|
|
................... |
|
................... |
NÜKLEER SANTRALDEN
NÜKLEER SİLAHA |
Ertan
Keskinsoy |
|
|
|
................... |
|
................... |
Türkiye neden nükleer santral
sahibi olmak istiyor? Yaklaşmakta olan enerji krizine karşı
şimdiden önlem almak için mi? Türkiye'nin enerji talep
tahminlerini yapan kurum olan TEİAŞ'ın 2020 yılı talep
öngörüsü, 570 milyar kilovatsaat (eşittir 570 gigavatsaat).
Yalnız, devlet yetkililerinin attıkları projeksiyonun tuttuğu
pek görülmüş değil. Örnek verirsek, Enerji Bakanlığı, 2000
yılında 5 yıl sonrasının enerji talebini 197, TEAŞ 212, Elektrik
Mühendisleri Odası (EMO) ise 171 milyar kilovatsaat olarak tahmin
etmişti. Peki, 2005'te toplam talep ne kadar oldu? 145 milyar
kilovatsaat. Milliyet gazetesinde nükleer karşıtı duruşunu
sayıları konuşturarak devam ettiren Meral Tamer'in deyişiyle, "EMO
bile Türkiye'nin gelecek yılki elektrik ihtiyacını 5 yıl
öncesinden tahmin etmeye çalışırken fevkalade bonkör davranmış!"
Yani TEİAŞ'ın 570 milyar kilovatsaatlik tahmininin iler tutar yanı
olmadığını söylemek için -2020 yılı EMO tahmini, 310 milyar
kilovatsaat!- biliminsanı olmaya gerek yok; üç basamaklı sayılarla
temel aritmetik işlemlerini yapabiliyor olmak yeter.
Acaba Bilgi Edinme Hakkı çerçevesinde "Enerji talebi patlayacak,
krize gireceğiz" söylemini ortaya atanların, ÖYS'de doğru
yanıtladıkları net matematik sorusunu öğrenme hakkına sahip miyiz?
Sorunun yanıtı ne olursa olsun, bu sözün tevatürden öte bir
geçerliliği olmadığı bizce ortada.
ENERJİ BAĞIMSIZLIĞI MAVALI
Madem öyle, Türkiye neden nükleer enerji istiyor? Doğalgaz
cenderesinden kurtulup enerji bağımsızlığına kavuşmak için mi?
Nükleer santrallerde yakıt olarak uranyum-238 kullanılır.
Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı'nın (UAEA) raporlarına göre,
Türkiye'deki tahmini uranyum rezervi 9 bin ton civarında. 1
kilogram yakıt elde etmek için, uranyum madenlerinde 500 ila 5.000
kilogram radyoaktif kayanın yeryüzüne çıkarılması gerekiyor. 1300
megavatlık bir hafif sulu reaktör için her yıl 25 ton hafif
zenginleştirilmiş uranyum gerekir. Bu da 120 bin ayrıştırma birimi
(separative work unit / SWU) kullanılarak 210 ton doğal/
zenginleştirilmemiş uranyumun işlenmesi demektir. Yani matematik
olarak Türkiye, kendi uranyumunu kullanabilir. Güzel. Ama bir
eksik var, o da bu konudaki irade beyanı. Nükleer santrali en çok
isteyenlerin bugüne kadar Türkiye'deki uranyum ile ilgili durum
tespitinden öte gitmemelerinin bir nedeni olsa gerek. Hatta TAEK
yetkilileri, sağda soldaki demeçlerinde uranyumu ithal
edeceklerini açıkça söylüyorlar. Yani, insan sermayesini
saymazsak, Türkiye, kendi uranyumunu kullanabilecek durumda; ama
bilinçli olarak kullanmıyor. Bu da TAEK'in yanıtlaması gereken bir
soru; ancak enerji bağımsızlığından çok, muhtaç olunacak elleri
çeşitlendirme girişimi diyebiliriz, nükleer reaktör çabalarına.
(Bir de toryum efsanesi var ki, Nasreddin Hoca'nın koyun fıkrasına
benzediği için onu burada ciddiye almayıp es geçmeyi tercih
ediyoruz.)
NÜKLEER BOMBA
Geriye AKP hükümetinin ve ordunun nükleer bomba isteyip istemediği
tartışması kalıyor. Bilkent Üniversitesi Uluslararası İlişkiler
Bölümü'nden nükleer silahsızlanma uzmanı Mustafa Kibaroğlu,
Türkiye'de yaygınlaşmakta olan, nükleer bomba sahibi olmayı
destekleyen görüşün dayanaklarını şöyle sıralıyor:
ABD'nin Kuzey Kore'ye karşı yürüttüğü politikanın sökmemesi ve
Kuzey Kore'nin kendi nükleer bombasını ya da blöfünü yapması,
NATO'nun bir savunma örgütü olarak giderek işlevini kaybetmesi,
ABD'nin Kürtlere karşı uyguladığı siyasetin Türkiye'deki ana akım
görüşü, ABD ile 'stratejik' ilişkileri sorgulatacak ölçüde mutsuz
etmesi,
Ve tabii ki meşhur 'çuval' olayı.
Buna bir madde eklemek gerekirse, bizzat ABD ve Rusya da dahil,
gitgide daha fazla ülkenin NPT'yi (Non-Proliferation Treaty /
Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Anlaşması) delme pahasına,
yeni nükleer silah teknolojileri üzerinde çalışmaktan geri
durmaması gösterilebilir. Rusya geçtiğimiz yıl yepyeni bir silah
yaptığını göğsünü gererek açıkladı. Aynı zamanlarda ABD de 'bunker
buster / sığınak delici' bombalar üzerine çalışıyordu. Bu
silahlar, düşü açısı itibarıyla, toprak altındaki sığınakları
hedefleyen nükleer bombalar.
Tüm bunları alt alta yazınca, uzun vadeli bir askeri stratejinin
"Ortalık karışıyor, biz de hafiften elimizi güçlendirmeye
çalışalım" demesi olanak dışı değil.
SANİYENİN MİLYONDA BİRİNDE HİROŞİMA
Peki, 'barışçıl amaçla' çalışan bir nükleer santralden nükleer
silah çıkar mı? Nükleer santrallerde yakıt olarak uranyum-238
kullanıldığını (U-238) söylemiştik. 238 sayısı, 92 proton ve 146
nötrondan gelir. Uranyum-235'te ise, yalnızca 143 nötron vardır.
Bu izotop, 'abisinden' farklı olarak, parçalanabilir ve bu
parçalama işlemi sonunda atom bombasının yapılması sağlanabilir.
Bir atom bombasının içinde U-235 çekirdek maddeyi oluştururken,
U-238, onu çevreleyen koruyucu / nötron yansıtıcı maddeyi
oluşturur. U-235, dünyanın en hızlı ve ölümcül zincirleme
reaksiyonuna neden olabilen bir kimyasal maddedir. Uygun bir
ağırlıktaki U-235 kütlesinin üzerine bir-iki parça nötron
gönderdiğinizde, nötron elemente çarpar ve onu parçalar,
parçalanan bölüm başka bir parçacığa çarpar ve onu parçalar. Atom
bombası böyle çalışır: U-235 -ya da plütonyum-239- ile
parçacıkları ile dolu bir çekirdeğin çevresine kimyasal tepkimenin
dışarı taşmasını engelleyici U-238,onun da dışına konvansiyonel
patlayıcı konur. Konvansiyonel patlayıcı patlayınca, bir saniyenin
milyonda biri sürede zincirleme reaksiyon gerçekleşir.
İlginç olan, bir nükleer santralde de enerjiyi açığa çıkaran
zincirleme reaksiyonun aynı ilkelere dayalı olmasıdır. Ancak
reaktörde, kütleler çok daha küçük, işlem de kontrollüdür. Yine
de, Sinop'a kurulması beklenen hafif su reaktörü (su, soğutma için
kullanılıyor) tipinde U-238'in yanısıra yüzde 3,6 oranında U-235
içeren düşük ölçüde zenginleştirilmiş uranyum kullanılır. Adından
da anlaşılacağı gibi, zenginleştirme de kendi içinde üçe ayrılır:
* Çok hafif zenginleştirilmiş uranyum (slightly enriched uranium /
SEU), yüzde 0,9 ile 2 arasında U-235 içerir. Böylece uranyum
zenginleştirme masrafların azaltılmış olur, ama bu tip uranyumu
yakıt olarak kullanan (bir zamanlar Akkuyu talibi olan CANDU, bu
konuda dünyada tek) ortaya nükleer reaktörde kullanılacak suyun
ağır su olması gerekiyor (döteryum oksit, D2O); bu da kurulum
maliyetini artırıyor.
* Hafif zenginleştirilmiş uranyum (lightly enriched uranium / LEU),
yüzde 2-20 arasında U-235 içerir. Ancak dünyadaki birçok hafif su
reaktörü, yüzde 3-5 arasında U-235 içeren uranyumu kullanmayı
tercih eder. Bu, yalnızca maliyet ile ilgili bir tercih değil;
politik de bir tercihtir; çünkü yüzde 10'dan sonrası silah
teknolojisine girmeye başlar.
* Yüksek ölçüde zenginleştirilmiş uranyum (highly enriched uranium
/ HEU), ikiye ayrılır: yüzde 85 ve üzeri U-235 içeren uranyum,
silah uranyumu olarak anılır, halbuki yüzde 20, hatta daha
aşağısında U-235 oranının -silahın kütlesi büyümek kaydıyla- atom
bombası yapmaya yettiği söylenir.
Uranyum zenginleştirme işlemini dünyada iki elin parmakları kadar
şirket yapıyor; hepsi de kendi ülkelerinin ordularıyla yakın
ilişki içinde çalışıyorlar. Bu yüzden Türkiye'nin, hele UAEA'nın
sıkı denetimi varken, doğrudan zenginleştirilmiş uranyum alıp bunu
stoklayarak bomba yapması mümkün değil. Ancak atık olarak
kullandığı uranyumdan plütonyum üretip, Hindistan'ın yıllar önce
yaptığı gibi, eğer UAEA'nın gözlerinden 'şark kurnazlığı' ile bu
plütonyumu kaçırmayı başarırsa, nükleer bomba sahibi olması,
teknik olarak mümkün.
Önce plütonyumu, sonra Hindistan'ı anlatalım: Plütonyum, doğada
uranyumdan da seyrek bulanan bir element. Tıpkı uranyum gibi,
çarpışmayı seven, nerdeyse kaotik bir yapısı var. Yalnız,
uranyumdan çok daha güçlü. Doğada çok seyrek bulunan bir madde
olduğu için, kimyagerler, bu maddeyi kimyasal tepkimelerle
üretmeyi deneyip 1941'de bunu başarmışlar. U-238, ağır sudaki
etkin maddelerden biri olan döteryum bombardımanına tutulunca
plütonyum 239 ortaya çıkıyor. Nagazaki'ye atılan bomba, bir
plütonyum bombasıydı.
Hindistan, dünyanın az sayıda nükleer bomba sahibi ülkesinden biri
olmayı, kısmen Kanada ve ABD sayesinde becermişti. Bu iki ülke,
Hindistan'a CIRUS adlı bir reaktör yapmışlardı (Canadian - Indian
- U.S. Reactor). Reaktör aslında Kanada yapımıyken, reaktörün
gereksindiği ağır su, ABD'den geliyordu. Bu reaktör sayesinde
-reaktör UAEA'nın denetimi altında değildi-, Hindistan, yılda
6,6-10,5 kg. arasında plütonyum biriktirerek, ilk nükleer
denemesini 32 yıl önce, 18 Mayıs 1974 tarihinde yaptı. Mahatma
Gandhi'nin kızı Indra Gandhi, "Gülümseyen Buda" adlı bu
operasyonun gerçekleşmesini sağlayan herkesi nişanlara boğdu.
Türkiye'de de birileri yakın gelecekte çıkıp da Turgut Özal'ın
vaktiyle Anayasa hakkında dediklerini NPT hakkında derse
şaşırmamak gerek. Bazı köşe yazarları “Türkiye'nin nükleer güç
olması kaçınılmazdır” hamasetini döktürmeye başladı bile. Ancak
şark kurnazlığı nereye kadar söker, bilinmez. Kibaroğlu, kibarca
uyarıyor: "Bugüne kadar üyesi olup da hakkını verdiğimizi bir
Anlaşma'yı çöpe atmaya kalkışmanın yaptırımları, Türkiye'nin
sandığından çok daha ağır olacaktır."
“Yurtta barış, dünyada barış”, Atatürk'ün güzel sözlerinden
biridir, malum. Yurtta barışı sağlamayı bir türlü beceremedik,
bari bu güzel sözün ikinci yarısının hakkını verelim. Nükleer
bomba yaparak değil, Meclis'te tezkere savarak.
KİRLİ BOMBALAR
Sovyet bloğunun yıkılmasıyla birlikte konvansiyonel bombalar
yetmezmiş gibi yaşamımıza bir de 'kirli bombalar' girdi. Kirli
bomba, 'klasik' nükleer bombalardan hem boyutu, hem de
malzemesinin elde ediliş ve üretiliş biçimi ile ayırt ediliyor.
Nükleer bombaların boyu, zaten artık Şişko ile Sıska kadar değil
(sırasıyla 21 ve 15 kiloton).
Kirli bombanın yapılması için gerekli olan nükleer maddeleri elde
etmenin bir zor, bir de kolay yolu var. Zor yolu, en 'kaliteli'
nükleer bomba materyali olan silahlarda kullanıma hazır plütonyum
ya da uranyum ele geçirmek. Eski Sovyet ülkelerinde bu, pek de
olanaksız değil. Örneğin birkaç yıl önce Gürcü oduncular Lja
ormanlarında kazara bir termonükleer jeneratör bulup aylarca yoğun
bakımda kalmışlardı. 1990'ların sonunda, bir nükleer atık deposu
Çeçen militanlar tarafından yağmalanmıştı. Ruslar, ne kadar
malzemenin çalındığını belirlemeye hiçbir zaman yanaşmadılar. Ama
şöyle bir ipucu verelim: Nagazaki'ye atılan bombada yalnızca 6.2
kg. plütonyum vardı.
E-bay'de bir açık artırma metni:
"Bu, uranyum-238. 22 gram çekiyor. Yerinizde olsam solumam ve
yemek sosu olarak kullanmam; ama onun dışında bir zararı yok.
Gelecek yıl Filipinler'e taşınıyorum ve bunu ülkeye sokamayacağım
muhtemelen. 73 yaşındayım, 38'lik revolverimi de sattım; çünkü
Filipinler'de ölümcül silah taşımasına izin verilen tek grup,
teröristler. Bu madeni Utah'taki Teksas Çinko Şirketi'nden
ayrılırken hoşçakal armağanı olarak aldım."
KORKUDAN SİLAHA SARILMAK
1992'de, Clinton'un sonradan CIA Başkanı yapacağı istihbaratçı
John Deutsch, dünyada yaklaşık 25 ülkenin istese hemen nükleer
bomba yapmaya başlayabilecek teknolojiye sahip olduğunu
söylemişti. Nükleer enerji uzmanları, bu 25 ülkenin arasında
İsviçre, İsveç, Kanada, Brezilya, Avustralya, Arjantin, Japonya,
Güney Kore, Endonezya, Almanya, Tayvan gibi dünyanın dört bir
yanında ülkeleri sayıyor.
Bir ülkenin nükleer silah sahibi olmak istemesinin temel nedeni,
bir hasmından ciddi biçimde korkuyor olması. ABD'nin ilk nükleer
bombasının ardında, Nazilerden hızlı davranma kaygısı vardı.
Pakistan-Hindistan örneği, İsrail'in hâlâ 'Evet, var' diyemediği
yüzlerce bombası, Kuzey Kore'nin ABD korkusu. Artık tarihe
gömülmüş korkular da var. Örneğin zamanında Güney Afrika
Cumhuriyeti'nin ırkçı beyaz yöneticileri, kendilerini kara
Afrika'nın kalanının gazabından korumak için yedi uranyum bombası
yapmış, yönetim ırkçı azınlığın elinden kurtarılınca da bu
bombalar imha edilmiş.
ABD ve SSCB'nin birbirlerinden olan korkuları, dünyanın en korkunç
cephanesinin ortaya çıkmasına neden oldu. Soğuk Savaş bittiğinde,
Sovyetlerin 35 bin, ABD'nin 25 bin nükleer savaş başlığı vardı.
2002 yılına gelindiğine, bu sayı yaklaşık 8 bin ile 10 bine
düşürülmüştü. Bu yıl iki ülkenin yaptığı bir antlaşmaya göre, bu
sayı 2012 yılında sırasıyla 1700 ve 2200'e düşürülecek.
Not: Bu yazıda nükleer santralin neden aptalca bir karar olduğunu
tartışmadım, tartışmak istemedim. Bir noktadan sonra, bu tür
yazılar ya iman tazelemeye dönüyor; ya da nükleer bağnazlara
aritmetik öğretme beyhude çabasına. Ama nükleer santralin neden
anlamsız olduğu üzerine bir yazı isterseniz, şu yazıya bir göz
atabilirsiniz:
http://www.bgst.org/keab/aks20060420.htm |
|
|
|
|
|
|
|