Nereden geldik, nereye
gidiyoruz? Bu sorunun en çok ilk kısmıyla ilgileniyoruz. Soyumuzu-sopumuzu
merak etmekten bir hal oluyoruz. Komplo teorileri uyduruyoruz;
yetmiyor, büyük adamların mezarlarını açtırıp kafataslarını
ölçtürüyoruz. Kitaplar okuyoruz; olmadı, kitaplar yazıyoruz.
Murat Belge de Türkiye’de bir Türk ulusu yaratmak amacıyla yazılan
romanların kitabını yazdı. Özellikle 1960’lardan sonra Türklerin
kökeni üzerine yazılan bu kitaplarda, tarihi unsurlar olduğu kadar
hamaset de bolca bulunuyor. Başka milliyetleri aşağılayan,
Türklerin savaştığı halkların bir kısmının sapık kabul edildiği,
Türk olmayan erkeklerin efemine, gayri-Türk kadınların hafifmeşrep
görüldüğü bu kitapların yazarları, Türklerin kökeni konusunda
fikir birliğine varamamış ne var ki...
Kemal Tahir, Tarık Buğra, Erol Toy, Nihal Atsız, Necati
Sepetçioğlu, Peyami Safa, Abdullah Ziya Kozanoğlu, Yavuz
Bahadıroğlu ve Halikarnas Balıkçısı’nın yazdığı kitaplar üzerine
yaklaşık üç seneden beri çalışan Murat Belge’yle, İletişim
Yayınları’ndan çıkan ‘Genesis-Büyük Ulusal Anlatı ve Türklerin
Kökeni’ kitabı üzerine konuştuk.
18. yüzyıl, insanlığın milliyetçilik kavramıyla tanıştığı
yıllar. O zaman bazı sahteciler ortaya çıkıp, şiir veya roman
yazarak insanlara kökenleriyle ilgili acayip hikâyeler anlatmaya
başlıyorlar değil mi?
Onlar o zaman da bir milli amaçla yapmıyorlar bu işi. 1700’lerde
İngiltere’de Macpherson adlı bir İskoç şairi, Ossian adında, 3.
yüzyılda yaşamış bir Kelt şairinin eserlerinden parçalar bulduğunu
iddia ediyor. Bunu başlangıç alırsak, orada aslında para kazanmak
isteyen bir sahtekâr var, başka türlü bir amaç yok. Ama romantizm
başlamış, neoklasik çağdan çıkılmış, kır hayatı geçmiş. Onun için
adam 3. yüzyılda yaşamış bir ozanın şiirlerine müşteri
bulabiliyor; ortam hazır yani. Bu, bir süre sonra, ‘halkımızın
binlerce yıllık dehası’ falan gibi bir mite, milliyetçi ideolojiye
dönüyor işte.
Yani insanların kendi milliyetlerini merak etmesi, bunun
hakkında düşünmesi, bu sahte hikâyatla başlamış.
Evet. Grimm Kardeşler bir tarafta, Kalevala’yı (Fin destanı) bir
araya getiren Lönnrod bir tarafta... Daha önce belki biliniyordu
bu hikâyeler ama kimse ondan önce böyle bir işe kalkışmıyor.
18. yüzyıl, ‘Biz nereden geldik yahu’ diye düşünmeye
başlamak için geç değil mi?
Evet geç, ama ondan önce Aydınlanma Çağı var. Aydınlanma çok
evrensel ve akılcı bir çağ. Çok da şehirli. Bu türden folklorik
öğeler çok köylü kokar. Ondan önceki çağlarda da herhalde geçmişi
araştıracak somut araçları yoktu.
Türkiye’de bu kitapların yazılmasına vesile olan ne?
60’lara kadar hayhuy içinde geçiyor. 60’larda Türkiye’ye sol da
giriyor, doğal bir tartışma ve düşünme ortamı oluşuyor. Ama mesela
Kemal Tahir, ‘Orta Asya’dan geldik’ gibi açıklamaları yiyecek bir
adam değil. Marksizm’den öğrendiği bir şey var: Feodal toplum. O
zaman para kazanmak için ‘Mayk Hammer’leri falan yazıyor, ama bir
taraftan da hep bunları düşünerek en sonunda ‘Devlet Ana’yı
yazıyor. ‘Yorgun Savaşçı’da Kurtuluş Savaşı’nı, ‘Bozkırdaki
Çekirdek’te Köy Enstitüleri’ni işliyor. Bunları yazınca Tarık
Buğra da tartışmaya giriyor. Muhtemelen Necati Sepetçioğlu da
ondan esinlenip ‘Vay, bunlar neden bu işi Osmanlı’dan başlatıyor,
biz buralara 1071’de gelmedik mi’ diye yazmaya başlıyor. O sırada
Halikarnas Balıkçısı da ‘Üç-beş kuruş da ben kazanayım’ diyor,
‘Turgut Reis’ çıkıyor. Erol Toy, ‘Meseleyi neden Osmanlı’dan
başlatıyorlar, iş Bedreddin’den başlar’ diyor.
Sağcıların da solcuların da kafayı soy-sopla bozmuş olması
tuhaf değil mi?
Tuhaf tabii. Modernizasyon kolay bir şey değil, kimse de yarasız
beresiz atlatmamış o süreci. Bizimkinde imparatorluktan geçiş var,
üstelik tam geçememişiz de. Kürt meselesinin yaşanma biçimi bunu
gösteriyor işte. Bunları yaparken, orayı burayı epey dağıtmışsın,
bunları yeniden toparlamaya çalışıyorsun. Militarizm üzerine
hazırladığım bir kitapta, 93 Harbi’nin kaybedilmesiyle, adamların
Ayastefanos’ta durdurulmasıyla ilgili bir bölüm var. Tüm bunların
getirdiği yılgınlık çok önemli. ‘Bu adamlar bizi burada
yaşatacaklar mı’ paranoyası, o kadar da boş değil. Ama ondan sonra
her şey normalleşiyor, biz normalleşemiyoruz. Yani ‘Biz ne
tehlikelerden geçtik, ama ordumuz sayesinde kurtulduk’ meselesi,
babadan oğula aktarılan bir paranoya. ‘Biz buraya sonradan geldik’
kompleksi var bir kere.
Ama herkes her yere sonradan gitmedi mi zaten?
Tabii ki. Ama başkası var mı, başkentini fethederek almasının 550.
yılında kutlama yapan? Ben böyle başka bir millet tanımıyorum.
Biz, daha önce burada olanları saklamaya çalışıyoruz. Başka bir
millet, Roma İmparatorluğu’nun en önemli parçalarının olduğu bir
hipodromu süsler püsler, Arap sabunuyla yıkar, öyle sunar. Ama biz
saklıyoruz, ‘Bunları burada görürler, sizin burada yeriniz yok,
diye bizi buradan atarlar’ diye.
Kitapta ele aldığınız romanların hepsinde bir estetik sorunu
var. Oysa bu yazarların bir kısmı, edebiyat konusunda yetkin
sayılırlar.
Bu kitaplarda estetiğin katledilmesi sorunu var. Ama dünyada
soy-sopa dair yazılan bütün eserlerde pervasızlık var. Biraz
konjonktürel bir durum. Tabii herkes vatanseverdir, kendi
milletini iyi gösterecek şeyler yazmak istiyor olabilir. Ama bir
edebi geleneği olan memleketlerde, bunu yapmak isteyen kendine
daha estetik bir anlatım bulabilir. Bazıları var ki, bunu tercih
etmiyor. Aklı başında bir İngiliz, bu işler moda olmaya
başladığında, ‘Ne uğraşacağım, zaten yeterince şanlı şöhretli bir
milletiz’ de diyebilir. Burada böyle bir edebi gelenek yok, ama
aynı zamanda iyi edebiyatı anlayacak adam yok ya da böyle kabul
ediliyor. Bu edebiyat, bir ulus yaratmak üzere yapılıyor. Zevki ve
terbiyesi olmayan bir adama Shakespeare okutarak bunu
yapamazsınız, o zaman ‘Bunları severler bu hayvanlar’ diye
dayıyorsunuz. Sunarken aşağılama da var aslında. Ama bunları
yazanlar, hitap ettikleri adamlardan çok da farklı değildir, aynı
kültürsüzlüğü paylaşıyor. Zaten bu, kökleri kendiliğinden bir
hareket değil. Birinci Dünya Harbi sırasında, Cenap Şahabettin’in
Rıza Tevfik’e yazdığı bir mektup var. Şöyle diyor: “Beni geçen gün
Harbiye Nezareti’ne çağırdılar, savaş sırasındaki yayınlarda
vatanperver edebî eserler yazmamızı istiyorlar, bunu yazarsak,
vasi, amma pek vasi ücretler ödeyecekler.” Rıza Tevfik de bunu
anılarına yazıyor. Bunu vaktiyle Tahir Alangu bulmuştu, ben
bilmiyordum. Arkasından Yusuf Ziya Ortaç “‘Akından Akına’ kitabım
için 3000 altın aldım” diye yazıyor. Bunlar, kitleyi milliyetçi
yapmak için yazılmış kitaplar. Harbiye Nezareti, Enver Paşa derken
memlekette milli edebiyat yaptırıyorlar.
Bu kitaplarda çok ciddi cehalet unsurları da var. En
önemlileri hangileri?
Mesela Kemal Tahir, bir yerde sivrisineklerden sıtma olan
birilerinden bahsediyor, oysa sıtmanın sivrisinekten geçtiği
1890’larda bulundu. Tamam, böyle yazdı diye bir roman kötü olmaz.
Ama bir tarihi roman, dönemin insanlarının nasıl duygulandığıyla
da ilgilenir, bu kitaplar bunu da yapmıyor. O zaman bu gibi
ayrıntıların yanlış olması da önem kazanıyor, çünkü tarihe
bakışınız yanlış oluyor. Kimse silah çekip al tarihi roman yaz,
dememiş ki. Erol Toy, neredeyse atom bombasını Bedreddin’e
keşfettiriyor. Neden böyle yapıyor bilmiyorum, ama herhalde
fantezi yaptığının kendisi de farkında.
Romanlarda hep itilip kakılıyoruz, oysa ki biz çok
saygıdeğeriz ama kimse bunu anlamıyor...
Yıkıntı koşullarının, yani ‘Bizi burada yaşatmayacaklar’
psikolojisinin sonuçları... Bir de her zaman onlar daha kalabalık.
Halbuki böyle bir şey yok. Biz burada 70 milyonuz; Sırplar 4
milyon, bütün Ermenistan 3 milyon, Yunanistan 10 milyon, etraftaki
kimse bizden daha kalabalık değil.
Bu sırada, buradan oralara medeniyet götürmek gibi bir
derdimiz de var.
İki ana dert var; ‘Fethettik’ ve ‘Medeniyet götürdük’. Medeniyet
götürme hadisesi çok da yanlış değil. 1300 yılında, Söğüt
Yaylası’nda yaşayan adamlar, 1526’da Mohaç Savaşı’nı kazanıyorsa,
bu çok büyük bir ilerleme. Bu hızlı ilerleme sadece savaşla da
olamaz. Ama bunu da övünülecek şovenizm malzemesi yapmadan roman
yazıp anlatabilmeli insan. Bunu bir Bosnalı Sırp, İvo Andriç,
‘Drina Köprüsü’nde anlatabiliyor. Bir talebe, “Bu Türkler tüm
yeteneklerimizi aldılar, Sokullu Mehmet Paşa’yı onlar adam yaptı”
diyor. Bir başkası da “İyi de onlar olmasaydı, Sokullu Mehmet
Paşa, burada yaşayan herhangi bir köylü olarak ölüp gidecekti”
diye cevap veriyor. Bunu bir Sırp yazar, Sırp milliyetçiliği
yapmadan söyleyebiliyor, ama biz söyleyemiyoruz. ‘Medeniyet
getirmeye geldik’ demek için masaya oturan adam, 15 dakika sonra
‘Kırarım senin bacağını’ noktasına geliyor.
Abdullah Ziya Kozanoğlu’nun ‘Kızıl Tuğ’ romanında da
geçiyor. Cengiz Han, Türk soyundan ama Moğol ırkı sarı. Bu
tarihsel endişe peşimizi bırakmayacak, yoksa biz de mi sarı ırkız?
Moğollar sarı ırk, ama Cengiz Han, Türk ve beyaz zaten (gülüyor).
O geçmiş başlarına, işte Moğollar o zaman adam olmuş. Ama Cengiz,
Moğol değil, bizden.
Ama Moğollarla bir soy ortaklığı meselemiz her zaman olmuş.
Evet, ama Hindistan Mugapları derler, onlar da Türk’tür. Dil de
çok benziyor aksi gibi (gülüyor).
Böyle böyle dinozorlara kadar gidebilir miyiz?
Türklerin kökeni dinozorlara kadar gidebilir yani... ‘Güneş-dil
teorisi’ bu türden iddialar barındırıyor zaten.
Başka halkların köken öykülerinde de hep savaş mı var?
Mesela ‘Öyle huzurlu ülkemiz vardı ve biz başka yerlere bu huzuru
götürmekte öyle ustaydık ki’ safdilliğinde yazılan öyküler yok mu?
Bir toplumun o deliliği yaşaması başka başka zamanlarda olabilir.
Homeros’un anlattığı dünyada savaş temel gerçeklik. Homeros’un
Odysseia’sı da evine dönmeye çalışan bir adamın hikâyesini
anlatır. Belki bunun en iyi örneği hemen yanımızdaki Atina.
Yunanistan, 1820’lerde bağımsızlığını kazanıp başkentini Atina
yapmaya karar verdi. Atina’nın şimdiki Atina’yla ilgisi yok.
Tamam, Akropolis falan var, fakat takır-tukur, sevimsiz bir şehir.
Ama nüfusu 10 bin kişi bile değil, bunların bir kısmı da bizim
oraya götürüp yerleştirdiğimiz Arnavutlar. Yani adamlar ‘Yunan’
değil. Niye orayı seçiyorlar? Çünkü Atina, Solon’un kanun yaptığı,
Sokrates’in felsefe yaptığı, Sophokles’in tragedya yazdığı bir
yer. Bu geçmişi istiyorlar. Bu sırada Yunanistan’da Atina’yla
devamlı rekabet içindeki Sparta var. O da devamlı savaşla yaşamış.
Modern çağın Yunanlısı kalkıp da Sparta’yı başkent yapmaya
çalışmıyor. Tabii bu, onlara yardımcı olan Avrupalıların da
teşvikiyle oluyor. Aynı coğrafyada yaşayan, dolayısıyla aynı
budalalıklardan geçen halklar olduğumuz için Sparta’yı da başkent
yapabilirlerdi. Bizde ne Sparta var, ne Atina. Biz de gidip Ötüken
diye bir yer icat ettik. Gerçi onu bile icat etmemizde bir
medeniyet arayışı var, çünkü orda bir tane yazıt var, sivilize bir
köken bulmak istiyorduk kendimize. Bizim medeniyete en
yaklaştığımız zaman Osmanlı’ydı. Osmanlı’yla bu kadar kavga
etmeyecektik.
‘Yabancı kadınlar Türk erkeklerine derhal âşık oluyor’
Kitaplarda, kadınlarla ilgili marazlar var. Bir kere
eşler-sevgililer Türk değil. Adamlar şehvetli kadın seviyor, ama
Türk kadınlarına şehveti yakıştırmak da küfür gibi bir şey; bacı
bacı geçinip gidiyorlar Türk kadınları bu romanlarda.
Her yere atla gelen adamlar bizimkiler.
At sırtında gelince, ahaliye karışıyorsun. Sen onların kadınlarını
becerdiğinde, her şey olması gerektiği gibi gidiyor, ama senin
kadının onlara giderse, işte o zaman bu kabul edilmeyecek bir şey.
Türk kadınının, gayri-Türk’le yatıp kalkması, ancak tecavüz gibi
vakalarla mümkün bu hikâyelerde. Bir yandan kendi kadınını de-seksüalize
ediyorsun, ama bir yandan cinsel güdün var. N’apacaksın, saygın
olmayan bir kadın bulup ona gideceksin.
Bir de Hıristiyan kadınları güzel bulup bunu itiraf edememek
gibi bir durum mu var ne?
Evet, onları kurtarmak gibi bahaneleri var mesela. Onların
toplumları ahlaksız; o ahlaksız toplumdan rahatsız olan iyi bir
kadın, zaten Türk erkeğini görünce derhal âşık oluyor.
Zaten Türk olmayan erkeklerin hepsi efemine. Halikarnas
Balıkçısı’nın bir kitabında Rum bir kadın, ‘Yarab, bana bir Türk
sevgili’ diye mum yakıyor.
Evet, korkunç... |