|
|
................... |
|
................... |
AZINLIKLARA
İLİŞKİN SORUNLAR |
Kemal Arı
Tarih
Vakfı Yurt Yayınları, 1995
|
|
|
|
................... |
|
................... |
Türkiye ve Yunanistan arasında yoğun
tartışmaların yaşanmakta olduğu hemen her dönemde gündeme gelen
azınlıklar konusu, uluslararası sistemde ve hukuk kurallarında
getirilen yeni hükümler çerçevesinde giderek bir insan hakları
sorunu olarak algılanmaya başlanmıştır. Osmanlı Devleti’nin Avrupa’da baş
gösteren ulusçuluk akımından etkilenmesi, ekonomik ve toplumsal
yapısında değişiklik yapamaması, askeri başarısızlıklarla
desteklenince çöküş sürecini hızlandırmış ve sonuçta, Osmanlı
Devleti, Avrupa ve Balkanlarda topraklarını kaybetmeye
başlamıştır. Bu durum Balkanlarda bulunan Türk/Müslüman nüfusun
büyük bir bölümünün Anadolu’ya kadar uzanan bir göç dalgası
yaşamasına yol açarken, kaybedilen topraklar üzerinde kurulan yeni
devletlerle Osmanlı Devleti arasında bir azınlıklar sorununu
tartışma konusu yapmıştır.[i]
Balkan Savaşları ile artan bu sorun, özellikle Türkiye ve
Yunanistan arasındaki ilişkilerin niteliği göz önünde
tutulduğunda, Türk Ulusal Kurtuluş Savaşı sonrasında yeni bir
boyut kazanmıştır. İngiltere, Fransa ve İtalya’nın yanında Sevr
Anlaşması’nın[ii] kendisine sunduğu olanağı değerlendirerek
Anadolu’ya asker çıkaran Yunanistan’ın savaşta yenilerek geri
çekilmesinden sonra, günümüz Türk - Yunan azınlıklar sorunu olarak
nitelendirilen olaylar yaşanmaya başlanmıştır.
Gerçekten de, Yunanistan’ın “Megali İdea” olarak adlandırmış
olduğu, eski Bizans toprakları üzerinde Büyük Yunanistan’ın
yeniden kurulması rüyası, Yunan kuvvetlerinin Anadolu topraklarına
ayak basmasıyla bu yöndeki ilk adım olarak değerlendirilmiş ve hem
bu rüyaya inanarak Anadolu’yu işgal hareketine katılanlar hem de
Osmanlı toprakları üzerinde yaşamlarını sürdürmekte olan Yunan
kökenliler/Rumlar arasında kısa sürecek bir sevinç yaşanmıştır.
Ancak, savaşın Türklerin yengisi ile sonuçlanması, bu rüyaları
yıkmış ve hem savaşla birlikte Anadolu’ya gelen Yunanlıların hem
de daha önce Anadolu’da yerleşmiş bulunan Rumların bu topraklardan
Yunanistan’a göç etmelerine yol açmıştır.[iii]
Savaş dönemi ile birlikte, iki ülke arasında kitlesel göçlerin
yaşanması, beraberinde yoğun bir ekonomik ve toplumsal bunalımı
ortaya çıkarmıştır. Özellikle, Yunanistan’da bu bunalım oldukça
sarsıntılı olmuştur. Savaşın sonunun belli olması ve Yunanistan’ın
ağır bir yenilgi almasından sonra kitlesel göçlerin[iv] yaşanması,
Lozan Görüşmeleri sırasında gündeme gelmiş ve bu konuda taraflar
arasında bir anlaşmanın yapılması gereği üzerinde görüş birliğine
varılmıştır. Bunun sonucunda, daha Lozan Barış Antlaşması
imzalanmadan, Türkiye ve Yunanistan arasında, karşılıklı olarak
göç eden insanların hak ve statülerini düzenleyen bir anlaşma
imzalanmıştır. 30 Ocak 1923 tarihli Türk ve Rum Nüfus Değişimine
İlişkin Sözleşme ve Protokol’ün hükümlerine göre; (madde 1)
“Türk topraklarında yerleşmiş Rum Ortodoks dininden Türk uyrukları
ile, Yunan topraklarında yerleşmiş Müslüman dininden Yunan
uyruklarının, 1 Mayıs 1923 tarihinden başlayarak, zorunlu
mübadelesine girişilecektir. Bu kimselerden hiç biri Türk
Hükümetinin izni olmadıkça Türkiye’ye, ya da Yunan Hükümetinin
izni olmadıkça Yunanistan’a dönerek orada yerleşemeyecektir.
(Madde 2) , Birinci Maddede öngörülen mübadele:
a) İstanbul’da oturan Rumları,
b) Batı Trakya’da oturan Müslümanları kapsamayacaktır.
1912 Yasası ile sınırlandırıldığı biçimde İstanbul Belediye
sınırları içinde 30 Ekim 1918 gününden önce yerleşmiş tüm Rumlar,
İstanbul’da oturan Rumlar sayılacaktır.
1913 Bükreş Antlaşması’nın saptamış olduğu sınır çizgisinin
doğusundaki bölgeye yerleşmiş tüm Müslümanlar, Batı Trakya’da
oturan Müslümanlar sayılacaklardır.” [v]
İki Ülke arasında imzalanan bu sözleşmeye göre, sözleşmenin
uygulanmasını sağlamak üzere, Türk ve Yunan temsilcilerinin de
bulunduğu bir uluslararası karma komisyon oluşturulmuştur.
Oluşturulan bu komisyon bir süre görev yaptıktan sonra değişim
sırasında kimlerin yerleşik sayılacağı konusunda farklı yorumlarla
karşılaşmış ve bu durum, iki ülke arasında ilişkilerin yeniden
gerginleşmesine neden olmuştur. Bu arada, yerleşik teriminin
kapsamı konusunda Milletler Cemiyeti’ne ve Uluslararası Daimi
Adalet Divanı’na yapılan başvurunun iki taraf arasındaki görüş
ayrılığını giderememesi sonucunda ilişkiler gerginleşmiş,
Yunanistan’ın Batı Trakya Türk/Müslüman azınlığının arazi ve
mallarına el koyması ve buralara Türkiye’den Yunanistan’a göç eden
insanları yerleştirmeye başlaması, buna karşılık olarak da,
Türkiye’nin İstanbul Rumlarının mallarına el koyması, her iki
ülkede de azınlıkların zararlı çıkmasıyla sonuçlanan bir süreç
oluşturmuştur. Bu bağlamda, iki ülke arasında 1926 yılında
hazırlanan anlaşma da azınlıklar konusundaki soruna kesin bir
çözüm getirmekten uzak kalmıştır.
Taraflar arasında azınlıklar konusunun kesin çözüme bağlanmasına
ilişkin son girişim, 10 Haziran 1930’da bu konuda bir anlaşmanın
imzalanmasıyla sonuçlanmıştır. Bu antlaşma ile yerleşim tarihleri
ve doğum yerleri ne olursa olsun, İstanbul Rumları ve Batı Trakya
Türk/Müslümanlarının hepsi yerleşik sayılmışlardır. Ayrıca, iki
ülke de toprakları üzerinde kalan azınlıkların statüleri ve mal
varlıklarının korunması konusunda önemli yükümlülükler
üstlenmişlerdir.
Azınlıklar konusundaki uzlaşmalığın giderilmesinden sonra, Türkiye
ve Yunanistan arasındaki ilişkiler hızla düzelmeye başlamıştır.
İki ülke arasında dostluk ve işbirliği çabaları artmış,
azınlıklara ilişkin antlaşmanın imzalanmasından kısa bir süre
sonra, Ekim 1930’da Türk - Yunan Dostluk, Tarafsızlık, Uzlaştırma
ve Hakemlik Antlaşması imzalanmıştır. Bu antlaşmayla birlikte, bir
de Deniz Kuvvetlerinin karşılıklı olarak sınırlandırılmasını
öngören protokol ve Oturma, Ticaret ve Denizcilik Sözleşmesi
imzalanmıştır.
Bununla beraber, doğrudan bir Türk - Yunan azınlıklar sorunu
olarak değerlendirilmemekle birlikte, İkinci Dünya Savaşı sürerken
Türkiye’de azınlıklar üzerinde baskıya dönüşen kimi uygulamalara
rastlanmıştır. Bunlardan özellikle “Varlık Vergisi” uygulaması
ilginç bir uygulama olmuştur. Savaş sırasında bir takım savaş
zengininin ortaya çıkması ve bunların kamuoyunun tepkisini çeken
bir zıtlık oluşturması, savaş dolayısıyla ekonomik darboğaz
içerisindeki hükümetin, bu kesim üzerinde uygulanacak olan ve bir
kez alınması düşünülen vergilendirmeye gitmesine yol açmıştır.
Büyük oranda azınlıklara mensup kişiler üzerinde yoğunlaşan ve
adil bir şekilde uygulanmayan vergilendirme, kısa süre içerisinde
tepki çeken bir uygulama olarak kamuoyunda eleştirilere neden
olmuştur. Bu vergilendirme sırasında adil davranılmamış olması ve
ciddi aksaklıkların yaşanması azınlıkların hükümete bakışını
olumsuz etkilemiştir.
Türk - Yunan ilişkilerinde dostluğun sağlanmasıyla azınlıklar
sorunu 1950’li yıllara değin ikili ilişkilerde bir sorun olarak
belirmemiştir. Bunda her iki ülke ulusal liderlerinin gerçekçi
yaklaşımlarla davranmış olmalarının yanı sıra, İkinci Dünya
Savaşı’na yol açan gelişmelerin yaratmış olduğu ortak güvenlik
endişesinin de rolü olmuştur. Kısa süre sonra başlayan savaş
sırasında, Yunanistan’ın işgale uğramış olması ve savaş sonrasında
da iç savaşın başlaması, iki ülke arasındaki ilişkileri
sınırlandırırken Yunan iç savaşı sırasında hükümete sadık kalan
Türk/Müslüman azınlık üzerinde Yunan komünistlerinin yoğun
baskılarda bulunması, bu kez Batı Trakya’dan Türkiye’ye yeni bir
göç yaşanmasında etkin olmuştur.
Azınlıklar sorununun Türk - Yunan ilişkilerinde hem bir iç
politika sorunu hem de dış politika sorunu olarak gündeme gelmesi,
iki ülke arasındaki ilişkilerin Kıbrıs sorunu nedeniyle
gerginleşmesine koşut olmuştur. 1950 ortalarına kadar ikili
ilişkilerin dostluk ve işbirliği havasında gelişmesi hem
Yunanistan’da hem de Türkiye’de azınlıklara yönelik politikaların
ılımlı ve sevecen olmasında etkili olmuştur. Gerçekten de, bu
dönemde Türkiye’de azınlıklar DP iktidarının sağlamış olduğu
kolaylıklardan yararlanarak parlamentoda temsilci bulundururken
Yunanistan’da da Türk/Müslüman azınlığın çeşitli sorunlarına çözüm
bulunmaya çalışılmıştır.
1960’ların ortalarından başlayarak, Türkiye ve Yunanistan arasında
Kıbrıs konusu üzerinde yoğunlaşan ve ilişkileri sertleştiren
gelişmeler, azınlıkların, karşılıklı olarak, yaşadıkları toplumdan
dışlanmasına yol açan kimi uygulamalarla karşılaşmalarına neden
olmuştur. Her iki toplumda da azınlıklar diğer ülkenin ajanları
olarak algılanmaya başlanmıştır. Kıbrıs sorununun kamuoylarında
ulusal bir dava olarak propagandalara konu edilmesi, azınlıkların
durumunu güçleştirmiştir. 1963-64 Kıbrıs olayları ise, Türk
Hükümeti’nin, 1930 Sözleşmesine son vererek bu sözleşmeden
yararlanarak İstanbul’da çalışmakta olan Yunanlıları ülkelerine
geri göndermesine neden olmuştur.
B. Oran’ın belirttiğine göre; “ Türkiye’den Yunanistan’a gidip
oturan ve çalışan Türk olmadığı için, tek taraflı işleyen bu
sözleşme sonucu o sırada İstanbul’da sürekli oturan ve çalışan
12.704 Yunan yurttaşı vardır. 1963 yılında Kıbrıs’da Türklerin
katliama uğramaları karşısında Ada’ya müdahale edemeyen Türkiye,
herhalde Yunanistan’ın zor duruma düşürmek için 36. madde uyarınca
altı ay önceden ihbarda bulunduktan sonra sözleşmeyi feshetmiş ve
bu Yunan yurttaşlarının oturma izinlerini bir daha uzatmamıştır.
(16 Eylül 1964). Üstelik zararlı eylemleri saptananlar altı aylık
süre beklenilmeden sınır dışı edilmiştir. Böylece 1134 Yunan
uyruklunun hastalık ve öğrenim gibi insansal nedenlerle
kalmalarına izin verilmesine karşılık, 8.600 Yunan uyruklu
Yunanistan’a dönmek zorunda kalmıştır. Bu arada, Bozcaada ( İmroz
) ve Gökçeada’da yarı açık cezaevi kurmak ve devlet üretim
çiftliği açmak için yapılan kamulaştırmalar da buralarda oturan
Rum azınlığın Yunanistan’a göçmesiyle sonuçlanmıştır. Fakat bu
göçleri doğuran en önemli öge, İstanbullu Rum gençlerin
evlenmeleri açısından yaşamsal önem taşıyan İstanbullu
Yunanlıların gitmesi olmuş, bundan sonra İstanbul Rum nüfusu
gitgide azalarak bugünkü 4000-5000 düzeyine gerilemiştir.” [vi]
1960 sonrasında, Türkiye ve Yunanistan arasındaki ilişkilerin
Kıbrıs sorunundan dolayı dalgalanma göstermiş olması, azınlıklar
konusunda da benzer yansımalar yapmıştır. 1967 yılında, askeri
cuntanın Yunanistan’da işbaşına gelmesiyle birlikte, azınlıklar
üzerinde yeniden sistematik baskılar görülmeye başlanmıştır.
Gerçi, 1968 yılında iki ülke arasında bir Kültür Protokolü
imzalanmıştır, ancak kısa süre sonra, bu protokol de fiilen
uygulanmamaya başlanmıştır.[vii]
1974 yılında, Türkiye’nin Kıbrıs’a askeri müdahale de bulunarak
Kıbrıs Türk toplumuna yöneltilen kitlesel yok etme girişimlerini
engellemesinden sonra ise, özellikle Batı Trakya Türkleri üzerinde
oldukça yoğun baskı yaşanmaya başlanmıştır. İki ülke arasında bir
savaş olasılığını arttıran olayların yaşanmakta oluşu,
Yunanistan’ın Kıbrıs Rumlarına destek verme olanağı bulamaması ve
ulusçu duyguların incinmiş olması Batı Trakya Türk/Müslüman
topluluğuna yönelik politikaların sertleşmesine yol açarken, Yunan
kamuoyu da azınlıkları ulusal bütünlükleri açısından tehlike
olarak görmeye başlamıştır.
1974 yılı, aslında Türk - Yunan ilişkilerinde bir dönüm noktası
olarak karşımıza çıkmaktadır; bu tarihten itibaren, daha önce
gündemde olmayan sorunlar bir anda uzlaşmazlığı arttıran konular
olarak ilişkilere konu edilmiştir. Azınlıklar konusundaki Yunan
yaklaşımları açısından ise, daha önce idari makamlar tarafından
bürokratik yöntemler kullanılarak azınlık haklarına getirilen
kısıtlamalar, bu tarihten sonra artık, açıktan açığa, bir
yönetimsel politikaya dönüşmüştür. Böylece, Türkiye’deki İstanbul
Rum topluluğunun azalmış olmasını ve dolayısıyla, iki ülke
arasında azınlıklar konusunda karşılıklılık ilkesinin uygulanamaz
hale geldiğini ileri süren Yunanistan ile Türkiye arasında
azınlıklara yönelik politikalar konusunda kimi zaman sert
tartışmaların ve uygulamaların yaşandığı bir sürece
girilmiştir.Bununla birlikte Patrikhane’nin İstanbul’daki
varlığının korunmasına ilişkin tartışmalar sürmektedir.
1980’li yıllara gelindiğinde, iki ülke arasındaki iletişimsizlik
ve uzlaşmazlıkların derinleştiği koşullar içerisinde azınlıklar
konusu daha belirgin bir görünüm sergilemeye başlarken, içerik
açısından da farklılaşma gözlenmiştir; Türkiye’deki azınlıklar
açısından bu durum, daha çok İstanbul Rum azınlığın sahip olduğu
taşınmaz mal varlığının korunması, Vakıflar ve Patrikhane statüsü
konularında ön plana çıkarken, Yunanistan açısından ise, durum
daha çok, Batı Trakya Türk/Müslüman azınlığın anlaşmalardan ve
Yunan yasalarından kaynaklanan haklardan yararlandırılmayarak göçe
zorlanmaları, bu yolla Batı Trakya’nın Türk/Müslüman kimliğini
ortadan kaldırmak ve Türkiye’de Rum azınlığın kültürel/dinsel
varlığı açısından oldukça önem verilen Patrikhane’nin statüsünün
korunması konularında belirmeye başlamıştır.
Günümüz Türk - Yunan ilişkilerinde azınlıklar üzerinde yapılan
tartışmalar, Türkiye açısından, özellikle, Batı Trakya’daki
Türk/Müslüman topluluk üzerinde oluşturulan baskılar ve
saldırılara ilişkin olmaktadır. 1989-90 döneminde Batı Trakya
Türk/Müslüman azınlığı üzerinde uygulanan baskıların yol açmış
olduğu gerginlik bu konuda ilginç bir örnek oluşturmaktadır.
1988 yılında, Yunan Yüksek Mahkemesi’nin Trakya İstinaf Mahkemesi
tarafından Batı Trakya Türk Öğretmenler Birliği hakkında almış
olduğu bir kararı onaylamasıyla bu Birlik kapatılmıştır. Mahkeme,
vermiş olduğu kararda “Türk” sözcüğünün Türkiye yurttaşlarını
çağrıştırdığını, Yunan yurttaşlarını tanımlamakta
kullanılamayacağını belirttikten sonra, “Yunan Müslümanları”nı
tanımlarken “Türk” sözcüğünü kullanmanın kamu düzeni açısından
tehlikeli bir davranış olacağını hükme bağlamıştır. [viii]
Yunan Mahkemelerinin vermiş olduğu bu karar karşısında, Batı
Trakya Türk/Müslüman azınlık toplumu üyeleri, kararı protesto
etmek amacıyla bir gösteri düzenlemişlerdir. Bu gösteri,
Türk/Müslüman azınlığın ilk kez sokaklara inişi olarak
yorumlanmıştır. Polis ise, bu gösteri sırasında göstericilere
karşı kuvvet kullanmış ve pek çok gösterici çıkan olaylar
sırasında yaralanmış ve bazı göstericiler tutuklanmışlardır. Bu
olaylardan kısa bir süre sonra, “Batı Trakya Türk Gençler
Birliği”nin adı polis yoluyla değiştirilerek “Batı Trakya Müslüman
Gençler Birliği”ne dönüştürülmüştür.
Batı Trakya Türk/Müslüman azınlığı üzerinde oluşturulmaya başlanan
bu türden baskıların yol açmış olduğu bir başka gerginlik ise,
1989-90 yıllarında yaşanmıştır. 1989 Yunan genel seçimleri
sırasında, seçimlere Batı Trakya Türk/Müslüman azınlığı bir
bağımsız liste oluşturarak katılmış ve bu seçime katılan
adaylardan Sadık Ahmet ve İbrahim Şerif, azınlık temsilcileri
olarak parlamentoya katılmışlardır. Ancak, Haziran’da yapılan
seçimlerin yenilenmesine karar verilmiş ve Kasım 1989’da seçime
gidileceği açıklanmıştır. Bu seçimlere hazırlanan adaylar,
hazırladıkları seçim bildirgelerinde Batı Trakya Türk azınlığı
olarak kendilerini tanımlamışlardır. Buna karşın, adaylardan Sadık
Ahmet ve İbrahim Şerif bu seçimlerde parlamentoya
katılamamışlardır. Kasım 1989 seçimlerinde Batı Trakya Türk
azınlığı temsilcilerinin bağımsız aday olarak seçilebilmelerini
engelleyebilmek için seçim yasası değiştirilerek bağımsız
adayların ülke genelinde % 3 oy barajını aşmaları istenmiştir.
Azınlığın toplam nüfusunun tek bir adaya oy verdiği halde bile
bağımsız bir adayın seçimi kazanması açıkça olanaksız hale
gelmiştir. Seçimler sonrasında bu adaylar hakkında dava
açılmıştır. Bu dava sırasında Mahkeme, adayları, “Yeni Demokrasi,
Sol Koalisyon ve PASOK adaylarının anarşi ve terör ortamı
yaratılmış olduğunu söylemelerine dayanarak, 1989 Ekim ayının son
on günü boyunca Gümülcine’de Ceza Usul Kanununun 245, 320 ve 321.
maddelerinin ihlal edildiğini öne sürmüş ve adayları, iftira etmek
ve yanlış bilgi vermekle; ayrıca, “Türk” sözcüğünü kullanarak
sosyal barış zararına halk arasında ayrım yapmak ve yurttaşları
açıktan veya dolaylı olarak kanunları ihlal etmeye kışkırtarak
Ceza Kanununun 192. maddesini ihlal etmekle suçlamıştır.” [ix]
25-26 Ocak 1990 günü yapılan duruşma sonucunda Mahkeme, sanıkları
suçlu bularak 18 ay hapis ve 3 yıl boyunca siyasi haklardan men
edilmesine karar vermiştir. Mahkemenin vermiş olduğu karar, hem
kararın özü hem de kullanılan yöntem açısından, o sırada Mahkemede
bulunan gözlemciler tarafından yoğun eleştirilere uğramış,
hakimlerin sanıklara karşı önyargılı oldukları, sanıkların hukuki
haklarına dava sırasında özen gösterilmediği ve dava konusunda
mahkemenin yeterli incelemeleri yapmadığı suçlamaları, sıklıkla
vurgulanmıştır.
Sadık Ahmet ve İbrahim Şerif’in mahkeme tarafından suçlu
bulunmasından sonra, Batı Trakya Türk/Müslüman azınlığı alınan
kararları protesto etmiştir. Dava üzerinde yoğunlaşan ilgi ve dava
sonucu, azınlık üyeleri ile Yunanlıların arasındaki ilişkileri
gerginleştirmiş ve bir süre sonra Batı Trakya Türk/Müslüman
azınlığa yönelik saldırılar yaşanmıştır. Gümülcine’de meydana
gelen olaylar sonucunda azınlıkların ev ve işyerleri, camileri
tahrip edilmiş ve çıkan olaylar sırasında yaralananlar olmuştur.
Sadık Ahmet[x] ve İbrahim Şerif’in suçlu bulunarak hapsedilmeleri
ve sonrasında Gümülcine Türk azınlığa yönelik saldırılar,
Türkiye’nin yoğun tepkisini çekmiştir. Olayların hemen sonrasında
Türkiye’nin Gümülcine’de Başkonsolosu (Kemal Gür) Gümülcine’de
Valisi ile görüşerek Türk azınlığa yönelik saldırılar konusunda
acil önlemler alınmasını istemiştir. Benzer girişimler, Ankara ve
Atina’da da yürütülmüş ve Türk azınlığın can ve mal güvenliğinin
sağlanması istenmiştir.
Bütün bunlardan sonra, iki ülke arasında bir diplomasi savaşı
yaşanmış ve karşılıklı suçlamalar birbirini izlemiştir. Türkiye
Yunanistan’ı Batı Trakya Türk azınlığının Lozan Antlaşması’ndan ve
diğer uluslararası antlaşmalardan kaynaklanan haklarını ihlal
etmekle suçlamış ve olaylar sırasında Yunan resmi makamlarının
saldırılar karşısında ilgisiz kalmalarını kınamış; Yunanistan da,
Türkiye’yi azınlıklar konusunda kışkırtıcı davranmakla ve iç
işlerine karışmakla suçlamıştır. Ayrıca Türkiye, yapmış olduğu
açıklamada, yargılama olayının haksız olduğu ve mahkemenin siyasi
bir amaç doğrultusunda davrandığını; söz konusu olayın ulusal
sınırları ve ülke içindeki kanunları aşarak, uluslararası endişe
duyulmasına neden olan bir insan hakları sorunu olarak
değerlendirilmesi gerektiğini ileri sürmüş ve tutukluların serbest
bırakılmasını istemiştir. Yunanistan ise bu suçlamaları
reddetmiştir.
Batı Trakya Türk/Müslüman azınlığı temsilcilerine yöneltilen
suçlamalar ve yargılanma şekillerinin yanı sıra, Gümülcine’de
azınlık üyelerine yönelik saldırılar ve bu saldırılara ilişkin
olarak hükümetin izlemiş olduğu yaklaşım, Yunan basın ve
kamuoyunun yoğun tepkisini çekmiş, Yunanistan’da görüş ayrılıkları
ortaya çıkmıştır.
Kamuoyu ve basının konu üzerinde yoğun bir ilgi ile durması, iki
ülke arasında azınlıklara yönelik uygulamalar konusundaki
karşılıklı suçlamaları arttırmış ve bunun sonucunda Yunanistan,
olayların çıkışı ve gelişmesinden Türkiye’nin Gümülcine’de
Başkonsolosunu (Kemal Gür) sorumlu tutmuş ve istenmeyen kişi ilan
etmiştir. Bu durum karşısında Türkiye de, karşılık olarak,
Yunanistan’ın İstanbul Başkonsolosunu istenmeyen kişi ilan ederek
iki ülke arasında gerginliğin artmasından Yunanistan’ın sorumlu
olduğunu ileri sürmüştür.
Son olaylar sırasında Yunan ulusal kamuoyu ve basını, Batı Trakya
Türk/Müslüman azınlığına ve genel olarak, tüm Batı Trakya’ya
yönelik olarak hükümet ve siyasi partilerin izledikleri
politikaları değiştirmeleri gerektiği konularında yoğun
tartışmalara girerken, bölgenin ekonomik yönden kalkındırılması
konusunda fikir birliğine varılmış ve azınlıklara uygulanan
ayrımcı yaklaşımlara son verilmesi istenmiştir.
Türkiye ve Yunanistan arasında azınlıklara ilişkin karşılıklı
suçlamalar sürerken Batı Trakya Türk/Müslüman azınlığına yönelik
uygulamalar Helsinki Watch (Uluslararası İnsan Hakları Helsinki
İzleme Komitesi) tarafından gündeme alınmış ve Yunanistan’daki
incelemeler sonucunda bir rapor hazırlamıştır.
Helsinki Watch’ın hazırlamış olduğu rapor sonucunda Yunanistan’a
Batı Trakya Türk/Müslüman azınlığa karşı izlemekte olduğu
politikalar konusunda bazı tavsiyelerde bulunulmuştur. Buna göre;
Türk azınlık varlığının kabul edilerek, onlara diğer Yunan
yurttaşlarının sahip olduğu bütün medeni ve siyasi hakların
tanınması; bu onların kendilerini, topluluklarını ve okullarını
“Türk” olarak adlandırma hakkını da içermelidir.
Türk azınlığın; yurttaşlık hakkını kaybetmeden Yunanistan’dan
ayrılma ve geri dönme özgürlüğüne uyulması; Yunanistan içerisinde
hareket özgürlüğüne uyulması;
Türk azınlığın; toprak ve ev alım-satımı, okullar, camiler inşa
etmek, onarmak ve genişletmek konularında politikada ve uygulamada
eşit haklara sahip olduklarının garanti edilmesi;
Türk azınlığın; radyo, televizyon ve Türkiye’den gelen yayınları
kapsar şekilde ifade özgürlüklerine uyulması; yerel Türk azınlık
basını üzerindeki baskılara son verilmesi;
Türk azınlığın; Yunan otoritelerinin tacizlerini kapsar şekilde
aşağılanması uygulamalarını yasaklayan uluslararası anlaşmaların
yürürlüğe konulması;
Türk azınlığın, müftü seçimi ve dinsel gelirlerinin kontrolünü
içeren, dini özgürlüklerinin sağlanması;
Türk azınlığın; okullarını onarmak, genişletmek, inşa etmek,
Türkçe konuşan öğretmenler tayin etmek, ve günün koşullarına uygun
okul kitaplarını sağlamak ve kullanmak haklarına uyulması; Yunan
Hükümetine tavsiye olunmuştur. [xi]
Batı Trakya Türk/Müslüman azınlığa yönelik saldırıların yaratmış
olduğu gerginlik, azınlıklar ile Yunanlılar arasındaki ilişkileri
güvensizlik temeline oturturken ve Türkiye ile Yunanistan arasında
karşılıklı suçlamalara yol açarken, bir başka sorun daha gündeme
yerleşmiştir; bütün bu olaylar olurken, İskeçe Müftüsü Hilmi
Aga’nın ölümüyle yerine oğlu Mehmet Aga’nın atanması, azınlığın
yoğun tepkisine neden olmuş ve anlaşmalardan kaynaklanan haklarını
kullanarak kendi müftülerini kendilerinin seçeceklerini, atamayı
tanımayacaklarını belirtmişlerdir.
Azınlıklar konusunun ulusçu yaklaşımları artırmakta oluşu, bu
konuda görüş birliğine varılmasını zorlaştırmıştır. Yunanistan’da
egemen olan yaklaşım, azınlıkların diğer Yunan vatandaşlarına
tanınan temel haklardan yararlanabilmelerinin sağlanması ve Batı
Trakya’da acil ekonomik yatırımların yapılarak bölgenin
kalkındırılması yönündedir. Etnik kimlik konusunda gösterilen
katılık ise, büyük ölçüde Türkiye’den kaynaklanan güvenlik
endişelerine dayanmaktadır. Her iki toplum da bağımsızlıklarını
kazanma sürecinde birbirleri hakkında olumsuz yargılara sahip
olmaları, bu konuda katı ulusalcı yaklaşımları güçlendirmektedir.
Her iki toplum da ulusal bütünlüklerini bozabilecek azınlık
sorunları gibi konularda oldukça duyarlı davranmaktadırlar.
Gerçekte, Batı Trakya Türk/Müslüman azınlığının da istekleri bu
doğrultudadır; azınlık temsilcilerinin açıklamalarından da
anlaşıldığı gibi, azınlık, kendileri ile diğer Yunan vatandaşları
arasında ayrım yapılmamasını ve üzerlerindeki baskının
kaldırılmasını istemektedirler. Zaten istemlerindeki yaklaşımlar
da bunu göstermektedir. Kimi fanatik azınlık üyesinin aksine,
hemen bütün azınlık, sadece anlaşmaların kendilerine tanıdığı
haklardan yararlanabilmek, kendilerine ayrımcı politikalar
uygulanmamasını istemekte ve bu isteklerini de hukuki ve siyasi
yolları kullanarak, şiddete başvurmadan sağlamaya
çalışmaktadırlar.[xii] Bu nedenle, Yunanistan’la olduğu gibi
Türkiye ile ilişkilerinde de, bu ülkeden yalnızca, Lozan
Antlaşması’nın uygulanması konusunda üzerine düşen sorumlulukları
yerine getirmesi ve Yunanistan’a sorumluluklarını anlatmasını
istemektedirler; yoksa bu ülkeden ayrımcı bir politika izleme
çabalarına destek olmasını istememektedirler.
Azınlıklar konusu, Türkiye ve Yunanistan arasında sürekli bir
uzlaşmazlık noktası olarak ilişkileri zedelemeye devam ederken,
konu üzerinde taraflar arasında ciddi yaklaşımlarla sorunlara
çözüm bulma girişimlerine bir an önce başlamak gerekmektedir.
Avrupa Topluluğu çerçevesinde ekonomik, siyasi ve kültürel ortak
değerlere katkıda bulunmayı amaçlayan ve bu politikalara sadık
davranış içerisinde olacaklarını belirten Türkiye ve Yunanistan
gibi iki ülkenin aralarındaki azınlıklar sorununu
çözümleyememeleri, yaklaşımları ile ters bir görünüm
sergilemektedir. İnsan hakları ve demokratik değerlere saygılı
olacakları konusunda çeşitli siyasi ve hukuki uluslararası
yükümlülükleri bulunan Türkiye ve Yunanistan, artık vakit
geçirmeden, bu konuda tutarlı politikalar izlemeye
başlamalıdırlar. Kendi özgür iradelerinin dışında gelişen olaylar
sonucunda, etnik/dinsel kökenleriyle bir bütün oluşturdukları asıl
toplumlarından uzaklaştırılmış oldukları yetmiyormuş gibi, üstelik
bir de, uluslararası anlaşmalarla sağlanmış olan azınlık
haklarından yararlanmalarına izin verilmeyen ve toplumsal bütün
içinde sürekli dışlanan, potansiyel düşman olarak görülen bu
insanların yaşadıkları toplumla bütünleşmeleri sağlanmalıdır.
Gerçekte, Türkiye ve Yunanistan arasında azınlıklar sorununun
ilişkilerde sürekli bir çatışma noktası olarak kalmış olması,
ulusal kamuoylarında azınlıklar konusunda bazı fanatik ulusçu
grupların yaygın bir propaganda içerisinde olmalarından daha çok,
her iki ülkede de toplumun ekonomik gelişmişlik derecesine,
siyasal kültürün yapısına, iletişim organlarının gelişmişlik ve
yaygınlığına bağlı olarak, dış politika kararlarını alan ve
uygulayan kişi ve kurumların yaklaşımları çerçevesinde ele
alınabilir. Çünkü sosyo-ekonomik, siyasi ve kültürel alanda
azınlık/çoğunluk toplumu gibi bir ayrımcılığın yapılmakta oluşu,
demokratik değerlere ve insan haklarına aykırı bir yaklaşım
oluşturacağı gibi, ülkesel bütün içerisinde toplumun geneline
hakim olan sosyal barış ve dengeyi de ortadan kaldıracak bir etki
yaratır. Türk - Yunan ilişkilerinde azınlıklar sorunu, en güç ve
güç olduğu kadar da acil çözümlenmesi gereken konulardan birini
oluşturmaktadır. Özellikle, Balkan devletlerinin etnik/dinsel
yapılaşma açısından heterojen bir görünüm sergilemekte oluşu
dikkate alındığında, son gelişmelerin, Balkanlarda toplumsal ve
siyasal yapıları önemli ölçüde değiştirebilecek nitelikte olduğu
söylenebilir. Sosyo-ekonomik ve siyasal sorunların, ulusçuluk
anlayışı ile birarada yaşanmakta oluşu, bölge ülkelerinin sosyo-politik
çatışmalar içerisine girmesine yol açmakta ve bu çatışmalar,
giderek, tüm bölge ülkelerine yayılma eğilimi göstermektedir.
Türkiye ve Yunanistan arasındaki ilişkilerin sorunlarla dolu
olması ve özellikle, Batı Trakya’da yaşayan Türk/Müslüman azınlığa
yönelik sistematik baskıların yoğunluk kazanması, bölgede yaşanan
gerginlikler çerçevesinde ele alındığında, iki ülke arasındaki
azınlıklar konusunun diplomatik düzeyde bu ülkeler arasında sert
tartışmalara konu edileceğini söylemek mümkün. Azınlıklar
konusunun iki ülke arasında sıcak bir çatışmaya dönüşme olasılığı
fazla olmamakla beraber, halklar arasındaki olumsuz değer
yargılarını yeniden gündeme getirmekte ve sertlik yanlısı
yaklaşımları arttırmaktadır.
Bu bağlamda, bölgenin istikrarı ve iki ülke arasındaki diğer
sorunların da çözümlenebilmesi açısından, özellikle Türkiye ve
Yunanistan arasında azınlıklar konusundaki uzlaşmazlığın demokrasi
ve temel insan hakları ilkelerine uygun olarak çözümlenmesi, bu
arada, iki ülke arasında bu konuda yapılmış olan antlaşmaların
özenle uygulanması gerekmektedir.[xiii] Nitekim, Yunanistan’da K.
Simitis iktidarı döneminde T. Pangalos’un yerine Dışişleri
Bakanlığı’na getirilen G. Papandreu’nun azınlıklara ve özellikle
Batı Trakya’daki Türk/Müslüman azınlığa ilişkin olarak yapmış
olduğu açıklama, Yunanistan’da siyasi iktidarın geleneksel
politikasında bir değişimin yaşanmakta olduğuna ilişkin kimi
işaretler vermiştir.[xiv] Uzun zamandır Batı Trakya Türk
azınlığının özellikle eğitim alanında çekmiş olduğu sıkıntıların
giderilmeye çalışıldığı gözlenmiştir. Yunanistan Dışişleri
Bakanlığı, Ekim 1999’da almış olduğu bir karar ile Batı
Trakya’daki Türk azınlık okullarında okutulacak olan ve Türkiye’de
Milli Eğitim Bakanlığı tarafından hazırlatılmış bulunan ders
kitaplarının dağıtılmasını onaylamıştır.[xv] Papandreu yapmış
olduğu açıklamada; “Batı Trakya’da pek çok Türk kökenli Müslüman
bulunduğuna şüphe yoktur. Bununla beraber, azınlıklara ilişkin
konular toprak iddialarıyla birlikte ortaya gündeme
getirilmektedir. Eğer var olan sınırlar sorgulanmıyorsa benim için
kişinin kendisini Müslüman, Türk, Bulgar ya da Pomak olarak
nitelendirmesinin bir önemi yoktur.” [xvi] Bununla birlikte,
Yunanistan’da Batı Trakya Türk/Müslüman azınlığın statüsü,
kimlikleri üzerinde farklı görüşler dile getirilmiş ve bir
tartışma başlamıştır. Tartışmaların yoğunluk kazandığı bir başka
konu ise, Yunanistan Hükümeti'nin Atina’da bir cami yapımına izin
vermesi olmuştur.[xvii]
Türkiye ve Yunanistan arasında zaman zaman gündemde yer alan bir
başka sorun ise, İstanbul’daki Fener Ortodoks Rum Patrikhanesi’nin
statüsüne ilişkindir. Lozan Barış Konferansı sırasında
Patrikhane’nin Türkiye sınırları dışına çıkarılması konusunda
yaşanan sert tartışmaların sonunda İstanbul’da kalmasına ve fakat
Türkiye’nin iç hukukuna bağlı olmasına karar verilmesinden bu yana
yaşananlar göstermiştir ki Türkiye ve Yunanistan arasında çıkan
her gerginlikte azınlıklar ve azınlıklara ilişkin kurumlar
tartışmanın odağı haline gelmektedir.
Patrikhane, pek çok açıdan önemini korumakla birlikte asıl önemli
yanı, Türkiye’nin iç işlerine müdahalede kullanılabilmesi ve
özellikle, azınlıklara ilişkin konularda gerginlikler yaşanırken
bu kurumun kolaylıkla pazarlık unsuru olarak masaya
yatırılabilmesidir. İstanbul’daki Ortodoks Rum azınlığın
sayısındaki azalma ve Patrikhane’nin bir Türk kurumu sayılarak
tüzel kişiliği gereği Patrik unvanı alacak kişinin doğum yerinin
Türkiye ve uyruğunun Türk olması şartı, süreç içerisinde Patrik
olacak kişilerin seçilmesinde güçlük yaratmaktadır. Bir başka
nokta ise, Heybeliada’daki Ruhban Okulu’nun, 1971 yılında Anayasa
Mahkemesi’nin özel yüksek okulları devletleştirmeye karar vermesi
ve Türk kanunlarında karşılığının olmaması nedeniyle kapanmış
olmasının sonucunda yeni Ortodoks din adamlarının
yetiştirilmesinde karşılaşılan güçlüklerdir. Uzun süre Ruhban
Okulu’nun yeniden açılmasına ilişkin talepler dile getirilirken
Ekim 1999’da basında Ortodoks din adamlarının eğitimini
kolaylaştıracak bir görüş ortaya atılmıştır. Buna göre, Yüksek
Öğrenim Kurulu, İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
bünyesinde Dünya Dinleri Kültürü Bölümü kurulmasını kararlaştırmış
ve yüksek eğitimli Ortodoks din adamları yetiştirilmesi için
gereken yapıyı oluşturmuş,[xviii] ancak henüz işlerlik
kazandırılamamıştır.
Yunanistan’ın Patrikhane’ye ilişkin politikasına karşılık olarak
Türkiye'nin de Batı Trakya Türk azınlığının müftülük kurumu ile
dengeyi sağlamaya çalıştığı görülmektedir. Yunanistan Dışişleri
Bakanı G. Papandreu’nun İstanbul’u ziyareti sırasında Patrikhaneyi
ziyaretine karşılık olarak, Türkiye Dışişleri bakanı İ. Cem de
Yunanistan ziyareti sırasında, Batı Trakya Türk azınlığının
seçilmiş müftülerini ziyaret ederek bu karşılıklılığı sağladığı
görülmüştür.
DİPNOTLAR:
[i] Türkiye ve Yunanistan arasında gerçekleşen kitlesel
göçlerin bu ülkelerde yaratmış olduğu etkilere ilişkin olarak bkz;
Kemal Arı, Büyük Mübadele Türkiye’ye Zorunlu Göç (1923-1925),
İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1995.
[ii] 10 Ağustos 1920 tarihinde üç farklı Sevr Antlaşması
imzalanmıştır, Osmanlı Sevri, Trakya Sevri ve Yunan Sevri.
Azınlıkların statüsü bakımından Yunan Sevri bağlayıcı nitelikte
sürekli genel ilkeler getirmesi bakımından özelliğe sahiptir ve
Yunanistan’ın sadece Batı Trakya Türk azınlığına ilişkin olarak
değil ülke sınırları içerisinde yer alan tüm azınlıklara ilişkin
olarak karşılıklılık ilkesi aranmadan yükümlü olmasını hükme
bağlamaktadır. Bu konuda bkz; Baskın Oran, “Türk Dış Politikası ve
Batı Trakya”, Türk Dış Politikasının Analizi, Der. Faruk
Sönmezoğlu, İstanbul: Der Yayınları, 1998, s.312
[iii] Yunanistan’ın Anadolu’da girişmiş olduğu işgal
hareketinin Yunanistan’daki farklı bir yorumu için bkz; Alexander
Anastasius Pallis, Yunanlıların Anadolu Macerası (1915-1922),
İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 1995.Anadolu’dan Yunanistan’a göç
etmek zorunda kalan Rumların Osmanlı toplumu içindeki konumlarına
ilişkin olarak bkz; Gerasimos Augustinos, Küçük Asya Rumları,
Ankara: Ayraç Yayınları, 1997.
[iv] Göç eden insanların tam sayısı konusunda çeşitli
rakamlar ileri sürülmekle birlikte Türkiye’den Yunanistan’a
göçenlerin sayısı 1.250.000, Yunanistan’dan Türkiye’ye göçenlerin
sayısı ise 500.000 olarak kabul edilebilir. Bkz; Kemal Arı, Büyük
Mübadele Türkiye’ye Zorunlu ..., s.8; Alexander Anastasius Pallis,
Yunanlıların Anadolu Macerası.., s.104.
[v] İsmail Soysal, Türkiye’nin Siyasal Antlaşmaları,
Ankara: TTK Yayınları, 1983, s. 177.
[vi] Baskın Oran, Türk-Yunan İlişkilerinde Batı Trakya
Sorunu, Ankara: Mülkiyeliler Birliği Vakfı Yayınları, 1986, s.
148. Ayrıca bkz; Baskın Oran, Yunanistan’ın Lozan İhlalleri,
Ankara: SAEMK Yayınları, 1999.
[vii] 70’li yıllarda Yunanistan’da Türk azınlığın konumuna
ilişkin değerlendirmelerin ilk elden aktarımı için bkz; Kamuran
Gürün, Bükreş-Paris-Atina Büyükelçilik Anıları, İstanbul: Milliyet
Yayınları, 1994, ss.185-223.
[viii] Bu konuda bkz; Helsinki Watch, Destroying Ethnic
Identity: The Turks of Greece, August 1990, A Helsinki Watch
Report; Ayrıca dönemin Türk ve Yunan basınında da bu konuda yazı
ve yorumlar çıkmıştır.
[ix] Batı Trakya Türk azınlığının bağımsız adaylarla
seçimlere katılmaları ve başarı sağlamalarını önlemek için çeşitli
yöntemlere başvurulmuştur. Oran'ın da belirttiği gibi; "Türkiye'de
bulunan azınlık mensuplarının gelmesini önlemek için sınır
kapıları seçim öncesi 'grev' gerekçesiyle kapatılmış, uçakla Atina
üzerinden gelebilecek olanları önlemek için de bu kent ile Batı
Trakya arasında uçak ve otobüs seferleri seçim öncesi iptal
edilmiştir. Bu engellemeler de başarılı olamamış, azınlık bağımsız
milletvekili çıkarmayı başarmıştır. Bunun üzerine Yunan makamları
seçim yasasını değiştirerek bağımsız adayların da yurt çapında % 3
oy almaları koşulunu getirmişlerdir. Bu oran 200.000 oy demektir
ki, açıkça, tüm nüfusu bunun altında bulunan azınlığın bağımsız
aday çıkarmasını önlemeye yöneliktir. Bu yasa Yunanistan'da halen
yürürlüktedir." Baskın Oran, Yunanistan'ın Lozan İhlalleri...,
s.40.
Helsinki Watch, Destroying.., ss. 17-18
[x] 22 Temmuz 1995 tarihinde Gümülcine yakınlarında
geçirmiş olduğu bir trafik kazası sonucu yaşamını yitirmiştir.
[xi] Helsinki Watch, Destroying.., ss. 43-44.
1955 Tarihli ve 3370 Sayılı Yunan Vatandaşlık Kanunu’nun 19.
maddesi uyarınca; “Grek-olmayan etnik kökenden bir kişi, geri
dönme niyeti olmaksızın Yunanistan’dan ayrılırsa, bu kişinin Grek
yurttaşlığını yitirdiğine hükmedilir. Bu hüküm, yurtdışında doğmuş
ve oturmakta olan Grek-olmayan etnik kökenli kişilere de
uygulanır. Ana babasından ikisi birden veya hayatta olanı
yurttaşlığını yitirmiş olan reşit olmayan çocuklardan yurtdışında
yaşayanlar da yurttaşlığını yitirmiş olarak ilan edilebilir.
Yurttaşlık Konseyinin aynı yönde alacağı karara dayanarak bu
konularda İçişleri Bakanlığı karar verir.” Batı Trakya Türk
azınlığı, uzun süre bu maddenin uygulanmasından dolayı Yunan
yurttaşlığını kaybetme tehlikesi ile karşılaşmış ve bir kısmı
Yunan yurttaşlığını kaybederek vatansız durumuna düşmüşlerdir.
1998 yılında Yunanistan bu maddeyi kaldırmakla birlikte Yunan
yurttaşlığını bu maddeden dolayı kaybedenlerin yeniden Yunan
yurttaşlığını kazanabilmesine ilişkin herhangi bir düzenlemeye
gitmemiştir. Bu konuda bkz; Baskın Oran, Yunanistan’ın Lozan
İhlalleri...; ss. 31-32.
[xii] Son dönemde Batı Trakya Türk azınlığının kendilerine
uygulanan ayrımcı politika ve baskılara ilişkin olarak
uluslararası hukuktan da yararlanmaya başladıkları görülmektedir.
Bkz, “Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin, Gümülcine seçilmiş
Müftüsü İbrahim Şerif'in Yunanistan aleyhine açmış olduğu davaya
ilişkin olarak 14 Aralık günü verdiği kararda, Mahkeme heyeti,
Yunanistan'ı Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin düşünce, inanç ve
din özgürlüğünü güvence altına alan 9. ve zararın adli tazminini
öngören 41. maddelerini ihlalden oybirliğiyle mahkum etmiştir.”
“Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin, Gümülcine Seçilmiş Müftüsü
İbrahim Şerif'in Yunanistan Aleyhine Açmış Olduğu Davaya İlişkin
Kararı İle İlgili Açıklama-No:242-15 Aralık 1999”, http://www.mfa.gov.tr/Turkce/grupc/ca/1999/12/Default.htm,
B. Tarihi: 12/06/2000.
[xiii] Bir başka açıdan ele alındığında; azınlıklara
ilişkin iki ülke arasında imzalanmış antlaşmalarda kabul edilen
hükümlerin günümüzde benimsenmiş olan evrensel nitelikteki temel
hak ve özgürlüklere, demokratik değerlere göre yetersiz bir koruma
sağladığından da söz etmek mümkündür. Dolayısıyla, gerek Batı
Trakya Türk toplumu gerekse Türkiye’deki Rum toplumunun birer
azınlık olarak değerlendirilmelerinden öte bu ülkelerdeki
demokratik değer ve kurumların işlerliğinin sağlanabilmesi ve
yurttaşlık bilincinin öncelikli kılınması azınlıklara ilişkin pek
çok sorunun kolaylıkla çözümlenebilmesini sağlayacak niteliktedir.
[xiv] Yunanistan’da azınlıklara ilişkin uygulamaların
kısmen değiştiğini gösteren bir başka belge için bkz; “U.S.
Department of State, Human Rights Reports for 1999: Greece”, 1999
Country Reports on Human Rights Practices, http://www.state.gov/human_rightts/1999_hrp_repot/greece.html
B. Tarihi: 07/06/2000. Ancak bu arada gelişmeleri olumsuz yönde
etkileyen olaylara da rastlamak mümkündür. Örneğin İskece Seçilmiş
Müftüsü Mehmet Emin Aga, “1996 ve 1998 yılında yayınlamış olduğu
bir dizi dini içerikli mesajda makam gaspında bulunduğu iddiasıyla
açılan dört ayrı davanın, 31 Mayıs 2000 tarihinde Lamia'da görülen
ve TBMM İnsan Haklarını Komisyonu Başkanı Dr.Sema Pişkinsüt
başkanlığındaki Meclis heyetimiz tarafından da izlenen duruşmaları
sonucunda Müftü'nün toplam 7 ay hapis cezasına mahkum edilmiştir”.
“İskece Müftüsü Mehmet Emin Aga İle İlgili Açıklama-No:90-05
Haziran 2000”, http://www.mfa.gov.tr/Turkce/grupc/ca/2000/06/default.htm#bm03
[xv] Taki Berberakis, “Atina’dan Batı Trakya Jesti”,
Milliyet, 19 Ekim 1999, s.16.
[xvi] “Gov't Reiterates Its Position on Moslem Minority” ,
Athens News Agency, 1 August, 1999’den aktaran http://www.turinfonet.org.tr/frame/opinion/anasayfa.html
B. Tarihi. 06/10/1999. 1991 yılında yapılan genel nüfus sayımı
sonucuna göre Yunanistan’da 98.000 civarında azınlık üyesi
bulunmakta; bunların % 50’si Türk kökenli, % 35’i Pomak ve % 15’i
de Roman kökenli olarak gösterilmektedir. “The Muslim Minority of
Greek Thrace”, http://www.mfa.gr/foreign/musminen.htm B. Tarihi:
12.05.2000.
[xvii] “Atina’da Cami Tartışması”, Milliyet, 1 Haziran
2000, s. 20.
Yunan Hükümeti'nin Atina'da bir cami inşasına izin vermesi, bu
ülkedeki Müslümanların yeni ibadet yerleri açabileceklerini
göstermekten çok, 2004 yılında Atina'da düzenlenecek olan
Olimpiyatlara ilişkin olarak daha önce teminatta bulunmuş olduğu
bir konu olarak değerlendirilmektedir. Özellikle Müslüman ülke
sporcularına ve Atina'da yaşamakta olan yüzbinden fazla Arap
ülkelerinden gelen insanlara yönelik bir girişim niteliğini
taşımaktadır.
[xviii] Gönül Hanbay, “Ruhban Okuluna Akademik Formül”, Milliyet,
20 Ekim 1999, s.19; Yasemin Çongar, “Heybeliada Jesti ABD’yi
Sevindirdi”, Milliyet, 21 Ekim 1999, s. 14. Heybeliada Ruhban
Okulu’nun açılmasına izin verilmesi konusundaki Türk yaklaşımının
Yunanistan açısından olduğu kadar ABD açısından da önemli olduğu,
bu ülkedeki Rum ve Yunan lobilerinin oluşturduğu baskıların etkili
olduğundan anlaşılmaktadır. ABD yönetimi hemen her fırsatta
Türkiye’ye bu konuda çağrıda bulunmakta, isteklerini dile
getirmektedir. Türkiye Başbakanı Ecevit’in Washington’a yapmış
olduğu ziyaret sırasında da bu istekler dile getirilmiştir.
Yasemin Çongar, “Kıbrıs’ta Çözüm Zamanı”, Milliyet, 26 Eylül 1999,
s. 20. |
|
|
|
|
|
|
|