bakmaktan başka çıkar yol gözükmemekteydi.
Sol’a taviz vererek onunla uzlaşmanın ve Sovyetler’den gelen
sosyalizm rüzgârını manipüle etmenin; aynı zamanda da kapitalist
üretim ve paylaşım biçiminin gerektirdiği onarımı
gerçekleştirmenin formülü kısa sürede bulundu: Sosyal Demokrasi.
(14) Bu dönemde sosyal demokrat iktidarlar devlet eliyle ekonomik
ve sosyal yapıya çeşitli müdahalelerde bulunarak savaş
yıkıntılarını giderip yeni konutlar inşa etme, işsizliği azaltma,
ücret düzeyine yasal alt sınır, gelir dağılımını iyileştirme,
çalışanlara sağlık ve emeklilik güvenceleri sağlama, eğitimi
devlet eliyle yaygınlaştırma ve ortalama süresini yükseltme gibi
konularda önemli gelişmeler sağlamışlardır. Bu ve benzeri
nedenlerle bu döneme “Refah Devleti” denmiştir.
Aslında, bu gelişmeler kapitalizmin uzun erimli çıkarlarıyla da
örtüşmekteydi. Savaş teknolojisinin üretim alanına da yansımasıyla
teknolojik gelişme ivme kazanmış, verimlilik artmış ve kapitalist
üretim biçiminin sağlıklı ve bilgili iş gücüne olan ihtiyacı
geçmişe oranla çok daha fazla artmıştı. Refah devleti, onun bu
ihtiyaçlarının yanında çeşitli altyapı hizmetleri ve girdi
avantajları da sağlıyordu. (15) Yani kısaca ifade etmek gerekirse
yükselen sosyalizm ile mücadele etmeye ve egemenliğini sürdürmeye
çalışan kapitalizm bu kez refah devleti trenine binmeyi kabul
etmişti. Ancak bu kabulleniş geçiciydi. Çünkü refah devletinin
yaptığı harcamaların büyük bölümü vergilerle finanse ediliyordu ve
bu, kapitalist tekellerin kârlarında önemli azalmalar demekti.
Nitekim SSCB’nin çökmesiyle birlikte Avrupa Kapitalizmi hiç vakit
kaybetmeden bu trenden ineceğini dillendirmeye başlamıştır. (16)
Günümüzdeki gelişmeler ve yükselen Sağ(Neoliberalizm) siyasete bu
çerçeveden bakmak gerekir.
I. Dünya savaşı sonrasındaki krizini atlatabilmek için faşizmi
üreten Burjuva Egemen Düzen, II. Dünya Savaşı sonrasındaki krizini
atlatabilmek için de Refah Devletine bir süre katlanmıştır. Çünkü
Burjuva Egemen Siyaset, devleti, kendisinin baskı aracı olarak
örgütler ve tarihsel şartlara göre bazen bastırma bazen de uzlaşma
amaçlı pratik değişikliklere gidebilir. Ancak öz hiç değişmez. Bu
öz burjuvanın siyasi, ekonomik egemenliğidir. Uzlaşmaz bir
kitle(işçi sınıfı) veya karşı hareket(sosyalist devrim) ile
karşılaştığında faşizme yönelmekten kaçınmayabilir ve monarşik
cumhuriyet, militarist diktatörlük, bonapartist bir baskı rejimi
veya faşist bir diktatörlük görünümü sergileyebilir. Tehlikeli
sular atlatıldığında ise baskıyı örten ve toplumsal gerilimi
azaltan, sistemin vazgeçilmezi olan piyasalarda hareketliliği
arttıracak bir olağan dönem formuna, yani parlamenter demokrasiye
geri döner. Tarihsel şartlar uzlaşmaya zorladığında ise geçici
olarak soysal demokrasiye katlanabilir. 1970’lerin sonlarında
İtalya,da Yunanistan’da, Pakistan’da ve Türkiye’de yaşanan
darbeler ve askeri yönetim dönemlerini de bu perspektiften
değerlendirmek gerekir. Dolayısıyla faşizmi yalnızca iki dünya
savaşa arasında Avrupa’da ortaya çıkmış özgül bir rejim olarak
algılamak doğru bir yaklaşım olmaz. (17)
5) Yeniden Liberalizm Veya Trenden İniş
İkinci Dünya Savaşı sonrasında, savaşın galipleri arasında yer
alan Sovyetler’den gelen sosyalizm rüzgârlarından büyük güç alan
Avrupa İşçi Sınıfı’nın taleplerine direnmek rasyonel bulunmadığı
için, Avrupa Egemen Sınıfları, iktidarı Sosyal Demokratlara
bırakarak, refah devleti uygulamalarıyla, sosyalizm baskısını
atlatmaya çalışmışlar, Keynezyen ekonomi politikaları ve Fordist
üretim teknolojilerinin de yardımıyla başarılı olmuşlardır. (18)
Ancak Refah Devleti: toplumsal artığı emekçilerle adilane şekilde
paylaşmaya hiçbir zaman gönüllü olmayan egemen burjuva sınıfı
için, yaklaşık 30 yıl boyunca, alışkın olmadıkları vergiler,
sosyal güvenlik payları ve baskısını giderek arttıran yüksek ücret
ve sosyal haklar gibi emek lehine etkenler nedeniyle kârların
azalması anlamına geliyordu. Belki tüm bunlardan daha da önemli
olarak, 60’ların ikinci yarısıyla 70’li yıllar boyunca özellikle
Avrupa’da sosyalist hareketin hızla yükselmesi ve iktidarı
zorlaması; çevre(az gelişmiş) ülkelerin, sürekli merkez kapitalist
ülkeler lehine kaynak aktarımı yaratan dünya sistemini, birleşmiş
milletler nezdinde, sorgulamaları ve değişim talep etmeleri
Amerika ve Avrupa egemen burjuvası için, Refah Devleti treninden
inme vaktinin geldiğini göstermekteydi. (19)
Dolayısıyla, adilane paylaşım ilişkilerini hiçbir zaman içine
sindirememiş olan burjuvazi, ülkesindeki kâr kaybını ikâme ettiği
sömürgelerinde de dirençle(1973 OPEC krizi ile başladığı
varsayılır) karşılaşmaya başlayınca refah devletinden dönüş
sinyalleri vermeye başlamış ve sosyalist bloğun çökmesiyle de hiç
vakit kaybetmeden (neo)liberalizm akımını dünyanın burnuna
dayamıştır.
19. yüzyıl liberalizmiyle karşılaştırıldığında, neo-liberalizmde
öz itibariyle yeni olan hiçbir şey yoktur. Teknolojinin her alana
sirayet etmesiyle finans, mal ve emek piyasalarında yeni
tekniklerle karşılaşılabilir, farklı ve karmaşık mülkiyet
biçimleri(ilişkileri) görülebilir, ancak liberalizm 19. asırda ne
söylüyor idiyse neo-liberalizm de bu gün aynı şeyi söylemektedir:
Devletin –zayıfı koruma amaçlı dahi olsa- müdahalesini reddeden
kişisel özgürlükler, (kutsal) serbest piyasa, sermayenin serbest
dolaşımı (emeğin serbest dolaşımına hayır) vs.. Yani, benzetme
yerinde ise, örtü farklı olabilir ama masa aynı masadır.
Egemen Burjuva, bu gün, liberal değerlere geri dönerek 19.
yüzyıldaki mutlak egemenlik düzenini küresel hale getirebilmeyi
ummaktadır. Ayşe Buğra’ya göre, özelleştirmeler, emek piyasasını
düzenleyen kuralların ortadan kaldırılması, asgari ücrete kadar
bütün düzenleyici kurumlara saldırılması gibi girişimler, toplumu
ekonominin aksesuarı haline getirme amacı taşımaktadır. Çevrenin
kontrolsüzce tahribi, tüm koruyucu önlemler kaldırılarak emeğin
piyasada bir meta haline getirilmeye çalışılması, paranın
spekülatif bir araç haline gelmesi nedeniyle büyük krizlerin
doğması gibi olaylar 19. yüzyıl tarzı bir piyasa ekonomisine
yönelişi gösteriyor. (20)
Avrupa Sol Partisi 2. Kongresi (2007) Sonuç Bildirgesi de Buğra’yı
haklı çıkartır şekilde, küreselleşen finansal ve askeri
kapitalizmin zorunluluklarından doğan neoliberal politikaların
katlanılmaz bir sosyal gerilemeye sebep olduğunu ve Avrupa’yı,
görülmemiş derecede ağır şartlar içeren bir çıkmaza sürüklediğini
vurgulamıştır. Bildirgenin tümüne bakıldığında temel sorun
alanlarının: işsizlik, sosyal güvencesizlik, toplu sözleşme
haklarına yönelik saldırılar, kamu hizmetlerinin
özelleştirilmesinden doğan adaletsizlikler, ekolojik bozulma,
emekçi örgütlerine karşı planlı saldırılar, küresel ısınma,
kapitalist üretim ve tüketim ilişkileri, çarpık kentleşme, savaş
ve silahlanma, nükleer enerji, çarpık serbest rekabet, tek
tipleştirme, ırkçılık, cinsiyete veya cinsel tercihe dayalı
ayrımcılık, ötekileştirme olarak belirlendiği görülmektedir. (21)
Bir şeyi özellikle belirtmek gerekmektedir: Refah devleti
uygulamalarının, düşük yoğunluklu da olsa, benzerleri çevre
ülkelerde de Avrupa örnek alınarak, hatta İMF önerileriyle (22),
uygulamaya konulmuş ve sosyal adalet açısından kayda değer
iyileştirmeler sağlanmıştır. Ancak bu alanda da Avrupa’yı
yakalamaktan çok uzakta kalan bu ülkeler, İMF, Dünya Bankası ve
DTÖ gibi kuruluşlar eliyle neoliberal politikalara zorlanmalarının
sonucu olarak ağır sosyal sorunların içine sürüklenmişlerdir. Söz
konusu ülkelerin birçoğunda, spekülatif para hareketleri, bütçe
açıklarını borçlanmayla finanse etmekten kaynaklı yüksek faiz,
özelleştirmeler, dışa bağımlı ve yüksek maliyetli üretime yol açan
tarım ve enerji politikaları, bütçe disiplini adına sosyal
harcamaların kısılması, nüfusun görece genç olması gibi etkenlerin
bir araya gelmesiyle birlikte, işsizlik aşırı artmış ve buna
eklenen enflasyon, sosyal güvenlikten mahrum geniş kitleleri aşırı
derecede ezmeye başlamıştır.
Kapitalizmin merkez ve çevre ülkelerinde, siyaset ve ekonomide
neoliberalizm ile birlikte oluşan sosyal çöküntü, aşırı sağ
partilerin güçlenmesine, milliyetçilik ve ırkçılığın yükselmesine
sebep olmaktadır. (23) Ayrıca, günümüzde, ABD ve Avrupa’da artan
sosyal sorunlar ve işsizlik ile birlikte göçmenlere karşı politik
sertleşme ve yer yer ırkçı saldırılar yaşandığı haberleri
süreklilik kazanmıştır. Yalnızca Avrupa siyasetindeki aşırı sağcı
yükselişten hafızaları tazeleyecek birkaç örnek vermek bile
konunun ciddiyetini göstermesi açısından yeterlidir: (24)
Avusturya, 1999 Seçimler, Haider, Parlamentoda 52 sandalye
Fransa, 2002 Cumhurbaşkanı seçimleri, Le Pen, ikinci oldu (% 18
oy)
Hollanda, 2002, Pim Fortuyn’in Listesi, toplam sandalyelerin
1/6’sını aldı (%17,1)
Danimarka, 2001, ırkçı “Danimarka Halk Partisi” %12 oy alıp ikinci
oldu.
Belçika, 1999, Vlaams Bloc Partisi, 15 sandalye kazandı.
İsveç, Norveç, ırkçı partiler ikinci parti haline geldi.
İtalya, 2001, faşist Allianze National % 12 oy aldı.
İspanya, 2000, Partido Popular % 44,5 oyla hükümet kurdu. (25)
(Ancak 2008 seçimlerini sosyalistlerin kazandığını biliyoruz.)
Kapitalist sermaye sınıfının, neo-liberalizm propagandaları
altında egemenliğini küresel düzlemde mutlaklaştırma
girişimlerinde önemli yol kat etmesinin yarattığı sosyal çöküntü
ve siyasi tepkiler ile birlikte yükselen ırkçı aşırı sağ siyaset,
ister istemez, II. Dünya Savaşı öncesi Avrupa’da, yetmişlerin
sonunda da birçok Akdeniz ve Ön Asya ülkesinde yaşanan
ırkçı-faşist yükselişi hatırlatmaktadır.
7) Vargı
Burjuva Demokratik Düzenin faşistleşmesiyle eş zamanlı olarak
ırkçılığın yükseldiği, gözlenen bir gerçektir. İkisi arasındaki
ilişki ekonmi- politik bir temele dayanmaktadır. Faşizmin,
yukarıda açıkladığımızı düşündüğümüz temel üzerinde yükselmesi
gibi ırkçılık da bu temel etrafında egemen burjuvanın tarihsel
çıkarlarına hizmet eden bir ideolojidir. Yani faşizmin
benimsetilip meşrulaştırılmasında kullanılan bir söylem biçimidir.
Irkçılık ve milliyetçilik: faşizmi yaratan eşitsiz gelişme,
sermayenin genişleme, tekelleşme ve toplumu tahakküm altına alma
hedefleri, ağır sosyal adaletsizlik, yoksulluk ve bunun yarattığı
sol siyasal tepkiler gibi etkenler altında ortaya çıkan toplumsal
kaynamayı kontrol altına alma ve toplum içerisinde yaratılacak
ezici bir çoğunluğu tekelci sermayenin hedeflerine koşma amacına
hizmet eden bütünleştirici söylemden başka bir şey değildir.
Bu söylem, çoğunluk tahakkümü yaratmak amacıyla o toplumun özgül
durumuna göre bazen derinin rengi, dinsel-mezhepsel farklılıklar,
göz, saç rengi gibi diğer fiziksel farklılıklar, bazen de
çarpıtılmış etnolojik, tarihsel veriler kullanmak yoluyla
üretilmiş sözüm ona bilimsel ayrımları referans alabilmektedir. Bu
yönelimin asıl amacı, ekonomik temelli eşitsizlik ve
adaletsizlikler üzerinde oluşan sınıfsal konumlanma ve mücadeleyi
manipüle edip etkisiz hale getirmektir.
Başka bir ifade ile emperyalist ve tekelci sermaye, tahakkümü
altında tuttuğu sınıfları bir taraftan sömürürken, bu sömürünün
yol açtığı tahribatın sonucu olarak doğabilecek sosyal patlamayı
önlemek ve kitleleri kontrol etmek için gerektiğinde faşizmi ve
ırkçı-milliyetçi ideolojiyi çeşitli bileşim ve dozlarda
kullanabilmektedir. Sosyal adaletsizliğin temeli olan ekonomik
eşitsizliği ve sınıfsal farklılıkları örtebilmek için biyolojik,
etnolojik, tarihsel çarpıtmalara dayanan yeni ayrımlar
yaratabilmektedir. Tüm dünya toplumlarını türdeş bir küresel
piyasa etrafında toplayarak tektipleştirmeyi kendi çıkarlarına
uygun gören emperyalist sermayenin bir taraftan da kültürel,
etnik, bölgesel farklılıklara özgürlük sloganları atmasını bu
bakış açısıyla değerlendirmek gerekmektedir.
Özellikle 1980’lerden sonra, refah devleti döneminin tüm sosyal
kazanımlarını, küreselleşme, uluslararası serbest finansal
dolaşım, özelleştirme ve serbest rekabet adı altında geri almaya
ve toplumsal düzenin mutlak egemeni olmaya çalışan liberal
kapitalizm, neoliberal maske altında teknolojik gelişmelerden de
yararlanarak bu amacına ulaşır ise yaratacağı sosyal-ekonomik
adaletsizlik, işsizlik, enflasyon ve sefalet ortamı bizi
21.yüzyılın yeni faşizmlerine sürükleyebilir.
DİPNOTLAR:
1) “Ayşe Buğra ve Çağlar Keyder ile Sosyal Politika
Forumu’ndan”, Sunan: Ö. Marda, Özgür Radyo 10-08-2005
2) Halis Çetin, “Liberalizmin Tarihsel Kökenleri”, s:
88-89, C.Ü. İİBF Dergisi, cilt3, say 1, 2002, s: 79-96;
www.cumhuriyet.edu.tr/edergi/makale/134.pdf
3) John Gray “Sahte Şafak”, çev: Gül Çağalı Güven, OM
Ekonomi-Politik, İstanbul 1999, s:18-21
4) Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, “Devirden Devire”, Bilgi
Yayınları Ank 1975, cilt 2, s:87-91; Fikret Başkaya “Paradigmanın
İflası”, Doz Yay. 1991,s:164; Esat Çam “Siyaset Bilimine Giriş İ.Ü
Yayını 1981, s:420,446,460
5) Francesko Messineo, “Batı Avrupa Memleketleri Hukukunda
Akit Mefhumunun XX. Asırdaki Tekamülü” 16- 11-1960 Ankara
Üniversitesi konferansı, çev: Haluk Tandoğan; http//auhf.ankara.edu.tr/dergiler/auhfd-arsiv/
AUHF-1960-17-01-04 AUHF-1960-17-01-04-Messinco.pd
6) “Büyük Larousse”, Librairie Larousse 1986’ dan Miliyet
için İnterpress Basın ve Yayın AŞ tarafından hazırlanmış Türkçe
basım cilt 8; “Ana Britannica” Ana Yayıncılık ve Encyclopaedıa
Britannica işbirliği ile yayımlanmış Türkçe basım, İstanbul 1988,
cilt 8
7) Cengiz Uygur a.g.m
8) Fikret Başkaya a.g.e, s: 164
9) Hüseyin Salihoğlu, “Alman Kültür Tarihi” İmge yay 1993;
s: 196-197
10) Hıfzı Veldet, a.g.e s: 80-95
* Okunması şiddetle tavsiye edilir.
11) Cengiz Uygur “Faşizm ve Devlet Üzerine”, “Faşizm ve
Devlet” içinde, Gelenek 2. Cilt, 11. kitap, Ekim 87, s: 15-33
12) Zafer Toprak, “Türkiye’de ‘Sol Faşizm’ ya da Otoriter
Modernizm” 1923-1946, 27 mayıs 2006, s: 8; www.obarsiv.com/cagdas_turkiye_seminerleri_0506.html
13) Hüseyin Salihoğlu, a.g.e; s: 165
14) Meryem Koray, “Görülmek İstenmeyen Gerçek: Sosyal Refah
Politikaları ve Demokrasi İlişkisi”, www.calismatoplum.org/sayi5/Makale5/makale2,
s:31; Birgül Ayman Güler, “Sosyal Devlet ve Yerelleşme”, www.yayed.org/resimler/ekler/4f23670e1833f3f_ek,
s:2; John Gray, a.g.e, s:13
15) Nihat Uçukoğlu, “Neo-Liberal Politikalar, Özelleştirme
ve Sanayiye Etkileri”, www.metalurji.org.tr/dergi/dergi136/d136_5973,
s:3
16) Benzer bir değerlendirme için bkz. İlhami Alkan “Refah
Devletine Artan Talep: Neoliberalizmin İnisiyatif Kaybı”, s: 23,
“Türkiye’nin Sosyalist Seçeneği” içinde, Nazım Kitaplığı 2006, s:
23-37
17) Cengiz Uygur, a.g.m, s:17-20
18) Nihat Uçukoğlu, a.g.m, s: 3
19) Korkut Boratav, “Geçmişe Dönüşü Savunarak İleriye
Gitmek”, s:31-34, “Türkiye Sosyalist İktisat Kongresi 2005
Bildirileri” içinde, Nazım Kitaplığı 31, İstanbul 2005, s: 31-40
20) “Ayşe Buğra ve Çağlar Keyder ile Sosyal Politika
Forumu’ndan”, Özgür Radyo 10-08-2005
21) “Avrupa Sol Partisi 2. Kongresi Sonuç Bildirgesi”, 25
Kasım 2007 Prag, www.european-left.org/fileadmin/download/spressfinal-declaration-tr_1_.pdf
22) Nihat Uçukoğlu, a.g.m, s: 9
23) Özlem Hançer “Avrupa’da Aşırı Sağın Yükselişi ve
Nedenleri Üzerine Bir İnceleme: Fransa ve Almanya Örnekleri” Yük.
Lis. Tez. Ank 2005, s:13-18, http://acikarsiv.ankara.edu.tr/fulltext/2640.pdf
24) “Avrupa’nın Değişen Siyasal Çehresi”, http://ankarasgd.org/site/pdf/Avrupanin_yenicehresi
25) Ayrıntılı bilgi için bkz: Özlem Hançer, a.g.t. s:33-43 |
|
|
|
|
|
|
|