|
|
................... |
|
................... |
ALİ BULAÇ, YABANCI
DAMAT VE MELEZLEŞME ÜZERİNE |
Evren Çelik Wiltse |
|
|
................... |
|
................... |
Maalesef en liberal, en demokrat
farzettiğimiz Müslüman entelektüeller bile, iş kadın-erkek
eşitliği konusuna geldiğinde bizi yüzüstü bırakıyor. Ali
Bulaç'ın Zaman'daki köşe yazısında topu endirekt
pozisyonlardan (Guantanamo ve ABD'deki fanatik rahiplerden
bahsederken) çevirip yabancılarla evlenenlere getirmesi,
şahsen bende ilk etapta biraz şaşkınlık yarattı. Aslında bu
'ılımlı-muhafazakar-demokrat' tamlamasını bir kenara atarsak, iş
'gavurlarla kız alıp verme' meselesine gelince, Ali Bulaç sıradan
vatandaşlardan belki o kadar da farklı düşünmüyor. Binnaz Toprak
ve Ali Çarkoğlu tarafından Türkiye çapında yapılan bir saha
araştırmasına göre, halkımızın yaklaşık % 75'i kızlarının
yabancılarla evlenmesine karşı. Ancak yine % 70 civarı oğullarının
da yabancılarla evlenmesine karşılar. Yani, yurdum insanı ne
'Yabancı Damadı' ne de 'Yabancı Gelini' öyle büyük bir şevkle
bağrına basmıyor. Nüfusumuzun yaklaşık dörtte üçünün yabancılarla
dest-i izdivaca karşı olmasını yorumlarken, Toprak ve Çarkoğlu şu
notu da ekliyor: İslam'da erkeklerin gayri-Müslimlerle
evlenmesinin önünde bir engel yok. Buna rağmen kız ve erkek
çocuklar için sonuçların bu kadar yakın oranlarda çıkması, Türk
halkının aslında o kadar da kız-erkek çocuk ayrımı yapmadığının
göstergesi olsa gerek. Yoksa neden iki cins arasında sadece % 5
gibi bir fark olsun? Eğer biz de bu çıkarıma az-çok katılırsak,
yazısının sonucunda yabancılarla evlenen bayanlara özellikle
yüklenen Bulaç, toplumdaki genel göstergelerin bile gerisine
düşmüş oluyor.
Bulaç'ın Zaman'daki yazısı ve Birikim Güncel'deki Tan Ozan'ın
makalesi bende son derece şahsi bazı refleksler yarattı, ki bu
makale de onun bir sonucu. Malum, başlıktaki isimden de
anlaşılacağı üzere biz de halt edip bir yabancı ile evlenmiş
bulunmaktayız. Bu süreçte Edirne'den Kars'a kadar dağılmış -ki bu
laf olsun diye değil, hakikaten öyleler- geniş aile, akraba ve
diğer yakın erkân arasında çatlak sesler çıkmadı dersem yalan
olur. Ama sonuçta her iki tarafta da öyle husumet güden veya
kendisini mağlup-galip gören kimse kalmadı. “60 milyonluk
memlekette adam mı bulamadın?“ diyerek en baştan kalbimizi kıran
sevgili dayım bile, sonradan benim 'Gavur Damat' esprilerime
bozulur oldu, 'aileden' birine hakaret olarak algıladığı için.
Şimdi kimse onun yanında 'gavur' kelimesini kullanmıyor, sünnet
düğünü esprisi yapmıyor.
Eşimin annesinin rahip olması bile Türkiye'deki akrabalar arasında
herhangi bir misyonerlik faaliyeti hezeyanına yol açmadı. En fazla
'Demek kadınlar da rahip olabiliyormuş' tepkisiyle karşılaştık.
Bir de 60 küsur yaşında olup da hala çalıştığı, bir kilisenin ve
cemaatinin sorumluluğunu yüklendiği için kayınvalideyi takdir
edenler var. Sonuçta ben nacizane şunu gördüm, insanlar hakikaten
yüzyüze geldiklerine birbirlerine karşı gayet medeni
davranıyorlar; her türlü örf-adet, tören vs.de farklı kültürler ve
dinler harmanlanarak ve melezleştirilerek gerçekleştirilebiliyor.
Yakın zamanda bu tarz bir törene katılmak icap etti. Ancak bu
sefer biz değildik sosyal tolerans deneyleri yapan. Yakın bir
dostumuzun yeni kızları oldu, onun isim verme törenine katıldık.
Yahudilikte böyle bir tören varmış. Yeni bebeğe bir de İbranice
isim veriliyor ve ailesi, akrabaları, eş-dost eşliğinde bebek
İsrailoğullarına resmen katılmış oluyor. Evde, gayet rahat bir
ortamda yapılan bu törende benim kanaatim, davetlilerin yarısından
azının Yahudi asıllı olduğu. Bir kere ufaklığın babası ve onun
akrabaları gayet Katolik insanlar. Davetliler arasında da benim
gibi nominal Müslümanlar var, agnostikler var, envai çeşit
Protestan var. Ama tören aşamasında hepimiz elimize aldığımız
birer sayfa İngilizce-İbranice metinden kafa göz yara yara
pasajlar okuduk. Sonra Amin deyip yiyeceklere saldırdık.
Ayrılırken ertesi gün, yani pazar sabahı kilisede bir de vaftiz
töreni olduğu ve ona da davetli olduğumuz hatırlatıldı. Biz gayet
geçerli sebeplerden dolayı gidemedik. Birincisi, pazar sabah erken
kim kalkacak. İkinci ve belki daha da önemlisi, Katolikler çok
uzun ve Latince ayinler yapıp insanın içini bayıyor. Üstelik işin
sonunda kilisede yiyecek bir şey de yok...
Böyle anekdotlardan bir genelleme yapmak tabii mümkün değil. Zaten
sağlıklı da değil. Ancak etrafta artarak gözlemlediğimiz bir
'melezleşme' durumu da söz konusu sanırım. Hemen herkesin bir
çırpıda aklına gelen sınır-aşırı evlilik yapmış yakın dostu,
ahbabı, akrabası vardır kanaatindeyim. Bu durum zaten normal
zamanlarda bile farklı olana karşı öyle fazlasıyla hoşgörülü
bakmayan toplumumuz için aslında belki de enteresan ve hatta
'devrimci' bir gelişme.
Zamanında benim de veri toplaması aşamasına bilfiil katıldığım
bazı saha araştırmalarında bu tolerans hususunu vatandaşlarımıza
sormuştuk. Anketi kabul edenlere çeşitli grupların isimlerinin
olduğu bir liste gösteriliyor (örneğin, farklı dinden olanlar,
farklı etnik gruptan olanlar, vs) ve bu gruplara deneğin
verilmesini uygun bulduğu haklar soruluyor. Sizce farklı dinden
olanların da seçme seçilme hakkı olsun mu, gibi sorular. Sonra,
peki siz farklı dinden olan biriyle aynı mahallede oturmak ister
misiniz, komşu olmak ister misiniz, çocuğunuz varsa evlenmesini
ister misiniz, gibi daha özel alana yönelik sorular soruluyor.
Binlerce anketin sonuçlarına baktığımızda şunu gözlemledik: Çok
ağırlıklı bir kesim daha soyut olan siyasi ve kamusal haklar
kısmında nispeten açık görüşlü bir tavır gösterirken, 'öteki' diye
tanımladığı grup gelip kapısına dayanınca, yanı komşusu olunca
veya daha ileri gidip akraba olma durumuna gelince daha yüksek bir
direnç gösteriyor.
Bu söylediklerimle pek de iç açıcı bir tablo çizmiş olmuyorum
galiba. Ama tam da bu noktada, yani yurdum insanının 'öteki' ona
yaklaştıkça artan telaşı noktasında, Tan Ozan'ın bahsettiği
'melezleşme' ve onun yerleşik düzeni sarsan, ezber bozan niteliği
devreye giriyor. 'Öteki' gelip salonunuzda oturduğunda, gece
yatıya kaldığında, sabah saçı-başı dağınık banyonun kapısında
beklediğinde onu öcü olarak görmek hakikaten zorlaşıyor. İster
istemez bir uzlaşma, adım adım yaklaşma başlıyor.
Son olarak belirtmek isterim ki, Bulaç ve Ozan'ın yazıları bana bu
kişisel anekdotların yanı sıra, ABD'de 300 yıl boyunca hüküm
sürmüş resmi ırk ayrımı politikalarını hatırlattı. O karanlık
dönemlerde Bulaç'ın pozisyonuna benzer bir tutum, beyaz ırkın
üstünlüğünü savunanlar tarafından ileri sürülmekteydi. Yasalar,
ırklar arası evlilikleri kat'i olarak yasaklamış, bu tarz
ilişkileri 'doğaya aykırı' ve 'her iki cinsin varlığı için de
tehlikeli' ilan etmişlerdi. Pek çok eyalette, ki sadece güneyde
değil, ilerici farzedilen Massachusetts' te bile, 'melezleşme
suçu' ağır hapisle cezalandırandırılıyordu. Enteresan olan, pek
çok ırkçı beyazın melezleşme karşıtı kanunları İncil'e referans
vererek savunmasıydı.
1960lar ve 1970lerde ABD'deki solcu aktivistlerin omuzlarında
yükselen Sivil Haklar Hareketi (civil rights movement), insanlığın
en temel eşitlik prensiplerini aşağılayan bu kanunları tarihe
gömdü. Kanunların değişmesiyle ırk ayrımı bitti mi, tabii ki
hayır. Başka hiçbir şey değilse bile, Katrina felaketinden sonraki
feci tablo bunun en aleni göstergesi. Ancak asgari kazanımlara
bakarsak, hiç olmazsa yirmi birinci yüzyılda mürekkep yalamış
hemen hiç kimse çıkıp alenen farklı ırklar arası ilişkileri
kınayamıyor. Üstelik bunu kadınlara ayrı, erkeklere ayrı kriterler
üzerinden yapıp bir de seksizm gafletiyle taçlandırmıyor.
En son olarak yine bir anekdot ile bitirmek istiyorum. Vakti
zamanında Sayın Ali Bulaç ile bilfiil tanışmıştık. O zaman
kendisine çocukları olup olmadığını sordum. Bir oğlu, 4 veya 5
kızı olduğunu söyledi, yanılmıyorsam. Kızların sayısını
hatırlayamıyorum. Ama tek oğlu gayet iyi aklımda kalmış, çünkü
sonrasında mütemadiyen Fatih'ten bahsetti Sayın Bulaç. Kızların ne
adları, ne yaşları, ne de yetenekleri hiç mevzu bahis olamadı....
|
|
|
|
|
|
|
|