|
|
................... |
|
................... |
ÖLMEYEN ZİHNİYET
YA DA İÇİMİZDEKİ YABANCIYI KUSMAK |
Ertuğrul Meşe
Birikim Dergisi,
24 Mart 2010 |
|
|
................... |
|
................... |
“Gezegenin üzerinde bir hayalet
geziniyor: yabancı düşmanlığı hayaleti.”
Z. Bauman
Bu topraklar bir sürgün edilme operasyonu daha yaşadı, hem de
“Kürt açılımlarının”, “demokratik açılım”ların, “milli
birlik”, “kardeşlik” projelerinin allanıp pullandığı ve havada
uçuştuğu ama bir türlü meyve vermediği bu günlerde: Selendili
Romanların Sürgünü. Bu topraklarda gerçekleşen ilk sürgün
değil bu. Tabi ki bu toprakların sürgün ve yerinden edilme
operasyonlarının tarihi ne yeni ne de birkaç münferit olayla
sınırlıdır. Bu tür sürgün edilme olaylarının Osmanlı
Devletinin dağılmasından itibaren bugüne kadar hız ve ivme
kazandığını ve bu hız ve iveme ile Anadolu’yu oluşturan kadim
nüfusun, büyük bir politik ve ekonomik keyfiyet ile neredeyse
bir hallaç pamuğu gibi oradan oraya atıldığını ve yüce
devletlilerin uygun gördüğü iskan bölgelerine
yerleştirildiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. (1)
Bir insanlık trajedisi ve faciası olarak sürgün ya da yerinden
edilme/göç ettirilme, iktidarı elinde bulunduran ya da
iktidara esas rengini veren ve toplumsal yapıda
hacimli/dominant bir yer işgal eden topluluk veya o topluluğun
iktidarın nimetlerini elinde bulunduran yetkilileri
tarafından, bir toplumsal grubun yaşadıkları bir bölgeden
başka bir bölgeye bedensel, ekonomik, dinsel, siyasi ve
psikolojik baskıyla göç ettirilmesi ve yerleştirilmesi
durumudur. Bu toplumsal bir facia olarak anılması gereken
sosyolojik durum, ulusal sınırlar içinde gerçekleştiği gibi
uluslararası da gerçekleşebilir. Biz, bu yazıda ulusal
sınırlar içinde gerçekleşen sürgün/yerinden edilme olgusunu
ele alalım. Ulusal sınırlar içinde gerçekleşen bu olaylar için
kabul edilen uluslararası tanıma göre, zorla ya da mecbur
kalarak evlerinden veya sürekli yaşamakta oldukları yerlerden,
özellikle silahlı çatışmaların etkilerinden, genel olarak
şiddet içeren durumlardan, insan hakları ihlallerinden veya
doğal ya da insan kaynaklı felaketlerden korunmak için,
uluslar arası kabul görmüş devlet sınırlarını geçmeksizin
kaçan ya da bu yerleri terk eden kişi veya bu tip kişilerden
oluşan gruplara “ülke içinde yerlerinden olmuş kişiler”
denilmektedir. (2) Özellikle şiddet içeren durumlar ve insan
hakları ihlalleri sonucunda ortaya bir “çözüm” olarak çıkan
göç/sürgün olgusu, göçü yaşamış ya da ona tabi tutulmuş
toplulukların ve bireylerin belleğinde derin yaralar açan bir
özelliğe sahiptir.
Modern toplumların oluşumu, neredeyse göç ve sürgünlerin
tarihi olarak da okunmayı gerektirir. Modern dönemde,
toplumlar ve devletler, içlerinde yabancı olarak
gördükleri/algıladıkları nüfus unsurlarından arınma gibi
imha/yıkım pratikleri geliştirmişlerdir. Modern toplumda ve
modern devlette yabancıların ve yabancılığın kültürel ve/veya
fiziksel imhası yaratıcı bir yıkımdır; yıkmak fakat aynı
zamanda yeniden inşa etmek; bozmak fakat aynı zamanda da
tesviye etmek… Bu süregiden düzen-inşası, ulus-inşası ve
devlet inşası çabalarının ayrılmaz bir parçasıdır. (3)
Modernlik, özellikle kendi evlatlarından biri olan ırkçılığı
ve milliyetçiliği, insanlığın başına bela eden bir dönemdir.
Bu özelliğinden dolayı adına modernite denilen bu dönem, daha
baştan itibaren büyük miktarlarda insan artıkları üretti ve
üretmeye devam ediyor. (4) Bu artık üretme işleminde ilk
sırayı milliyetçilik alır ve bu özellikten Türk milliyetçiliği
muaf tutulamaz. Türkiye’de milliyetçilik bir siyasi proje
olarak İttihat ve Terakki ile bu toplumda kök salmış modern
bir olgudur. O zamandan günümüze değin Türk milliyetçiliği
farklı renkler alsa bile özünde taşıdığı temel karakteristik
yapısından genel olarak hiçbir şey kaybetmemiştir. İttihatçı
Türk milliyetçiliğinin operasyonel hali, derin devlet
tahakkümündeki eylem hali, etnik bir kaygı/karakter
taşımaktadır. (5) Bu temel karakteristik özellik, Türkiye
Cumhuriyeti’nin kuruluş aşamasından günümüze değin kimi zaman
açık kimi zaman da örtük bir biçimde işlerlikte
kalmış/tutulmuştur. Sonuç olarak resmi düzlemde Türk
milliyetçiliği sivil milliyetçilik rengi taşısa da
derinliklerinde etnik milliyetçilik rengi hakimdir. (6)
Türkiye’de milliyetçiliğin asal öznesi olan Türk, Anadolulu ve
Sünni-Müslüman olan bireylerden teşekkül eder. Türkiye’de Türk
olmanın somut faydaları vardır. Zira Türkler milletin asli
üyeleridir ve sadık vatandaşlar olarak görülürler; bu şekilde
algılanmak, ülke halkının gerçek bir parçası olmanın
anahtarıdır. Türk olarak görülmemekse kusurlu bir vatandaş
olarak damgalanmaya yol açar. (7) Çünkü hala yaşamakta olan
İttihatçı tasavvurda esas özne “Anadolu’nun gürbüz çocukları”,
yani Türklerdir. (8)
Kendilerini Türk olarak gören “Anadolu’nun gürbüz çocukları”,
yaratılan millet duygusunun onlara sunduğu “hayali
cemaatleri”nin güvenli rahminde/kollarında yaşarlar. İçinde
olunan güvenli hale/duruma yönelen bir tehdit
hissedildiği/yaratıldığı vakit, “Anadolu’nun gürbüz çocukları”
birden kaplanlaşabilir ve varolan tehditleri bertaraf etmek
için gerekli olan şiddet sarmalını üretebilir. Bu üretimin
gerçekleşmesi için, neredeyse yüzyıldır tedrisatından geçtiği
milliyetçi, militarist ve özcü toplumsallaşma süreçlerinin
yaratıcısı ve aynı zamanda taşıyıcısı olan hasım ve düşman
üretici genel topluma/kitleye/güruha dahil olmaktan mutlu
olurlar ve bununla da gurur duyarlar. Çünkü, düşmanı ve hasımı
icat eden topluluktur, cemaattir. “Öteki olarak adlandıracağı
o karşı-imgeye ihtiyacı vardır. O nedenle dünyayı iki yarıya
ayırmaya ve kendisinden farklı olanı devreden çıkarmaya
çabalar. İçeridekiler kendilerini iyilerden, seçilmişlerden
addeder; medeni olanlar onlardır, soyludurlar, dürüsttürler,
doğrudurlar. Ama ötekiler var ya, onlar vahşidirler,
barbardırlar, küffardır, “kirli”dir onlar, haneye tecavüze
yeltenenlerdir, “kimseye bir faydası olmayanlar”dır. (9)
Türkiye’de bu tip bir algı dünyası ile donanan/toplumsallaşan
birey, dahil olduğu ana bütünün ona sunduğu onaylanmış,
denenmiş arınmacı, yıkıcı ve yok sayıcı eylem bütünleri ile
hareket edecektir. Çünkü, kendini her türlü toplumsal
ilişkinin dışında tahayyül edebilecek ve varolabilecek özerk
birey yoktur: Kuşkusuz birey toplumsal iktidarın bir
sonucudur. (10) Bu tespit, Türkiye’deki özellikle son
zamanlarda neredeyse gündelik bir rutin halini alarak artan
milliyetçileşme, muhafazakarlaşma ve faşistleşmenin, bu
topraklardaki işlerlik kazanan ve kazandırılan, demokratik
özelliklerinden neredeyse arındırılmış toplumsallaşma
pratiğinden ayrı düşünülmemesi gerekliliğini bize
hatırlatıyor. Çünkü bir toplumu oluşturan bireylerdeki öteki
üzerine olan yargılar ve stereotipleri ona karşı üretilecek
eylem kiplerini, o bireyin içinde yer aldığı toplumun
ideolojik bağlamından ayrı düşünmemek gerekir.
SELENDİ SÜRGÜNÜNDE HORTLAYAN ZİHNİYET
Türkiye coğrafyasında kökleri 10. yüzyıla kadar giden, hatta
tarihteki en eski yerleşim merkezleri İstanbul olan,
Osmanlı’nın “buçuk millet” saydığı Romanlar halk arasında
genellikle göçebe, üstü başı pis, işi gücü olmayan, devamlı
bir işten hoşlanmayan, içki içen, müzik çalıp göbek atan,
sokaklarda ve barlarda çiçek satarak geçinen, dilencilik
yapan, gürültücü tipler olarak tanımlanır. (11) Üstelik
toplumda yaygın olan bu negatif tanımlamanın tarihi yeni
değildir. Bu durumun örneklerini Osmanlının son dönemlerinde
de görebiliriz. Osmanlı İmparatorluğu’nda göçebe halde
yaşamakta olan Çingenelerin yanı sıra, Balkanlar’dan kovulan
Müslüman muhacirler arasına katılıp gelen Çingeneler de vardı.
İttihat ve Terakki hükümeti, göçebe ve aşiretlerin iskan
projesini hayata geçirirken, Anadolu’nun içlerinde göçebe
olarak yaşayan Çingenelerin de iskanını gerçekleştirmeye
çalışmıştı. (12) Günümüzde de negatif olarak tanımlanan
topluluğun iskan siyaseti uygulanmaya devam etmektedir.
Uygulanan bu iskan siyaseti bir arınma/artıklardan kurtulma
siyaseti olarak okunabilecek bir yapıya sahiptir. Nasıl mı? Bu
topraklarda yüzyıldır yaşanan şu olaylar bunu düşünmek için
yeterlidir sanırım: 1915 Ermeni Sürgünü, 1924 Nüfus
Mübadelesi, 1926-34 Kürtleri İskan Kanunu, 1934 Trakya
Olayları, Dersim Sürgünü, 6-7 Eylül 1955 Olayları, 1978 Maraş
Olayları, 1980 Çorum Olayları, 1993 Sivas Katliamı, köy
yakmalar … ve Selendi Sürgünü.
Selendi de yaşanan linç ve onun sonrasında ortaya bir çözüm
olarak çıkan sürgün olayın kabaca gelişimi şöyledir:
Manisa'nın Selendi ilçesinde yılbaşı gecesi kahvehanedeki
ayrımcılıkla başlayan gerginlik, 5 Ocak 2010 gecesi Romanlara
karşı ırkçı saldırıya dönüştü. Roman mahallesindeki aileler,
15'i çocuk, 20'si kadın 74 kişi, Selendi’den Gördes ilçesine
gönderildi; geceyi buradaki Roman ailelerin yanında
geçirdiler. (13) Sonrası ise malum! Olayları yaşayan ve
Selendi’yi terk etmek zorunda kalan Romanların anlattıkları ve
anlatılanların düşündürdükleri ise çok vahim: ‘Olay günü halk
Belediye Başkanının anonsuyla toplandı. Otomobil ezen dozer
belediyenindi. Olaylarda silah da atıldı. Baskıların geçmişi
bir yıl öncesine uzanıyor. (14) ve olay gerçekleşiyor. Resmi
makamların “olaya el atması”ndan sonra olayı yaşayan bir
kadın; “Bazı kağıtlar çıkardılar. Ben okuma yazma bilmiyorum.
Vali bey diyor ki ben sizi koruyamam. Gideceksiniz diyor.”
(15) Sonrası ise resmi gaflar, insanlık ayıpları, tarihin
tekerrürleri…
“Yerli Selendililerin” şu ifadeleri bu toraklardaki yüzyıllık
refleksin bir işareti değil midir: “Yani kim anasına, dinine,
camisine küfrettirir…” (16) İşlenen her büyük insanlık suçunun
bildik meşruiyet arayışı! Ancak, büyük suçların büyük
fikirlere ihtiyacı yoktur. İnsanlığa karşı işlenen suçlar
gayet aşağı güdülere bağlanabilir: Cinayet işlemekten zevk
almak, yağmalama hevesi, kıskançlık haset. Irkçı sloganlar ve
milliyetçi ideolojiler genellikle eylemi tetikleyen saikler
olarak değil, eylemden sonra ona meşruiyet sağlayan düşünsel
çatılar olarak çıkarlar karşımıza. (17) Selendili bir
vatandaşın açıklaması ise çok manidar; “Biz Roman düşmanı
değiliz ama bunlar başka Roman” ve ekliyor, “Bak benim bile
böyle bir evim yok”. (18) Aynı kapitalist, yağmacı ve
milliyetçi haset mantığın, 1915 Olayları, Varlık Vergisi, 6-7
Eylül Olayları gibi facialarda işletildiğini görmek mümkün.
Ancak herkes bilir ki, Romanlar bu coğrafyanın kentlerinde en
fakir, en sahipsiz ve en mülksüz grubu teşkil etmekle
kalmayıp, hemen hemen diğer tüm kentlilerden farklı olarak
hiçbir sosyal güvenceleri (19) olmayan topluluklar kümesidir.
Romanlar, modern toplumun negatif özelliklerden dolayı,
toplumumuzun yabancıları/artıklarıdır ve onlardan elbirliği
ile arınılması gerekir!
İÇİMİZDEKİ YABANCIYI KUSMAK
Selendi’de Romanların yaşadığı bu olaylar, İttihat Terakki’den
bu yana oluşturulmaya çalışılan, ötekine düşman, saf toplum
olma hayallerinin doğal mirasçısı olan her türden
milliyetçilik cemaatlerinin toplumsal dünyayı cehenneme
çevirme eğiliminin doğal sonucudur. Türkiye’deki bugüne kadar
oluşturulmuş milliyetçilik cemaatleri, toplumsal bir olayda
hemen yığın/kitle/güruh olma özelliğine sahiptir ve bu özellik
toplumda bir “onur” olarak sunulur. Ancak bütün yığın üyeleri
potansiyel olarak daima kıyımcıdır, çünkü topluluğu
yozlaştıran, çürüten, lekeli, saf olmayan öğelerden, kargaşaya
sürükleyen hainlerden temizlemeyi hayal eder. (20) Bu temizlik
düşü için de devreye şiddet ve linç gibi insanlık onurunu yok
eden eylemler girer. Çünkü şiddet uygulamak insana o kadar
zevkli gelir ki, hiçbir kanunu dinlemez. (21) Amacı ne olursa
olsun, yığının/güruhun uyguladığı her türden şiddet bir
linçtir. Linç, kalabalığın azlığı çiğnemesidir-bazen tek
birisini. Korunmasız, çaresiz durumdakine saldırmaktır. Köşeye
kıstırılmış olana, kuşatılmış olana çullanmak... Yerdekine bir
tekme savurmak.. Bireysel sorumluluk üstlenmeden, kalabalığın
koynuna sığınmış, ‘anonim’ bir cürümün gölgesine saklanarak…
(22) Çünkü topluluğu yozlaştıran, çürüten, lekeli, saf olmayan
ve onu kargaşaya sürükleyen hain olan kurban, bir günah
keçisidir. (23) Günah keçisi arayışı, şiddetin sıradanlaştığı
toplumlarda daha yaygın ve onaylanmış bir eğilimdir. Şiddettin
sıradanlaştığı bir toplumsal yapıda, ortaya çıkan her türden
toplumsal olayda linççi, infazcı bulmak hiç de zor değildir.
Normal insanlar birden kitleye/güruha/nefere dönüşür. Bu tip
olaylarda failler her türden ahlaki ölçütü elbirliğiyle
kendileri için bir meşruiyet payandası olarak kullanabilirler.
Vatan, millet, bayrak, din, namus vb. gibi simgesel
sosyalleşme araçları hemen imdada yetişir ve
failleri/kendilerini aklamaya başlar. Çoğu zaman da bu
aklamaya devlet yetkilileri de katılmayı, devlet adamı
babacanlığıyla ve zevkle yaparlar.
İnsana dair tüm ümitleri boşa çıkartanlar aslında her yerde ve
her zaman küçük bir azınlıktan ibarettir. Bu öngörülemeyen ve
her türden açıklamaya direnen azınlık şiddete başvurma
özgürlüğüne sahiptir. (24) Şiddete başvurma özgürlüğüne sahip
olanlarda yabancı ve öteki düşmanlığı gibi patolojik duygu
durumları her an patlamaya hazır bir biçimde zulada bekler,
çoğu zaman da kimi ideolojik öbekler tarafından bir tehdit
olarak kullanılır. Yabancı, öteki ve farklı olana yönelik bu
negatif algılar ve ona karşı geliştirilen tepkilerin genel
adına toplumsal fobiler demek, sanırım yanlış olmaz. Zenofobik
ve miksofobik (melezlik fobisi) paranoya kendi kendinden
beslenir ve kendi kendine gerçekleşen bir kehanet olarak
işler. Yabancıların temsil ettikleri tehlikeye karşı radikal
bir çare olarak ayrımcılık sunulur ve kabul edilirse, o zaman,
onlarla birlikte oturmak her gün biraz daha güçleşir. (25) Bu
toplumda, “bir arada yaşama tecrübesini, yüzyıllarca yaşatmış,
adalet ve insan haklarını en üst düzeyde korumuş bir kültür ve
medeniyetin mirasçısı olan toplumuz” masalı son olarak
Selendi’de yaşanan gerçeklerin üstünü örtemez! Yaşanan olaylar
da gösteriyor ki, bir arada yaşama terbiyesi bu topraklarda
rafa kaldırılmış bir nostaljik düş nesnesidir ya da bir arada
yaşayamama terbiyesizliğidir!
Bugün Türkiye’de İslamcısından milliyetçisine, solcusundan
ulusalcısına ve liberaline kadar elbirliği ile yaratılmaya
çalışılan ve sürekli ölçeği genişletilen her türden
milliyetçilik anlayışı, sürekli saf/arı bir toplum arayışı
içindedir. Bu zamana kadar işlerlikte olan, yüzyıllık saf/arı
toplum arayışına en olumlu cevap, genellikle Orta Anadolu’dan
ve muhafazakarlaşma ve milliyetçileşme eğilimi içinde olan
kuzey ve güney sahil kentlerinden gelmekteyken, şimdi bu
kervana batı bölgelerimizde bulunan kentler de dahil olmuştur.
(26) Bu coğrafi alanlar, millet olma fiilinde, genellikle
günahkar ve yıkıcı toplumsal eylemlerin geçmişte olduğu gibi
bugün de sahipleri olmuşlardır. Bu toprakların insanlarının,
Ermenilerin, Rumların, Yahudilerin ve buna ilaveten Kürtlerin
ve Alevilerin şimdilerde de Romanların yaşadığı trajedilerde,
kendilerinin inkar etmeye bile utanacağı (?) büyük katkıları
vardır.
Bu toprakların kadim nüfusu olan Ermenileri ölüme yollayan,
Rumları Yunanistan’a Yahudileri Aşkale’ye süren, Kürtleri
Dersim’de kıyıma uğratan ve onları süren, Alevileri Sivas'ta
yakan zihniyet bugün de Romanlara saldırmış ve bu durum,
“şaşılacak bir şey yok” ya da “vatandaşın haklı tepkisi”
aymazlığı olarak kalmamalı. Çünkü bu aymazlık, doğrudan devlet
yetkililerinin telaffuz etmekte neredeyse cinsel bir haz
duyduğu “tek din, tek millet, tek devlet” benzeri sloganlarla
kitleleri yıkıma ve linç güruhuna çevirmeye hizmet ediyor. Ki,
linç, en aşikar medeniyet kaybıdır. Linçin sıradanlaştığı,
kolektif bir utanç yaratmadığı, infial uyandırmadığı bir
toplum, toplum olma vasfını yitiriyor demektir. (27) Bu vasfın
yitirilmesinde vitrini dolduranlar ise, milliyetçileşmeyi ve
bir linç güruhu olmayı bir insanlık onuruymuş gibi taşıyan
fanatik kıyımcılardır. Kıyımcılar kendi nedenlerinin
mükemmelliğine her zaman inanırlar, ama aslında nedensiz
nefret ederler. (28) Ama ifade edilen nedenler, onların
değerleridir. Ancak unutulmamalıdır ki vatan, millet, din,
ahlak vb. gibi bütün diğer değerler insan haysiyetine hizmet
ettikleri ve bunun davasını sürdürdükleri ölçüde değerdir
(29) yoksa, kitleleri aldatmak için uydurulmuş koca birer
yalandan başka bir şey olamazlar.
Bir toplumu oluşturan bütün toplumsal grup üyelerinin, kendi
dışında olan öteki grupla kurdukları insani bir ilişki yoksa,
o grupta insanlık da yoktur. Çünkü toplumsallık “dilek olarak”
vardır. (30) Eğer bu dileğin gerçekleşmesi için gerekli insani
adımlar atılmıyorsa, toplum da varolamaz. Başka insanlarda
insanlığı öldürerek hayatta kalmaya çalışan kişi, kendi
insanlığının ölümünden sonra hayatta kalmış demektir. (31) Son
yaşanan olaylar sonucunda neredeyse bu toplumda insanlık,
kendinden ve kendi ekonomik ve siyasi çıkarlarının ötesine
geçmeyen bir durum halini almaya başlamış ve vicdandan
arınmıştır. Yaşadığımız dünyanın ve toplumun vicdanı rafa
kaldırmadan daha çok insanileşmesi için, daha farklı
toplumsallaşma/insanlaşma pratiklerini hayata geçirmesi
gerekir. Bunun için ilk önce, bir toplum ve insan olarak
geçmişimizle ve hatalarımızla yüzleşmemiz, ötekini/yabancıyı
kusmayan ve mağdur olanı kendine dahil eden ve ötekilerin de
içinde adil ve onurlu bir biçimde varolduğu bir toplumsallığı
yaratmamız gerekir. Aksi halde, bir toplum olarak insanilikten
arınmış bir külteden/güruhtan başka bir şey olamayız.
KAYNAKÇA:
1) Bu konuda Fuat Dündar’ın İttihat ve Terakki’nin
Müslümanları İskan Siyaseti (2007), ve Modern
Türkiye’nin Şifresi (2008) adlı çalışmalara bakılabilir.
Çok uzağa gitmenize gerek yok İç Anadolu bölgesinde bulunan
köylerin etnik-dini yapısına bakmanız ya da konuşulan
dile/şivelere kulak kabartmanız yeterlidir.
2) TGYONA, Türkiye’de Göç ve Yerinden Olmuş Nüfus
Araştırması, H.Ü. Nüfus Etütleri Enstitüsü, 2006. s.24.
3) Zygmunt Bauman, Pstmodernlik ve Hoşnutsuzlukları,
Çev. İsmail Türkmen, Ayrıntı Yay. 2000. s.32.
4) Zygmunt Bauman, Akışkan Aşk, Çev. Işık Ergüden,
Versus Yay. 2009. .161.
5) Fuat Dündar, Modern Türkiye’nin Şifresi, İletişim
Yay. 2008, s.441.
6) Dündar (2008), a.g.e. s.441.
7) Soner Çağaptay, Türkiye’de İslam, Laiklik ve
Milliyetçilik: Türk Kimdir?, Çev. Özgür Bircan, İstanbul Bilgi
Üniv. Yay. 2009, s.1.
8) Dündar (2008), a.g.e.s.437.
9) Wolfgang Sofsky, Dehşetli Zamanlar, Çev. Dilek
Zaptçıoğlu, İletişim Yay. 2009, s.79. Özelikle bu çalışma
şiddeti ve doğasını anlama noktasında ufuk açıcı bir
çalışmadır.
10) Michel Bourse, Melezliğe Övgü, Çev. Işık Ergüden,
Ayrıntı Yay. 2009, s.96.
11) Binnaz Toprak, İ. Bozan, T. Morgül, N. Şener,
Türkiye’de Farklı Olmak, B.Ü. Bilimsel Araştırmalar Projesi,
İstanbul, 2008, s.101. Ayrıca ilgili proje, Metis
Yayınları’ndan 2009’da aynı adla kitap olarak çıkmıştır.
12) Fuat Dündar, İttihat ve Terakki’nin Müslümanları
İskan Siyaseti, İletişim Yay. 200, s.127. Ayrıca devam eden
sayfalarda Çingeneler konusunda uygulanan iskan
politikalarının değişkenliğini ve resmi makamların onlara
bakışını izleyebilirsiniz. Bu bakışın resmi makamların
“devletlü katında” hala canlı olduğunu, Selendi de yaşanan
olaylara bakarak aşılamadığını göreceksiniz.
13) Tolga Korkut, Manisa'da
Ayrımcılık Romanlara Irkçı Saldırıya Dönüştü,
ttp://bianet.org/ Erişim:10.01.2010.
14) Ertan Kılıç, ‘Belediye başkanı anons yaptı,
dozerler de geldi’, Radikal, 08/01/2010.
15) ‘Vurun cingenelere’ diyorlardı, Radikal,
08/01/2010.
16) Sadık Güleç, “Çocukluk arkadaşımın evini basmaya
gittim”, Taraf, 10/01/2010.
17) Sofsky (2009), a.g.e. s.24.
18) Güleç (2010), a.g.y. Taraf.
19) Toprak vd.. (2008), a.g.e. s.101.
20) René Girard, Günah Keçisi, Çev. Işık Ergüden, Kanat
Yay. 2005, s.22.
21) Sofsky (2009), a.g.e. s.12.
22) Tanıl Bora, Türkiye’nin Linç Rejimi, Birikim Yay.
2008, s.8.
23) Girard (2008), a.g.e. s.276.
24) Sofsky (2009), a.g.e. s.26.
25) Bauman (2009), a.g.e. s.149.
26) DTP konvoyunu taşlayan İzmir, arkadaşlarının haksız
yere gözaltına alındığını protesto etmek isteyen bir grup
genci linç etmek isteyen Edirne gibi.
27) Bora (2008), a.g.e. s.10.
28) Girard (2005), a.g.e. s.143.
29) Bauman (2009), a.g.e.s.109.
30) Bourse (2009), a.g.e. s.182.
31) Bauman (2009), a.g.e. s.109. |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|