|
|
................... |
|
................... |
RUSYA,
KAFKASYA VE TÜRKİYE ’NİN
“YENİ” JEOPOLİTİĞİ
|
Ahmet Arkın
Bölükbaşı
Gazi
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Uluslar arası İlişkiler
Anabilim Dalı |
|
|
................... |
|
................... |
Doğu Blokun’nun, ardından Sovyet
Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin çökmesi, böylece Soğuk
Savaş’ın sona ermesi, Türkiye’ye yeni olanaklar sunmuş ancak,
yeni bir dış politika paradigması sorunuyla da karşı karşıya
bırakmıştı. Rusya’nın bir büyük güç olarak yükselmesi de şimdi
Türkiye’yi tehlikeli dış politika seçenekleriyle karşı karşıya
bırakıyor, yine çok önemli dış politika sorunlarını
beraberinde getiriyor.
İyimser belirsizlikten kötümser belirsizliğe
Soğuk Savaş’ın sona ermesi, Türkiye üzerinden bir büyük
jeopolitik basıncı kaldırırken, aynı anda çelişkili bir duruma
yol açtı.
Soğuk Savaş bittiğine göre, Türkiye’nin NATO’nun Güney Kanadı
olma konumu anlamını yitirmişti. Öyleyse Türkiye’nin yeni dış
politika ilkeleri neler olmalıydı? İkincisi SSCB karşısında ki
stratejik konumu Türkiye’ye iki kutuplu dünyada, mali ekonomik
olanaklar, askeri kaynaklar, sağlıyordu. Şimdi Türkiye’nin ABD
ve Avrupa açısından stratejik önemi azalırsa bu ekonomik
kaynaklar kuruyabilir miydi?
Diğer taraftan, SSCB’nin dağılmasıyla Kafkasya, Türki
Cumhuriyetler Rusya’nın etki alanından çıkarak dünyaya
açılmaya başlıyordu. Böylece Türkiye seçkinlerinin büyük bir
iyimserlikle, tarihsel kültürel bağlarından dolayı kolaylıkla
nüfuz edebileceklerini düşündükleri bir siyasi ekonomik
coğrafya şekilleniyordu. Türkiye’yi yönetenler bu yeni
koşullara uyum sağlayabilecek, bir bloğun parçası olmanın
koyduğu kısıtlamalardan arınmış, etkin bir dış politika
oluşturabilecekler miydi?
Şimdi, Putin yönetimi altında toparlanan ve SSCB’nin eski
nüfuz alanları üzerinde etkisini yeniden kurmaya başlayan
Rusya’nın bu yükselişi Türkiye açısından yeni ve tehlikeli bir
dış politika paradigması sorununu gündeme getiriyor.
Rusya’nın yükseliş süreci, ABD’nin hegemonyasını restore etme
çabalarıyla çakışarak, Gürcistan “olayında” olduğu,
Türkiye’nin sınırlarında “sıcak noktalar” oluşturmaya başladı.
Bu yeni durum Türkiye’yi bu kez, köklü dış politika
ilkelerini, örneğin Montreux (Boğazlar) anlaşmasını dahi
değiştirmeye zorlayacak seçeneklerle karşı karşıya bırakıyor.
Oluşmaya başlayan tehlikeli belirsizliği, ABD dış politika
uzmanlarının, Türkiye’nin bir NATO üyesi olduğunu bile bile,
“Türkiye NATO ile Rusya arasında seçim yapmalıdır”
uyarılarından da görmek olanaklı.
Örneğin, Hudson Institute’den, Zeyno Baran, Wall Street
Journal’daki yorumunda, Türkiye’nin Soğuk Savaş boyunca bile
koruduğu Montreux anlaşmasını, Kara Denizi NATO savaş
gemilerine açacak biçimde yorumlaması, NATO’un yanında ve
Rusya’nın karşısında yer almasını öneriyor. Böylece
Türkiye’nin önüne riskli bir dış politika seçeneği gelirken
Soğuk Savaş sonrasında oluşan dış politika geliştirme
özgürlüğü, belki de o zaman bu özgürlüğünü doğru dürüst
kullanamamış olduğu için, şimdi hızla kısıtlanmaya başlıyor.
SSCB’den Yeni Rusya’ya
SSCB, 1980’lerde, Gorbaçev’in liderliğinde ekonomik, toplumsal
(Prestorika ve Glaznost) reformlar sürecine girdi, Batı’yla
ilişkilerini yumuşatmaya başladı. Gorbaçev’i, 12 Haziran1991
seçimlerini, ekonomik reform ve demokratikleşme programıyla
oyların %57’sini ve Batı’nın büyük desteğini alan Boris
Yeltsin izledi. Yeltsin’in Ağustos 1991’de kendisine yönelik
bir darbe girişimini bastırdıktan sonra, Aralık 1991’de
SSCB’yi fiilen dağıttı ve serbest piyasa ekonomisine geçmek
amacıyla IMF patentli bir programı Başbakan Chubais
yönetiminde uygulamaya koydu. Yeltsin 31 Aralık 2000’de istifa
ettiğinde, Soljenitzin, “Yeltsin döneminin bir sonucu olarak,
devletimizin bütün temel sektörleri, ekonomik, kültürel ve
ahlaki yaşamımız talan edildi” diyecekti (The Nation, 25
Aralık 2000).
Gerçekten’de Yeltsin’in başlattığı ''reform süreci''
döneminde, Dünya Bankası Baş (eski) Ekonomisti Stiglizt 'in de
işaret ettiği gibi, Rusya'da yoksulların sayısı 10 kat artarak
14 milyon 147 milyona çıktı; 1989-99 arasında GSMH yüzde 50
geriledi. Bu gelişmelere paralel olarak ekonomi mafyalaştı,
''oligarklar'' denen, bir avuç olağanüstü zengin, güçlü insan
ülke ekonomisini, özellikle de petrol ve gaz sanayilerini (Foreign
Affaires Mart/ Nisan 2000) ele geçirdi. Moshe Levin 'in Le
Monde Diplomatique 'te (12/99) vurguladığı gibi, 1998'e
gelindiğinde Rusya'da artık ne devlet ne de ekonomi kalmıştı.
Rusya’nın dünya ekonomisi içindeki konumu da değişmişti. Rusya
dün sanayi malları ihraç eden bir ülkeyken Yeltsin döneminin
sonunda, doğal kaynaklardan elde ettiği ürünleri ihraç eden,
çevre ülkelerine benzemiş, Rusya Bilimler Akademisinden Dr.
Dmitri Glinski-Vassiliev’in işaret ettiği gibi, Saudileşmeye
başlamıştı (Ponars Conference, 25 Ocak, 2002). Sanayi ürünleri
ihracatının %85’ iniyse silah sistemleri oluşturuyordu.
Rusya yönetici seçkinleri ve halkı bu ''reform sürecine''
girerken Batı'nın kendilerine yardım edeceğini varsayıyordu.
Ancak yardım gelmek bir yana, tam bir talan, ülkeden dışarıya
yılda ortalama 150 milyar dolar sermaye kaçışı yaşandı.
Böylece Alman Koeber Vakfı'nın CIS Barometer dergisinde
vurgulandığı gibi ''Moskova, geçmişteki ABD (reformlar-E.Y.)
saplantısını stratejik bir hata olarak görmeye' başladı.
Artık Rus yöneticisi sınıfına göre ''Rusya önce kendi iç
sorunlarını halletmeli, ekonomisini toparlamalı, siyasi olarak
güçlenmeliydi'' (Le Monde 17/12/02); liberallerin
saygınlıklarını tümüyle yitirmiş olmaları, halkın talebinin de
bu yönde olduğunu gösteriyordu. Putin'e göre ''geçen on yıl
boyunca dünya ekonomisine entegre olma çabası ulusal ekonomik
kompleksi tahrip etmişti''.
İkincisi, Batı, Almanya’nın birleşmesi sırasında Gorbaçev’e
NATO’nun SSCB nüfuz alanına doğru genişlemeyeceğine ilişkin
verdiği sözü de tutmamıştı. Batı, eski SSCB ülkelerini NATO’ya
almaya, “Renkli devrimlerle” Rusya’yı kuşatmaya, sivil toplum
örgütleri aracılığıyla Rusya’nın iç siyasi yaşamını
yönlendirmeye başlamıştı.
Bu iki gelişme Rusya elitini, ekonominin restorasyonu, devleti
merkezileştirme ve güçlendirme, doğal kaynakların üzerinde
denetimi arttırma, “SSCB’nin çöküşünü 2. Yüzyılın en büyük
felaketi” olarak niteleyen Putin’in yönetimi altında SSCB’nin
nüfuz alanını restore etme çabalarına hızlandırdı.
Rusya Federasyonu net nüfus kaybederken, “yakın çevrede” 20
milyondan fazla Rus’un yaşıyor olması da ayrıca bu restorasyon
çabalarının önemli nedenlerinden biriydi (Spengler, The Asia
Times, 19 Ağustos 2008) Böylece Rusya yönetiminde ulusalcı,
merkeziyetçi ve emperyalist bir refleks güçlenmeye başladı. Bu
gün Kafkaslarda patlak veren krizle açığa çıkan bu refleks,
Putin dönemine damgasını vurdu.
Putin dönemine yakından bakınca, İki aşama görebiliyoruz:
Birincisi, Batı’yla çatışmamaya çalışarak yürüme, bu arada,
medyayı ve siyasi partilerin Batı’nın etkisinden yalıtmaya,
yerel yönetimlerin yöneticilerinin seçilmesine ilişkin
reformlarla devlet aygıtını ve denetimini merkezileştirme,
ülkedeki sivil toplum örgütlerini denetim altına alma
çabaları. Bu aşamada, Yeltsin döneminde özelleştirmelerde
devlet işletmelerini ele geçirerek büyük servetler oluşturan,
sonra özellikle petrol ve gaz alanında doğal kaynakları
Batı’ya satmaya başlayan kapitalist elit, “oligarklar” büyük
ölçüde tasfiye edildiler, enerji kaynakları, tekrar adım adım
devlet denetimi altına alındı. Rusya ile Avrupa arasındaki
enerji tedariki ve ticaret alanlarında ekonomik bağlar bu
aşamada hızla güçlendi.
İkinci aşamada, Irak’ın işgalinden sonra, petrolün varil
fiyatının 20 dolar civarından sürekli yükselerek 110-140 dolar
koridoruna ulaşması, dünyanın en önemli petrol ve gaz
ihracatçılarından bir olan Rusya’ya yeni avantajlar getirdi.
Rusya bu yolla, çok büyük kaynaklara ulaşarak ekonomisinin,
askeri yapısının restorasyonunu finanse etmeye, hatta Ukrayna
olayında olduğu gibi, uluslararası alanda da etkisini
arttırmaya başladı. Bu dönemde, Putin’in giderek Rusya’nın
uluslararası konumunu güçlendirmeye başladığını, uluslararası
planda, BM Güvenlik Konseyinde, ABD ile çelişen tutumları
almaktan çekinmediğini, Şanghay İşbirliği Örgütünün güçlenmesi
için çabaladığını, giderek Rusya’da faaliyet gösteren yabancı
enerji şirketlerinin sınırlamaya başladığını görüyoruz. Dahası
Putin’in Rusya’nın Kafkasya ve Hazar Denizi petrollerinin
Batı’ya taşınması üzerinde tekel oluşturması için de çalışmaya
başlamıştı.
Enerji piyasalarından elde edilen yeni gelirler Putin’e,
Batı’nın Rusya’yı kuşatma stratejine karşı koymaya başlaması
için gerekli özgüveni de beraberinde getirdi. Bu yeni
özgüvenin, Gürcistan’ın Güney Osetya’ya saldırmasıyla oluşan
ortamda kendini etkin bir biçimde gösterdiğini söyleyebiliriz.
Türkiye’nin Yeni dış politika ortamı
Yukarda değindiğim gibi, SSCB yıkıldığında açılan jeopolitik
alan, Türkiye’ye yeni olanaklar sunuyordu. Rusya’nın
yükselmeye başlaması ve Gürcistan’a girdikten sonra Güney
Osetya ve Abhazya’nın bağımsızlıklarını tanıması Türkiye’yi
açısından çok önemli bir dış politika paradigması sorunu
yarattı.
Özetle, Türkiye, Soğuk Savaş sona erdikten sonra, NATO üyesi
bir ülke olmakla birlikte kendi coğrafi konumuna uygun, çok
yönlü ve derinliği olan bir dış politika “paradigması” kurmaya
çalışıyordu. Bu politikanın bir gereği olarak, Karadeniz’de
Rusya ile ekonomik işbirliğine dayalı, siyasi olarak sorunsuz
ilişkiler sürdürmeye çalışıyordu. Türkiye ABD’nin İran’la
girdiği bilek güreşine katılmıyor komşularıyla kurduğu
karmaşık ve çok boyutlu ilişkilere dayanarak gerektiğinde
Rusya’yı dengeleyen bir çizgi izliyordu. Bu arada, Kafkaslara
yaratmaya çalıştığı dengeler içinde, ABD’nin petrol ve gaz
boru hatlarını Rusya’nın tekelinden çıkarma girişimlerine
destek veriyor, Baki Tiflis Ceyhan boru hattı projesiyle Hazar
denizi petrollerini ve gazını Batıya taşıyan bir enerji
platformu işlevini üstlenerek jeopolitik ağırlığını arttırmaya
çalışıyordu. AKP hükümeti döneminde bu çizgi izlenmeye devam
edilse de, ABD’ye daha fazla dayanma, bu yolla bölgede güç
yansıtma eğiliminin (umudunun)dış politika doktrinine daha
fazla nüfuz etmeye başladığını da söylemek olanaklı.
Türkiye’nin seçkinlerinin bu çok yönlü dış politikayı izlemeye
olanak veren ortamdan yararlanmayı ne kadar başardığı ayrıca
tartışmaya değer bir konu, ama şurası kesin ki Gürcistan
krizinden, ABD ve NATO gemileri boğazlardan geçerek
Karadeniz’e girmesinden sonra, bu ortam hızla kayboluyor.
Şimdi, bölgedeki ülkeler arasında geçerli dengelerin hepsi
birden sarsılmaya başlarken Türkiye’nin ABD ve İngiliz dış
politika uzmanları tarafından “ya bizdensin ya da bize düşman”
anlamına gelen dar bir ikileme sokulmaya çalışıldığı
söylenebilir: “Türkiye Boğazları ABD ve NATO gemilerine açarak
NATO’nun yanında mı yer alacak? Yoksa Montreux koşullarında
ısrar ederek fiilen Rusya’nın yanında mı?” Bu tür bir ikilemin
Türkiye açısından ne kadar sınırlayıcı olabileceğini
görebilmek için, kendi güvenliği açısından yönetmek zorunda
olduğu dengelere kısaca bakmak yeterli.
Karmaşık dengeler dünyası
Türkiye’nin öncelikle Rusya ile ABD arasındaki dengeyi
kendisine, gerek uluslararası alanda gerekse ülke içinde,
hatta Güney Doğuda ek sorunlar yaratmayacak bir noktada
tutması gerekiyor. Gerçekten de, Türkiye’nin, Rusya’yı tümüyle
karşısına alması en azından ekonomik nedenlerden dolayı akla
uygun değil. Türkiye kendisi için yaşamsal önem sahip doğal
gaz tüketiminin %65’ini Rusya’dan ithal ediyor; bu ithalatın
durması halinde, bu gün için hemen hiçbir alternatife sahip
değil.
İkincisi, Türkiye 2008 yılında vermesi beklenen açığın yarısı
Rusya ile gerçekleştirdiği ticaretten kaynaklanacak gibi
görünüyor. Türkiye, mali yapısının giderek kırılganlaştığı bir
ortamda, bu dış açığı biraz olsun kapatacaksa, Rusya ile
ticaretinin aksamaması hatta daha da arması gerekiyor. Dahası
Rusya ile ekonomik ilişkiler Türkiye’de, Turizm, inşaat
tekstil, nakliyat gibi sektörler açısından büyük öneme sahip.
Buna karşılık Rusya’nın Türkiye ile ticareti, toplam ticareti
içinde önemsiz bir yer tutuyor. Rusya eğere bir ekonomik baskı
uygulamak isterse, bu ticaretin bir kısmından, hata tümünden
kolaylıkla vazgeçebilir. Kısacası burada Türkiye aleyhine bir
durum söz konusu...
Diğer taraftan Rusya’ya karşı tutum alma konusunda ABD ile
AB’nin lider ülkeleri arasında görüş ayrılıkları olduğu, bu
görüş ayrılıklarının “transatlantik” ilişkilerine yeni
gerginlikler eklediği de bir gerçek. Örneğin Almanya ve
Fransa’nın, salt enerji, dış ticaret ve mali ilişkiler
alanlarında değil, genelde uluslararası jeopolitik kaygılarla
da ABD’nin talepleriyle, Rusya’nınkiler arasında, ağırlığı
ABD’den yana olsa da, bir denge oluşturmaya çalıştıkları
görülüyor. Türkiye’nin bu dengenin şekillenmesini beklemeden
kendine dayatılan ikilemlerden birine bağlanmaktan kaçınması
gerçekçi ve temkinli bir tutum olacaktır.
Bir örnek vermek gerekirse, Türkiye’nin Kafkasya İstikrar ve
İşbirliği Platformu, önerisinin, Avrupa çevrelerinde şiddetli
bir itirazla karşılaşmazken, ABD dış politika çevrelerinde,
Gürcistan ve Rusya’yı aynı masaya oturtmayı, bu arada ABD ile
NATO’yu dışarıda tutmayı amaçladığı varsayımından hareketle,
ciddi ölçüde şimşekleri üzerine çektiği anlaşılıyor. ABD, AB
dengeleri bağlamında bir diğer belirsizlik de Türkiye’nin AB
üyeliğinin geleceğine ilişkin. Örneğin, Reuters’in aktardığına
göre Prof William Hale gibi ABD-İngiltere çizgisine yakın kimi
yorumcular, “Türkiye, çadırın dışında bırakılırsa, çok daha
fazla sorun yaratacaktır” savından hareketle, AB üyeliği
olasılığının şimdi daha da güçlendiğini ileri sürüyorlar. Buna
karşılık, Eursia Group adlı danışmanlık kurumundan Wolfongo
Piccoli adlı bir analiste göre, Gürcistan krizi Türkiye’nin AB
üyeliği olasılığını daha zayıflattı. Çünkü böyle bir üyelik
“Avrupa’nın sınırlarını Gürcistan’a ve Kafkasların geri
kalanına kadar getirir” (12/08/08). Diğer bir değişle Avrupa
Türkiye’yi sorunlu alanlarla arasında bir tampon bölge olarak
tutmak istemektedir ve bu kriz bu tutumu daha da güçlendirmiş
olabilir.
ABD’yle Rusya arasındaki ilişkilerin sertleşmesi, İran’ın
nükleer silah üretme çabalarını, Rusya’nın da katkılarıyla
hızlandırabilir. Böylece Türkiye, yakın bir gelecekte nükleer
silahlara sahip bir İran’la yaşamak durumunda kalabilir. Böyle
bir durumun gerçekleşmesi halinde, İran’a saldırma planları
yapan bir ittifaktan yana açıkça tutum almanın riskleri, bu
risklerin karşılanması için gerekecek savunma tedbirlerinin
maliyeti, ülke ekonomisi acısından kaldırılamayacak kadar
yüksek olabilir. Karadeniz’in NATO ve Rusya arasında bir
çatışma alanı haline gelmesi halinde oluşacak savunma
gereksinimleri de benzer bir sonuç yaratacaktır.
Diğer taraftan İran’a karşı ABD/NATO ittifakının yanında
açıkça tavır almak, beraberinde Sünni-Arap ülkeleriyle,
Türkiye’nin sosyal kültürel yapısını da etkileyebilecek
düzeyde yakın ilişkiler kurmayı getirebilir.
Türkiye’nin Kafkasya bölgesinde, bir etnik çelişkiler yumağına
rağmen yönetmeye çalıştığı, Ermenistan, Azerbaycan Gürcistan
dengeleri, NATO ittifakının Ermenistan’ı Rusya’nın ve İran’ın
etkisinden hızla yalıtmak amacıyla, Türkiye’ye, Azerbaycan’la
ilişkilerini risk altına sokacak talepler dayatmasıyla
bozulabilir. Türkiye’nin Ermenistan’la ilişkilerini
normalleştirmesi, tarihsel sorunlarını bir an evvel çözmesi
önemlidir. Ancak, bu çözüm süreci, Türkiye’nin sorunu
yönetmeyi beceremeyeceği, denetimi elinden kaçırabileceği bir
hıza ulaşırsa, hem ülke içinde hem de, uluslararası alanda
umulandan farklı sonuçlara yol açabilir.
Nihayet göz önüne alınması, dikkatle yönetilmesi gereken bir
diğer hassas denge de Suriye ile ilgilidir. Rusya’nın
Suriye’nin Tarsus limanında bir üs açarak Doğu Akdeniz’de
donanma bulundurmaya başlaması, buradaki dengeleri
değiştirecektir. Eğer Türkiye, Karadeniz’de Rusya ile, Monreux
anlaşması üzerinden kafa kafaya gelirse, Güneyinde de Rus
donanmasının varlığını da hesaba katmak zorunda kalacaktır.
Enerji jeopolitiğinde de korunması gereken hassas dengeler
mevcuttur. Rusya’nın Gürcistan’a girmesiyle birlikte, BTC boru
hattının güvenliği de tehlike altına, hatta kimi yorumculara
göre önemi kaybolma sürecine girmiştir. Bu şimdilik, abartılı
bir tespit olmakla birlikte, Türkiye’nin Azerbaycan’la
ilişkilerinin bozulması halinde gerçekleşme olasılığı
artabilecektir.
Ne ki ABD ve İngiliz yorumcularının, yeni bir “soğuk savaş”
projesi peşinde, tüm bu karmaşık dengelerin Türkiye açısından
önemini yadsıdıkları, dikkatlerinin Monreux Anlaşması’nın
kısıtlamalarının kaldırılarak Karadeniz’in bir NATO gölüne
çevrilmesi hedefi üzerinde yoğunlaştırdıkları görülüyor.
Besbelli ki, Türkiye dış politikasını yönetmeye çalışanları
gerçekten çok zor günler bekliyor. |
|
|
|
|
|
|
|
|
|