Doğu Bloğu’nun,
ardından Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin çökmesi,
böylece Soğuk Savaş’ın sona ermesi, Türkiye’ye yeni olanaklar
sunmuş ancak, yeni bir dış politika paradigması sorunuyla da karşı
karşıya bırakmıştı. Rusya’nın bir büyük güç olarak yükselmesi de
şimdi Türkiye’yi tehlikeli dış politika seçenekleriyle karşı
karşıya bırakıyor, yine çok önemli dış politika sorunlarını
beraberinde getiriyor.
İyimser belirsizlikten kötümser belirsizliğe
Soğuk Savaş’ın sona ermesi, Türkiye üzerinden bir büyük jeopolitik
basıncı kaldırırken, aynı anda çelişkili bir duruma yol açtı.
Soğuk Savaş bittiğine göre, Türkiye’nin NATO’nun Güney Kanadı olma
konumu anlamını yitirmişti. Öyleyse Türkiye’nin yeni dış politika
ilkeleri neler olmalıydı? İkincisi SSCB karşısında ki stratejik
konumu Türkiye’ye iki kutuplu dünyada, mali ekonomik olanaklar,
askeri kaynaklar, sağlıyordu. Şimdi Türkiye’nin ABD ve Avrupa
açısından stratejik önemi azalırsa bu ekonomik kaynaklar
kuruyabilir miydi?
Diğer taraftan, SSCB’nin dağılmasıyla Kafkasya, Türki
Cumhuriyetler Rusya’nın etki alanından çıkarak dünyaya açılmaya
başlıyordu. Böylece Türkiye seçkinlerinin büyük bir iyimserlikle,
tarihsel kültürel bağlarından dolayı kolaylıkla nüfuz
edebileceklerini düşündükleri bir siyasi ekonomik coğrafya
şekilleniyordu. Türkiye’yi yönetenler bu yeni koşullara uyum
sağlayabilecek, bir bloğun parçası olmanın koyduğu kısıtlamalardan
arınmış, etkin bir dış politika oluşturabilecekler miydi?
Şimdi, Putin yönetimi altında toparlanan ve SSCB’nin eski nüfuz
alanları üzerinde etkisini yeniden kurmaya başlayan Rusya’nın bu
yükselişi Türkiye açısından yeni ve tehlikeli bir dış politika
paradigması sorununu gündeme getiriyor.
Rusya’nın yükseliş süreci, ABD’nin hegemonyasını restore etme
çabalarıyla çakışarak, Gürcistan “olayında” olduğu, Türkiye’nin
sınırlarında “sıcak noktalar” oluşturmaya başladı. Bu yeni durum
Türkiye’yi bu kez, köklü dış politika ilkelerini, örneğin Montreux
(Boğazlar) anlaşmasını dahi değiştirmeye zorlayacak seçeneklerle
karşı karşıya bırakıyor. Oluşmaya başlayan tehlikeli belirsizliği,
ABD dış politika uzmanlarının, Türkiye’nin bir NATO üyesi olduğunu
bile bile, “Türkiye NATO ile Rusya arasında seçim yapmalıdır”
uyarılarından da görmek olanaklı. Örneğin, Hudson Institute’den,
Zeyno Baran, Wall Street Journal’daki yorumunda, Türkiye’nin Soğuk
Savaş boyunca bile koruduğu Montreux anlaşmasını, Kara Denizi NATO
savaş gemilerine açacak biçimde yorumlaması, NATO’un yanında ve
Rusya’nın karşısında yer almasını öneriyor. Böylece Türkiye’nin
önüne riskli bir dış politika seçeneği gelirken Soğuk Savaş
sonrasında oluşan dış politika geliştirme özgürlüğü, belki de o
zaman bu özgürlüğünü doğru dürüst kullanamamış olduğu için, şimdi
hızla kısıtlanmaya başlıyor.
SSCB’den Yeni Rusya’ya
SSCB, 1980’lerde, Gorbaçev’in liderliğinde ekonomik, toplumsal (Prestorika
ve Glaznost) reformlar sürecine girdi, Batı’yla ilişkilerini
yumuşatmaya başladı. Gorbaçev’i, 12 Haziran1991 seçimlerini,
ekonomik reform ve demokratikleşme programıyla oyların %57’sini ve
Batı’nın büyük desteğini alan Boris Yeltsin izledi. Yeltsin’in
Ağustos 1991’de kendisine yönelik bir darbe girişimini
bastırdıktan sonra, Aralık 1991’de SSCB’yi fiilen dağıttı ve
serbest piyasa ekonomisine geçmek amacıyla IMF patentli bir
programı Başbakan Chubais yönetiminde uygulamaya koydu.
Yeltsin 31 Aralık 2000’de istifa ettiğinde, Soljenitzin, “Yeltsin
döneminin bir sonucu olarak, devletimizin bütün temel sektörleri,
ekonomik, kültürel ve ahlaki yaşamımız talan edildi” diyecekti (The
Nation, 25 Aralık 2000).
Gerçekten’de Yeltsin’in başlattığı ''reform süreci'' döneminde,
Dünya Bankası Baş (eski) Ekonomisti Stiglizt 'in de işaret ettiği
gibi, Rusya'da yoksulların sayısı 10 kat artarak 14 milyon 147
milyona çıktı; 1989-99 arasında GSMH yüzde 50 geriledi. Bu
gelişmelere paralel olarak ekonomi mafyalaştı, ''oligarklar''
denen, bir avuç olağanüstü zengin, güçlü insan ülke ekonomisini,
özellikle de petrol ve gaz sanayilerini (Foreign Affaires Mart/
Nisan 2000) ele geçirdi. Moshe Levin 'in Le Monde Diplomatique 'te
(12/99) vurguladığı gibi, 1998'e gelindiğinde Rusya'da artık ne
devlet ne de ekonomi kalmıştı.
Rusya’nın dünya ekonomisi içindeki konumu da değişmişti. Rusya dün
sanayi malları ihraç eden bir ülkeyken Yeltsin döneminin sonunda,
doğal kaynaklardan elde ettiği ürünleri ihraç eden, çevre
ülkelerine benzemiş, Rusya Bilimler Akademisinden Dr. Dmitri
Glinski-Vassiliev’in işaret ettiği gibi, Saudileşmeye başlamıştı (Ponars
Conference, 25 Ocak, 2002). Sanayi ürünleri ihracatının %85’
iniyse silah sistemleri oluşturuyordu.
Rusya yönetici seçkinleri ve halkı bu ''reform sürecine'' girerken
Batı'nın kendilerine yardım edeceğini varsayıyordu. Ancak yardım
gelmek bir yana, tam bir talan, ülkeden dışarıya yılda ortalama
150 milyar dolar sermaye kaçışı yaşandı. Böylece Alman Koeber
Vakfı'nın CIS Barometer dergisinde vurgulandığı gibi ''Moskova,
geçmişteki ABD (reformlar-E.Y.) saplantısını stratejik bir hata
olarak görmeye' başladı. Artık Rus yöneticisi sınıfına göre
''Rusya önce kendi iç sorunlarını halletmeli, ekonomisini
toparlamalı, siyasi olarak güçlenmeliydi'' (Le Monde 17/12/02);
liberallerin saygınlıklarını tümüyle yitirmiş olmaları, halkın
talebinin de bu yönde olduğunu gösteriyordu. Putin'e göre ''geçen
on yıl boyunca dünya ekonomisine entegre olma çabası ulusal
ekonomik kompleksi tahrip etmişti''.
İkincisi, Batı, Almanya’nın birleşmesi sırasında Gorbaçev’e
NATO’nun SSCB nüfuz alanına doğru genişlemeyeceğine ilişkin
verdiği sözü de tutmamıştı. Batı, eski SSCB ülkelerini NATO’ya
almaya, “Renkli devrimlerle” Rusya’yı kuşatmaya, sivil toplum
örgütleri aracılığıyla Rusya’nın iç siyasi yaşamını yönlendirmeye
başlamıştı.
Bu iki gelişme Rusya elitini, ekonominin restorasyonu, devleti
merkezileştirme ve güçlendirme, doğal kaynakların üzerinde
denetimi arttırma, “SSCB’nin çöküşünü 2. Yüzyılın en büyük
felaketi” olarak niteleyen Putin’in yönetimi altında SSCB’nin
nüfuz alanını restore etme çabalarına hızlandırdı.
Rusya Federasyonu net nüfus kaybederken, “yakın çevrede” 20
milyondan fazla Rus’un yaşıyor olması da ayrıca bu restorasyon
çabalarının önemli nedenlerinden biriydi (Spengler, The Asia Times,
19 Ağustos 2008) Böylece Rusya yönetiminde ulusalcı, merkeziyetçi
ve emperyalist bir refleks güçlenmeye başladı. Bu gün Kafkaslarda
patlak veren krizle açığa çıkan bu refleks, Putin dönemine
damgasını vurdu.
Putin dönemine yakından bakınca, İki aşama görebiliyoruz:
Birincisi, Batı’yla çatışmamaya çalışarak yürüme, bu arada,
medyayı ve siyasi partilerin Batı’nın etkisinden yalıtmaya, yerel
yönetimlerin yöneticilerinin seçilmesine ilişkin reformlarla
devlet aygıtını ve denetimini merkezileştirme, ülkedeki sivil
toplum örgütlerini denetim altına alma çabaları. Bu aşamada,
Yeltsin döneminde özelleştirmelerde devlet işletmelerini ele
geçirerek büyük servetler oluşturan, sonra özellikle petrol ve gaz
alanında doğal kaynakları Batı’ya satmaya başlayan kapitalist
elit, “oligarklar” büyük ölçüde tasfiye edildiler, enerji
kaynakları, tekrar adım adım devlet denetimi altına alındı. Rusya
ile Avrupa arasındaki enerji tedariki ve ticaret alanlarında
ekonomik bağlar bu aşamada hızla güçlendi.
İkinci aşamada, Irak’ın işgalinden sonra, petrolün varil fiyatının
20 dolar civarından sürekli yükselerek 110-140 dolar koridoruna
ulaşması, dünyanın en önemli petrol ve gaz ihracatçılarından bir
olan Rusya’ya yeni avantajlar getirdi. Rusya bu yolla, çok büyük
kaynaklara ulaşarak ekonomisinin, askeri yapısının restorasyonunu
finanse etmeye, hatta Ukrayna olayında olduğu gibi, uluslararası
alanda da etkisini arttırmaya başladı. Bu dönemde, Putin’in
giderek Rusya’nın uluslararası konumunu güçlendirmeye başladığını,
uluslararası planda, BM Güvenlik Konseyinde, ABD ile çelişen
tutumları almaktan çekinmediğini, Şanghay İşbirliği Örgütünün
güçlenmesi için çabaladığını, giderek Rusya’da faaliyet gösteren
yabancı enerji şirketlerinin sınırlamaya başladığını görüyoruz.
Dahası Putin’in Rusya’nın Kafkasya ve Hazar Denizi petrollerinin
Batı’ya taşınması üzerinde tekel oluşturması için de çalışmaya
başlamıştı.
Enerji piyasalarından elde edilen yeni gelirler Putin’e, Batı’nın
Rusya’yı kuşatma stratejine karşı koymaya başlaması için gerekli
özgüveni de beraberinde getirdi. Bu yeni özgüvenin, Gürcistan’ın
Güney Osetya’ya saldırmasıyla oluşan ortamda kendini etkin bir
biçimde gösterdiğini söyleyebiliriz.
Türkiye’nin Yeni dış politika ortamı
Yukarda değindiğim gibi, SSCB yıkıldığında açılan jeopolitik alan,
Türkiye’ye yeni olanaklar sunuyordu. Rusya’nın yükselmeye
başlaması ve Gürcistan’a girdikten sonra Güney Osetya ve
Abhazya’nın bağımsızlıklarını tanıması Türkiye’yi açısından çok
önemli bir dış politika paradigması sorunu yarattı.
Özetle, Türkiye, Soğuk Savaş sona erdikten sonra, NATO üyesi bir
ülke olmakla birlikte kendi coğrafi konumuna uygun, çok yönlü ve
derinliği olan bir dış politika “paradigması” kurmaya çalışıyordu.
Bu politikanın bir gereği olarak, Karadeniz’de Rusya ile ekonomik
işbirliğine dayalı, siyasi olarak sorunsuz ilişkiler sürdürmeye
çalışıyordu. Türkiye ABD’nin İran’la girdiği bilek güreşine
katılmıyor komşularıyla kurduğu karmaşık ve çok boyutlu ilişkilere
dayanarak gerektiğinde Rusya’yı dengeleyen bir çizgi izliyordu. Bu
arada, Kafkaslara yaratmaya çalıştığı dengeler içinde, ABD’nin
petrol ve gaz boru hatlarını Rusya’nın tekelinden çıkarma
girişimlerine destek veriyor, Baki Tiflis Ceyhan boru hattı
projesiyle Hazar denizi petrollerini ve gazını Batıya taşıyan bir
enerji platformu işlevini üstlenerek jeopolitik ağırlığını
arttırmaya çalışıyordu. AKP hükümeti döneminde bu çizgi izlenmeye
devam edilse de, ABD’ye daha fazla dayanma, bu yolla bölgede güç
yansıtma eğiliminin (umudunun) dış
politika doktrinine daha fazla nüfuz etmeye başladığını da
söylemek olanaklı.
Türkiye’nin seçkinlerinin bu çok yönlü dış politikayı izlemeye
olanak veren ortamdan yararlanmayı ne kadar başardığı ayrıca
tartışmaya değer bir konu, ama şurası kesin ki Gürcistan
krizinden, ABD ve NATO gemileri boğazlardan geçerek Karadeniz’e
girmesinden sonra, bu ortam hızla kayboluyor.
Şimdi, bölgedeki ülkeler arasında geçerli dengelerin hepsi birden
sarsılmaya başlarken Türkiye’nin ABD ve İngiliz dış politika
uzmanları tarafından “ya bizdensin ya da bize düşman” anlamına
gelen dar bir ikileme sokulmaya çalışıldığı söylenebilir: “Türkiye
Boğazları ABD ve NATO gemilerine açarak NATO’nun yanında mı yer
alacak? Yoksa Montreux koşullarında ısrar ederek fiilen Rusya’nın
yanında mı?” Bu tür bir ikilemin Türkiye açısından ne kadar
sınırlayıcı olabileceğini görebilmek için, kendi güvenliği
açısından yönetmek zorunda olduğu dengelere kısaca bakmak yeterli.
Karmaşık dengeler dünyası
Türkiye’nin öncelikle Rusya ile ABD arasındaki dengeyi kendisine,
gerek uluslararası alanda gerekse ülke içinde, hatta Güney Doğuda
ek sorunlar yaratmayacak bir noktada tutması gerekiyor. Gerçekten
de, Türkiye’nin, Rusya’yı tümüyle karşısına alması en azından
ekonomik nedenlerden dolayı akla uygun değil. Türkiye kendisi için
yaşamsal önem sahip doğal gaz tüketiminin %65’ini Rusya’dan ithal
ediyor; bu ithalatın durması halinde, bu gün için hemen hiçbir
alternatife sahip değil.
İkincisi, Türkiye 2008 yılında vermesi beklenen açığın yarısı
Rusya ile gerçekleştirdiği ticaretten kaynaklanacak gibi
görünüyor. Türkiye, mali yapısının giderek kırılganlaştığı bir
ortamda, bu dış açığı biraz olsun kapatacaksa, Rusya ile
ticaretinin aksamaması hatta daha da arması gerekiyor. Dahası
Rusya ile ekonomik ilişkiler Türkiye’de, Turizm, inşaat tekstil,
nakliyat gibi sektörler açısından büyük öneme sahip. Buna karşılık
Rusya’nın Türkiye ile ticareti, toplam ticareti içinde önemsiz bir
yer tutuyor. Rusya eğere bir ekonomik baskı uygulamak isterse, bu
ticaretin bir kısmından, hata tümünden kolaylıkla vazgeçebilir.
Kısacası burada Türkiye aleyhine bir durum söz konusu...
Diğer taraftan Rusya’ya karşı tutum alma konusunda ABD ile AB’nin
lider ülkeleri arasında görüş ayrılıkları olduğu, bu görüş
ayrılıklarının “transatlantik” ilişkilerine yeni gerginlikler
eklediği de bir gerçek. Örneğin Almanya ve Fransa’nın, salt
enerji, dış ticaret ve mali ilişkiler alanlarında değil, genelde
uluslararası jeopolitik kaygılarla da ABD’nin talepleriyle,
Rusya’nınkiler arasında, ağırlığı ABD’den yana olsa da, bir denge
oluşturmaya çalıştıkları görülüyor. Türkiye’nin bu dengenin
şekillenmesini beklemeden kendine dayatılan ikilemlerden birine
bağlanmaktan kaçınması gerçekçi ve temkinli bir tutum olacaktır.
Bir örnek vermek gerekirse, Türkiye’nin Kafkasya İstikrar ve
İşbirliği Platformu, önerisinin, Avrupa çevrelerinde şiddetli bir
itirazla karşılaşmazken, ABD dış politika çevrelerinde, Gürcistan
ve Rusya’yı aynı masaya oturtmayı, bu arada ABD ile NATO’yu
dışarıda tutmayı amaçladığı varsayımından hareketle, ciddi ölçüde
şimşekleri üzerine çektiği anlaşılıyor. ABD, AB dengeleri
bağlamında bir diğer belirsizlik de Türkiye’nin AB üyeliğinin
geleceğine ilişkin. Örneğin, Reuters’in aktardığına göre Prof
William Hale gibi ABD-İngiltere çizgisine yakın kimi yorumcular,
“Türkiye, çadırın dışında bırakılırsa, çok daha fazla sorun
yaratacaktır” savından hareketle, AB üyeliği olasılığının şimdi
daha da güçlendiğini ileri sürüyorlar. Buna karşılık, Eursia Group
adlı danışmanlık kurumundan Wolfongo Piccoli adlı bir analiste
göre, Gürcistan krizi Türkiye’nin AB üyeliği olasılığını daha
zayıflattı. Çünkü böyle bir üyelik “Avrupa’nın sınırlarını
Gürcistan’a ve Kafkasların geri kalanına kadar getirir”
(12/08/08). Diğer bir değişle Avrupa Türkiye’yi sorunlu alanlarla
arasında bir tampon bölge olarak tutmak istemektedir ve bu kriz bu
tutumu daha da güçlendirmiş olabilir.
ABD’yle Rusya arasındaki ilişkilerin sertleşmesi, İran’ın nükleer
silah üretme çabalarını, Rusya’nın da katkılarıyla
hızlandırabilir. Böylece Türkiye, yakın bir gelecekte nükleer
silahlara sahip bir İran’la yaşamak durumunda kalabilir. Böyle bir
durumun gerçekleşmesi halinde, İran’a saldırma planları yapan bir
ittifaktan yana açıkça tutum almanın riskleri, bu risklerin
karşılanması için gerekecek savunma tedbirlerinin maliyeti, ülke
ekonomisi acısından kaldırılamayacak kadar yüksek olabilir.
Karadeniz’in NATO ve Rusya arasında bir çatışma alanı haline
gelmesi halinde oluşacak savunma gereksinimleri de benzer bir
sonuç yaratacaktır.
Diğer taraftan İran’a karşı ABD/NATO ittifakının yanında açıkça
tavır almak, beraberinde Sünni-Arap ülkeleriyle, Türkiye’nin
sosyal kültürel yapısını da etkileyebilecek düzeyde yakın
ilişkiler kurmayı getirebilir.
Türkiye’nin Kafkasya bölgesinde, bir etnik çelişkiler yumağına
rağmen yönetmeye çalıştığı, Ermenistan, Azerbaycan Gürcistan
dengeleri, NATO ittifakının Ermenistan’ı Rusya’nın ve İran’ın
etkisinden hızla yalıtmak amacıyla, Türkiye’ye, Azerbaycan’la
ilişkilerini risk altına sokacak talepler dayatmasıyla
bozulabilir. Türkiye’nin Ermenistan’la ilişkilerini
normalleştirmesi, tarihsel sorunlarını bir an evvel çözmesi
önemlidir.
Ancak, bu çözüm süreci, Türkiye’nin sorunu yönetmeyi
beceremeyeceği, denetimi elinden kaçırabileceği bir hıza ulaşırsa,
hem ülke içinde hem de, uluslararası alanda umulandan farklı
sonuçlara yol açabilir.
Nihayet göz önüne alınması, dikkatle yönetilmesi gereken bir diğer
hassas denge de Suriye ile ilgilidir. Rusya’nın Suriye’nin Tarsus
limanında bir üs açarak Doğu Akdeniz’de donanma bulundurmaya
başlaması, buradaki dengeleri değiştirecektir. Eğer Türkiye,
Karadeniz’de Rusya ile, Monreux anlaşması üzerinden kafa kafaya
gelirse, Güneyinde de Rus donanmasının varlığını da hesaba katmak
zorunda kalacaktır.
Enerji jeopolitiğinde de korunması gereken hassas dengeler
mevcuttur. Rusya’nın Gürcistan’a girmesiyle birlikte, BTC boru
hattının güvenliği de tehlike altına, hatta kimi yorumculara göre
önemi kaybolma sürecine girmiştir. Bu şimdilik, abartılı bir
tespit olmakla birlikte, Türkiye’nin Azerbaycan’la ilişkilerinin
bozulması halinde gerçekleşme olasılığı artabilecektir.
Ne ki ABD ve İngiliz yorumcularının, yeni bir “soğuk savaş”
projesi peşinde, tüm bu karmaşık dengelerin Türkiye açısından
önemini yadsıdıkları, dikkatlerinin Monreux Anlaşması’nın
kısıtlamalarının kaldırılarak Karadeniz’in bir NATO gölüne
çevrilmesi hedefi üzerinde yoğunlaştırdıkları görülüyor. Besbelli
ki, Türkiye dış politikasını yönetmeye çalışanları gerçekten çok
zor günler bekliyor. |