|
|
................... |
|
................... |
YENİ EMPERYALİZM,
HUNTINGTON VE ELEŞTİRİSİ |
Emre Kongar |
|
|
|
................... |
|
................... |
Sovyetler Birliği'nin çöküşünden sonra
ortaya atılan en önemli tez, Fukuyama'nın seslendirdiği "Tarihin,
yani ideolojilerin sonu geldi, artık, liberalizm her yerde ve her
şeye egemen" anlayışı idi.
Fukuyama, bu bence yanlış ama çok önemli kitabında insanlararası
farklılıkların artık başka alanlarda aranacağını belirtiyordu. Şimdi bir başka Amerikalı Siyaset
Bilimcisi, Samuel P. Huntington, Fukuyama'nın bıraktığı yerden
alıyor ve 21. yüzyılın din ağırlıklı bir uygarlıklar çatışması ile
belirleneceğini söylüyor.
Böylece bir taşla birkaç kuş vuruyor:
Önce Çin uygarlığını ve özellikle İslam'ı Batı'nın karşısına yeni
"düşmanlar" olarak dikiyor. Bu yolla, "Batıyı diri tutabilmek
için" çöken Sovyetlerin yerine yeni düşmanlar tanımlıyor.
Bunu yaparken de, karşısına aldığı toplumlara "Batı uygarlığı
aslında evrensel değildir, emperyalisttir. Siz bizden farklısınız
ve bunda haklısınız!" diyor ve kendisinden farklı olan dünyayı,
argoda tam ifadesini bulan bir deyimle, "gaza getirerek" bütünüyle
dışlıyor.
Huntington, yayınlanır yayınlanmaz, Amerikada bile ayrımcılığa,
yabancı düşmanlığına ve ırkçılığa destek vermekle suçlanan
"Uygarlıkların Çatışması ve Dünya Düzeninin Yeniden Kurulması"
adlı kitabında şu tezleri geliştiriyor:
Sovyetler Birliği çöktükten sonra, dünyada insanlar arası
farklılıklar, ideolojik, siyasal ya da ekonomik olma özelliğini
kaybetti.
Bugünkü dünyada insanlararası farklılıklar artık esas olarak
kültüreldir.
Eskiden insanlara "Hangi taraftansın?" diye sorarlardı.
Şimdi "Kimsin" diyorlar.
Ulus devletler dünya üzerinde esas rol sahibi olma özelliklerini
sürdürmektedir. Fakat soğuk savaş dönemindeki üçlü bölünme
(Batı-Sovyet-Üçüncü Dünya) yerini, dünyanın sekiz ana uygarlığına
göre oluşan, bir başka gruplaşmaya bırakmıştır.
Huntington'a göre bu uygarlıklar şunlardır: Batı, Sind
(çevresindeki ülkelerle birlikte Çin), Japon, İslam, Hind,
Slav-Ortodoks, Latin-Amerika,ve muhtemelen Afrika.
Tarihte ilk kez küresel politika çok kutuplu ve çok uygarlıklı
hale gelmiştir.
Modernleşme süreci, Batılılaşmadan başka bir şeydir ve ne anlamlı
bir bütünlüğü olan evrensel bir uygarlık, ne de batılı olmayan
toplumların batılılaşması sonucunu vermektedir.
Uygarlıklar arasındaki güç dengesi değişmektedir:
Batı'nın göreli etkisi azalmaktadır.
Asya uygarlıklarının ekonomik, askeri ve siyasal gücü artmaktadır.
Müslümanlar, İslam ülkelerindeki ve komşularındaki istikrarı
bozacak bir nüfus patlaması yaşamaktadır.
Batılı olmayan uygarlıklar, genellikle, kendi kültürlerinin
değerli olduğunu yeniden onaylamaktadır.
Uygarlık temeline dayalı yeni bir dünya düzeni kurulmaktadır:
Kültürel yakınlıkları olan toplumlar işbirliğine gitmektedir.
Toplumları bir uygarlıktan ötekine aktarmak konusundaki çabalar
başarısız olmuştur.
Ülkeler, mensup bulundukları uygarlığın lider devletleri etrafında
gruplaşmaktadırlar.
Batı uygarlığının evrensel değerlere sahip olduğu iddiası, onu,
öteki uygarlıklarla gittikçe daha çok artan bir çatışma ortamına
sokmaktadır. Çünkü Batı için "evrensel" olan, öteki uygarlıklar
için "emperyalizmdir".
Bu çatışmaların en ciddileri, İslam uygarlığı ve Çin uygarlığı ile
Batı uygarlığı arasında olanlardır.
Huntington aslında bütün bu uygarlıkların birbirleri ile yoğun bir
çatışma içinde olduğunu söylemiyor.
O'na göre asıl etkileşim, Batı, İslam ve Çin dünyaları
arasındadır.
Buradaki tehlike de, Batı'nın saldırganlığı, İslam'ın
hoşgörüsüzlüğü ve Çin uygarlığının iddiacılığı arasındaki
etkileşimin yaratacağı çatışmalardadır.
Huntington'un tezleri, hem İslam dünyasını, hem de Türkiye'yi
yakından ilgilendiren teşhis ve önermelerle sürüyor:
Yerel savaşlarda, genellikle de, Müslümanlar ile Müslüman
olmayanlar arasındaki savaşlarda, "akraba ülkeyi tutma" eğilimi
ortaya çıkmakta, bu eğilim bu tür savaşların tırmanma tehlikesini
yaratmakta, bu ise onları durdurmak için merkez ya da lider
ülkelerin çabalarını arttırmalarına yol açmaktadır.
Batı uygarlığının varlığını sürdürmesi, Amerikanın Batılı
kimliğini yeniden onaylamasına ve Batılılıların, uygarlıklarının
evrensel değil, tek ve biricik (unique) nitelik taşıyan bir
uygarlık olduğunu kabul ederek, onu batılı olmayan toplumlardan
gelen saldırılara karşı yenilemek ve korumak icin birleşmelerine
bağlıdır.
Uygarlıklararası bir dünya savaşının önlenmesi, dünya
liderlerinin, küresel politikaların çok uygarlıklı niteliğini
kabul etmelerine ve bu niteliği sürdürmek için işbirliği
yapmalarına bağlıdır.
Bu noktada Huntington'un dünya barışının korunması konusundaki
önerilerini de üçe indirgemek olanaklıdır:
Birinci olarak, her uygarlığın lideri ya da merkezi olan ülke,
öteki uygarlıklarla olan çatışmalara karışmaktan kaçınmalıdır.
Bir başka deyişle, uygarlıklar arası nüfuz alanları dikkatle
çizilmeli ve bu alanlara titizlikle riayet edilmelidir.
İkinci olarak, uygarlıkların iç içe geçtikleri karışık bölgelerde,
lider ya da merkez ülkeler birlikte hareket etmeli ve farklı
uygarlıklardaki ülkelerin birbirleri ile çatışmalarını
engellemelidir.
Üçüncü olarak, bütün uygarlıklardaki insanlar, öteki uygarlıklar
ile ortak olan değerlerini, kurumlarını ve davranışlarını
belirlemeye çalışmalıdırlar. Çünkü asıl savaş, Uygarlık ile
uyuşturucu v.b. özelliklerle belirlenen Barbarlık arasında
olacaktır.
* * *
Bütün bu çözümlemeleri sırasında Huntington, birden çok uygarlığın
etkisinde olan ülkeler için "bölünmüş ülkeler" diyor:
Meksika, Latin-Amerika ve Batı uygarlıkları arasında bölünmüştür.
Eski Yugoslavya, Batı, İslam ve Slav-Ortodoks uygarlıkları
arasında bölünmüştür.
Güney Afrika, Batı ve Afrika uygarlıkları arasında bölünmüştür.
Keşmir, İslam ve Hind uygarlıkları arasında bölünmüştür.
Türkiye, İslam ve Batı uygarlıkları arasında bölünmüştür.
Rusya, Slav-Ortodoks ve Batı uygarlıkları arasında bölünmüştür.
Huntigton bu görüşleriyle, 21. yüzyıldaki yeni emperyalizmin
kültürel temellerini atmak istemekte fakat pek de başarılı
olamamaktadır.
Batı uygarlığının değerlerinin evrensel olmadığını, bunların
yalnızca Batıya özgü olduğunu söyleyerek, dünyanın geri kalan
kısmını "farklı" ilan etmektedir.
Sosyal psikolojinin en basit kuralına göre, "farklılık" duygusu,
yani "onlar" ifadesi, "biz" duygusunun zorunlu besleyicisidir.
Huntington, "batı dışındaki uygarlıkları" "farklı" ilan ederek, ve
zaman içinde, ne kadar modernleşirlerse modernleşsinler, bu
farklılıklarını koruyacaklarını söyleyerek, Batı uygarlığı ile
insanlığın geri kalan kısmı arasına kesin bir "ayrımcı çizgi"
çizmektedir.
Huntirgton özet olarak, "Siz farklısınız, farklı kalın. Bize
bulaşmayın" diyor.
Bunun ardında da hisssedilen ama işitilmeyen bir başka varsayım
var:
"Batı kendi kendine yeter. Sizin düşmanlığınız sayesinde kendi
kendini de yenileyecektir. Dünyanın sınırlı olanaklarının
kullanılmasında ise, sizler ancak bizim uygun göreceğimiz ölçüde
paylaşım sürecine katılabilirsiniz. Modernleşme ve benzeri
süreçlerle, bize benzediğinizi ve sofraya eşit koşullarla
oturacağınızı sanıyorsanız aldanıyorsunuz".
Huntington, Uygarlıkların Çatışması adlı kitabındaki ana tezlerini
Kemalizm'i irdeleyerek ve onu reddederek geliştiriyor.
Huntington'a göre, batı uygarlığı dışındaki ülkelerin hangi yolla
olursa olsun, "batılılaşması" olanaksızdır.
Aslında tüm kitap, "Batı"nın "tek ve biricik", taklit edilemez ve
erişilemez bir uygarlık sahibi olduğu ve bu özelliğini öteki
uygarlıklara karşı korumak zorunda bulunduğu tezine dayandırıldığı
için, Atatürk'ün, Müslüman ve feodal bir imparatorluktan, "Batılı
ve çağdaş bir devlet" yaratma projesinin yadsınması, doğrudan
doğruya yazarın ana tezi haline gelmiş.
Tezinin yanlışlığı bir yana, hiç kuşkusuz, Türkiye örneğini ve
Atatürkçülüğü, kitabının ana ekseni yaparak, Mustafa Kemal
Atatürk'ün evrensel dehasının ve Türkiye'nin gelecek yüzyılda
dünya üzerinde "örnek" bir ülke olma özelliğinin önemini onaylamak
açısından doğru bir teşhiste bulunmuş.
Huntington'a göre, Batı uygarlığı dışındaki ülkelerin
batılılaşmaya ve modernleşmeye (çağdaşlaşmaya) karşı üç tepkisi
oluşuyor:
Birinci tepki reddiyecilik. Hem modernleşmenin hem de
batılılaşmanın yadsınması biçiminde gelişiyor. 16. yüzyıldan 19.
yüzyıla kadar Japonya bunun klasik örneği.
İkinci tepki Kemalizm. Hem çağdaşlamanın hem batılılaşmanın kabul
edilmesi biçiminde ortaya çıkıyor. Örnek Türkiye.
Üçüncü tepki reformculuk. Çağdaşlaşmanın kabulü fakat,
batılılaşmanın yadsınması biçiminde oluşuyor. Klasik örnek Mısırda
Mehmet Ali Paşa, Çin'de Ch'ing hanedanının son yılları ve
1870-1920 arası Osmanlı İmparatorluğu.
Huntington günümüzdeki tüm uygarlıkları ve geçirdikleri
deneyimleri inceleyerek, bu her üç tepkinin de farklı nedenlerle,
batı dışındaki toplumların "Batılılaşmasını" sağlayamadığını
söylüyor.
Böylece, Amerika, Kanada, Batı Avrupa ve bir ölçüde Avustralya ile
Yeni Zelanda dışındaki ülkelere, "Ne yaparsanız yapın, bize
benzeyemezsiniz, bizim dışımızda kalmaya mahkumsunuz" diyor.
Huntington Türkiye için, batı uygarlığının içinde ikinci sınıf bir
ülke olmaktansa, İslam uygarlığı içinde bir merkez-lider ülke
olmanın daha uygun olduğunu belirtiyor.
Atatürk'ün toplumu laikleştirmesinden dolayı, Osmanlı
İmparatorluğu'nun İslam uygarlığının merkez ülkesi olma rolünü
Türkiye'nin devam ettiremediğini ve bu rolü, laik olduğu için,
şimdi de üstlenemeyeceğini belirten Huntington, ülkemiz için bir
reçete sunma bonkörlüğünü de gösteriyor:
Batı'nın laik ve demokratik düzeninde yeterince deneyim kazanmış
olan Türkiye, artık İslam aleminin lideri olabilir. Ama bunu
yapması için, Rusya'da Lenin'in reddededildiğinden daha şiddetle
Atatürk'ün mirasını yadsımalıdır. Bu ise ancak hem siyasal hem de
dinsel açıdan meşruiyet sahibi olan üstelik de Atatürk
kalibresinde (terim Huntington'undur) bir lider tarafından
gerçekleştirilebilir.
Bu öneriyi okuyunca insanın aklına hemen, "Huntington Türkiye'yi
neden bu kadar çok seviyor? " sorusu geliyor.
Yani Huntington, sadece teorilerinin doğruluğunu kanıtlamak için
mi, neredeyse ikiyüz yıl önce Osmanlı İmparatorluğunda başlamış
olan bir batılılaşma ve çağdaşlaşma sürecini geri çevirmek gibi
olanaksız bir öneride bulunuyor?
Bir siyaset bilimcinin, öne sürdüğü kuramın doğruluğunu kanıtlamak
uğruna, böyle tarih, akıl ve bilim dışı bir öneride bulunmasını
anlamak, benim gibi "bilimsel ihtiras sahibi olanlar" için bile
çok kolay değil.
Aslında mensup olduğu Batı uygarlığını tek ve biricik olarak
tanımlayan ve onu erişilmez bulan Huntington'un Türkiye'ye
önerdiği bu çözümün, kendi uygarlığı açısından küçük(!) bir de
avantajı var:
Kitabının 145'inci sayfasında bunu da söylüyor: Kuzeyden gelen
büyük tehlikeye karşı Türkiye'nin bir siper olarak Batı için
yararı kalmamıştır. Artık, Körfez savaşında olduğu gibi, güneyden
gelen daha küçük tehditler için olası bir müttefiktir.
Yani, Sovyetlerin çökmesinden sonra Türkiye, Batı için ancak
Ortadoğu petrolleri konusundaki bekçilik açısından önemlidir.
Eh, gerisini de varın siz anlayın: Türkiye, Ortadoğu petrolleri
konusundaki bekçiliği, Batı uygarlığının bir üyesi olarak mı daha
iyi yapar yoksa İslam dünyasının lideri olarak mı?
Ayrıca, İslam diktatörlüğü ile yönetilen bir ülke, "dış politika
ve askeri müdahale konusundakı kararları" hiç kuşkusuz demokratik
bir ülkeden çok daha kolay alır.
Huntington'un son derece ayrıntılı dipnotlanmış ve pek çok
örneklerle dolu kitabı çok etkileyici olmakla birlikte, ilk
bakışta bile göze çarpan bazı eksiklik ve tutarsızlıklarla dolu.
Birinci olarak, dine ve kültüre büyük önem vermesine karşın,
tanımlanan uygarlıkların temel nitelikleri ne din, ne mezhep, ne
ırk, ne de milliyet bazında aynı.
Bir başka deyişle, Huntington'un sınıflaması birörnek bir kültürel
ölçüte dayanmıyor.
Kimi zaman İslam uygarlığı adı altında aynı dinden olan ama
birbirinden çok farklı nitelik taşıyan ülkeleri aynı gruba koymuş,
kimi zaman da aynı dinden olan hırıstiyanları farklı gruplara
ayırmış.
Oysa din bazında bir karşıtlık ya da belirleyicilik söz konusu
olsaydı, en azından Musevilik, Hırıstiyanlık ve Müslümanlık gibi
üç büyük semavi din ve budizm, ya da bunların mezhepleri,
farklılık ölçütleri olarak kullanılmalıydı.
İkinci olarak, saydığı uygarlıklar çerçevesinde (Türkiye ile Libya
veya İran gibi, ya da birbirleriyle yıllarca savaşmış olan İran ve
Irak gibi) birbirine hiç benzemeyen toplumlar aynı uygarlık içinde
görülmüş.
Buna karşılık birbirine çok benzeyen toplumlar da (özellikle Uzak
Doğunun budist toplumları ve Batı'nın hıristiyan toplumları gibi)
farklı uygarlıklar içinde birbirine karşıt olarak alınmış.
Üçüncü olarak, Huntington, kültürleri birbirine benzer ülkelerin
ittifak yapacağını söylerken çok basit bir gerçeği, uluslararası
ilişkilerde, çıkarların, her türlü duygunun önüne geçtiği
gerçeğini gözardı etmiş.
Tüm tarih bize, devletlerarası ilişkilerde duyguların ve kültürel
kimliklerin değil, çıkarların daha önemli rol oynadığını
öğretmiyor mu?
En son İran-Irak savaşı bunun son örneklerinden biri değil mi?
Niçin 21. yüzyıl, bu ilkenin değişmesine ve "kültürel kimlik" adı
altında son derece muğlak bir ölçütün, ulusal çıkarların,
özellikle de ekonomik ulusal çıkarların önüne geçmesine neden
olsun?
Dördüncü bir nokta Huntington'un, Kültürel Antropolojide,
uygarlıkların birbirlerini etkilemelerini açıklayan "akkültürasyon,"
ve "inkültürasyon" denilen, "kültürleşme" ve "kültürlenme"
süreçlerini gözardı etmesidir.
Birbirleri ile temasta olan uygarlıklar ya da kültürler, zamanla
kaçınılmaz olarak birbirlerini etkiler ve birbirlerinden
etkilenirler. Böylece gittikçe birbirlerine benzemeye başlarlar.
Bu nedenle de pek çok kültürü ya da uygarlığı çok kesin çizgilerle
birbirlerinden ayırd etmek olanaksızdır. Örneğin, Batı uygarlığı
ile Latin-Amerika uygarlığının ortak yönleri, farklılıklarından
daha fazla değil midir?
Beşinci olarak, Batılılaşma ile modernleşme (çağdaşlaşma) ayrımı,
hem net değil, hem de anlaşıldığı kadarıyla, modernleşmeyi, sadece
teknik olanakların kullanılması olarak kabul etmesi, doğru değil.
Yani çölde, elindeki bilgisayarla, sakat bir din ve yanlış bir
Allah anlayışına dayalı olarak kellesini keseceği insanları
izleyen, deve üstündeki bedevi, modern midir?
Altıncı bir nokta ise doğrudan doğruya Türkiye örneğinin yanlış
yorumunda ve ayrıca bu yorumun statik karakterinde yatıyor.
Huntington, modernleşmenin Batılılaşma olmadığını söylüyor ve ne
denli modernleşirse modernleşsinler, farklı uygarlıklardaki
toplumların uygarlık değiştiremediğini ve Batılılaşamadığını
belirtiyor. Hatta bu nedenle, bir de "bölünmüş ülkeler" listesi
veriyor.
Her modernleşmenin, zorunlu olarak Batılılaşma olmadığı, daha
doğrusu, modernleşen ülkelerin, kendi öz kültürlerini de bir
ölçüde koruyarak değiştikleri bir gerçek.
Fakat belli bir teknolojik düzeyin, zorunlu toplumsal ve kültürel
değişmeleri de birlikte getirdiği ve bu "birörnekleştirici"
etkinin tüm kültürleri birbirine yaklaştırdığı da ayrı bir gerçek.
Türkiye acaba şu anda hem kültür hem de uygarlık olarak, yani hem
yerel hem de evrensel olarak Suudi Arabistan'a ya da İran'a mı
daha yakın, yoksa, Batıya mı?
Ayrıca Türkiye toplumu nereye doğru değişiyor? Irak'a ya da
Libya'ya doğru mu yoksa Fransa'ya ya da Almanya'ya doğru mu?
İşte tam bu noktada Huntington'un toplumsal değişme sürecini
yadsıyan ve toplumları statik, (hem durgun hem de duragan)
varlıklar olarak gören çözümlemesinin yanlışlığı da ortaya
çıkıyor.
1923'den beri hızlanan bir biçimde, aslında kökü 1800'lere dayanan
bir modernleşme projesi, Türkiye'nin gündeminde.
Bu proje hiç kukşkusuz Türkiye'yi, kendi kültürünü de koruyarak,
Batı dünyasının bir parçası yapacak.
Bu süreç belki, Avrupa Birliği ile değil, Japonya ile bütünleşerek
gerçekleşecek, ama mutlaka gerçekleşecek.
Yedinci olarak, yine Türkiye'yi de ilgilendiren biçimde,
Batılılaşma süreci için, İslami değerlerin tümüyle yadsınması
gerektiğini söylüyor. Oysa böyle "toptancı" yaklaşımlar, çoktan
terkedildi sosyal antropoljide. Huntington, Hırıstiyanlıktaki
bölünmelere, uygarlık farklılaşması açısından aşırı değer ve anlam
verirken, İslamı, nedense h>â l>â ilk çıktığı andaki gibi,
dogmatik, değişmez ve daha önemlisi "monolitik" bir yapı olarak
kabul etme yanlışını yapıyor.
Sekizinci bir nokta, kültürel farklılık, (ister dine dayansın,
ister ırka) bu denli önemliyse, neden, kültürel farklılıklar,
uygarlıklar arası çatışmaları belirliyor da, aynı devletin
içindeki farklı kültürler açısından işlevsel olmuyor?
Örneğin, çokkültürlü bir yapıya sahip olan A.B:D. bu açıdan nasıl
çatışmalara gebe olabilir? Huntington bu konuyu da es geçiyor.
Dokuzuncu bir nokta, özellikle kültürel açıdan bölünmüş ülkeleri
değerlendirirken, seçmen davranışının, yani oy dağılımlarının
belirleyici olduğunu düşünmesi, bu nedenle de uygarlık ayrımı gibi
temel kültürel bir konu ile günlük siyasal tercihlerin bire bir
örtüştüğü gibi bir yanlışa düşmesi, üstelik bu yaklaşımına karşın,
Türkiye'deki durumu da yanlış yorumlaması, yüzde 20 oy alan bir
partiyi neredeyse halkın çoğunluğu gibi göstererek, Refah
Partisi'nin "yüzde 99'u Müslüman olan Türkiye'de biz çoğunluğu
temsil ediyoruz" söylemi ile yaptığı propagandada düştüğü aynı
hatayı tekrarlamasıdır.
Onuncu bir nokta, "uygarlıklararası çatışmalardan kaçınılması"
görüşünün, çok yakın tarihte ve günümüzde tanık olduğumuz
Amerika'nın Körfez savaşı gerçeği ile doğrudan çatışıyor
olmasıdır.
Günümüzdeki gerçeklerle bile uzlaşamayan ve daha da önemlisi bu
gerçekler yanlış ise, doğru yolu göstermekte de hiç bir ipucu
veremeyen ve başarı gösteremeyen bir kuram, geleceği ne denli
açıklayabilir?
Bence Huntington'un bu çok tartışmalı ve bilimsel olmaktan çok,
spekülatif nitelik taşıyan çalışmasının tek bir doğru yanı var, o
da bütün kültürlerin, uyuşturucu ile, rüşvetle ve kara para ile
savaşmak zorunda olduğu ve bu konuda uygarlıklar ve devletlerarası
işbirliğinin gerçekleştirilme zorunluluğu.
Bu önerisi bir yana, Batı dünyasını yönetenlerin, Huntington'un
şövenizme yakın duran ve tam bir ayrımcılığı teşvik eden genel
kuramına çok prim vereceklerini sanmıyorum.
A.B.D. ya da Batı Avrupa olarak, bir yandan dünyada insan
haklarının şampiyonluğunu yapacaksınız, ve bu konuda tüm
insanlıktan gerçek bir destek alacaksınız, öte yandan, kendi
uygarlığınız dışındaki tüm kültürleri aşağılayıp onlara karşı bir
"haçlı ruhu" ile saldıracaksınız.
Bu denli ikiyüzlülük, uluslararası ahlak (yani ahlaksızlık)
açısından olanaklı olsa bile, "küreselleşen dünyamızda" gizlice
becerilebilecek bir davranış gibi gözükmüyor.
Huntington'un Türkiye ile ilişkili olarak önerdiği, Atatürk'ün
mirasının olduğu gibi yadsınması ve Türkiye'nin yedinci yüzyıl
İslam uygarlığına dönmesi, yani bir şeriat devletine geri gitmesi
ise yalnız Türkiye'nin değil, tarihin ve bilimin gerçeklerine de
aykırıdır.
Çünkü Atatürk, hem Türkiye'ye hem de insanlığa, Hitler faşizmi ya
da Stalin komünizmi gibi tarihsel bir parantez değil, tarihin
akışını yakalamış bir devrimcinin, insanlığın gelişme sürecine
uygun atılım uygulamalarını getirmiş bir devrimcidir. |
|
|
|
|
|
|
|