|
|
................... |
|
................... |
HANNAH ARENDT'TE
POLİTİK SORUMLULUK VE YURTTAŞ SORUMLULUĞU |
Nilgün Toker Kılınç
Birikim
Dergisi, 24 Aralık 2006 |
|
|
................... |
|
................... |
“Bu dünyadan gitmek zorunda
kalacağımız gün, arkamızda daha iyi bir dünya bırakmak, iyi
bir insan olmuş olmaktan daha önemli olacaktır.” (H. Arendt,
Vies politiques, 227-228)
Arendt’in bu sözlerinde cisimleşen temel tez, aslında onun
“dünyaya karşı sorumluluk” kavramı adı altında ortaya koyduğu
ve politika teorisinde kollektif sorumluluk kavramı merkezinde
geliştirdiği bir yurttaş etiğidir. Bu politik etik, politikaya
dışşal ya da onun parçası olan bir etik değil, kendisi politik
olan bir etiktir.
Arendt’in yurttaşlık etiğinin merkezi kavramı olan sorumluluk
bir yandan Aristoteles’in “philia”- dostluk kavramına referans
eder, diğer yandan da Kant’ın Yargı Gücünün Eleştirisi’nde
ortaya koyduğu “genişletilmiş zihin”, temsil edici düşünme
kavramlarına dayalı olan ve yurttaş etkinliğinin özünü
seyretme ve yargılama olarak tanımlayacağı Kantçı bir
perspektife yerleşir. Kant’ın Yargı Gücünün Eleştirisi’nin bir
yeniden okumasıyla ortaya konulan bu yurttaşlık teorisi
aslında Arendt’in Batı Aklı’nın karşı karşıya kaldığı
“kötülük”ün kaynaklarını araştırırken analiz ettiği modern
insanlık durumunun açmazlarını aşmanın araçlarını düşündüğü
noktada ele geçirilebilir bir teoridir.
Arendt, modern insanlık durumunu kavramaya yöneldiğinde, Batı
Ethos’unun Sokrates’ten beri tesis etmeye çalıştığı moral
öznenin, evrensel ya da rasyonel ölçütlere referans ederek
kendi yaşamını düzenleyecek olan ve bunu otonom iradesiyle
yapacak olan öznenin, insanlığın karşı karşıya geldiği bu
büyük “kötülük”e nasıl izin verdiği ve hatta bu kötülüğe
katılmasının ve destek olmasının nasıl mümkün olduğunu sorarak
başlar. Başka terimlerle ifade edilirse; bu ahlaksal özne,
“diğeri”nin yok edilmesine nasıl izin verdi ya da bu şiddete
nasıl katılabildi? Bu kötülüğün mümkün olması Arendt’e göre
iki temel fenomenin göstergesidir. Öncelikle, evrensel ya da
rasyonel referanslara başvurmanın bizi “iyi insan” yapması,
yaşanılan dünyanın “iyi” olmasını garanti etmediği açıktır.
İnsanların vicdanı, faşizmi engellemedi, hatta faşizm ve
soykırım vicdanlı insanlarla gerçekleşti. Çünkü, vicdanlar
kendilerini yasaya uymuş olmakla temizlediler. İkinci olarak
Arendt, totalitarizm koşullarında tüm evrensel ve rasyonel
referans noktalarının silikleşmesi hatta kaybolması fenomenine
işaret der. İnsanlar, kendisine başvurarak düşündükleri ve
yargıladıkları evrensel bir kural ya da değeri
kaybettiklerinde, aslında yargılama yetilerini kaybettikleri
ve onlar için artık yasaya uymanın bir düşüncesiz edim,
düşünmeden, yargılamadan, değerlendirmeden yerine getirilen
bir ödev haline geldiği bir durumda, her şey mümkündür. Çünkü,
evrensel ve rasyonel referanslar kaybolduğunda geriye
düşünmeyen irade kalır. Bu tür bir irade, kendisine kapalı,
diğerine bağlanmayan, dolayısıyla ortak yaşam ilkesini
diğeriyle bağıntıda değil de yasayla kendi zihnine kapalı bir
biçimde yaşayan kör iradedir. (1)
Arendt’in Eichmann davası sırasında ortaya koyduğu bu
analizler, onun “kötülüğün sıradanlaşması” terimi altında ele
aldığı modern insanlık durumuna ilişkin tespitleridir. Arendt,
“kötülüğün sıradanlaşması”nı mümkün kılan şeyin, düşünme
yoksunluğu, yargılama yetisinin kaybı olarak belirler. Bu
nedenle ona göre, yüzyılın yaşadığı kötülüğün açığa çıkardığı
moral sorun aslında vicdanlarla ilgili bir sorun değil, ortak
yaşam kipinin ortadan kalkmasıyla ilgili bir sorundur ve
politik bir sorundur. Modern ahlaksal özne için zihinde
kategorik olarak tasarlanan diğeri referansı, birlikte yaşanan
somut diğerlerinin yaşamını güvence altına almadığına göre,
şimdi yapılması gereken insanın kendi yaşam ortakları olarak
diğerleriyle birlikte iyi yaşamasının koşullarını aramaktır ve
bu, politik bir sorundur. Ortak yaşamın ilkeleri, paylaşılan
ilkeler olmalıdırlar; bu ilkeler birlikte eylemin ilkeleri
olarak hepimizin aynı haklara sahip olmasını garanti
etmeliler. Çünkü müşterek yaşam alanında, politik alanda biz,
inayet değil adalet istiyoruz. Bu bağlamda Arendt, birlikte
eylem aracılığıyla kurulan ortak dünya idesine dayalı bir
kolektif sorumluluk kavrayışı altında yurttaşlığın
modalitesini ortaya koymaya yönelmektedir.
Bir anlamda yurttaşlık etiği olarak adlandırabileceğimiz bu
modalitenin temel kavramı kolektif sorumluluktur. Arendt
politik-kolektif sorumluluk ile moral ya da hukuksal
sorumluluk kavramlarının birbirinden ayrılması gerektiğini
söyler. (2) Moral ya da hukuksal sorumluluk idesi, gerçekte
yükümlülük içeren bir karakterdedir ve moral ya da hukuksal
suçla bağıntılıdır; bu nitelik moral ya da hukuksal zeminde
sorumluluğun “diğeri” ile ilişkide değil, yasa zemininde
tanımlanmasından kaynaklanır ve bu nedenle ya birey ve toplum
arasında ya da birey ve ahlaksal-dinsel yasa arasında tesis
edilen bir sorumluluk ilişkisidir. Oysa politik/kolektif
sorumluluk, özneler arası bağıntıda tanımlanan, yani bireyin
tüm diğerleriyle ilişkisinde var olması gereken, bu nedenle de
söz ve eylemle görünür kılınması gereken bir sorumluluktur. Bu
anlamda örneğin politik işlere katılmama, sorumluluktan uzak
durma değil, sorumsuzluktur.
O halde yurttaşlık etiği, diğer insanlarla karşılaşmada
temellenir, diğeri bu etikteki temel kavramdır. Çünkü politik
insan, yurttaştır ve politikanın etiği ne salt bir meşruiyet
problemine indirgenebilir ne de soyut bir eğilimler tespitine.
Tersine politikanın kendi içinde taşıması gereken politik
etik, insanların insansal dünyayı paylaşma talep ve
arzularında temellenir. Politika, insanların ortaklaşa
gerçekleştirdikleri bir eylem olduğuna göre, politik etik bu
ortaklaşa eylemde ortaya çıkar ve bu, her bir insanın dünyayı
paylaştığı diğerlerine karşı ve aynı zamanda bu dünyaya karşı
sorumlu olduğu kabulünde temellenir. (3) Çünkü, Aristoteles’in
dediği gibi, toplum, birbiriyle denk olan ve bu nedenle her
bir kişinin diğerinin “autrui”si (diğer-ben olarak diğeri)
olduğu ve bu ilişki içinde her birinin diğerine ve dolayısıyla
kendisi dışındaki herkese karşı sorumluluk duyduğu bir
insansal ilişki formudur. Bu tür bir ilişkiyi Aristoteles,
philia, arkadaşlık olarak adlandırır; philia, sitede
yurttaşlar arası ilişkinin adı olarak, diyalog, eşitlik ve
saygı gerektirir. Arkadaşlığın temel karakteristiği, sevgi ve
dikkatin, sempati ve moral saygının, tarafların bireysel
otonomi ve güçlerini ortadan kaldırmaksızın burada biraraya
gelmesidir. Böylesine bir birarada oluşta insan diğerine,
Arendt’in deyimiyle, kendini onun yerine koyarak
davranacaktır. O halde, politik etiğin temel kavramı tıpkı
politikanın temel kavramı gibi diğeridir ve diğer insanlarla
karşılaşmada temellenir.
Her tür etik, bir “iyi” tanımladığına göre, politik etiğin
“iyi”si nedir? Mademki politik etik, yurttaşlık etiği, dünyaya
ve dünyayı paylaştığımız diğerlerine karşı sorumlulukta
temellenir, o halde politik etiğin “iyi”si, insansal dünyayı
daha anlamlı kılma, diğerleriyle diyaloğu, tartışmayı ve
düşünmeyi korumadır. Böylece yurttaşlık etiği, bireyi
kendindeki moral vicdanla değil, onu diğerleriyle ilişkisinde,
dünyayla ilişkisinde yargılamayı gerektirir.
Bu sorumluluk etiği her tür politik yargının haklılığının ve
her eylemin meşruiyetinin de temelidir. Yani her eylem,
insanların ortaklaşa sahip oldukları, dolayısıyla
intersubjektif olan ortak duyuya (sensus communis) başvurarak
yargılanacaktır ve bu ortak duyu aslında ortaklaşalık üzerinde
kurulu bir anlamlar topluluğudur ve ortak duyunun bildirdiği,
kelimenin geniş anlamında etik olan, nihai amaç, daha anlamlı
bir dünya kurmaktır.
Arendt dünyaya karşı sorumluluk anlayışını, Kant’ın Yargı
Gücünün Eleştirisi’nde sensus communis’i tanımlama tarzına
dayanarak geliştirir.
“Sensus communis kavramından, kamusal duyu idesi
anlaşılmalıdır; yani kendisi içinde her bir diğerinin temsil
edildiği bir düşünme formuyla ortaya konulan yargının tüm
insanlığın ortak aklını taşıyacakmışçasına kurulacağı bir
düşünme tarzı, eleştirel bir yeti idesi anlaşılmalıdır.” (4)
Kant’ın yargı gücü, yargılama yetisi olarak adlandırdığı bu
eleştirel düşünme formu Arendt’e göre yurttaşlık modalitesinin
temelidir. Başka deyişle, yurttaş, sözünün ve eyleminin
kılavuz yetisi yargı gücü olan öznedir. Arendt’in yargılama,
düşünme yetisine yapacağı bu özel vurgu onun Eichmann
davasından çıkardığı şu sonuçla ilgilidir: Hiçbir rejim
aslında o rejim altında yaşayanların gönüllü desteğiyle ayakta
durmaz; hatta baskı ve korku olmadığı durumlarda bile, eğer
insanlar düşünmüyor ve yargılamıyorlarsa, en barbar rejim bile
varlığını sürdürebilir. Yargılamama durumu, her zaman onaylama
durumu değil, çoğunlukla kayıtsızlık durumudur ve kayıtsızlık
son tahlilde bir sistemle uyum içinde olmak demektir. Çünkü
yargılama yetisi, iyiyi kötüden ayırma yetisi ortadan
kalktığında, irade düşüncesizleştiğinde, onu kendi iyisinin
aracı kılacak kudrete sahip her türlü gücün var olması ve
varlığını sürdürmesi mümkün olacaktır.
Ancak, insanlığın tüm evrensel ve rasyonel referanslarını
kaybettiği durumda nasıl yargılayacaklar? Arendt’e göre zaten
modern insanlık krizinin kaynaklarından birisi de budur. Ortak
yaşamda düşünme ve yargılamanın evrensel ya da rasyonel
referanslara bağlanması, müşterek yaşamın özel yaşamın,
bireysel yaşamın düzenleyici ilkeleriyle örgütlenmesi, modern
insanın ortak duyuyu kaybetmesine neden olmuştur. Çünkü ortak
yaşamı aşan ya da ona onun dışından gelen ilkeler, ortak
yaşamda paylaşılarak tesis edilen ilkeler olmadığından, bu
alana tahakküm ederek, aslında bu alanın otonom varlığını
imkansız kılmışlar ve bunun sonucunda da modern insanlık krizi
aslında politik alanın lağvedilmesi krizi olmuştur. Oysa,
Arendt’e göre, ortak yaşamın ilkeleri, ortak yaşamın içinden
tesis edilmelidirler ve ortak ilkeler olmalıdırlar.
O halde, Kant’ın sensus communis tanımında ortaya koyduğu bir
düşünme ediminin, yargılama yetisinin varlığı politik alanın
varlığı için de ön koşuldur. Bu, Arendt için politik alanda
eylemek ve konuşmanın aslında yargılamak olacağı anlamına
gelir. Çünkü yargılama yetisi, herhangi bir önceden verilmiş,
kalıcı kurala ya da evrensel bir ilkeye başvurmadan, çoğulluk
ve çeşitlilik durumunda, bu durumu aşan bir aşkın ilkeye
başvurmadan düşünen yetidir. Bu, yargılayan öznenin, yurttaşın
kendisini tek başına düşünen bir özne olarak değil,
diğerleriyle birlikte düşünen özne olarak görmesi ile mümkün
olacak bir edimdir ve Arendt’in kendisini diğerinin yerine
koyarak düşünme olarak tanımladığı bir yurttaşlık edimidir.
(5) Çünkü yurttaş, diğerleriyle bağıntı içinde bir var oluş
durumudur. O halde yargılama, toplumsal bir tutumdur ya da bir
anlamda kendisini ortak alanda gerçekleştiren kolektif bir
düşünmedir.
Yargılama yetisi, yurttaşı bir topluluk içine sokmakla kalmaz,
onu insanlığa bağlar. Çünkü yargılama yetisine eşlik eden
dünyaya karşı sorumluluk ilkesidir. Burada hemen, Arendt’in
sorumluluk ilkesinin sadece diğerine değil, bir çoğulluk
olarak tüm diğerlerine karşı sorumluluk olduğunu ve bu anlamda
yalnızca bizimle birlikte yaşayanlara karşı değil, bizden
sonra yaşayacaklara karşı sorumlu olmayı içerdiğini
söyleyelim. Bu nedenle sorumluluk yalnızca şimdi kategorisine
bağlanmayan gelecek kategorisini de içeren bir modaliteye
sahiptir. Çünkü yurttaş, yalnızca bir praksis topluluğu kurmak
sorumluluğunda olan bir özne değil, aynı zamanda bu dünyayı
mümkün en iyi dünya yapmakla sorumlu olan öznedir. Bu, ancak
ve ancak, birlikte eylem içindeki yurttaşların her birinin
kendi bakış açılarını tüm diğer bakış açılarını hesaba alarak
tesis ettikleri bir ortak alanın yaratılmasıyla mümkündür. (Felsefelogos,
2004/3, sayı 24)
DİPNOTLAR:
1) Bkz. Arendt H., Penser l!évenement, çev. C.Habib, Belin,
Paris, 1989, ss.115-122
2) Arendt H., “Collective Responsibility”, in Respomsibility
and Jugement, Ed.J.Kohn, Schocken Pub. , 2003, ss.150-151
3) Roviello A.M., Sens Commun et Modernité chez Hannah Arendt,
Ousia, 1987, s.45
4) Kant I., Critique de la faculté de juger, çev. A.
Philonenko, Vrin, p.41, s.130
5) Arendt, Juger, çev. M. R. D’Allonn |
|
|
|
|
|
|
|
|
|