|
|
................... |
|
................... |
BİR ÜST KİMLİK
SENARYOSU |
Türker Armaner
Birikim
Dergisi, 05 Ocak 2009 |
|
|
................... |
|
................... |
Akıldışı bir durumdayız ve içinden
çıkamazsak sürükleneceğimiz nokta tam bir felaket olacak.
CHP İzmir milletvekili Canan Arıtman Cumhurbaşkanı Abdullah
Gül’ü “Ermeni olmakla” suçladı...
Bunun karşılığında Cumhurbaşkanı’nın yapması gereken
Müslüman-Türk şeceresini beyan etmesi değil, herhangi bir
etnik (ya da dini, cinsel...) kökenin “suçlama” konusu
yapılmasının söz konusu olamayacağını söylemesiydi. Abdullah
Gül, “Ermeni değil Müslüman-Türk” olduğunu ispata girişerek
Arıtman’ın (ve bu zihniyette olanların) etik ve politik olarak
mahkum edilmesine değil bilakis olumlanmasına yol açmıştır.
Çünkü: Gül “Ermeni değil Müslüman-Türküm” diyerek Arıtman’ın
“etnik kimliği kayırmak” suçlamasını şu şekilde karşılamıştır:
“Hayır, Ermeni değilim, dolayısıyla Ermeni topluluğunu değil
ait olduğum Müslüman-Türk topluluğunu kayırıyorum.” Bunu
dememiştir, fakat yukarıda sözünü ettiğim tavrı göstermemiş
olması nedeniyle soykütüğünden olgusal örnekler vererek sadece
“Kayırdığının Ermeniler olmadığını” ispatlamaya çalışmıştır.
Böylece “Ermenilik” de bir suçlama biçiminde olduğu yerde
kalmıştır.
“Ermenilik” Türkiye Cumhuriyeti’nde sadece bir topluluğa
işaret etmekle kalmaz. 19 Ocak 2007’de Hrant Dink’in
öldürülmesi, sonrasında yaşananlar, ortaya çıkanlar Canan
Arıtman’ın münferit bir örnek olmadığını gösteriyor. “Hepimiz
Ermeni'yiz” sözü, faşizmin taşıyıcılarının bilinçdışında çok
derin bir noktaya saplandı. “Hepimiz Türk'üz”den
başlayarak bu söze verilen tepkiler, cenazeye katılanlara
“bindirilmiş kıtalar” diyenler, katil ile empati kurulmasını
salık verenler bu tepkilerin sadece bir bölümünü oluşturuyor.
Bu ülkede faşizm ve nazizm neden hukuken yasak değil? Faşizm
bir politika biçimi olamaz. Faşist ideoloji eyleme
dönüştüğünde politikanın imkanını ortadan kaldırır, sahip
olduğu ideolojik ve teknik aygıtlarla kurumlara sızar, kamusal
alanı da özel alanı da kaplayarak belirli bir zümrenin (dini,
etnik, milli, vb.) hâkimiyetini doğallaştırır. Felaket de bu
“doğallaşma”yla hız kazanır; o belirli zümrenin güç kullanarak
değil, doğal bir biçimde, yeryüzü gerçekliğinin bir
parçasıymış gibi hâkim konuma geldiği kurgusu gündelik
terminolojiye yerleşir. Diğer zümreler de, yaşamalarına izin
veriliyorsa, ancak “tahammül edilen” bir konuma yerleştirilir.
Aynı doğallaştırma iktisadi sistemler için de geçerlidir. Neo-liberal
iktisat sisteminin tarihselleştirilmeyip doğal addedilmesi,
gerçek iktisadın kendisi olarak sunulmasıyla, hükümetin
mülksüzlere karşı aldığı tavır, bağışlar yoluyla yoksulların
birer “yoksul” olarak olduğu yerde bırakılması, doğal
sonuçlarmış gibi görünür.
Faşizmin yasaklanmasını bu ülke için geç kalınmış bir zaruret
olarak görüyorum. Böyle bir yasal düzenleme yapıldığı takdirde
(yani mevcut hukuki sistemde değil, ceza hukukunun, medeni
hukukun ve diğer disiplinlerinin de tümüyle dönüştürüldüğü bir
sistemde) pozitif hukuk çerçevesinde haklar ve
yükümlülüklerden söz etmeye başlayabiliriz. Şu anda bu konuda
söz söylemeye başlamanın bile zeminini göremiyorum. Hukuki
düzenin faşizme yer bırakmayacak biçimde dönüşmesi de, ancak
bu hukuku ortaya çıkaran üretim biçiminin ve çalışma
koşullarının dönüşmesiyle mümkün olabilir. Tuzla
tersanesindeki güvenliksiz koşullar, tecavüzü meşrulaştırmak
için evlilik yaşının düşürülmesi, kimlik sorana şiddet
uygulayan polis... Her biri diğerine bağlı bu çok uzun
listenin bir üstyapı olarak nasıl bir “ahlak” üretmesini
bekleyebiliriz?
Belirli siyasal partilerin ve belirli basın organlarının
“Hepimiz Ermeni'yiz” sözüne verdiği tepkiler kırk yıldır
burada yaşayan biri olarak beni çok şaşırtmadı, ama yirmi
yaşında bir üniversite öğrencisinin, bir ev hanımının cinayeti
lanetlese de gıyabında bu sözü “Niye hepimiz Ermeni olalım?
Hepimiz Türk'üz” diye cevaplaması
beni irkiltmişti, çünkü bu benim için faşizmin kamusal-özel
alan bırakmadan ne derece yaygınlaştığının işaretiydi.
Hemen her konuda irrasyonel tutum sergileyen, “nedensellik”
kurmaktan aciz söylem, 1915’teki katliam söz konusu olduğunda
birden skeptisizm ile pozitivizm arasında salınmaya başlar:
“Nereden biliyorsun? Bu konuda bir araştırma yaptın mı?
Belgelere mi dayanıyorsun? Ben araştırdım.” Peki, sonuçlarını
alalım:
“Savaş koşullarıydı.” Demek ki katliamı kabul ediyorsun,
koşullarıyla meşrulaştırıyorsun.
“Ama onlar da yaptılar.” Onlar? Demek ki katliamı yine kabul
ediyorsun, karşılıklı olduğunu söylüyorsun.
“Sadece sürüldüler.” Demek ki karşılıklı değil.
“Ama onu yapan biz değildik.” Demek ki katliam yine kabul
edildi, faili olmadığını söylüyorsun.
Burada zincir kopar: “Neden Hocalı’dan hiç söz etmiyorsun?”
Azınlıklar kimin azınlığıdır? Türkiye Cumhuriyeti’nin mi?
Şöyle bir devletin diyelim: Sünni Müslüman Türk bir devletin.
Böyle bakınca resmi azınlıklar yanında gayrı resmi azınlıklara
da neden “Batı işbirlikçisi” kategorisinde yer gösterildiği
anlaşılır. Kişinin Ermeni, Rum, Yahudi olması kadar Kürt,
Süryani, Alevi olması, aynı zamanda kendini ateist, sosyalist
olarak tanımlaması, kadın ya da eşcinsel olması da ancak
“tahammül edilen” bir yerde konumlanması için koşul oluşturur.
Olup bitenler ve olup bitmiş olanlar göz önüne alındığında;
medeni kanunun ne zaman hangi ülkelerden önce kabul
edildiğini, biteviye süren laiklik tartışmalarını, azınlıklara
gösterilen “hoşgörü”yü, Türklüğün etnik bir kökene işaret
etmeyip üst kimlik olduğu laflarını artık duymak bile
istemiyorum. AKP ve CHP’yi de (yalnız bu ikisini de değil)
aynı totaliter-muhafazakar-korporatist-milliyetçi yapının iki
yüzü olarak tasavvur ediyorum.
Türkiye Cumhuriyeti’ne baktığımdaysa sadece kendisi için
yazılan senaryoyu sahnede unutan beceriksiz bir aktörü
görüyorum. |
|
|
|
|
|
|
|
|
|