...................
...................
ADİL BİR KÜRESEL TİCARET ORTAMI YARATMAK MÜMKÜN

Susan George
Le Monde Diplomatique, Ocak 2007’den Express, sayı 69
Çeviri: Siren İdemen - Yücel Göktürk

                         
...................
 
...................
TARİHSEL ALTERNATİF

Küresel kapitalizmin mağduru güney ülkelerinin başlattığı isyan, ekonomik eşitsizliği azaltacak yeni arayışları beraberinde getirdi. İstihdama dayalı sosyal refah ekonomisinin filozofu Keynes’in bir zamanlar uluslararası ticaret için önerdiği devrimci fikirler, 21. yüzyılın dünya ekonomisine alternatif oluşturmak üzere yeniden keşfediliyor. 2001’DE Katar’ın başkentinde yapılan Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) bakanlar toplantısında açılan Doha müzakere süreci başarısızlığa uğradı ve sonuçlanamadı. Her ne kadar DTÖ Genel Direktörü Pascal Lamy süreci canlandırmak için umutsuzca çabalasa da, Doha muhalifleri müzakereler boyunca, kötü bir anlaşma yapmaktansa, hiç anlaşmaya varılmamasının daha iyi olduğuna kanaat getirdiler. En başından, 2006’daki sonuçsuz kalan görüşmelere kadar bu raund, dünyanın en büyük tarımsal işletmelerinin kârlarını daha da artırmaya, Güney’in kırılgan ve yeni yeni ortaya çıkan sanayilerini zayıflatmaya, hatta yok etmeye ve Hizmet Ticareti Genel Anlaşması (HTGA) yoluyla kamu hizmetlerinin kontrolunun özel sektöre geçmesini sağlamaya yönelikti.

Doha’nın başarısızlığa uğraması 1995’te oluşturulan DTÖ’nün kurucu metinlerinin lağvedildiği anlamına gelmiyor. Tarım Anlaşması, Ticaret Genel Anlaşması (GTTGA) ve sanayi mallarına dair Gümrük Tarifeleri, HTGA ve DTÖ şemsiyesi altındaki yirmi küsur diğer “enstrüman” hâlâ yürürlükte. Ancak, bunların uygulamaları ciddi bir şekilde yavaşlamış durumda. Dolayısıyla, bu duraklamadan, bir tür askıda olma durumundan faydalanabilme fırsatı var önümüzde. Bu dönem yeni bir olasılığa kapı açabilir.

Bu raundun başarısızlığa uğraması karşısında pek çok kişi şu soruyu soruyor: “Doha’nın yerine ne koyabiliriz?” Elbette bu, “kanserin yerine ne koyabiliriz?” diye sormaya benziyor diyebilirsiniz. İçgüdüsel cevap “hiçbir şey” olacaktır. Ancak, uluslararası ticaret söz konusu olduğunda, “hiçbir şey” aklı başında bir cevap sayılmaz. Kanserin olmaması elbette hiç tereddütsüz arzu edilecek bir şeyken, bir uluslararası ticaret rejiminin olmaması, meydanı çok daha istilacı ikili, üçlü karşılıklı anlaşmalara bırakır ki, bu da zayıf ülkeler için DTÖ’den daha tehlikeli olur.

Ticarî ilişkilerin geleceğini düzenlemeyi olağan şüphelilere (ulusaşırı şirketlerin peşine takılan güçlü devletler) bırakmak yerine, İkinci Dünya Savaşı ertesinde olduğu gibi, uluslararası ilişkilerin yeniden inşasına kalkışmanın zamanı geldi. Savaş sonrasında, Dünya Bankası ve Uluslararası Para Fonu (IMF) dahi olumlu karşılanmış, Güney için olduğu gibi, savaşın yıkımına uğramış Kuzey için de oldukça faydalı olmuşlardı; ancak son 25 yıldır bu kuruluşların işlevleri kökten ve dramatik bir biçimde değişti.

Henüz barış sağlanmadan önce, Britanyalı ekonomist John Maynard Keynes dünya ticaretinin kurallarını baştan aşağı yenileyen bir proje ortaya atmıştı. Keynes, International Clearing Union (ICU) adını verdiği uluslararası merkez bankasının desteklediği bir Uluslararası Ticaret Örgütü (UTÖ) kurulmasını öneriyordu. Bu öneriye göre, ICU uluslararası ticarette geçerli olmak üzere “bancor” adında bir dünya parası basacaktı. UTÖ ve ICU hayata geçirilebilmiş olsaydı, nasıl bir dünya olurdu üzerine düşünmek ufuk açıcı olacaktır. Böyle bir girişim hiç şüphesiz, Kuzey ve Güney’in halklarının ihtiyaçlarına hizmet eden bir ticaret sisteminin geçerli olduğu daha rasyonel bir dünyaya imkân verecekti.

UTÖ ve ICU olsaydı, hiçbir ülke bugün ABD gibi devasa bir ticari açık (2005 rakamlarıyla 716 milyar dolar) ya da Çin’inki gibi aşırı ticaret fazlası vermeyecekti. Üçüncü dünyanın ezici borçları ve Dünya Bankası ile IMF’nin yapısal uyum programları söz konusu dahi olmayacaktı. Elbette bu plan kapitalizmi ortadan kaldıracak değildi ve kenarından köşesinden düzeltilmesi gerekecekti, ama Keynes’in mefhumunu yeniden canlandırabilirsek, başka bir dünya hakikaten mümkün olabilir.


UTÖ NİÇİN GERÇEKLEŞMEDİ?

Getirecek olduğu kuralların ayrıntılarına girmeden önce, UTÖ’nün niçin hayata geçirilmediğine bakmakta fayda var. Genellikle gösterilen gerekçe ABD’nin bu kuruma karşı çıktığıdır. Bu doğru, ama yeterli bir açıklama değil; başka siyasal sebepler de var. ABD ve Britanya savaşın bitmesinden epey önce, UTÖ anlaşmasını müzakere etmeye başladılar; Keynes önerisini 1942’de ortaya atmıştı. Britanyalılar 1944 Temmuz'unda Bretton Woods konferansında (Keynes’in başkanlığında) bu fikri resmî olarak savundular. Ancak, daha o zamandan, Amerikalılar, büyük sanayicilerinin hislerine tercüman olarak, bu öneriye pek sıcak bakmıyordu. ABD heyetinin baş müzakerecisi Harry Dexter White bunun yerine, Dünya Bankası ve IMF’nin oluşturulmasında ısrarlıydı. (1) Sonuçta, Amerikan Kongresi, “Bretton Woods kuruluşları” diye de anılan bu iki kurumun kurulmasını onayladı. UTÖ bekleyebilirdi.

Birleşmiş Milletler Örgütü (BM) 1945 yılında doğdu. BM’nin ekonomik bileşeni Ekonomik ve Sosyal Konsey (Economic and Social Council, Ecosoc), ABD ve Britanya’nın savaş sonrasında bir UTÖ kurulması önerilerini incelemeye aldı. 1946’da Ecosoc, ticaret ve istihdam konularını ele almak üzere bir BM konferansı (UN Conference on Trade and Employment) düzenledi. (2)

Bu konferans toplanmadan önce, ABD uluslararası ticarette ikili bir düzenleme uygulamaya başladı. Ticaretin serbestleştirilmesini Washington kadar arzu eden 22 BM ülkesinin katıldığı sınırlı bir toplantı düzenlediler. Bu ülkeler paralel bir forumda bir araya gelerek, geçici bir düzenleme olarak –ya da en azından o zaman öyle söyleniyordu– GATT’ı (Genel Gümrük ve Ticaret Anlaşması) hazırladılar.

1947’de imzalanan GATT ertesi yıl yürürlüğe girdi. Bütün katılımcılar GATT’ın kalıcı bir örgütlenme olacak olan UTÖ ?artı’nın bir parçası olacağını beklediğinden, GATT çok sınırlı bir kurumsal yapıyla donatıldı. Kısa bir süre sonra, UTÖ ?artı nihayet tamamlandı ve 1948’de Havana Konferansı’nda onaylandı.

Peki ne oldu da UTÖ gerçekleşemedi? Kısa sürede siyasal desteğinin önemli bir kısmını kaybetti. 1946’da Keynes vefat etti; UTÖ’nün ateşli savunucularından ABD Dışişleri Bakanı Cordell Hull savaşın sona ermesinden kısa süre önce sağlık nedenleriyle görevinden ayrıldı; Bretton Woods öncesinde hakim olan, “dünyayı yeniden biçimlendirelim” coşkusu kayboldu. Amerikalıların çoğunluğunun ve Kongre’deki temsilcilerinin izolasyonizm yanlısı tutumları da bu doğrultuda etki etti, iş dünyası da bazı açılardan fazla korumacı, bazı açılardansa yeterince korumacı olmamakla eleştirdikleri UTÖ’ye karşıydı zaten. ABD’nin Dışişleri ve Hazine bakanlıkları ise Marshall planı ve çeşitli karşılıklı ikili ticarî anlaşmalarla meşguldü. Ve bütün bu sürecin sonunda, zorlu geçeceği aşikâr olan 1948 Amerikan Başkanlık seçimleri vardı ve her iki parti de tartışmalı bir uluslararası anlaşmayla ortalığı karıştırmaktan kaçınıyordu. Daha genel ölçekte, soğuk savaş başlamıştı ve Amerikalı siyasetçilerle bürokratlar için UTÖ’nün aciliyeti ve önemi tâlî hale gelmişti.

Kasım 1948’de ikinci kez seçildikten sonra, Başkan Harry Truman, (“Havana ?artı” olarak da adlandırılan) UTÖ ?artı’nı gönülsüzce Kongre’ye sundu, ancak yasama organı bunu oylama zahmetine dahi katlanmadı. Buna karşılık, geçici olacağı söylenen ve pratikte hiçbir kurumsal düzenleme içermeyen GATT kalıcı oldu. Kendi çapında başarılı da oldu: Bu süre içinde gümrük tarifelerini ortalama yüzde 50’lerden yüzde 5’lere düşürdü –pek çok ülkede aşırı yüksek tarifeler zorla yürürlükte tutulurken. GATT ticaretin liberalleştirilmesi doğrultusunda sekiz müzakere raundu düzenledi, bunların sonuncusu Uruguay raundu, daha da ileri ve iddialı bir aşamaya geçerek Dünya Ticaret Örgütü’nün (DTÖ) kurulmasıyla sonuçlandı. Bu ticarî anlaşmaların Keynes’in umut ettiği çerçeveyle alâkası yoktu. DTÖ ile bu konseptten daha da uzaklaşıldı.


HAVANA FİARTI

BM ile hiçbir bağı olmayan ve dolayısıyla İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi (1948) de dahil BM’nin hiçbir yasal enstrümanını tanımayan DTÖ’ye karşılık, UTÖ artı, BM’ye referansla başlıyor, çalışma güvencesi, tam istihdam, toplumsal ilerleme ve gelişme öncelikli hedefleri arasında yer alıyor. İkinci bölümünün tamamı işsizliği önleyici tedbirlere ayrılmış. Bu konularda adeta sağır-dilsiz olan DTÖ’nün aksine, UTÖ adil çalışma normlarının oluşturulması ve ücretlerin iyileştirilmesine vurgu yapıyor; Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) ile işbirliğini zorunlu kılıyor.

Bu arada, uluslararası sendikal hareketin, DTÖ’nün kuruluşunu izleyen altı yıl boyunca bir “toplumsal şart” elde etmeye çalıştığını ve UTÖ’de yeralan prensiplerin fazlasıyla sulandırılmış bir versiyonunun ortaya çıktığını da hatırlatmakta fayda var. Sonuçta, 2001’deki Doha Bakanlar Konferansı’nın ardından sendikalar bu çabayı toptan bıraktı.

UTÖ artı teknoloji ve uzmanlık paylaşımını öngörüyordu; yabancı yatırımların “üye devletlerin iç işlerine karışmanın temeli olarak kullanılamayacağını” belirtiyordu. Yoksul ve güçsüz ülkelerin imarlarını ve gelişmelerini sağlayabilmelerine imkân vermek amacıyla müdahaleciliğe ya da korumacılığa başvurabilecekleri açıkça ifade ediliyordu: “Koruyucu önlemler çerçevesinde yardımlar haklı görülür.”

UTÖ artı’nın diğer pek çok hükmü temel ürünleri ele alıyor ve küçük üreticilerin gözetilmesini öne çıkarıyordu. Hükümet fonlarının temel ürünlerin fiyatlarını her yıl bir önceki yıla göre stabilize edebileceği belirtiliyor ve dahası “tükenebilir doğal kaynakların korunması” tavsiye ediliyordu. Ürünlere ve bu ürünleri üreten ülkeler arasındaki görüşmelere ilişkin bu hükümler birlikte ele alındığında, ortaya şaşırtıcı sonuçlar çıkıyor. UTÖ, açıkça beyan etmemekle birlikte, temel ihtiyaç maddeleri ve yerel üretim konusunda OPEC benzeri bir düzenlemeyi –üretici kartellerini– öngörüyordu.

Bu kuralların yarar sağlaması beklenirken, ürün fiyatlarında merhametsiz bir düşüş oldu. BM’nin Ticaret ve Kalkınma Konferansı’nın (UNCTAD) verilerine göre, 1997-2001 arasında, yıllık ortalama düşüş gıda maddelerinde yüzde 2.6, tropikal meşrubatlarda yüzde 5.6, yağ tohumu ve yağlarda yüzde 3.5 olarak gerçekleşti. Gıda ve meşrubatların aksine, küçük üreticilerin harcı olmayan metal üretiminde ise yılık ortalama düşüş 1.9’da kaldı. Ancak bu oran, üretici ülkelerin gelirlerinde azımsanmayacak bir gerilemeye sebep oldu.

Havana artı, sübvansiyon ve kamusal üretim vasıtasıyla ulusal sanayilerin desteklenmesine izin veriyordu. Hatta ulusal sinema sanayileri için bile koruyucu bir kota öngörüyordu. Ülkelerin yerel tarımı ve balıkçılığı korumak için önlemler almasını kabul ediyordu. Doha raundunda en büyük çatışmaların ve görüşmelerin kesilmesinin temel sebebi, tarım ürünleri ihracatının sübvansiyonu konusuydu. UTÖ, dış piyasalara ihraç edilen ürünlerin “yerli tüketicinin ödediği fiyatın altında” satılmasını sağlayan sübvansiyonu yasaklamıştı. Mali sıkıntı içindeki ülkelerin ithalatlarını sınırlandırmasına izin veriyor, ancak bunun ihracatçı firmalar arasında adil bir oranlamayla yapılmasını talep ediyordu.

UTÖ’nün kurumsal düzenlemeleri basit ve demokratikti. UNCAD konferansa davet edilen ülkelerin her biri üye sayılıyordu, müstakbel üyeler de bu yapı tarafından onaylanıyordu. Dünya Bankası ve IMF’nin aksine her üyenin bir oyu vardı. (Dünya Bankası ve IMF’de, oylar mali katkı oranında ve dolayısıyla ABD önemli kararları bloke edebiliyor.) Yönetim biçimine gelince, UTÖ üyelerinin seçtiği 18 üye yönetim kurulunu oluşturuyordu, bu kurulun 8 üyesi “dünya ticaretinde majör önemi ve payı olan” ülkeleri, geri kalan 10 üye ise farklı bölgeleri ve ekonomi türlerini temsil ediyordu. Kararlar salt çoğunlukla veya bazı durumlarda üçte iki çoğunlukla alınıyordu.


TİCARETİN FİNANSMANI

Yeni bir ticaret düzeni kurmak için yapılan bu hamleler, büyük savaşın enkazından kurtulmaya çalışan bir dünyada cereyan ediyordu. ABD’den başka kimsede para yoktu. Marshall Planı’nın onda biri hayırseverlikse, onda dokuzu çıkarcılıktı. ABD ve Avrupa arasında ticareti yeniden başlatmanın en münasip yoluydu. Aksi takdirde, ABD tüketebileceğinden daha fazla üretmeye ve ürünlerini kimseye satamama tehlikesiyle karşı karşıyaydı.

Bu şartlarda, herkesin ayakları üstüne dikilmesi, üretmeye ve ticarete başlaması nasıl gerçekleşebilirdi? Keynes, 1940’ların başında kendi çözümünü formüle etmişti. Savaşın kısmi nedeni, aynı pazarlar için herkesin gırtlak gırtlağa mücadele etmesi olduğuna göre, kimsenin bütün pazarlara egemen olamayacağı ve büyük ticaret kârları biriktiremeyeceği bir düzen kurmak gerekiyordu. Keynes’in çözümü ICU idi: Bütün merkez bankalarının merkez bankası. Bu banka, dünya ticaretinde kullanılacak bir para birimini, “bancor”u basacaktı. Bu sistemde, ihracattan kazanılan bancor’lar, ithalata harcanacaktı. Önemli nokta, bu ikisinin dengede olmasıydı. Yıl sonunda, bir ülkenin ICU’daki hesabı ne artı, ne eksi, “temiz” olacaktı, yani sıfıra yakın bir düzeyde kalacaktı. Her ülkenin para biriminin, bancor’a bağlı sabit, ancak ayarlanabilir bir kuru olacaktı. Keynes’e göre, çok fazla bancor’u olan ülkeler, tıpkı çok az bancor’u olan ülkeler gibi, sisteme zararlıydı. Kredi veren ülkeler de, borçlu ülkeler kadar istikrar ve refah için tehlike arzediyordu.

Peki, ülkeler “neredeyse sıfır” ticaret dengesini tutturmaya ve bunu sürdürmeye nasıl mecbur bırakılabilirdi? Keynes’in yöntemi dahiyaneydi. ICU, tıpkı sıradan bir bankanın müşterilerine yap-tığı gibi, ülkelere bir kredi hesabı açacaktı. Bu hesabın limiti, o ülkenin son beş yıldaki ortalama ticaret değerinin yarısına denk olacaktı. Bu limiti geçen her ülke, ICU’ya aradaki fark kadar faiz ödeyecekti. Borçlu ülkeler verdikleri açığın bedelini ödemek zorunda kalacaklardı, ama asıl yenilik, kredi veren ülkelerin (yani ticaret fazlası olanların) ticaret fazlaları için faiz ödemeleriydi. Açık ya da fazla ne kadar büyükse, ödenecek faiz de o kadar büyük olacaktı.

Açık veren ülkeler, para birimlerinde devalüasyon yapmak ve ihracaat mallarını ucuzlatıp cazip kılmak zorunda kalacaklardı. Ticaret fazlası olan ülkelerse, para birimlerinde revalüasyon yapmak ve ihracaat mallarını pahalılaştırıp daha az cazip kılmak zorunda kalacaklardı. Ticaret fazlası olan ülkeler, bu fazlayı azaltmadıklarında, ICU söz konusu limiti aşan meblağa el koyacak ve bunu bir rezerv fonuna aktaracaktı. Keynes, bu fonu global bir polis gücü, afetlere yardım ve bütün üye ülkelerin yararına olacak diğer önlemler için kullanılmasını öngörüyordu.


DÜZGÜN BİR DÜZENLEME

Keynes’in sistemi düzgün bir düzenlemeydi. Ticaret fazlasına sahip ülkeler, faiz ödemekten ya da limiti aşan gelirlerine el konulmasından kaçınmak isteyecek ve borçlu ülkelerden ithalat yapmaya yöneleceklerdi. Açık veren ülkeler de daha fazla ihrcaat yaparak denge noktasına yaklaşma imkanı bulabileceklerdi. Sistem herkesin yararına işleyecekti. Ticaret hacmi artacak, dünya daha müreffeh ve barışçıl olacak, azgelişmiş ülkeler kalkınma yatırımları için daha fazla kaynağa sahip olacak, bugünkü gibi borçların katlanarak büyümesi imkansız hale gelecekti.

Bilindiği gibi, Keynes’in sistemi ve savaş sonrası vizyon gerçekleşemedi. Dünya Bankası ve IMF, yapısal uyum programlarıyla facialar yarattı, üçüncü dünyanın borçları ödenemez oldu. Ve şimdi Wall Street, demokratik yollarla işbaşına gelen hükümetlerin politikalarını belirliyor. Brezilya cumhurbaşkanı Lula’nın ve birçok borçlu ülke liderinin durumu bunu kanıtlıyor. Dünya ticaret kuralları, DTÖ’nün yoksul üyelerinin aleyhine işlerken zengin ülkeler daha zengin ve daha bencil hale geliyor.

DTÖ ve onun felaket yaratan kuralları yürürlükte oldukça, global adalet hareketi, adil ticaretin gerçekleşmesine nasıl yardımcı olabilir? George Monbiot, ICU’nun kurulmasının gerçekleşmemesi halinde, güney ülkelerinin 26.000 milyar dolarlık borçlarını, dünya finans sistemine karşı bir “nükleer tehdit” olarak kullanabilecekleri kanısında. Güney ülkeleri kendi küçük “temizleme sistemleri”ni kurarak işe başlayabilirler. Belki de Latin Amerika böyle bir planı yürürlüğe sokabilir. Belki de Fransa’da iş başına gelecek yeni bir hükümet bunu gündemine alabilir. ?imdiye kadar çok daha tuhaf şeyler oldu.

Asıl önemlisi şu: Ticaret tekerleğini yeniden keşfetmemize gerek yok. Keynes bunu 60 yıl önce yapmıştı.

1. George Monbiot’nun “Age of Consent”ini okuyana kadar, konuyla ilgilenen hemen herkes gibi ben de Dünya Bankası ve IMF’yi Keynes’in tasarladığını zannediyordum. Monbiot, tarihçi Armand von Dormael’in “Bretton Woods: Birth of A Monetary System” (Bretton Woods: Parasal Bir Sistemin Doğuşu, 1978) adlı çalışmasına atıfta bulunarak, Keynes’in ABD’den birtakım tavizler koparmayı başardığını, ancak IMF’in ödenemez borçlara sebep olacağını öngördüğünü, fakat neticede ABD’nin önerilerini kabul etmek zorunda kaldığını, zira kurallı bir sistemi kuralsızlığa tercih ettiğini, ne var ki ortaya çıkan durumdan memnun olmadığını anlatıyor.

2. DTÖ, istihdamla ilgilenmeyi daima reddetmiştir.